VAHY’İN SOLUĞU

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
VAHY’İN SOLUĞU
SELİM GÜRBÜZER

Vahiy kalbe doğrudan nüzul olacağı gibi manevi perdeler arkasından ya da elçi vasıtasıyla da nüzul olur. Allah Teâlâ dilediğinde her kavme gönderdiği peygamberlerle doğrudan elçisiz olarak da kelam eyler. Nasıl mı? İşte Yüce Allah’ın Hz. Musa (a.s) ile Tur-i Sina’da kelam eylemesi bunun en bariz delili zaten. Kaldı ki, Yüce Allah doğrudan kelam eylemenin ötesinde kimi peygambere sahife, kimi peygambere kitap ve hikmette vererekten de kelam eyler. Nitekim Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) bu hususu Allah Resulüne bir mecliste;

-Allah Teâlâ ne kadar kitap indirdi diye sorulduğunda, Allah Resulünün şöyle cevap verdiğini beyan etmişlerdir:

-Allah Âdem’e 100 sahife, Şit’e 50 sahife, İdris’e 30 sahife, İbrahim’e 10 sahife indirdi. Kitap olarak da Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’ı indirdi. (Razi, Tefsir-i Kebir)

Tabii bu beyanda açıklık kazanan husus Allah Resulünün nezdinde bildirilenler, birde bu bildirilenlere ilaveten Kur’an’da 25 peygamber ismi ve kıssaları daha bildirilmiştir. Malum bildirilmeyen daha nice Peygamberlerin ad ve sayıları tüm insanlığın bilgisi dışındadır elbet. Zaten Adem (a.s)’dan en son Peygamberimize kadar uzanan tüm gelmiş geçmiş peygamberlerin tam sayısını bilmekte gerekmiyor. Zira Yüce Allah’ın kulları olarak bize sayısını araştırmak değil, var olduklarına iman etmek düşer. Madem öyle, Kur’an-ı Muciz-ül Beyan tüm insanlığa nüzul olmadan önceki üç büyük kitabın geldiği noktaya satıh üstü şöyle göz atmakta fayda var:

Tevrat; Kelime olarak İbranicede kanun, şeriat, öğreti ve hüküm demek olup bilhassa İsrail oğullarına yönelik hidayet rehberi bir kitaptır. Tevrat için eski zamandan kalma hükümleri kapsayan kitap anlamında ‘Ahd-i atik’ dendiği gibi Yahudiler tarafından Yahudi kutsal kitabının tümüne Tanah’da denmekte. Ancak Tevrat hangi isimle zikredilirse zikredilsin hiç fark etmez artık hiçbir hükmü kalmamıştır. Nitekim Kur’an’da Tevrat’a ilk fitne tohumu eken şahsın Samiri adında bir Yahudi olduğu bildirilmekte. Üstelik bu şahıs Hz. Musa hayatta iken ilk fitne tohumu atmış biridir.

Zebur; yazılı kitap anlam içermesine rağmen yazılı olmaktan çıkıp Tevrat’ta olduğu gibi Zebur’da tahrif edilmiştir. Yetmedi Atik’in sonuna ilave ederekten güya işi kotaracaklarını sanmışlardır.

İncil; müjdeleyen manasına bir kitap olmasına rağmen gel gör ki Hıristiyan âlemi için diriliş muştusu addedilen bu mukaddes kitap adına ister piskopos, ister konsil, ister papaz densin her bir irili ufaklı din adamı tarafından tahrif edilerekten adına Ahd-i Cedid denmiştir. Öyle ki Bizans Kralı Konstantin miladi 325 yılında İznik konsülünde verilen bir kararla yüzlerce İncil içerisinden dört tanesi esas alınmış ve bunlar Yuhanna, Matta, Luka ve Markos isimleriyle takdim edilmiştir. Tek isimlendirme ya da dört isimlendirme de olsa hiç fark etmez sonuçta Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu ilan ettikten sonra ne işe yarar ki. Öyle anlaşılıyor ki, dördünün de ortak özelliği teslis inancında hem fikir olmalarıdır. Malum olduğu üzere Hıristiyanlığa ilk teslis inanç (üçlü inanç: Baba, oğul ve Kutsal Ruh) fitnesini sokan Saint Paul ismiyle bilinen bir Yahudi’dir. Bu kişinin asıl adı Saul’du, ancak Hıristiyan camiasında kendisi Aziz olarak takdim edilir. Hele bir insan Aziz ilan edilmeye görsün hızını alamayıp güya Hz. İsa (a.s) ile konuştuklarında kendisine teslisin var olduğunu söyleyecek kadar haddini hududunu aşar hale gelir bile. Derken bu tür zırva teviller eşliğinde Hıristiyan misyoner Pavlus’un mektupları sanki vahiymişçesine İncil’lerde yer almaya başlayıp Hıristiyanlık çok büyük bir yara almıştır.

Ne ilginçtir ki bu dört İncilin haricinde Barnabas ismiyle bir İncil daha var ki; hakkında pek söz edilmez. Değim yerindeyse bu kitap bir sır gibi saklanılmaya çalışılmakta. Onlar bir sır gibi gözlerden uzak saklamaya çalışa dursunlar, bu kitabın içerisinde Ahmed adında bir peygamberin geleceği bildirilen satırların varlığı artık sır olmaktan çıkıp çoktan dilden dile dolaşır hale geldi bile. Üstelik sözü edilen Barnabas İncilinde Hz. İsa (a.s) diğer İncillerde olduğu şekliyle ilah diye sunulmaz da, bilakis peygamber olduğu belirtilir. Bitmedi tabi, dahası var: Hz. İsa’nın çarmıha gerilmediği, göğe kaldırıldığı da haber verilir. İşte Hz. İsa (a.s)’ın peygamber olarak zikredilmesi, akabinde Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamber olarak geleceğinin müjdelenmesi gibi bu tür bilgiler Aziz Başpiskoposu fena halde canını sıkmış olsa gerek ki en nihayetinde kilise tarafından İncil listesine alınmamasına yetmiştir.

Onlar Kilise babaları listeye almaya dursunlar, Kur’an-ı Mu’ciz-ü’l Beyan’ın nüzul olmasıyla birlikte ‘Ahmed’ ismi çağlar boyu tüm gönüllerde çoktan yankı bulur da. Öyle ki insanlığın en son görüp göreceği Kelam-ı kadim kitab Kur’an-ı Kerim Arapça olarak nüzul olup yirmi üç senede tamamlanmıştır. Ve vahy olunan bu ayetler Rasulullah (s.a.v)’in kontrolünde ağaç, kemik, deri türü şeyler üzerine geçilerek kayıt edilmiştir. Allah Resulünün dar-ı bekaya intikal etmenin akabinde ise malumunuz Hz. Ömer (r.a)’ın teklifiyle Kur’an ayetleri ilk halife Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) tarafından kitap haline getirilmiş, adına da Mushaf denmiştir. Üstelik Mushaf Ashab arasında iyi yetişmiş hafızların gözetimi altında ve yine Sahabe-i Kiramın şahitliği ile gerçekleşmiştir. Hiç şüphe yoktur ki geldiğimiz noktada tüm Ümmet-i Muhammed’in okuduğu Kur’an, Hz. Osman (r.a)’dan bize ulaşan Kur’an’ın tıpa tıp aynısıdır. Bu gerçeğe rağmen bir başka iddiada güya Kur’an’da zikrolunan ayetler aslında mevcut ayetlerden fazlaymış da, Hz. Osman (r.a) zamanında bazı ayetler çıkarılıp şimdiki hale dönüştürülmüş iddiasıdır. Onlar öyle kuru sıkı iddia ede dursunlar, illa bir farktan söz edilecekse şu an okuduğumuz Mushaf’ın Hz. Ebû Bekir-i Sıddık (r.a) döneminden tek farkı tertip üzerine yazılmış olmasıdır, bu farklılığın dışında ne bir kelam eksiklik, ne de bir fazlalık söz konusudur. Kur’an Hz. Ebû Bekir-i Sıddık (r.anh) döneminde Mushaf haline getirilmekle kalmamış bunun yanı sıra Mushaf heyeti oluşturmak suretiyle o güne kadar değişik lehçelerde yazılı olan Kur’an nüshaları herhangi bir karışıklığa ve ihtilafa meydan vermemek için ashabın şahitliğinde yakılmış bile. Derken aslına uygun sadece Hz. Hafsa (r.a)’ın evin duvarında asılı duran Kur’an’dan altı adet İslam merkezlerine gönderilmek suretiyle çoğaltılıp bu sayede günümüze kadar tahrif edilmeden eşi ve benzeri olmayan yediden yetmişe tüm insanlığın okuyabileceği tek kutsal kitapla şereflenmiş olduk. İyi ki de Kur’an ayetleri ashab-ı kiramın şahitliğinde aslına uygun bir şekilde tedvin edilerek Mushaf halde elimize ulaştırıldı da dünden bugüne bugünden yarına nesiller boyu Kur’an’ı gönül rahatlığıyla soluklayabiliyoruz. Şayet Kur’an-ı Kerimi solumaktan mahrum kalsaydık kim bilir halimiz nice olurdu. Bikere neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırd etmekten aciz kalacağımız muhakkaktı. Derken tüm insanlığın ara ara zihnini takılan nerden geldik, nereye gidiyoruz sorusunun cevabı boşlukta kalacaktı.

Evet, Kur’an’ın muhatabı tüm insanlıktır. Hiç kuşkusuz Kur’an’ın muhatabı olmak çok büyük bir nimettir. Bu öyle bir nimettir ki, dünü bugünü ve yarını birbirine bağlayıp tüm zamanları kuşatan bir nimettir. Öyle ki, Kur’an bizi geçmişimizle yüzleştirdiği gibi gelecekten bahisle de ötelere kanatlandıran bir kitaptır. Değim yerindeyse kökü ezelde vahy olunmuş ati bir kitaptır. Yeter ki, Kalu belada verdiğimiz söze sadık kalaraktan Kur’an’a sımsıkı sarılalım vahyin soluğu bizi ötelere kanatlandırır da.

Peki, Kuran’a inanmayıp da kanat çırpmayanların hali nicedir acaba? Malumunuz Kur’an inananlara fayda verir. İnanmayanlara asla fayda vermez, bu yüzden de kanat çırpamazlar. Nitekim Resulullah (s.a.v) “Dikkat edin önünüze birçok fitneler çıkacaktır, onlardan kurtulmak için tek çare Kuran’dır. Kur’an bir oyun ve eğlence değil, O Allah’ın kopmayan sağlam ipidir. O en güzel zikir ve öğüt kitabıdır, Onunla hüküm veren adil olur..” (Tirmizi) beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Madem öyle, sadece iman etmekle kalmayıp hemen her gün Kur’an’dan bir ayette olsa okumak gerekir ki kalbimizi zifiri karanlığa mahkûm etmemiş olalım. Dahası neydik edip mutlaka Kur’an okumaya vakit ayırmalı ki ötelere yol alabilelim. Zira Resul-i Ekrem (s.a.v) “Kim bir gecede on ayet okursa gafil kimselerden yazılmaz”(Buhari) diye buyurur. Bir başka hadis-i şerifte ise; “Sizden biriniz bir gecede Kuran’ın üçte birini okumaktan aciz midir” sorunca dediler ki:

-Ya Resulallah! Buna hangimizin gücü yeter ki?

Efendimiz (s.a.v) bunun üzerine;

-İhlâs-ı Şerife Kuran’ın üçte birine denktir (Buhari) diye buyurdular. Hiç kuşkusuz bu hadis-i şeriften kast edilen maksat üç İhlâs-ı şerifle birlikte bir Fatiha-i şerife okumanın bir hatim sevabı Kuran-ı Kerimi hatmetmek manasına bir kasıttır bu.

Dikkat edin hatim dedik, meal demedik. Sakın ola ki, meal demedik diye buradan Kuran’ı mealini okumak caiz değildir anlamı çıkmasın, elbette ki meal okumak caizdir. Ancak meal hatmetmek yerine geçmez. Çünkü meal ve tefsir Kuran’ı anlama çabası bir tercüme faaliyetidir. Bu yüzden mealle amel etmek son derece sakıncalıdır. Hele hele dini yeni öğrenen bir kimseye mealle amel etmesi tavsiye edilmez de. Bikere mealle amel edilmesi için aslıyla birebir örtüşmesi lazım gelir, orjinallikten zerre miskal kayma olmaması gerekir. Ki, hiçbir meal vahyin tıpa tıp aynısı değildir. Hem nasıl tıpa tıp orijinalini karşılasın ki, insan kelamı değil ki, hiç kuşkusuz Allah kelamıdır. Beşeriyete sadece Allah kelamını anlama çabası düşer. İşte bu nedenle âlimler Kuran’ı anlamca bilmenin farz-ı kifaye olduğunda hemfikirdirler.

Her neyse, en iyisi mi biz tam manasıyla Kur’an ayetlerini anlayamasak bile ayetlerin feyzi ve bereketinden sürekli olarak istifade etmek için okumaya ve hatmetmeye devam edelim. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)’in Kuran’da geçen sure ve ayetlerle ilgili hadislere baktığımızda:

-Kim geceleyin Bakara suresinin son iki ayetini (Amenerrasulü) okursa bu ona yeter (Buhari), Allah bu iki ayeti buna Arş’ın altındaki hazineden vermiştir. Onları öğrenin, kadınlarınıza ve çocuklarınıza da öğretip ezberletin. Çünkü bunlar hem salâttır, hem duadır, hem Kuran’dır. (Müsned)

Nasıl ki motoru olmayan bir araba çalışmazsa aynen kalp olmadan insan bedeninin de çalışmayacağı muhakkak. Ki, Kur’an’ın kalbide Yasin suresidir. Her kim Yasin-i Şerifi Allah rızası ve ahretini kazanmak için isteyerek okursa muhakkak ki Yüce Allah günahlarını affedecektir.

Özellikle daha başka surelerin okunmasında çok fayda olduğu belirtilen hadisler de var elbet. Allah Resulü bu hususlarda şöyle buyurur da;

“Her Mümin kalbinde ‘tebarekellezi biyedihil mülk’ suresinin bulunmasını ne kadar arzu ediyorum.” (Hâkim, Müstedrek1, 565)

“Mülk suresi kabir azabına manidir. Onu her gece okuyan kabir azabından kurtarır” (Hakim, Müsterek).

Bu arada unutmayalım ki, bilhassa insan ve cin şeytanların şerrinden korunmak için İhlâs, Felak ve Nas surelerini sabah akşam üçer defa okumakta da çok büyük fayda vardır. Faydası olduğu şundan belli Nakşibendî tarikatında ikindi ve yatsı sonrası kurulan Hatme-i Hâcegân halkasında bulunanlara belli sayılarda taşlar dağıtılaraktan toplamda bin İhlâs-ı şerif okunmaktadır. Öyle ya, bir insan Kur’an’ın tamamını okuyamasa da Peygamber kavlince üç İhlâs-ı Şerife, bir Fatiha-ı Şerife okumak bir hatim yapma sevabı kazanmak olduğuna göre aynen Hatme-i Hâcegân halkasında okunan 1000 ihlâs şerifleri 3’e böldüğümüzde 333 hatim sevabına denk gelen bir sevaba nail olunmakta.

Yine unutmayalım ki, tüm insanlığa nüzul olan Kur’an-ı Muciz’ül Beyan, asla duvara asmak için nüzul olmuş değildir, bilakis çağlar boyu kıyamete dek okunmak için nüzul olmuştur. Amma velâkin geldiğimiz noktada mukaddes kitabımızı duvara asılı tutmakla kendimizi okumaktan mahrum etmiş durumdayız. Aslında böyle yapmakla Kur’an’ın feyzi bereketinden uzak duraraktan kendi kendimizi karanlığa mahkûm etmiş oluyoruz. Bakınız Hz. Osman (r.a) bu hususta ne diyor: Benim için en uğursuz gün, içinde Kur’an-ı Kerime bakmadığım gündür.

Hele bir insan düşünün ki, Kur’an-ı Kerimi okuyup anlamadan vahy olunan ayetleri inkâr ediyorsa vay o adamın haline, küfre gireceği muhakkak. Hatta Kur’an’da bildirilen kutsal kitapları inkâr etmekte öyledir. Sadece inkâr etmek mi, bunun yanı sıra kendince ayetlerde hata var diyerekten alay eden ve sövende buna dâhildir. Şayet her kim Kur’an-ı alay maksatlı ayağının altına alaraktan bu mahlûktur diyorsa biliniz ki o kişi kâfir olur. Hakeza Kur’an ayetlerini kendi sözüymüş gibi kullanan ve takdim edende öyledir. Hatta Kur’an ayetleri okunurken slogan atmak, alkışlamak, çalgı aletlerini çalaraktan okumaya kalkışmakta insanı küfre götürür.

Evet, bütün tahrif olmamış ilahi kitaplar Allah’ın kelamı olması hasebiyle mahlûk değillerdir. Ayetlerde geçen kıssalarda öyledir, asla yaratılmış değildir. Her ne kadar en son Kur’an’ın nüzulüyle birlikte önceki kutsal kitapların hükmü kalksa da bunun böyle bilinmesinde fayda var elbet.

Velhasıl-ı kelam, arz, arş, sema ve dahası tüm kâinat Kuran’ın feyzi bereketiyle hayat bulmakta. O halde daha ne duruyoruz, vakit Kur’an’ın feyzi bereketiyle soluklanıp Kur’an ahlakiyle hayat bulma vaktidir.

Vesselam.
 

Ekli dosyalar

  • VAHY.jpg
    VAHY.jpg
    8.7 KB · Görüntüleme: 0
Üst