Yakışanı Yapmak...

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
s_kaplan.jpg


Efendim, derler ki...

Âdil ve bilge bir hükümdar; bir gün maiyetiyle birlikte, bir kır gezintisine çıkmış. Mevsim bahar mıymış, güz müymüş bilinmez. Bildiğimiz o ki; birden bire kararan gökyüzündeki simsiyah bulutları, şimşeklerin altın makasları biçmeye başlayınca, bizimkiler en yakın bir dam altına ulaşmak için atlarını mahmuzlamışlar...

Mahmuzlamışlar da, deli-dolu sepkenler hâlinde yağan yağmur, ıslanmaktan kurtulacakları bir sığınağa ulaşmalarına fırsat vermemiş. Bardaktan, kovadan boşanırcasına yağışını sürdürmüş.

Yağmur öylesine yağıyor ve şimşekler öylesine parlayıp sönüyormuş ki; hükümdar ve adamları önlerini görmekte bile zorlanıyorlarmış...

Tam bir kayanın yanından geçerlerken bir ses duymuşlar. Sesin sahibi, bağıra çağıra, ağzına geleni söylüyormuş. Sövüp saymadık dost ve düşman bırakmamış...

Bu çirkin lâflardan hükümdar da nasibini almış. Onlar geçip giderken, adam hâlâ bağırıyormuş:

“Sözde ülkenin hükümdarı var!.. Bu ne biçim arazi, bu nasıl yağmur!.. Senin gibi hükümdar olmaz olsun!..”

Hükümdar çok üzülmüş ama, sesin geldiği yöne doğru hamle etmek isteyen adamlarına da engel olmuş. Nihayet ilk vardıkları barınakta yağmur da dinmiş.

Bir süre kurulanıp, azıcık toparlandıktan sonra hükümdar, yanındakilere;

“Yahu!” demiş. “Benim ne suçum var? Allah aşkına söyleyin... Her kimse bu akılsız adam, besbelli araziyi ben şekillendirdim, yağmuru ben yağdırıyorum sanıyor, hâşâ!..”

Veziri, hükümdarı bu kadar üzen ve haksız yere herkese sövüp sayan bu adamın mutlaka cezalandırılması gerektiğine inanarak;

“Hünkârım...” demiş. “İzniniz olursa o adamı en ağır ceza ile cezalandırayım. Bu edepsizliği karşılıksız kalmamalı. Hükümdara kadar dil uzatan bu adamın mutlak cezalandırılması gerekir...”

Hükümdar, biraz düşündükten sonra gülmüş. Demiş ki;

“Bak, ne güzel söyledin vezir... Hükümdara kadar dil uzatan bu adamın canı çok fena yanmış olmalı. Gidip o adamı buraya getirsinler... Bakalım derdi neymiş. Cezasını ona göre takdir ederiz...”

Hükümdarın adamları gidip bakmışlar ki; kır saçlı, çelimsiz, kambur bir köylü... Meğer, adamcağız değirmenden geliyormuş. Hava kararıp şimşekler çakınca, eşeği ürkmüş. O yana, bu yana derken, üstündeki un çuvalı yan yatmış ve eşek, yüküyle birlikte hendeğe devrilmiş... Adamcağız eşeği kaldırmaya çalışırken sağanak başlamış. Un hamur, üst baş çamur olmuş mu?

İçine düştüğü hâl ile şaşırmış, eli eteğine dolaşmış, etrafa bakınıp yardım edecek kimseyi de bulamayınca başlamış bağırıp çağırmaya, sövüp saymaya... Kimsesizliğe, yoksulluğa, ihtiyarlığa, güçsüzlüğe verip veriştirmiş...

Adamı, eşeğiyle birlikte alıp getirmişler. Öfkesi hâlâ dinmemiş olan köylü, hünkâra;

“Sen ne biçim hükümdarsın?” diye çıkışmış. “Bu ne biçim ülke, ne acayip arazi, ne dinmez yağmur böyle?..”



Hükümdar; adamın cehlini, aczini ve çaresizliğini fark edip, ne hâlde olduğunu hemen anlamış. Adamlarına;

“Acze düşenler, ne yapacaklarını bilemezler. Kabaran her öfke, çoğu kez aczin ifadesidir... Her neyse... Bu adamcağıza, kendisine iyi bir merkep alacak ve kışlık erzakını tedarik edecek kadar para verin.” diye emretmiş.

Sonra da, kendisine söven köylüye;

“Var git baba, işin rast gele, besbelli hata bizdedir. Hakkını helâl et. Kem söz etme, duâ et!” demiş ve sürmüş atını...

Hükümdarın adamları, emri yerine getirip, adama bir kese altın vererek salıvermişler... Köyüne gelen adam, köy kahvesinde oturanlara altınları göstererek, bunları hükümdarın verdiğini söylemiş. Neden verdiğini soranlara da, hâdiseyi aynen anlatmış...

Zindana atılacak adama nasıl mükâfat verilir diye, köylüler hayret etmişler... Ama orada, bir köşede oturmakta olan ak sakallı, güngörmüş bir ihtiyar;

“Niye hayret edersiniz ağalar?” demiş. “Bu cahil adam kendine yakışanı, hükümdar da kendine yakışanı yapmış...”

Sadettin Kaplan'ın kaleminden.​
 
Üst