VÜCUT ŞEHRİ

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
VÜCUT ŞEHRİ

SELİM GÜRBÜZER

Teleskop ve mikroskopla nice bilinmeyen makroskobik ve mikroskobik ülkelere seyahat edilebileceğimiz en önemli iki araçlarımızdandır. Bu seyahatle birlikte bir yandan karanlık semamızı süsleyen milyarlarca yıldızlardan oluşmuş galaksi âleminin ve güneş sisteminin sırlarına teleskop yardımıyla vakıf olunmaya çalışılırken, diğer yandan moleküler düzeyde diyebileceğimiz âlemin sırlarına da son derece gelişmiş teknolojik mikroskoplarla vakıf olunmaya çalışılmakta. Derken yapacağımız seyahatlerimizden hele bilhassa kendi vücut şehrimizin mikro âlemine doğru seyahatimizi gerçekleştirdiğimizde vücudumuzun milyarlarca hücrelerden meydana gelmiş harika bir şehir olduğunun farkına varmış olacağız. Her ne kadar Tıp dünyası tüm üniteleriyle birlikte vücut şehrimize ‘anatomi’ deyip işi geçiştirse de aslında bu şehrin temellerini oluşturan atomların işleyişine baktığımızda hiç durup dinlenmeksizin çekirdek ve etrafında ki elektronlarla birlikte sa’y ve tavaf yaparaktan kendi hal lisanlarıyla Allah deyip halka oluşturmaktalar bile. Peki, sadece pervane olup sa’y ve tavaf mı yapmaktalar? Hiç kuşkusuz gönül bağı birliktelikleri de oluşturmaktalar. Nasıl mı? Şöyle ki bu birlikteliği maddenin temel yapısını oluşturan atomları enine boyuna analiz edebildiğimiz ölçüde ancak anlayabiliyoruz.

Gerçekten de maddenin moleküler yapısını derinlemesine analiz ettiğimizde öyle sıradan bir yapı olmayıp, son derece simetrik yapıda inşa edilmiş kendi aralarından oluşturdukları kimyasal gönül bağ organizasyonuna dayalı bir yapı olduğunu fark etmiş oluruz. Hele ki bu söz konusu yapı bileşkeni su ise bu son derece mükemmeliyet karşısında suyun bizatihi kendisi bile kendi durumuna akan sular durur misali apışıp kalır da. İşte bu nedenledir ki günlük hayatımızda kullandığımız suya basit bir sıvı içecek gözüyle bakıp geçiştiremeyiz. Çünkü ab-ı hayat kaynağımız suyun moleküler yönden incelediğimizde hidrojen atomunun her iki gönül kolunu açmış vaziyette oksijen atomuyla birlikte simetrik bağ oluşturduğuna şahit oluruz. Malumunuz hidrojen atomunun yörüngesinde tek bir elektron yörüngesi bulunurken oksijenin birinci yörüngesinde 2 elektron, ikinci yörüngesinde ise 6 elektron olmak üzere toplam da 8 elektronlu yörünge bulunmaktadır. Ta ki her iki atom molekülü bir araya gelirler işte zaman oksijen atomunun dış yörüngesinde yer alan 6 elektrondan 2 tanesi 2 hidrojen atomun birer elektronuyla ortak gönül birlikteliği bağı kuraraktan yörüngesini 8’e tamamlamış olurlar. Böylece oksijenin dış yörüngesindeki 6 elektronun iki atomluk hidrojenin dış halkasında ki elektronuyla ortaklaşa kurdukları kovalent bağ sayesinde ab-ı hayat suya kavuşmuş oluruz. Belli ki suyu oluşturan her iki elemente ait elektronların hangi yörüngede ortak gönül bağı oluşturacakları yaratılış kodlarına çok önceden kodlanmış gözükmekte. Nitekim su molekülü içerisindeki gönül kolları arasında 120 derecelik simetrik açının varlığı hiçbir bilim adamının gözünden kaçmamaktadır. Hem nasıl gözden kaçmış olsun ki, bikere moleküler hayat gerek dizilişi bakımdan gerekse aralarında kurdukları gönül bağları bakımdan mükemmel bir şekilde yörüngelerinde pervane olmuş elektronların en ufak eksen kaymasına uğramaksızın adeta sa’y yapmaktalardır. Öyle ki elektronların çok rahatlıkla sa’y yapmaları için mutlaka atomların en son halkasının 8 elektron da karar kılacak şekilde konumlandırılması gerekir. Yani bu demektir ki yörünge halkasının 8’den fazlasına müsaade yoktur. Kaldı ki dış yörüngesinde sekiz elektron bulunan atomlar ancak kararlı yapı sergileyebiliyor. Buna mecburlar da. Çünkü en son yörüngesinde elektron açığı bulunan elementler ancak kararlı olabildikleri müddetçe açığını giderebilmekte. Örneğin dış yörüngesinde iki elektron bulunan bir atom, yine dış halkasında altı elektrona sahip bir atomla ortaklık kurmak suretiyle tıpkı su da olduğu şekliyle birliktelik oluşturabilmekte, aksi halde ortaya kararlı bir yapı koyamayacaklardır. Tabii ortaya kararlı yapı koyabilmek içinde pozitif veya negatif elektrik iyona sahip zıt kutuplu atomlar arasında çekim kuvvetlerinin de devreye girme gerekir. Aksi halde al gülüm ver gülüm babından ortaklaşa oluşumlar gerçekleşmeyecektir. Nitekim dış yörüngesinde bir elektrona sahip olan sodyumun dış yörüngede yedi elektrona sahip klor atomuyla ortaklaşa bağ kurmasıyla birlikte sekiz elektrona tamamlanıp sofralarımızın bereketi tuz molekülü meydana gelmiş olur. Belli ki atomlar arası program belli bir gayeye yönelik yazılmıştır. Öyle ki bu noktada tuzun su molekülleri içerisinde erime özelliğine haiz bir yapıda donatılması bile hayatımız için son derece mühim kimyevi bileşik bir nimet olduğunu göstermektedir. Bu yüzden bir kısım bilim adamları birtakım verilerden hareketle zihin dünyalarında hayatın tuzlu suda başladığı yönünde bir düşünce oluşmuştur. Ancak bu demek değildir ki hayat sadece tuz ve su bileşenlerinden ibarettir, hiç kuşkusuz bundan başka hayatın her safhasında karbon, oksijen, hidrojen ve azot gibi hayati öneme haiz elementlerin varlığı da çok büyük bir nimettir. Hatta bu elementlerin çok büyük bir nimet oluğu şundan besbellidir ki, dış yörüngeleri bir başta elementlerle bağ kurma ilişkilerinde sekiz elektronda karar kılacak şekilde donatılmışlardır. Derken bu sayede birçok molekül oluşumlarına kapı araladıkları gibi bu dört elementin açılımıyla birlikte oluşan çok sayıda molekül yapılar hayatımızın bir parçası haline gelmiş olurlar. Şayet atomların kendi aralarında girdikleri reaksiyonlar belli kimyasal kurallar denkleminde ayar çekilmeseydi her bir canlı organizmanın ihtiyacı sayılan protein, yağ ve karbonhidrat gibi en temel ihtiyaç organik maddelerden mahrum kalınacaktı. Böylece biyokimya hayatından da söz edemeyecektik.

Bilindiği üzere biyokimyasal bağ kavramı ilk defa 1916 yılında G.N. Lewis tarafından dile getirilmiştir Lewis ana başlık olarak iki ayrı tip bağ ortaya atmış olup, bunları iyonik (elektrovalent bağ) ve kovalent bağ diye kategorize etmiştir. Şayet bu iki gönül bağları olmasaydı belki de evrende sınırlı sayıda sadece yüz küsur kadar maddeden söz eder olacaktık. Zaten şuan çok sayıda zengin madde oluşumun varlığından bahsedebiliyorsak, biliniz ki elektronların kendi aralarında alışveriş veya ortaklaşa kurdukları bu gönül bağları sayesindedir. O halde atomlar arasında al gülüm ver gülüm misali gerçekleşen tepkimeleri sıradan bir olaymış gibi gözüyle bakıp es geçmemeli. Hem nasıl es geçebiliriz ki, atomlar öyle aralarında dayanışma örnekleri sergiliyorlar ki hayretler içerisinde kalmamak ne mümkün. Mesela en basitinden bilmem hiç düşündünüz mü, yeryüzünde en basit atom modeli neden hidrojendir diye? Zira bu atomun merkezinde pozitif yüklü bir proton, dışında ise negatif yüklü bir elektron bulunmasından dolayıdır elbet. Besbelli ki Yaratıcı güç atomlar arasında hiyerarşik ortamın olmasını böyle murad eylemiştir. Nitekim böylesi bir muradın tezahürü olarak da atomlar arasında basitten karmaşığa doğru bir elektron diziliş gerçeği söz konusudur. Örnek mi? İşte Helyum atomunun merkezinde iki proton, dışında iki elektron olması hidrojene göre biraz daha sayısını artış kaydetmesi bunun bariz tipik örneğini teşkil eder. Hakeza lityum atomunda ise üç proton ve üç elektron bulunmaktadır. Bu arada uranyum atomunun yapısına baktığımızda ise 92 proton ve 92 elektron içeren bir zenginlik söz konusudur. Belli ki bir kısım atomlar, zenginliklerine daha da bir zenginlik katmak için kendi aralarında çekim bağı oluşturarak gönül bağı kurmuş durumdalardır. Malum Fen derslerinde mıknatıs deneylerinden de bildiğimiz aynı kutuplar birbirini iterken zıt kutuplarsa birbirini çekmesi denen bir çekme ve itme kanunu söz konusudur. Derken böylesi bir manyetik çekim kanunu sayesinde iyonik bağ kurulumunun elektro negativitelerinin birbirinden çok farklı atomlar arasında cereyan ettiğine şahit oluruz. Zira iyonik bileşikler negatif (-) ve pozitif (+) olarak yüklendiğinde iki atom arasında elektronik çekim türünden bir gönül bağı sergilemiş olurlar.

Madem atomlar arasında kendilerine has gönül bağı etkileşimler söz konusu, o halde hazır iyonik bağlardan söz etmişken özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

-
İyonlar arasındaki elektrostatik çekim söz konusudur.

-İyonik bağ elektronegatiflikleri farklı atomlar arasında meydana gelir.

-Çoğunlukla metaller ve ametaller arasında meydana gelir.

-İyonik bağlar kovalent bağlara göre çok daha kuvvetlidir.

-İyonik bileşikler çoğu katı olup erime noktaları yüksektir.

-İyonik bağ hidrojen ve amonyakın bir kolu olan amin gurubu gibi molaritesi yüksek çözücülerde çözülüp, ancak sulu çözelti halinde elektriği iletirler.

- İyonik bağlarda elektron alışverişi vardır.

Kovalent bağların özelliklerini de şöyle sıralayabiliriz:

-
Aynı cins atomlar arasında ya da elektronegatiflikleri birbirine çok yakın olan farklı atomlar arasında meydana gelir.

-Elektron alışverişi söz konusu olamaz, ancak iki atom arasında ortak işbirliği veya gönül birliği söz konusudur.

-Kovalent bağ yapmış moleküller genellikle organik kökenli bileşikler olarak sahne alırlar.

-Erime noktaları inorganiklere göre daha düşüktür.

-Kovalent bağlar eter ve alkol gibi apolar karakterde olan organik çözücülerde çözünüp, çözelti halinde elektriği iletmezler.

İşte yukarıda madde madde atomlar arasında ki gönül bağı özelliklerinden kısaca bahsettikten sonra şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, canlıların temelini hücreler oluştururken hücrelerin temelini moleküller oluşturur, moleküllerin temelini ise atomlar oluşturmakta. Bu demektir ki her bir canlının yaratılış temellerinin en alt katmanı atoma dayanmaktadır. Dahası bu noktada cansız sandığımız atomlar adeta can olup cana can katmaktalardır. Nitekim bilim adamları bu hususta atomlar arasında bilhassa 24 elementin hayat için olmazsa olmaz şart hükmünde can simidi oldukları noktasında hemfikirdirler. Hem kaldı ki canlı hayatın % 99’unu oksijen, karbon, hidrojen ve azotun oluşturması cana can kattıklarının bunun bariz bir göstergesidir zaten. Diğer geriye kalan 20 elementin katılım payı da vücudumuzun neredeyse % 1 yekûnu bir orana tekabül etmektedir. Malumunuz karbon ve azotun beslendiği kaynak atmosferdeki karbondioksit ve azot gazlarıdır. Neyse ki bu kaynak dünya üzerinde canlı cansız tarafından her ne varsa bir şekilde kullanılmasına rağmen bir bakıyorsun karbon ve azot döngüsünün kesintiye uğramaksızın sürekli olarak işlerliği sayesinde hiç tükenmemektedir. Şayet bu söz konusu kesintisiz devri daim döngü sistemi olmasaydı bugün biyokimyasal hayattan asla söz edemeyecektik. Belli ki diğer 20 elementin her biri de belli bir periyodik düzen içerisinde döngü içerisine dâhil edilip, tüm canlı âlemin can simidi olarak payına düşen görevi üstlenmiş bir pozisyon almış durumdalardır. Yetmedi ölmüş canlıların çürümeye yüz tutmuş bedenlerinin su içerisinde veya toprak içerisine karışmasıyla birlikte mikroorganizmalarca ayrıştırılan elementler yeniden tabiat döngüsüne kazandırılmış olur da. Hele bu döngü âlem bir noktada stop etmeye bir görsün, Allah korusun tüm canlıların hayat bağları bir anda kopmuş olacaktır.

Anlaşılan o ki, organik moleküllerin esas yapısını karbon, hidrojen ve oksijen (C, H ve O) oluşturup, diğer azot, fosfor ve kükürt (N, P ve S) elementleri ise boş durmayıp adeta hayat çorbasının tadı tuzu olmak için vardırlar. Madem öyle, bu noktada hayata renk katan organik bileşiklerin özelliklerini maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz de:

-Organik bileşikler C elementinin H, O, N, P ve X gibi atomlarla meydana getirdiği bileşikler olup, bunlar arasında S ve Mg gibi metal atomlarda bulunabiliyor.

-Organik bileşikler hemen hepsi değim yerindeyse kovalent bağıyla göbekten bağlıdırlar.

-Erime ve kaynama noktaları anorganiklere göre daha düşüktür. Birçoğunun erime noktası 150 santigrat derecenin altındadır.

-Organik bileşikler moleküler reaksiyon gösterip, kimyasal reaksiyonları ise yavaş seyretmektedir.

-Organik bileşikler C atomunun 4 valens değerde olması hasebiyle anorganik bileşiklere göre sayıca çok daha fazladır.

-Organik bileşikler taşıdıkları atom cinsi, bağ ve fonksiyonel grup yapısına göre sınıflandırılır. Mesela C ve H taşıyan bileşiklere hidrokarbonlar, OH grubu taşıyan bileşiklere ise alkol denmektedir. Dolayısıyla organik bir sınıfı incelerken aynı zamanda fonksiyonel grubu da incelemiş oluruz.

Organik kimya bir anlamda C (karbon) bileşik türünden bir kimya âlem demektir. Mesela bitkiler fotosentez olayında havadan aldığı karbonu kökleriyle emdiği suyun hidrojeni ile birleştirip öyle depolamaktalar. Derken fotosentez kanunu sayesinde hem bitkinin kendisine hem de tüm canlıların hizmetine sunulmak üzere şeker, selüloz, değişik türden kimyasal maddeler, meyveler ve çiçekler üretilmiş olunur.

İşte yukarıda madde madde sırladığımız özelliklerden öyle anlaşılıyor ki; inorganik ve organik dünyamızın en temelinde atomlar vardır. Keza hücrelerimizin temelinde de atomların oluşturduğu moleküller vardır. Zaten vücut şehrimizde hücrelerin bir araya gelmesiyle dokular meydana gelirken dokuların bir araya gelmesiyle de organlar meydana gelmektedir. Derken organların bir araya gelmesiyle birlikte vücut sistemi meydana gelip böylece zincirleme meydana gelen bu oluşumlar sayesinde vücut bulmaktayız. Ve bu şekilde vücut bulan vücut şehrimiz belli bir gayeye yönelik yer yer kümeler halinde siteler, fabrikalar ve mahallelerin yanı sıra adeta ucu bucağı görünmeyen bir ulaşım ağıyla donatılmıştır. Öyle ki şehrin giriş çıkış ve dört bir yanı çok mükemmel yol donatılarıyla, envaı türden diyebileceğimiz kanal şebeke sistemleriyle ve iletişim sinir ağı donatılarıyla donatılmış haldeyizdir. Hatta ilginçtir vücut şehrimizin içerisinde belli gayeye yönelik dolaşmakta olan adına alyuvar denen erzak memurları yol boyunca kanallardan hareket ederek an be an uğradıkları hücre evlerine hem temiz hava hem gıda paketleri bırakmaktalar hem de çöp artıklarını da almaktalar.

Evet, her ne kadar mikro âlemi çıplak gözle gözlemleyemesek de, sonuçta bilimsel çalışmalardan elde edilen verilerden hareketle mikro âlem içerisinde konumlanmış şehirler böylesi mükemmel donanımlarla donatılmış durumda oldukları artık bir sır değil. Nitekim mikroskop altında bir soğan zarını incelediğimizde bir bakıyorsun sıradan bir bitki olmayıp tam aksine bir şaheser olarak karşımıza çıkmaktadır. Keza okyanustan getirilen bir katre damla suyu su analizi laboratuvarlarında incelemeye tabi tutulduğunda zihnimizde suyun tüm okyanusu kapsayacak cihanşümul bir ab-ı hayat kaynağı olduğu düşüncesini doğurabiliyor. Hakeza süt sadece beyaz renkli sıvı olmayıp içerisinde gümüşi yağ parçacıkların bulunduğu bir hayat iksirini bünyesinde taşıması da öyledir. Hatta bir insan vücudunun muazzam bir metropol şehir olmanın ötesinde eşrefi mahlukat bir şehir alem olduğunu fark eder durumdayız. Zira zahiri vücut şehri içerisinde konumlanmış her bir hücre elamanı; Biyoloji literatüründe nükleus, nükleolus, endoplazmik retikulum, ribozom, mitokondri, golgi aygıtı, lizozom, salgı granülleri vs. diye karşılık bulmaktadır. Öyle ki her bir hücre elemanının işleyişinde bizatihi yine kendi üreteceği faaliyeti olarak beslenme, büyüme ve bölünme gibi unsurların öncülüğünü yapmak için vardır. İşte bu noktada hücre içerisinde kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kendi üreteceği girişimler bireysel enformasyon olarak yankı bulmakta. Ancak şu da var ki bireysel ve bağımsız yaşama eğilimi daha çok mikroplara has özgü bir durumdur. Gelişmiş yapıda canlılarda ise malum istisnai türden diyebileceğimiz hücre hiyerarşisinin dışında adeta kendi kendine buyruk kesilen bir takım başıboş hücreler de vardır ki, bunlar hepimizin korkulu rüyası diye algıladığımız kanser hücrelerinden başkası değildir elbet. Umumiyetle toplumsal bilinçte insan, bitki ve hayvan hücrelerine has özgü bir durumdur. Zira bir başka hücrenin diğer hücrelere ve çok hücreli organizmanın bütünü ile ilişki kurması bir tür sosyal dayanışma örneğidir. İşte sosyal dayanışmanın gereği organizmayı oluşturan tüm unsurlar hiyerarşik yönetime itaat edip gerektiğinde ona katkıda bulunmak için canhıraş çalışmaktalar da. Ancak burada toplumsal enformasyondan kastımızın bir bitki hücresiyle beyin hücresinin kimyasal yönden her ikisi de aynı orijinlidir anlamında bir kasıt söz konusu değildir. Şayet kastımızın dışında toplumsal enformasyona yanlış bir anlam yüklenirse her bir hücre yapısının kendi kodunda bir matematik programıyla donatıldığından bihaberiz demektir. Dolayısıyla bu ince ayırımı iyi idrak etmemiz gerekmekte. Aksi halde sapla samanı birbirine karıştırmış oluruz.

Hücrenin yaşlanma sürecine girdiğinde her iki grup enformasyona ait genler gerektiğinde eylemli gruba alınıp çalıştırılır da. Fakat sırası geldiğinde işi bitenler eylemsizleştirilip yok edilirler. Yeter derecede büyüyen ve yapısı tamamlanan bir organda ise hücre bölünmeleri yavaşlar ve ancak ölen hücrelerin bıraktığı boşluk yenileriyle doldurulur. Bu demek oluyor ki hücreler organizmaların verdiği sinyallere asla duyarsız kalmayıp hiyerarşik düzene mümkün mertebe itaat etmekteler. Tabiî ki bu durum toplumsal enformasyon sayesinde olmaktadır. Ancak bir de unutkanlık denen olayda vardır ki, bu tamamen vücudun protein sentezleme kabiliyetinin hız kesmesi veya yitirmesiyle ilgili bir husus olsa gerektir. Nitekim protein sentezi durağanlaşmaya başladıkça yeni işlemler eskilerden daha çabuk unutulur hale gelmektedir.

Canlı denen varlık kendi iç mekanizmasını belli limitler içerisinde koruyabilen ve kapalı sistemden oluşan ve aynı zamanda denge ayarına göre tanzim edilmiş homeostasis bir yaratıktır. Dolayısıyla canlı kendini dış etkenlerden bağımsız olarak soyutlayıp değişkenliğini dengede tutabilen bir donanıma sahip özelliktedir. Zaten kan basıncı, vücut sıcaklığı, nabız atım sayısı, kan şekeri gibi belli sabit değerler denge durumunun bir göstergesidir. Şayet bu denge ayarları normal değerler arasında seyretmezse vücut alarm vermeye başlamış demektir. Mesela vücut hararetinin 36,5 santigrat derecede olması gerekirken 40 santigrat derecelere çıkması veya kan şeker düzeyinin % 90 – 110 mili gram olması lazımken 250 miligram seviyelere yükselmesi gibi sinyaller normal homeostatik sınırların aşılması anlamına gelir ki, bu düpedüz hastalık hali demektir. Dahası enformasyon kayıtlarında bir hücrede bağımsız bireysel enformasyon kaybedilmiş bozulmuşsa o artık hücrenin ölümcül hastalığa yakalanması an meselesidir. Neyse ki bu arızı durum tüm organizmaya sirayet etmemekte, bilakis ölen hücrenin yerine bir başkası devreye girmektedir. Şayet bir hücrenin toplumsal enformasyonu kaybolmuşsa bu kez kontrolsüz başıboş hücreler baş gösterecek demektir. Bunun sonucunda organizma içerisine hücre anarşizmi doğup (sarkom) kanser hücresinin oluşumuna kapı aralanmış olacaktır. Zaten kanser hücreleri de tıpkı bir bağımsız hücre gibi doku sorumluluğundan uzak başıboş bir hücre görünümü sergilemek için vardır.

İşte vücut şehrimizin her karesinde seyahat ettikçe eninde sonunda göreceğiz ki:

-Bu şehirde yer alan evlerin hepsi capcanlıdır. Her bir hücre ev, bir müddet yaşayıp misyonunun tamamladıktan sonra yıkıma uğramaktalar, yani mevta olup yerine yenileri gelmekte. Öyle ki şehir içerisinde her an binlerce yıkılış ve yeniden dirilişlere sahne olan hadiseler cereyan etmekte. Buna rağmen şehirde en küçük bir düzensizlik görülmemekte.

-Şehir hayatı veya hücre evi faaliyetlerin devamı için gerekli olan besin maddeleri dışarıdan alınarak büyük bir kazanda pişiriliyor ve dağıtım şebekesi vasıtasıyla şehre dağıtılıyor. Hatta besin artıkları ve çöpler özel fabrikalarda süzülerek dışarı atılıyor.

-Şehrin besin deposu ve kileri, mikrofon ve hoparlör teşkilatı, telefon telleri ve kulübeleri, savunma teşkilatı ve alarm tertibatı, ısıtma tesisleri ve hatta mezarlığı bile ihmal edilmemiş. Öyle ki bir yandan her saniye üç milyon alyuvar ölürken diğer yandan aynı saniyede üç milyon alyuvar vücut şehrinde hayata merhaba demekte, derken “Her dem canlar yeniden doğar” sözü gerçeğe dönüşmektedir. Evet, ölü hücrelerin bir yandan vücuttan atılırken diğer yandan da yenilerinin uygun yerlerine bina edilmesi sıradan bir olay olmasa gerektir. Dikkat edin uygun yer, uygun konum diyoruz, yani rasgele konumlanma demiyoruz. Rasgele olsa kemiklere gönderilmesi gereken hammaddenin, gözlerimize geldiğini bir düşünün, o zaman gözümüzün kemikleşmesi an be an kaçınılmaz hal alıp, belki de bakar kör olacaktık. Belli ki devreye eşi ve benzeri bulunmayan bir akıl organizasyonu girmiş durumda.

-Şehir içerisinde mükemmel bir haberleşme sistemi kurulmuş. Sistemin idaresiyle vazifeli kompüter, vücut şehrinin neresinde neler olup bittiğini anında haber alıp icabını yerine getiriyor. Birçok bölgede meydana gelen arızalar karşısında hemen ilgili merkezleri alarma geçip, yerinde gerekli tedbirlerin alınmasını sağlıyor da.

-Vücut sarayının neresine dokunursanız, orada mutlaka sonsuzluğa açılan kapıdan içeri girebiliyoruz. Öyle ki şehrin hem dışarıya açılan kapıları, hem de dışarıyı gözetleme ve dinleme cihazları vardır. Bu cihazlar şehrin en üst kısmında bulunan büyük kompütüre bağlı olarak çalışıyorlar. Dahası bu cihaz olandan bitenden haberdar olmakla meşhurdur. Nasıl mı? Merkezden çevreye açılan donanım sayesinde kalbin dakikada 70 defa çalışması lazım geldiğini, her dakikada 16–20 arasında nefes almamız gerektiğini, bir litre kan basıncına 1 gram şeker lazım olduğunu anlıyoruz. Hatta vücut gereğinden fazla şeker tüketirse bu fazlalığın yakılması lazım geldiğini, şekerin az tüketildiğinde ise karaciğerde yedek olarak imal edilmesi gerektiğini bilen bir cihaza tanık oluyoruz. Bu kompüter hepimizin yakından tanıdığı dünyanın 3 misli büyüklüğündeki bilgisayarların sergileyecekleri faaliyetleri sollayacak veya taş çıkartacak olan beyinden başkası değildir elbet.

-Şehrin dışarıdan gelmesi muhtemel tehlikelere karşı korumak üzere her an nöbet bekleyen askerler vazifelendirilmiş. Üstelik bu askerler şehir içerisinde kuş uçurtmuyorlar da. Es kaza kötü niyetli herhangi bir düşman içeri sızsa anında onu yok edebiliyorlar. Vücut şehrimizde öyle mükemmel savunma sistemi kuruludur ki dillere destan dersek yeridir. Hele ki mikroplarla savunma askerleri arasında ki kıyasıya savaş vücut sarayımızda an be an yaşanmakta da. Ne zaman ki kendimizi iyi hissetmeyiz, o zaman bir şeylerin iyi gitmediğinin farkına varmaktayız. Belli ki vücut iklimimizi istila eden mikroplar düşman kuvvetlerini karşılayan ilk savunma öncüsü olan fagosit hücrelerini etkisiz hale getirmişlerdir. Bu durumda ister istemez bir üst kademede yer alan makrofaj (monocyt’in olgunlaşmış hali) adında savunma askerleri karşı koymak için can siparene çarpışmak için var olacaklardır. Şayet bunlarda düşmana yenilirlerse en üst kademede bulunan T hücreleri karşı koymak zorunda kalacaklardır. Zaten bunların mağlubiyete uğraması demek hastalığın vücudumuzu tamamen abluka altına aldığı anlamına gelecektir ki, bu noktada doktora gitmekten başka artık çare kalmayacaktır.

-Şehirde çalışan her hizmetkâr kendisi için tayin edilen hizmet mahallinde vazife yapıyor, bir kez olsun yanılıp, şaşırıp ya da isyan edip başka bir yere gitmiyorlar. Hatta herkeste en küçük itaatsizlik ve düzensizlik eseri görülmemektedir.

İşte madde madde sıraladığımız vücut şehrimizde yaptığımız bu seyahatimiz boyunca karşılaştığımız her bir hayret verici manzaralar karşısında ister istemez kendimize soruyoruz, bu muhteşem şehrin yaratıcı hâkimi kimdir diye. Hiç kuşkusuz Yaratıcımızın güç ve kudretini idrak edip anlamak için vücut şehrimizin her karesine bakmak kâfidir. Baksanıza vücut şehrimizin birçok azaları çift halde yaratılmıştır. Üstelik çift olanlar birbirlerinin simetriği de. Öyle ki, insan anatomisine yönelik çalışan bilim adamları sol gözün sağ gözle simetrik olduğunu, sağ kulağın sol kulakla simetrik olduğu, sağ elin sol elle simetrik ve sol ayağın da sağ ayakla simetrik olduğunu dile getirirken bundan maksat biyolojik manada en ideal birbirine simetrik benzerliğinin varlığını vurgulamak içindir elbet. Gerçekten de vücut şehrimize şöyle derinlemesine baktığımızda, Yüce Allah’ın (c.c) en ideal simetrik bir şekilde çift olan organlarımızı yaratmış olduğunu görürüz. Zaten hadis olan (yani sonradan meydana gelen) cümle yaratılmış canlı cansız oluşumlar Yüce Allah’ın yaratmasıyla ancak vücut bulabilmekte. Bu nedenledir ki Yüce Yaratıcı bu manada Vâcibu’l-vücud’dur deriz hep. Hem nasıl öyle demeyelim ki, baksanıza değil azalarımız, vücut şehrimizin temellerini oluşturan hücreler bile rast gele değil kendileri için çok önceden planlanmış tam tamına isabetli mekânlarda konumlanacak bir şekilde belli bir gayeye yönelik misyon yüklenmiş durumdalardır. İyi ki de gerek hücrelerimiz gerek dokularımız gerekse organlarımız belli bir gayeye yönelik konumlanmışlar. Nitekim bir bakıyorsun insanın kulakları dirseğin üzerinde yer almamakta, kendine en uygun olan antenlik konumlanma mekân nereyse orada yer almaktadır. Hakeza kıllarda kabile kabile, soy soy, ırk ırk birbirinden ayırd edilecek şekilde, yani simetrik bir şekilde yaratılmıştır. Görünen o ki vücut şehrimiz rast gele (simetrik dışı) tasarlanmamış, tam aksine kuşların kanatları ve ağaçların yapraklarının dizilişinde olduğu gibi simetrik bir şekilde yaratılmıştır.

Bilindiği üzere elektrik ampulünden bahsedip de Edison’un adını anmayan hiç yok gibidir. Oysaki kâinatta elektronlar, protonlar, nötronlar vs. yaratılışlarından beri hep vardılar zaten. Dolayısıyla Edison sadece kâinatta var olan elektriği keşfetmiştir. Yani bu demektir ki olmayan bir şeyi vücuda getirip de bir şey keşfetmiş değildir. Fakat insanoğlu her nedense keşfedilen kanunları ballandıra ballandıra anlatırken asıl kanunları yaratan ve kanun koyucu gücü anmaya geldiğinde yan çizip anmak bir yana Allah’ın ismini dile getirmeyi unutmuş gözüküyor. Gerçi şu da var ki insanoğlu sahibini mucidini unutmuş olsa da Yüce Allah’ın şanına zerre miskal bile asla noksanlık getirmeyecektir. Hele ki Yüce Yaratıcı güç; bir an olsun insanı eşrefi mahlûkat bir varlık olmaktan men etmiş olsa, biz bu durumda aciz kullar olarak ne yapabiliriz ki, hayatta olmayız da zaten. Dolayısıyla hayatın manasını ve yaratılış kodlarımızın nimetlerini başka yerlerde arayıp kendi kendimize zulmetmeye hiçte gerek yoktur. Bize sadece Yüce Allah’tan kendi üzerimizde tezahür eden feyiz ve bereketten istifade edip konuk olduğumuz dünyamızı cennete çevirmek yaraşır. Ki bunun için yaratılış gayemize yönelik kul olmanın gereklerini yerine getirmek kâfidir.

Tabii yaratılış mucizesi iyi hoşta, peki ya, bu arada solunum yoluyla vücut içerisine giren gazla dışarı çıkan gazın aynı yollardan geçtikleri halde birbirine karışmamalarına ne demeli? Baksanıza bir yandan solunumla akciğerlerimize dışardan oksijen alıp yediğimiz gıdaları yavaş yanmayla yakaraktan dışarıya karbondioksit salarken, diğer yandan da soluduğumuz temiz havaya herhangi bir halel getirmeksizin akciğere ve oradan da kan dolaşımı yoluyla tüm vücut azalarına kirli kan ile temiz kanı birbirine karıştırmaksızın içeriye taşır haldeyiz. Tüm bunları bilim adamları düşüne dursun, asıl bizim aklımızın erdiği şudur ki insanlar ve hayvanlar sürekli karbondioksit imal ederken, bitkiler de fotosentez yoluyla habire oksijen açığa çıkarmak için seferber olmuş durumda olduklarıdır. Belli ki bu karşılıklı oksijen ve karbon döngüsü sistemi olmasaydı biyo hayat iksirinden asla söz edemeyecektik. Dahası karşılıklı al gülüm ver gülüm babından diyebileceğimiz böylesi mükemmel döngü sistemi olmasaydı canlı âlem tabiatta hâlihazırda mevcut tüm oksijeni veya karbondioksiti dolaşıma sokmaksızın tüketip kendi hayat can damarını kendi koparmış olacaktı. Her neyse insanoğlu oksijen, karbondioksit şu bu derken biyolojik hayatı kavramak adına organik kimya ile haşir neşir olup ateşi keşfedivermiş oldu. Böylece medeniyet alanında birçok bilim dalı ve deney teknikleri hızla yayılıverir de. Öyle ki; Justus von Liebig, Jöns Jacob Berzelius, Jean-Baptiste Dumas gibi işin ehli biyokimyacılar tarafından organik bileşiklerin yapısı hakkında deneysel metotların 1811–1831 yılları arasında geliştirildiğine şahit olduk. Hatta bu meyanda İtalyan kimyager Stanislao Cannizzaro kurduğu ilk modern kimya laboratuvarıyla deneysel ve moleküler formülleri birbirinden ayırt etmede kendi adıyla anılan avagadro hipotezini keşfediverir de. Derken sonraki kuşaklarda insanoğlu etilen (C2H4), siklopentan (C2H10), siklo heptan (C7H14) gibi deneysel formüllerle yüzleşmenin yanı sıra C2H4, C5H10, C5H10, C7H14 gibi moleküler formüllerle de tanışıvermiş oldu. Artık günümüzde gelinen noktada gelişmişlik öyle bir hal aldı ki laboratuvarda bir bardak suda atomların diziliş ve birbirleriyle olan molekül bağların nasıl işlediğini bilim adamlarının çalışmalarıyla daha da bir anlam kazanmış oldu. Her ne kadar şimdiye dek yapılan bir takım laboratuvar analiz çalışmalarıyla mikro âleme doğrudan fiziki olarak dokunamazsak da ortada bir matematik programın var olduğu gerçeğinin farkına varmamız bile başlı başına bizim için çok önemli kayda değer bir kazanım olsa gerektir. Nitekim Friedrich August Kekule, Archibald Scott Couper ve Alexander Mikhaylovich Butlerov tarafından ileri sürülen kimyasal yapı teorisine göre;

-Organik bileşikleri oluşturan atomlar her bir bileşik için sabit sayıda bağ yapmaktalardır. Nitekim bir bakıyorsun karbon atomu tetravalent değerde, oksijen atomu 1 valent değerde, hidrojen ve halojen atomları ise mono valent değerde bağ oluşturabiliyorlar pekâlâ. Tabii bu arada unutmayalım ki, her ne kadar hidrojeni atomunu tek başına soluyamasak da, hidrojen olmaksızın da ab-ı hayat sudan söz edemeyeceğimiz malum. Belli ki bir elin nesi var iki elin sesi var misali atomlarda bir araya geldiğinde ancak o zaman daha bir bambaşka ses getirip bir anlam ifade etmekteler. Hele bilhassa oksijen, hidrojen ve karbon atomları ister birbirlerinden bağımlı olsun isterse birleşmiş halde bulunsunlar sonuçta her birinin biyolojik hayatımızın temel elemanları olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir.

-Karbon atomu bir ya da daha fazla bağ yapmak üzere başka atomlarca kullanılabiliyor da. Zira tüm organik yapıların iskeletinin oluşmasında karbon atomu vardır. İşte kimyasal yapı teorisi bu bağ oluşumları gerçeğinden hareketle organik bileşiklerin fiziksel ve kimyasal özelliklerini bu şekilde ortaya koymaktadır. Mesela etil alkol ve dimethyl eter aynı bileşim formülüne sahip olmakla birlikte etanolün (C2H6O), fiziksel ve kimyasal özelliklerini kimyasal yapı teorisyenleri yapı bakımdan iyice analiz edip mercek altına aldıklarında aralarındaki ince ayırımı ortaya koyabiliyorlar.

Velhasıl-ı kelam; vücut şehrimizin içerisinde her an, her salise hiç duraksamaksızın sayısız hikmet ve sır mucizeleri cerayan etmektedir. Önemli olan bu olayları düşünüp yaratıcıya kulluk şuurunda bulunmak en doğru tutum olacaktır.

Vesselam.
 
Üst