dedekorkut1
Doçent
VUKUF-İ KALBĨ VE VUKUF-İ ADEDĨ
SELİM GÜRBÜZER
Kalbi doğrudan şeksiz şüphesiz Allah’a bağlamanın adıdır vukuf-i kalbì. Ne mutlu vukuf-i kalbì üzere zikreden saliklere ki, kalplerini dünyanın aldatıcı cazibesinden uzak tutup kendilerini ‘Allah’ ismine adamakla huzura erebiliyorlar. Öyle ki, bu huzur kalplerde Allah’tan gayri hiçbir düşünceye ve varlığa yer verilmeksizin zikrin hakkını yerine getirmekle ulaşılan bir huzurdur. Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s) bir sohbetlerinde; vukuf-i kalbì üzere zikri hakkıyle zikretmenin zikir çokluğundan çok daha mühim olduğunu vurguladığı gibi zikreden bir salikin bu nedenle hem nefesini tutup hapsetmesine hem de sayısını sınırlamasına gerek olmadığını da dile getirmişlerdir. Böylece bu müthiş sohbet sayesinde zikrin çokluğundan ziyade zikrin evsafının (kalitesinin) çok daha kıymet değer olduğunu idrak etmiş olduk. Zaten pek çok Arif, zikirde asl olanın vukuf-i kalbì üzere her bir nefeste üç, beş, yedi veya yirmi bir kere kalbe ‘Allah’ adını dedirttirip virdi tek sayıda bitirmenin muteber olduğunda hem fikirlerdir. İşte Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s) bu ortak buluşma zemininde vukuf-i kalbì usulünü şöyle tarif eder de:
“-Zikir esnasında zikr olunanı sürekli hatırda tutmak ve gönlü O’na bağlamak şarttır. İşte bu agâhlık haline şühûd, vüsul ve vukuf-i kalbì denir.”
Anlaşılan o ki, tasavvufta bir salikin kendini zikre odaklaması ‘vukuf-i kalbì’ olarak addedilirken, salikin irşad ehlince belirlenen sayıda zikir çekmesi ise ‘vukuf-i adedì’ olarak addedilir. Böyle addedilmesi de gayet tabiidir. Çünkü bu yolun yolcularınca öyle tecrübe edilmiştir ki, hem vukuf-i kalbì ye hem vukuf-i adedìye riayet etmekle gerçek manada virdin hakkı yerine getirilmiş olup zikir ritmi dengelenmiş olur da. İşte bu nedenle Şah-ı Nakşibend (k.s), ‘vukuf-i adedì’ prensibini ledün ilminin ilk basamağı görüp bu usul doğrultusunda zikir çekenlerin hem Rabbül âleminin azametini tüm benliklerinde hissedeceklerini hem de Rabbül âleminin nurani tecellilerini müşahede edeceklerini müjdelemişlerdir. Madem öyle, Sadatların tüm bu güzel tespitlerinden hareketle ve aynı zamanda Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s)’ın da bizatihi Hâcegân yolunda on bir madde olarak belirlediği usullerden konu başlığımız ‘vukuf-i kalbì’ ve ‘vukuf-i adedì’nin kalbe ne faydası var noktasında ancak şunu diyebiliriz:
- Vukuf-i kalbì sayesinde kalb vukufiyet kazanıp kemalât kesb ederken,
-Vukuf-i adedì’yi uygulamak sayesinde de zikrin doz ayarı gerçekleşmiş olur.
Hele Hak yolcusu bir salik, seyr u sûluk idmanında mesafe kat etmeye bir görsün sayı bakımdan zikrin dozu artırılır da. Tâ ki zikir etkisini gösterip kalp kemal bulur hale gelir, işte bu noktadan sonra kalb zikrinden letaif zikrine, letaif zikrinden en nihai olarak zikirlerin en efdalı ‘Nefyu isbat-’ zikrine (Kelime-i Tevhid zikrine) geçiş yapılır. Tabii burada önemli olan zikrin her aşamasında zikrin sayısına riayet ederek geçiş yapabilmektir. Aksi halde vukuf-i adedì düsturunca belirlenen zikir adedinin üstünde veya altında vird çekmekle o zikirden gerekli istifade sağlanamayacaktır.
Evet, zikir dozundan maksad ‘Vukuf-i adedì’ usulüne uygun sayıda zikretmektir. Ki, bu usulun kaynağı ve uygulayıcısı bizatihi Yüce Peygamberimiz (s.a.v)’dir. Öyle ki, ümmetine farz namazlarının ardından otuz üçer defa ‘sübhanellah’, ‘elhamdülillah’ ve ‘Allah-u ekber’ olmak üzere toplamda doksan dokuz adet tesbihat getirilmesinin yanı sıra birde buna ilaveten ‘lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike leh’ zikrinin yüze tamamlanmayı tavsiye etmeleri vukuf-i adedinin Peygamber kavli usul olduğunun bir göstergesidir. İşte bu nedenle Nakşibendî Sadatları ‘usûl olmadan vusûl olmaz’ prensibinden hareketle müntesiplerine daha yolun ilk başında kalpte en az beşbin ‘Lafza-i celal’ çekecek şekilde vird olarak talim ettirmekteler. Çünkü vukuf-i adedi adabı bunu gerektirir. Hatta salikin çalışma ve kabiliyetine bağlı olarak, yani gayreti ölçüsünce vukuf-i adedì (zikir sayısı) artırılır da. Bu usul tıpkı bir doktorun yazdığı reçetede ki ilaçların doz miktarlarına hastasının uyması yönünde ki talimata benzer bir uygulamadır bu. Şayet hasta doktorun reçete de belirlediği doz miktarının dışına çıkıp kendi kafasına göre ilaç aldıysa, elbette ki bu durumda o hastanın kaş yapayım derken göz çıkarmış olacağı muhakkak.
SELİM GÜRBÜZER
Kalbi doğrudan şeksiz şüphesiz Allah’a bağlamanın adıdır vukuf-i kalbì. Ne mutlu vukuf-i kalbì üzere zikreden saliklere ki, kalplerini dünyanın aldatıcı cazibesinden uzak tutup kendilerini ‘Allah’ ismine adamakla huzura erebiliyorlar. Öyle ki, bu huzur kalplerde Allah’tan gayri hiçbir düşünceye ve varlığa yer verilmeksizin zikrin hakkını yerine getirmekle ulaşılan bir huzurdur. Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s) bir sohbetlerinde; vukuf-i kalbì üzere zikri hakkıyle zikretmenin zikir çokluğundan çok daha mühim olduğunu vurguladığı gibi zikreden bir salikin bu nedenle hem nefesini tutup hapsetmesine hem de sayısını sınırlamasına gerek olmadığını da dile getirmişlerdir. Böylece bu müthiş sohbet sayesinde zikrin çokluğundan ziyade zikrin evsafının (kalitesinin) çok daha kıymet değer olduğunu idrak etmiş olduk. Zaten pek çok Arif, zikirde asl olanın vukuf-i kalbì üzere her bir nefeste üç, beş, yedi veya yirmi bir kere kalbe ‘Allah’ adını dedirttirip virdi tek sayıda bitirmenin muteber olduğunda hem fikirlerdir. İşte Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s) bu ortak buluşma zemininde vukuf-i kalbì usulünü şöyle tarif eder de:
“-Zikir esnasında zikr olunanı sürekli hatırda tutmak ve gönlü O’na bağlamak şarttır. İşte bu agâhlık haline şühûd, vüsul ve vukuf-i kalbì denir.”
Anlaşılan o ki, tasavvufta bir salikin kendini zikre odaklaması ‘vukuf-i kalbì’ olarak addedilirken, salikin irşad ehlince belirlenen sayıda zikir çekmesi ise ‘vukuf-i adedì’ olarak addedilir. Böyle addedilmesi de gayet tabiidir. Çünkü bu yolun yolcularınca öyle tecrübe edilmiştir ki, hem vukuf-i kalbì ye hem vukuf-i adedìye riayet etmekle gerçek manada virdin hakkı yerine getirilmiş olup zikir ritmi dengelenmiş olur da. İşte bu nedenle Şah-ı Nakşibend (k.s), ‘vukuf-i adedì’ prensibini ledün ilminin ilk basamağı görüp bu usul doğrultusunda zikir çekenlerin hem Rabbül âleminin azametini tüm benliklerinde hissedeceklerini hem de Rabbül âleminin nurani tecellilerini müşahede edeceklerini müjdelemişlerdir. Madem öyle, Sadatların tüm bu güzel tespitlerinden hareketle ve aynı zamanda Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s)’ın da bizatihi Hâcegân yolunda on bir madde olarak belirlediği usullerden konu başlığımız ‘vukuf-i kalbì’ ve ‘vukuf-i adedì’nin kalbe ne faydası var noktasında ancak şunu diyebiliriz:
- Vukuf-i kalbì sayesinde kalb vukufiyet kazanıp kemalât kesb ederken,
-Vukuf-i adedì’yi uygulamak sayesinde de zikrin doz ayarı gerçekleşmiş olur.
Hele Hak yolcusu bir salik, seyr u sûluk idmanında mesafe kat etmeye bir görsün sayı bakımdan zikrin dozu artırılır da. Tâ ki zikir etkisini gösterip kalp kemal bulur hale gelir, işte bu noktadan sonra kalb zikrinden letaif zikrine, letaif zikrinden en nihai olarak zikirlerin en efdalı ‘Nefyu isbat-’ zikrine (Kelime-i Tevhid zikrine) geçiş yapılır. Tabii burada önemli olan zikrin her aşamasında zikrin sayısına riayet ederek geçiş yapabilmektir. Aksi halde vukuf-i adedì düsturunca belirlenen zikir adedinin üstünde veya altında vird çekmekle o zikirden gerekli istifade sağlanamayacaktır.
Evet, zikir dozundan maksad ‘Vukuf-i adedì’ usulüne uygun sayıda zikretmektir. Ki, bu usulun kaynağı ve uygulayıcısı bizatihi Yüce Peygamberimiz (s.a.v)’dir. Öyle ki, ümmetine farz namazlarının ardından otuz üçer defa ‘sübhanellah’, ‘elhamdülillah’ ve ‘Allah-u ekber’ olmak üzere toplamda doksan dokuz adet tesbihat getirilmesinin yanı sıra birde buna ilaveten ‘lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike leh’ zikrinin yüze tamamlanmayı tavsiye etmeleri vukuf-i adedinin Peygamber kavli usul olduğunun bir göstergesidir. İşte bu nedenle Nakşibendî Sadatları ‘usûl olmadan vusûl olmaz’ prensibinden hareketle müntesiplerine daha yolun ilk başında kalpte en az beşbin ‘Lafza-i celal’ çekecek şekilde vird olarak talim ettirmekteler. Çünkü vukuf-i adedi adabı bunu gerektirir. Hatta salikin çalışma ve kabiliyetine bağlı olarak, yani gayreti ölçüsünce vukuf-i adedì (zikir sayısı) artırılır da. Bu usul tıpkı bir doktorun yazdığı reçetede ki ilaçların doz miktarlarına hastasının uyması yönünde ki talimata benzer bir uygulamadır bu. Şayet hasta doktorun reçete de belirlediği doz miktarının dışına çıkıp kendi kafasına göre ilaç aldıysa, elbette ki bu durumda o hastanın kaş yapayım derken göz çıkarmış olacağı muhakkak.