vecizeler

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
VECİZELER
1- Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur'andır.
2- Azametli bahtsız bir kıt'anın, şanlı tali'siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.
3- Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Zira herşey, herşeyle bağlıdır.
4- Haşirde bütün zevi-l ervahın ihyası; mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihya ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tegayyür edemez, acz tahallül edemez, avaik tedahül edemez. Onda meratib olamaz, herşey ona nisbeten birdir.
5- Sivrisineğin gözünü halkeden, Güneş'i dahi o halketmiştir.
6- Pirenin midesini tanzim eden, Manzume-i Şemsiyeyi de o tanzim etmiştir.
7- Kâinatın te'lifinde öyle bir i'caz var ki; bütün esbab-ı tabiiye farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile o i'caza karşı secde ederek SUBHANEKE LA KUDRETE LENA İNNEKE ENTEL AZİZÜL HAKİM diyeceklerdir.
8- Esbaba tesir-i hakikî verilmemiş, vahdet ve celal öyle ister. Lâkin mülk cihetinde esbab dest-i kudrete perde olmuştur, izzet ve azamet öyle ister. Tâ nazar-ı zahirde, dest-i kudret mülk cihetindeki umûr-u hasise ile mübaşir görülmesin.
9- Mahall-i taalluk-u kudret olan herşeydeki melekûtiyet ciheti şeffaftır, nezihtir.
10- Âlem-i şehadet, avalim-ül guyub üstünde tenteneli bir perdedir.
11- Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kâinatın herbir harfinin, bahusus zîhayat herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır.
12- Meşhurdur ki: Hilâl-i îde bakarlardı. Kimse birşey görmedi. İhtiyar bir zât yemin ederek "Hilâli gördüm." dedi. Halbuki gördüğü hilâl değil, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. O kıl nerede? Kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede? Fâil-i teşkil-i enva' nerede?
13- Tabiat, misalî bir matbaadır, tâbi' değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-ı hariciye değil.
14- Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı cazibedarın cezbesiyledir.
15- Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelan-ı nümuvv der: "Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Yumurtada bir meyelan-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım." Biiznillah olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelan-ı incimad ile der: "Fazla yer tutacağım." Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelanlar, iradeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.
16- Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz. Âlem-i şehadetteki insanlara inşikak-ı Kamer, bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olduğu gibi, mi'rac dahi âlem-i melekûttaki melaike ve ruhaniyata karşı bir mu'cize-i kübra-yı Ahmediyedir ki; nübüvvetinin velayeti bu keramet-i bahire ile isbat edilmiştir ve o parlak zât, berk ve Kamer gibi melekûtta şu'le-feşan olmuştur.
17- Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir; ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir.
18- Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi herşeye mâlik eder.
19- Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, makul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, vücudu çıkarsa, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu.
20- Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Herbirisi birer keşşaftır.
21- Nasraniyet, ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet'e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi' olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.
İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: "Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir."
22- Cumhur-u avamı, bürhandan ziyade, me'hazdaki kudsiyet imtisale sevkeder.
23- Şeriatın yüzde doksanı -zaruriyat ve müsellemat-ı diniye- birer elmas sütundur. Mesail-i içtihadiye-i hilafiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altunun himayesine verilmez. Kitablar ve içtihadlar Kur'ana dûrbîn olmalı, âyine olmalı; gölge ve vekil olmamalı!
24- Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri' edemez.
25- Bir fikre davet, cumhur-u ülemanın kabulüne vâbestedir. Yoksa davet bid'attır, reddedilir.
26- İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız dalalet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.
27- Birbirinden eşeff ve eltaf, kudretin çok âyineleri vardır; sudan havaya, havadan esîre, esîrden âlem-i misale, âlem-i misalden âlem-i ervaha, hattâ zamana, fikre tenevvü' ediyor. Hava âyinesinde bir kelime milyonlar kelimat olur. Kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü pek acib istinsah ediyor. İn'ikas, ya hüviyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar. Kesifin timsalleri birer meyyit-i müteharriktir. Bir ruh-u nuranînin kendi âyinelerinde olan timsalleri, birer hayy-ı murtabıttır; aynı olmasa da, gayrı da değildir.
28- Şems hareket-i mihveriyesiyle silkinse, meyveleri düşmez; silkinmezse, yemişleri olan seyyarat düşüp dağılacaktır.
29- Nur-u fikir, ziya-yı kalb ile ışıklanıp mezcolmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim nehar-ı ebyazı, muzii (Haşiye) leyle-i süveyda ile mezcolmazsa basarsız olduğu gibi, fikret-i beyzada süveyda-i kalb bulunmazsa, basiretsizdir.
(Haşiye): Meali: Gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa; göz, göz olmaz.
30- İlimde iz'an-ı kalb olmazsa, cehildir. İltizam başka, itikad başkadır.
31- Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir.
32- Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir.
33- Bir şey'in vücudu, bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise, bir cüz'ünün ademiyle olduğundan; zaîf adam, iktidarını göstermek için tahrib tarafdarı oluyor, müsbet yerine menfîce hareket ediyor.
34- Desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizac etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz.
35- Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.
36- Menfaat üzerine dönen siyaset, canavardır.
37- Aç canavara karşı tahabbüb; merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.
38- Zaman gösterdi ki: Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil.
39- Dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu' ve mahviyet iken; tahakküm ve tekebbüre sebeb olmuştur. Fukaranın aczi, avamın fakrı sebeb-i merhamet ve ihsan iken; esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.
40- Bir şeyde mehasin ve şeref hasıl oldukça, havassa peşkeş ederler; seyyiat olsa, avama taksim ederler.
41- Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenasi edilse; ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.
42- Bütün ihtilalat ve fesadın asıl madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menba'ı tek iki kelimedir:
Birinci Kelime: "Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!"
İkinci Kelime: "İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim."
Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki, o da vücub-u zekattır.
İkinci kelimenin devası, hurmet-i ribadır. Adalet-i Kur'aniye âlem kapısında durup, ribaya "Yasaktır, girmeye hakkın yoktur" der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müdhişini yemeden, dinlemeli!..
43- Devletler, milletler muharebesi; tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.
44- Tarîk-ı gayr-ı meşru ile bir maksadı takib eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür, Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin akibetinin mükâfatı, mahbubun gaddarane adavetidir.
45- Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasiye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebr ve İtizal, burada barışırlar.
46- Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde ceza'a iltica etmemek gerektir.
47- Hayatın yarası iltiyam bulur. İzzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları pek derindir.
48- Öyle zaman olur ki; bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebeb olur. (Haşiye) Öyle şerait tahtında olur ki; küçük bir hareket, insanı a'lâ-yı illiyyîne çıkarır ve öyle hal olur ki; küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.
(Haşiye): Sırp bir neferin Avusturya Veliahdine attığı bir tek gülle; eski harb-i umumîyi patlattırdı, otuz milyon nüfusun mahvına sebeb oldu.
49- Bir tane sıdk, bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayalata müreccahtır. LA YELZEMU MİN LÜZUMİ SIDKİ KÜLLİ KAVLİN KAVLÜ KÜLLİ SIDK
Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek, doğru değil.
50- Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.
51- İnsanları canlandıran emeldir; öldüren ye'stir.
52- Eskiden beri i'la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile kendini, yek-vücud olan âlem-i İslâm'a fedaya vazifedar ve hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi; âlem-i İslâmın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişafını hârikulâde ta'cil etti.
53- Hristiyanlığın malı olmayan mehasin-i medeniyeti ona mal etmek ve İslâmiyetin düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.
54- Paslanmış bîhemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır.
55- Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.
56- Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikata inkılab eder; hurafata kapı açar.
57- İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir.
58- Şöhret, insanın malı olmayanı dahi insana maleder.
59- Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattır.
60- İhya-yı din, ihya-yı millettir. Hayat-ı din, nur-u hayattır.
61- Nev'-i beşere rahmet olan Kur'an; ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir:
1- Nokta-i istinadı, kuvvettir. O ise, şe'ni tecavüzdür.
2- Hedef-i kasdı menfaattır. O ise, şe'ni tezahümdür.
3- Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe'ni, tenazu'dur.
4- Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe'ni müdhiş tesadümdür.
5- Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci' ve arzularını tatmindir. O heva ise, insanın mesh-i manevîsine sebebdir.
Şeriat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise: Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır ki; şe'ni, adalet ve tevazündür. Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki; şe'ni, muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de, unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir ki; şe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı, yalnız tedafü'dür. Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki; şe'ni, ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki; şe'ni, insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.
Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört el ile sarıl; yoksa mahvolursun.
62- Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüb eder. Musibet; cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir.
63- Şehid kendini hayy bilir. Feda ettiği hayatı, sekeratı tatmadığından, gayr-ı münkatı' ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor.
64- Adalet-i mahza-i Kur'aniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlık ile, öyle insan olur ki; ihtirasına mani herşey'i, hattâ elinden gelirse dünyayı harab ve nev'-i beşeri mahvetmek ister.
65- Havf ve za'f, tesirat-ı hariciyeyi teşci' eder.
66- Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.
67- Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır.
68- Deli adama "iyisin, iyisin" denilse iyileşmesi, iyi adama "fenasın, fenasın" denilse fenalaşması nâdir değildir.
69- Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur; düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.
70- İnadın işi: Şeytan birisine yardım etse; "Melektir" der, rahmet
okur; muhalifinde melek görse, "libasını değiştirmiş şeytandır." der, lanet eder.
71- Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse, dert getirir.
72- EL CEMİYYETÜLLETİ FİHET TESANÜDÜ ALETÜN HULİKAT Lİ TAHRİKİS SEKENAT... VEL CEMİYYETÜLLETİ FİHET TEHASÜDÜ ALETÜN HULİKAT Lİ TESKİNİL HAREKET...
73- Cemaatte vâhid-i sahih olmazsa; cem' ve zamm, kesir darbı gibi küçültür. (Haşiye)
(Haşiye): Hesabda malûmdur ki; darb ve cem', ziyadeleştirir. Dört kerre dört, onaltı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem', bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü' olur; yani, dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa; ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.
74- Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.
75- İmanî mes'elelerde şübhe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da; medlûle îras-ı zarar edemez. Çünki binler delil var.
76- Sevad-ı a'zama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı a'zama dayandığı zaman, lâkayd Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adedce ekalliyette kalan salabetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.
77- Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan; bazan hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine "Hüve hak" demeli, "Hüve-l hak" dememeli. Veyahut "Hüve hasen" demeli, "Hüve-l hasen" dememeli.
78- Cennet olmazsa, Cehennem tazib etmez.
79- Zaman ihtiyarlandıkça, Kur'an gençleşiyor; rumuzu tavazzuh ediyor. Nur, nâr göründüğü gibi; bazan şiddet-i belâgat dahi, mübalağa görünür.
80- Hararetteki meratib, bürûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir. Kudret-i ezeliye zâtiyedir, lâzımedir, zaruriyedir; acz tahallül edemez, meratib olamaz, herşey ona nisbeten müsavidir.
81- Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, denizin sathında ve denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor.
82- Hayat, cilve-i tevhiddendir, müntehası da vahdet kesbediyor.
83- İnsanlarda veli, Cum'ada dakika-i icabe, Ramazanda Leyle-i Kadir, Esma-i Hüsnada İsm-i A'zam, ömürde ecel meçhul kaldıkça; sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin sene ömre müreccahtır.
84- Dünyada masiyetin akibeti, ikab-ı uhrevîye delildir.
85- Rızk, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Hayat; muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızk; gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür. Açlıktan ölmek yoktur. Zira bedende şahm ve saire suretinde iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten neş'et eden maraz öldürür; rızıksızlık değil.
86- Âkil-ül lahm vahşilerin helâl rızıkları, hayvanatın hadsiz cenazeleridir; hem rûy-i zemini temizliyorlar, hem rızıklarını buluyorlar.
87- Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa. Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız, birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir.
88- Lezaiz çağırdıkça, sanki yedim demeli. Sanki yedimi düstur yapan; "Sanki yedim" namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.
89- Eskiden ekser İslâm aç değildi, tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur.
90- Muvakkat lezzetten ziyade, muvakkat eleme tebessüm etmeli; hoş geldin demeli. Geçmiş lezaiz, ah vah dedirtir. "Ah!" müstetir bir elemin tercümanıdır. Geçmiş âlâm, "Oh!" dedirtir. O "Oh" muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir.
91- Nisyan dahi bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakimi unutturur.
92- Derece-i hararet gibi, her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah'a şükretmeli. Yoksa isti'zam ile üflense, şişer; merak edilse, ikileşir; kalbdeki misali, hayali, hakikata inkılab eder.. o da kalbi döver.
93- Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbür ile tetavül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu' ile tekavvüs edecek ve eğilecek.. tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası; küçüklüktür, yani tevazu'dur. Küçüklüğün mizanı; büyüklüktür, yani tekebbürdür.
94- Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur; kavînin zaîfe karşı tevazu'u, zaîfte tezellül olur. Bir ulü-l emrin makamındaki ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir.. hanesindeki ciddiyeti, kibirdir; mahviyeti tevazu'dur. Ferd mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir; mütekellim-i maalgayr olsa, hıyanettir, amel-i talihtir. Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.
95- Tertib-i mukaddematta "tefviz" tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.
96- Evamir-i şer'iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evamir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücazatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur. Meselâ: Sabrın mükâfatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalettir, sa'yin sevabı servettir, sebatın mükâfatı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir.
97- Temasül tezadın sebebidir, tenasüb tesanüdün esasıdır, sıgar-ı nefs tekebbürün menba'ıdır, za'f gururun madenidir, acz muhalefetin menşeidir, merak ilmin hocasıdır.
98- Kudret-i Fâtıra ihtiyaç ile, hususan açlık ihtiyacıyla; başta insan bütün hayvanatı gemlendirip, nizama sokmuş. Hem âlemi herc ü mercden halas edip, hem ihtiyacı medeniyete üstad ederek, terakkiyatı temin etmiştir.
99- Sıkıntı, sefahetin muallimidir. Ye's, dalalet-i fikrin; zulmet-i kalb, ruh sıkıntısının menba'ıdır.
100- İZA TEENNES ERRİCALÜ BİTTEHEVVÜSİ... TERECCELEN NİSAİ BİL TEVAKKUHİ
Bir meclis-i ihvana güzel bir karı girdikçe; riya, rekabet, hased damarı intibah eder. Demek inkişaf-ı nisvandan, medenî beşerde ahlâk-ı seyyie inkişaf eder.
101- Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir.
102- Memnu' heykel; ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim veya bir riya-yı mütecessiddir.
103- İslâmiyetin müsellematını tamamen imtisal ettiği cihetle bihakkın daire-i dâhiline girmiş zâtta; meyl-üt tevsi' meyl-üt tekemmüldür. Lâkaydlık ile haricde sayıL.n zâtta meyl-üt tevsi', meyl-üt tahribdir. Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır. Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir.
104- Bîçare hakikatlar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.
105- Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse, ona benzemeyecek midir? Hayatı varsa, ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferdiye hükmüne geçse; o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah'ın böyle çok hayvanları var.
106- Şeriat ikidir:
Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef'al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır.
İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki; bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. Melaike bir ümmet-i azîmedir ki, sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriye denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler.
107- İZA VEZENTE BEYNE HAVASSİ HÜVEYNETİN HURDEBİNİYYETİN VE HAVASSİL İNSANİ TERA SİRRAN ACİBEN ... İNNEL İNSANE KESURETİ YASİN KÜTİBE FİHA SURETÜ YASİN...
108- Maddiyyunluk manevî taundur ki, beşere şu müdhiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlahîye çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü' ettikçe, o taun da tevessü' eder
109- En bedbaht, en muzdarib, en sıkıntılı; işsiz adamdır. Zira atalet ademin biraderzadesidir; sa'y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.
110- Ribanın kap ve kapıları olan bankaların nef'i; beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâma zarar-ı mutlaktır; mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir.
111- Cum'ada hutbe; zaruriyat ve müsellematı tezkirdir, nazariyatı talim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvî ihtar eder. Hadîs ile âyet müvazene edilse, görünür ki; beşerin en beligi dahi, âyetin belâgatına yetişemez, ona benzemez.
Said Nursî
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
risaleinurda iman

İMAN


--------------------------------------------------------------------------------

“İman, hem nurdur, hem kuvvettir.
Evet, hakiki imanı elde eden adam,
kâinata meydan okuyabi*lir.”


--------------------------------------------------------------------------------

İslâma giriş kelime-i şehadetle olur.

Kelime-i şe*hadet,

• İslâmiyetin temel esası
• Kâinat üstünde dalgalanan İslâmi*yetin en nurani ve en ulvi bayrağıdır.

Kelime-i şehadeti getiren iman etmiş olur. İman,
• Münezzeh ve mücerred bir güzellik.
• Hz. Peygamberin getirdiklerini, dinin zaruriyat kısmında tafsilen, zaruriyattan olmayan kısmında ise icmalen tasdikle hasıl olan bir nur.
• Vicdanın bütün melekûtunu birden ziyalandırıp,

1- O vicdana, bütün kâinatla ünsiyet neşreden,
2- Vicdanla bütün eşya arasında bir münasebet kuran,
3- İnsanın kalbine, bütün hadiseler ve musibetlerle başa çıkacak bir mânevî kuvvet bırakıp, o kalbe mazi ve müstakbeli yutacak bir vüs’at veren,
- Şems-i ezelden bir şua
- Ebedi saadetten bir lem’adır. Bütün ümit tohumları ve vicdandaki bütün kabiliyet çekirdekleri bu lem’anın ziyasıyla neşv ü nema bulur ve ebede doğru uzanarak büyürler. Böylece, kabiliyet çekirdeği bir tuba ağacı gibi olur.

Keza iman,

• Elemlere dayanak noktası
• Emellere meded isteme noktası
• Kalbî amellerin güneşi• Rahmanî bir pırlanta
• Her derdin en kudsi dermanı
• Ebedi saadetin anahtarı
• En yüksek ve en dakik ilim
• Berzah/kabir karanlıklarında kalbin cep feneri
• Cesaretin kaynağı
• Sonsuz bir kudrete dayanmak için bir belge
• Bir intisap
• İki cihanın ve iki hayatın saadet vesilesi
• Hem insanı, hem kâinatı ışıklandıran bir nur
• Hayatın en saf lezzeti ve en halis saadetidir.


İmanın ilk rüknü Allah’a imandır. Allah’a iman,
• Yaratılışın en yüksek gayesi
• Fıtratın en yüce neticesi
• İman rü*künlerinin en büyük kutbu
• Bütün kemalatın esası ve madenidir.

Tek Allah’a imanı ifade eden tevhid,
• Vücut dai*resinin en büyük hakikatı
• Kâinatça en büyük hakikat
• İnsanın bütün kemallerinin esası, mayası, nuru ve hayatıdır.

Allah’a iman, sadece icmali bir tasdikten ibaret de*ğildir. Matematiğin varlığını bilmenin matematik bil*mekten farklı olması gibi; Allah’a inanmakla, Allah’ı tanımak farklı farklı şeylerdir.

Allah’ı tanımaya “marifetullah” denir. Marifetullah,
• En geniş ve nurani fen
• Bütün gerçek ilimlerin esası, madeni ve ruhu
• Ğayetü’l-ğayat
• Kâbe-i kemalattır. Yani gayelerin gayesi ve kemâlâtın kâbesidir.

Allah’ı tanıyan elbette Onu sevecektir. Onu sevmeye “muhabbetullah” denir.

Muhabbetullah,
• Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı ni*meti
• İnsana ait kemallerin en mühimi ve en büyüğü
• İnsana ait bütün kemallerin kaynağı ve esasıdır
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bürhan-ı inni ve bürhan-ı limmi nedir?

Bürhan-ı inni ve bürhan-ı limmi nedir?


“Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlâle “bürhan-ı limmî” denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlâle de “bürhan-ı innî” denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.”

İşârât-ül İ’caz

“Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir; ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir.”

Mektûbat

Sinan ve Süleymaniye, ikisi de birbirine delildir. Önce, Sinan’ın o yüksek dehasını, mimarlıktaki fevkalâde maharetini, sanat inceliklerine harikulâde vukufiyetini inceliyor ve onu bu yönüyle tanıdıktan sonra, “Elbette böyle bir ruhtan, şöyle bir eser çıkar,” diyerek Süleymaniye’yi gösteriyoruz. Burada müessirden esere, bir başka ifade ile sebepten neticeye bir istidlâl söz konusudur. İşte bu istidlale “bürhan-ı limmî” denilir.

Yahut, önce Süleymaniye’yi bütün yönleriyle inceliyor, ondaki sanata hayran kalıyor ve sonunda şu hükme varıyoruz:

“Böyle muhteşem bir eserin mimarı elbette büyük bir dahi, eşsiz bir sanatkârdır.”

Bu defa eserden müessire, neticeden sebebe bir istidlâl söz konusu olmuştur. Bu istidlale ise bürhan-ı innî” denilmektedir.

Merhametli bir zâtın rikkatinden, şefkatinden, cömertliğinden söz ediyoruz ve “Böyle bir zât elbette fakirlere ve düşkünlere yardım elini uzatacaktır.” diyoruz. Burada da müessirden esere intikal etmiş oluyoruz.

Öte yandan, bir gurup fakirin her gün beslendiklerine, barınma, giyecek ve yakacak gibi her türlü ihtiyaçlarının aksatılmadan yerine getirildiğine şahit oluyoruz. Ve “Bu yardımları yapan mutlaka çok merhametli ve şefkatli bir zâttır.” diye hükmediyoruz. Böylece, eserden müessire intikal etmiş oluyoruz.

“Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlâle “bürhan-ı limmî” denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlâle de “bürhan-ı innî” denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.” (İşârât-ül İ’caz)

Kur’ân-ı Kerim’de her iki istidlâlin de misâlleri vardır.

Fâtiha Sûresi'nin hemen başında her iki delile de işaret edilmiştir.

“Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” buyrulmakla önce âlemlerin harika terbiyesi nazara verilmiş ve “bu terbiyeyi yapan zâtın her türlü hamde ve senaya lâyık olduğu” hükmü getirilmiştir. Burada eserden müessire istidlâl vardır. Daha sonra Rahman ve Rahîm isimleri zikredilerek, Allah’ın “din gününün sahibi olduğu” nazara verilmiştir. “Mademki Allah, Rahman ve Rahim’dir, elbette din gününü getirecek ve bu rahmet ve inayetini ahirette de devam ettirecektir,” mânâsı ders verilmekle, müessirden esere, sebeplerden neticeye bir istidlâl yapılmıştır.

Nur Külliyatından “Onuncu Sözde” her iki istidlâlin çok misâlleri yer almıştır. Bu harika risalede, Allah’ın isimlerinden hareketle ahiretin varlığı ispat edilmektedir. Bu, bir bürhan-ı limmîdir. Meselâ, Hakîm isminden hareketle. “Mademki Allah Hakîm’dir, öyleyse ahiret vardır,” şeklinde bir hükme varılmıştır. Ancak iş bu kadarla bırakılmamış, Allah’ın Hakîm olduğunun delilleri zikredilerek “her şeyi hikmetle yapan, her icraatında nice faydalar, maslahatlar bulunan Cenâb-ı Hakk’ın o sonsuz hikmetinin, ahireti getirmemek gibi bir hikmetsizliğe müsaade etmeyeceği,” değişik açılardan izah edilmiştir. Böylece, önce âlemdeki hikmet cilvelerinden hareketle Allah’ın Hakîm olduğu ispat edilmiş (bürhan-ı innî), sonra Hakîm ismi ahiretin varlığına delil getirilmiştir (bürhan-ı limmi).

Öte yandan, Dokuzuncu Söz’de “Şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, Berzahın baharı da o kat’iyyettedir” buyrulmakla, bürhan-ı innî çok veciz bir şekilde aklın nazarına sunulmuştur. Geceden sonra sabahın, kıştan sonra baharın gelmesinden istidlâl edilerek dünyadan sonra ahiretin geleceği ispat edilmiştir. Burada da eserden müessire istidlâl vardır. Yani bu eserleri yapan zât, ahireti de getirebilir.

Bu kısa açıklamadan sonra Üstadımızın şu mükemmel tespitine bakalım:

“Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir; ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir.” (Mektûbat)

Birinciye bir açıklama olarak “ulûhiyet risâletsiz olamaz” hükmü getirilir. Yani, madem Allah vardır, öyleyse peygamber gönderecek ve insanlara kendini tanıtacak, onlara hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, kısacası, razı olduğu ve olmadığı şeyleri bildirecektir. Burada, ulûhiyet, risâlete delil getirilmiştir.

Öte yandan, Peygamber Efendimizin (asm.) güzel ahlâk üzere olması, kendisine emin denilmesi, elinde hiçbir beşerin güç yetiremeyeceği bin mucizenin zuhur etmesi de O’nun (asm.) Allah Elçisi olduğuna delildir. Burada eserden müessire istidlâl söz konusudur.

Nur Külliyatında hem bürhan-ı limmî hem de bürhan-ı innî için de birçok misâl verilmekle birlikte şu noktaya, özellikle, dikkat çekilir:

“Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.”

Allah kelâmında insanın yaratılışına, defalarca yer verilmesi, arz ve semanın terbiyelerine ve mükemmelliklerine dikkat çekilmesi, deveden arıya kadar nice hayvanların yaratılışlarının nazara verilmesi hep bürhan-ı innî kısmına girer. Bunlar, selim akılları doyurur, sönmemiş kalplere ve bozulmamış vicdanlara birer hidayet vesilesi olurlar. Allah Resulünün (asm) tefekkür üzerinde önemle durması da bu sırdandır
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
risaleinuru okuyarak nasıl alim olunur

Risale-i Nur’da “Bir sene bu Risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir.” denilmiş. Risalelerde ilmihal, fıkıh bilgisi mevcut değil, sadece iman hakikatleri anlatılmış. İlmihal ve fıkıh öğrenmeden risalelerle nasıl alim olunabilir?

Bu ifade Risale-i Nur'un diğer yerlerinde izah edilmiştir. Mesela: Üstadımız, risalelerin iman hakikatlerine taalluk eden mevzularda kafi olduğunu ve bu zamanda iman hakikatlerine dair mevzularda fetva vazifesiyle tavzif edildiğini ifade ediyor. Ayrıca Kastamonu Lahikasında “Risale-i nur başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor” ifadesi bulunuyor. Bu ifade hayatını Risale-i Nura vakfeden, Üstadımızın haslar diye ifade ettiği fedakarlara mahsustur cümlesiyle hususileştiriliyor..

“Risaleleri bir yıl kabul ederek ve anlayarak okuyan zamanın hakikatli bir alimi olur” ifadesi genel olmayıp, üç cihette hususiliği vardır.

• Mevzular açısından

• Zaman açısından

• Şahıslar açısından

1- Risale-i Nurun mevzuu iman hakikatlerine dair konulardır. Risale-i Nuru okuyanlar, Risale-i Nurun mevzuu ile ilgili konularda hakikatli bir alim olabilir. Bu, hadis ilminde, muamelat ilminde, tarihte veya bizim bildiğimiz fıkıhta alim olur manasına gelmez. Demek ki bu gibi konularda başka eserlere müracaat edilebilir.

2- Zamanımızda İslâmiyet'in sarsılan kısmı veya ehli dalaletin tecavüz ettiği mevzular inanca, itikada, iman esaslarına taalluk ediyor. Eski zamanda ise bu gibi mevzular sağlam ve muhkem olup kimsenin eli buralara uzanamadığından dolayı o zamandaki eserler genellikle meyve ve tezyinat kabilinden olan muamelat, tasavvuf ve ahlaka dair telifatlar idi. Zamanımızda ise, dinin esaslarına, iman hakikatlerine zarar verildiğinden, Risale-i Nur eserleri zamanın gereği olarak imani konularda tahşidat yapıyor. “Zamanın hakikatli alimi olur” ifadesi bu zamanla tahdit edilmiş olur.

3- Bazı fedakarlar, hayatının gayesi olarak, Risale-i Nurla iman hakikatlerine hizmeti seçmişlerdir. Bunların sayıları da fazla olmadığından dolayı, vakitleri ancak bu meselelere kifayet eder. Başka eserlerle meşgul olmak bir nevi zamanlarını alacağından ve diğer ilimlerle de bir çok insan alâkadar olduğu için, Bediüzzaman Hazretleri, O fedakar ruhların ihtisas kabilinden bu ilimlerle meşgul olmasını tavsiye eder.

Ayrıca “alim olmak” denilince neyin alimi olmak konusu akla gelir. İnsan neyi bilirse onun alimidir. İlmin en yüksek mertebesi Allah’ı bilmektir. İlimlerin şahı ve padişahı marifetullahtır ve Rabbini tanımaktır. Demek ki hakikatli alim olmak, Rabbini iyi tanımak ve iyi bilmekle mümkündür.

Diğer taraftan, “bir şey mutlak zikir olunursa kemaline masruftur.” kaidesine göre, “zamanın hakikatli alimi olur” ifadesinde alimliğin kemali nazara verilmiş olur. Çünkü: İlmin kemali Rabbül-alemini tanımaktır. Dolayısıyla alimin kemali de Allah’ı iyi bilen ve tanıyan demektir. Elbette Fıkıh bilmek te İslâmiyet'in icabındandır. Zamanın hakikatli alimi olmak, fıkhı bilmemek manasına gelmez. Zaten bir insan hakikat ilmini öğrendiğinde, onun lazımı olan fıkhi meseleleri de bilecek demektir. İmam-ı Azamın “El-Fıkhu’l- Ekber” isimli eseri tamamen iman hakikatlerini ihtiva eder. Bir müminin bunları öğrenmesi mecburidir. Bunlar olmadan sağlam bir itikattan söz edilemez. Burada kusuru olanın amelinin sağlam olması kendisini kurtarmayabilir.

Demek ki, Risale-i nurları bir yıl anlayarak ve kabul ederek okuyan zamanın hakikatli bir alimi olur, ifadesinden bunlar anlaşılmalı. Yoksa asla diğer ilimleri, kitapları ve konuları beğenmeme, küçümseme ve ilgisiz kalma veya Risale-i Nuru okuyan ve bilenin bütün ilimlerin alimi olur manası anlaşılmaz.

Sorularla Risale-i Nur
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
bediüzzaman hazretlerini anlamanın düğüm noktası

Said Nursi Hazretleri hakkında yazılan yazılarda ve tanıtımlarda pek nazara verilmeyen devre, 1922 yılı sonunda Ankara’ya gitmesi ve orada karşılaştığı manzaradır.Üstad Hazretlerinin hizmet hayatının düğümünü teşkil eden ve Hadislerde haber verilen müsbet ve menfi şahısların mücadelelerini ortaya koyan bu devre iyi bilinmelidir ki, hatlar iyice ayrılsın ve hak ve batıl tefrik edilebilsin. Yine Tarihçe’den bu devreyi anlatan bahis herşeyi apaçık ortaya koyuyor:

«Bediüzzaman İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsa*nıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir te*şekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalış*mak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mucize-i Peygamberî ile düşman taarruz*larını def’eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a is*ti*nad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti mey*dana getirecek bir niyet ve gayeyi bulun*durmak ve aşı*lamak üzere mecliste çalışıyordu.

Fakat pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, deh*şetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah’a sığındığı) bir za*manı ve fitneyi ateşlendire*ceklerin kimler olduğunu an*lamış bulunuyordu.

Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşman*larının arasında nam kazanmak eme*liyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve va*tan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edece*ğini eğer bir in*kılâb yapmak icab ediyorsa, doğ*rudan doğruya İslâmiyet’e mü*teveccihen Kur’an’ın kudsî kanun-u esas*îsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtar*larda bu*lunur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 145)

«M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nü*fuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’us*luk, hem Darülhikmet’teki eski vazife*sini, hem Şark’ta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tah*sisi gibi teklifler ya*par.

Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirza*mana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söyle*diği Hadîslerin ihbar et*tiği âhirzamanın deh*şetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve in*saniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayet*lerden, on*lara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül-Kur’an hak*kında,

“O zamana yetiştiğiniz zaman, Siyaset cânibiyle on*lara galebe edilmez ancak manevî kılınç hükmünde i’*caz-ı Kur’an’ın nur*larıyla mukabele edilebilir.” ([1])

tavsi*yesine müra*atla, Ankara’da teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendi*sine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fik*rinden vazgeçirmek için çalı*şan ve Ankara’dan ayrıl*mamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım me*busların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider.» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Üst