Vahdeti Vucud / Mustafa İslamoğlu

Takiyüddin

Yasaklı
Katılım
17 Kas 2014
Mesajlar
329
Tepkime puanı
9
Puanları
0
o kadar dil dök, anlat, alimlerin vahdeti Vucudu islam disi oldugunu belirten görüslerini paylas buna ragmen hala Vahdeti Vucudu savunanlar olsun.
Ne haliniz varsa görün.
İslam dışı olmak diye bir şey yok, saptırmak, iç yüzünü anlamamak ve islamla ilişkilendirememeyi islam dışı olarak adlandırmak hastalığı var!

Bu riyakarlık ve (afedersiniz ama gerçek olarak varolmuş ve varolmaya devam eden bir olgudur) "arapcılık" ile yakından ilgili bir hastalıktır!
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
@talib abinin yazdıkları ilmen bilmek (ilme'l yakin) isteyenler için kafidir. Diğer arkadaşlar kusura bakmasınlar; bu mesail, söz (kal) ile anlaşılabilecek/anlatılabilecek; düşünce üreterek netice alınabilecek menziller değil. Yine arkadaşları tenzih ederim; hele şahsi ve indi fikirler, hayal ve vehimler bu sahada insanı bataklığa sevk edebilir, saplayıp bırakabilir. Tasavvuf ehli içinden, sohbet kelam bilir, hal müşahade tatmış insanlar içinden dahi bu mesail sonrası sapıtanları, namaz niyaz bırakıp meyhanelere/barlara/zinalara/kumarlara düşenleri biliriz. Afedersiniz. Ayakların çok kaydığı yerlerdir. Mürşidi olanlar kayıyorsa, mürşidi olmayanları siz hesab edin.

Bu menziller ancak "hal" ile, zevk ve vicdan yoluyla bilinirler. O da ele geçse; bayram harçlığı gibidir; incik boncuk, çocuk oyuncağı mesabesindedir. Çünkü, Vahdet-i Vücud denilen hal (manevi lezzet), yolculuğun ikinci durağında tahakkuk eder. Fena hallerindendir. Ordan öteye 17 durak daha var. Sonraki durağa (beka makamlarına) geçince, ikinci duraktakiler kendi yerinde kalırlar yeni haller müşahadeler zevkler belirir; dolayısıyla vahdet-i vücud geçici bir duraktır. Hatta geçilmesi gereken, oraya takılırsa Allah Tealadan mahrum bırakan bir haldir. Takılanı, lezzetine kananı, başka durak yok sananı yolda bırakır.

Arifin kelamıyla: Allah Tealanın esma nuru kainattaki isimlerden görünür. İsimler Allah'ın esmalarına aynadır. Aynada görünen ile esmanın (Allah'ın isimlerinin) aslı, aynısı da değildir gayrısı da... Allah Tealanın sıfat nuru (akl-ı evvel) kainattaki cisimlerden görünür. Cisimler (eşya) Allah'ın sıfatlarına aynadır. Aynada görünen ile sıfatların aslı, aynısı da değildir gayrısı da... Allah Tealanın zat nuru ise isimsiz cisimsiz yani yok olanlara görünür. Esma ve sıfatların aslı bile Zat’ın aynısı da değildir gayrısı da… İsimsiz cisimsiz kime görünür: Benliğinden geçip kendini yok edenlere... Hiçlere tecelli eder. Yok olabilmek içinse tasarruf sahibi bir velinin nefesi, nazarı ve tasarrufu şarttır. Bir veliye bende olmayana bu makam kapalıdır. Kimse kendi başına bu makamlara çıkamaz, çıkamamıştır. Bu makamlar yazmakla, okunmakla, hayalle, fikirle elde edilemez.

Dolayısıyla varlığında, benliğinde olup yok olmamış bir kimse: La mevcude illallah dese ve Zat-ı Şerifi kastetse, küfre düşer. Dinden çıkar. Şakası yok. (Kainat Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellileriyle dopdoludur diyen, o hali yaşamasa da küfre düşmez, dinden çıkmaz. Allah Teala, Zat-ı şerifi itibarıyla bütün bunlardan münezzehtir. Mutlak "tenzih". Allah'ın isimleri ve sıfatları ise eşyada görünebilmesi itibarıyla "teşbih" edilebilir, dile gelebilir. Esma ve sıfatta tefekkür ve kelam vardır, Zatta ise tefekkür yasaktır, akıllar iflas eder, zekalar beş para etmez, diller kurur)

Bazıları, kendileri bu geçite çıkmaz. Çıkmadan Mürşidinden akseden ile bu halleri hissederler. His, makam sahibine göre gerçek hayat ile rüya alemi kıyası gibidir. Makam sahibi bile orda takılı kalıp yoldan olabiliyorsa, hissedenleri de yine siz hesab edin.

Zat nuru ile ilgili olarak; nur ile Zat'ın kendisi aynı değildir diyen alimler okumuşuz. Neyse. Konu ayrıntıya boğulmasın.

Bu mesail vesilesiyle, herkese Ehli Sünnet itikadını çok çok iyi bilmelerini, ne okurlarsa, ne tefekkür ederlerse etsinler, bu itikaddan asla kaymamalarını hararetle tenbih ve tavsiye ediyoruz. İmam Rabbani Hz.lerinin deyişiyle, bir kimseye Ehli Sünnet itikadı nasip edilse de haller, makamlar, vecdlerden, lezzetlerden, esrarlı fikir ve bilgilerden hiç bir şey verilmemiş olsa gam değil. Bir kimseye bütün lezzetler, vecdler, müşahadeler verilse de Ehli Sünnet itikadından mahrum olsa o kişi felakettedir. Allah korusun. Kendisine verilenler bir mekir, bir tuzak, dalalet ve hızlanına bir sebebtir. İşte Ehli Sünnet itikadından bir bölüm:

10- Alemde Allah'ın zıddı, benzeri, şeriki (ortağı) yoktur.

11- Allah, suretten, şekilden münezzehtir, paktır, yücedir.

12- Allah, 6 "itibariye" ve 8 "subutiye" sıfatla vasıflanmıştır

13- Allah doğmaktan, doğurmaktan münezzehtir.

14- Allah bir tek'tir; dengi yoktur.

15- Allah, cisim değildir.

16- Allah'ın bir mekana ihtiyacı yoktur

17- Allah, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez. Zamana ihtiyacı yoktur.

18- Allah, araz değildir; cevher de değildir.

19- Hasılı, Allah, madde ve madde sıfatlarının hepsinden münezzehtir.


Not: Yaratılmışlar alemi, içinde bulunduğumuz kainat, cevherler ve arazlardan meydana gelmiştir.

Cevher: “kendi başına boşlukta yer tutan ve başkasına bağlı olmadan kendini gösterebilen şey”e denir. “Bölünmeyen en küçük parçaya cevher denir.”

Araz: Başka bir nesne ile var olan, kendi başına var olmayan “devamlı olmayan şey'e” araz denir. “Başkasına yani cevher ve cisme bağlı olarak varlığını gösterebilen ve devamlı olmayan şey”dir (nureddin es-sabuni, el-bidaye, ankara 1982, 19).

Araz'ı bir de şöyle tanımlıyorlar: Süratle varlığını kaybedendir.. Herhangi bir cevherin varlığı için zaruri olmayan vasıftır. Mesela: Şekerin beyaz rengi ya da küp şekli şekerin varlığı için zaruri değildir. Bunlar süratle değişebilirler.

Kısaca cevher basit (yalın) madde, araz ise birleşmiş/bileşmiş maddedir. Araz, basit maddenin terkibleridir. Araz, basit maddenin şekil almış biçimleridir.

Şöyle de söylenebilir: ateş, su, toprak, hava... Maddenin asli unsurları... Bütün cisimler bunların birinin, bir kaçının ya da tamamının terkiblerinden (biraraya gelmelerinden) müteşekkildir.

Velhasıl, basit bileşik ne biçimde olursa olsun madde (eşya, escam), Allah değildir. Allah'ın yarattığıdır.

20- Allah, dönüşmekten, değişmekten, renklerden, suretlerden uzaktır.

21- Allah, göklerden, yerlerden; sağ, sol; ön ve arka gibi cihetlerden münezzehtir. Allah'ın, mekanı asla olmaz.

22- Allah vardır, varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. O'nun varlığı, Kendi'nden başkası değildir.

23- Allah, bu alem yok iken dahi mevcuddu, var idi. Tek ve yalnız idi.

24- Allah, gayrına muhtaç değildir. Herkes her şey daima O'na muhtacdır.

25- Allah'ın içine hiç bir şey hulul etmez, girmez.

26- Hiçbir şey O'na vacib olmaz. O bir şeyi yapmaya mecbur değidir, hiç kimse, hiç bir şey O'nu mecbur edemez. Kendisi neyi dilerse, o nesne kudretiyle meydana gelir.. Kendisine kulunun yararına sebepleri yaratmak gerekmez ki onu yaratsın.

27- Çünkü her işte O'nun hikmeti vardır. Elbette Allah başıboş, gereksiz, boş (öylesine) iş işlemez.

28- Allah, O Zat, hiç bir kulun, hiç bir şeyin içine hulul etmez, girmez.

29- Allah, hiçbir ferde zulmetmez.

30- Allah'ın, Zat-ı Şerif'inin kemalatı, Zat'ıyla birlikte ezelidir; değişmeyi kabul etmez. Allah hakkında sonradan meydana gelecek bir kemal söz konusu değildir.

31- Celal ve Azamet sahibi olan Allah, kemal sıfatlarıyla daima vasıflanır.

32- Allah, (mahluka, yaratılmışlara, eşyaya isnadı mümkün olan) bütün noksan sıfatlardan beridir.

33- Allah'ın Zati olan subuti sıfatları; İlim, İrade, Hayat, Kudret, Halk (Tekvin, yaratma), Basar, Semi' ve Kelam olmak üzere sekizdir.

34- Allah'ın İlmi her şeyi kuşatmıştır. İlmine kimsenin aklı erişmez.

35- Allah, İrade sahibidir, dileyicidir. Ve her şeye kadirdir. Artık kendisi neyi dilerse, O'nun muradına muvafık olarak peyda (var) olur.

36- Bütün hayırları, şerleri Kendisi diler; tespit eder; yaratır.

37- Allah, kulunun ancak hayırlı işlerini sever (razı olur); şer işlerini sevmez. (razı olmaz)

38- Allah Basirdir, görücüdür. Büyük küçük her şeyi görür. Görüşünden tek bir nesne, tek bir mana dahi kaçamaz, uzak olamaz. Lakin bizler gibi maddi göz sahibi olmaktan, gösteren, görmeye yardımcı alet, edevattan münezzehtir. Görmek ancak Allah'ın sıfatıdır.

39- Allah Semii'dir, işiticidir. Gizli ve aşikar her sesi işitir. Kulaktan da münezzehtir. İşitmek ancak Allah'ın sıfatıdır.

40- Allah Mütekellimdir, konuşucudur. Amma dil ve ağızdan beridir. Kelamullah, konuşma sıfatı, ses, harf ve lafızla değildir.

41- Allah'ın subutiye sıfatları, ne kendisi ne de başkasıdır. (Zatının aynı da değildir gayrı da değildir)

42- Allah'ın subutiye sıfatları ezelidir (öncesi yoktur), daimidir (sonu yoktur)

43- Allah'ın subutiye sıfatları Allah'ın Zatı'yla kaimdir. (Ayakta durur, var olur, varlık gösterir)


Lütfen şu konuları okuyup ayrıntılı malumat alalım:

http://www.ihvanforum.org/showthrea...d-Manzumesi-Erzurum-İbrahim-Hakkı)&highlight=

http://www.ihvanforum.org/showthrea...İtikadı-(İtikad-Risalesi-A-M-Ünlü)&highlight=

http://www.ihvanforum.org/showthrea...(Kaside-i-Nuniye-Hızır-Bey-Çelebi)&highlight=

http://www.ihvanforum.org/showthrea...(İtikad)-Kitabı-Ehli-Sünnet-Akaidi&highlight=

http://www.ihvanforum.org/showthrea...-Ebu-Hanife-Hz-lerinin-12-Vasiyeti&highlight=

http://www.ihvanforum.org/showthread.php?150741-Ehli-Sünnet-İtikadı-(Nesefi)&highlight=

Fi emanillah.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
@talib abinin yazdıkları da şunlardı:

Muhterem Üstaz Hazretlerinden:

Evvela şunu ifade edelim ki “vahdet-i vücud” ve “vahdet-i şühud”un iddia edildiği gibi şirkle ve küfürle alakası yoktur. Bilakis bunlar tevhidin deruni bir lezzet halinde hissedilip dış alemdeki tezahürlerinin tefekkür nazarıyla seyredilişinden ibarettir. Hele hele bunların Eflatunʼun, tamamen bir şirk sistemi olan panteizmʼiyle hiçbir alakası bulunmamaktadır.

Vahdet-i Vücud, Muhyiddin ibn-i Arabi Hazretleri tarafından sistemleştirilmiş tasavvufi bir telakkidir. Bu hususta “Vahdet-i Şühud” denilen diğer bir telakki daha vardır ki, bu da “Müceddid-i Elf-i Sani” / “ikinci binin yenileyicisi” ünvanını almış olan İmam-ı Rabbani Hazretleri’ne aittir. Bu iki görüş, aslında aynı şeyi farklı pencerelerden izahtan başka bir şey değildir. Yani her ikisi de, Cenab-ı Hakk’ın “Vücud” sıfatının mahiyeti ile, görebildiğimiz alemdeki vücud/varlık arasındaki farkı, kavrayış ve açıklayıştır. Bir farkla ki Vahdet-i Vücud, tevhidi hissetmek; Vahdet-i Şühud ise tevhidin tecellilerini müşahede ederek tefekküründe derinleşmektir.

Şehadet alemi dediğimiz bu alemdeki varlıklar, izafi olarak mevcuttur; kendi varlıkları bakımından hiçbiri var olamaz. Mutlak Varlık’ın sıfatlarının; eserlerinin, hükümlerinin, kudretinin, yaratıcılığının mazharları olmak itibariyle mevcut sayılırlar. Zat-ı uluhiyyet, bütün varlıklarda yaratıcılığını, kudretini, hikmetini, tedbirini, tasarrufunu, sıfatlarını izhar etmekle beraber varlık alemi, hiçbir vakit Zat-ı İlahiʼnin zuhuru değildir. Yani varlık alemi, Zatʼın değil sıfatlarının zuhurudur. Dolayısıyla Zat-ı İlahi, her şeyden mukaddes ve münezzehtir.

Bunu müşahhas bir misalle açacak olursak, mesela Güneş olmazsa ışığı da olamaz; fakat Güneşʼin ışığı, Güneşʼten ayrı bir varlığa sahip olmamakla beraber Güneş de değildir. Her şeyi O bilmek ve tanımak; kainatı, varlık alemini ilah kabul etmektir ki bu, “Bir”i “her” olarak düşünen maddeciliğe yol açar.

Eflatun’un ortaya attığı “panteizm” denilen inanç, işte bu vahim yanlış ve saplantıdan kaynaklanmıştır. Bazıları Vahdet-i Vücud’u da bu inanç sistemi içine çekmek istemiş ve o sistem içinde kabul etmişse de gerçek mutasavvıflar, böyle bir sapık inancı daima reddetmişlerdir.

Çünkü her şeyi, O’nun varlığıyla var olmuş bilmekle beraber, Zatʼı her şeyden tenzih etmek, gerçek Vahdet-i Vücud anlayışıdır. Yani kainat, Hakk’ın sıfatlarının mazharlarıdır; fakat Oʼnun Zatʼı, kainat değildir. Zira Yaratıcı, asla yaratılmış şeklinde zuhur etmez. Bunun aksi bir kanaate sahip olmak, apaçık küfürdür. Çünkü Cenab-ı Hakkʼın bir sıfatı da “muhalefetün li’l-havadis”tir. Yani eşi ve benzeri yoktur, yaratılmışların hiçbirine benzemez. Dolayısıyla O, her türlü antropomorfik (beşeri) sıfatlarla tavsiften münezzehtir.


İmam Rabbani’nin ince hassasiyeti ve...Vahdet-i Şühud Vahdet-i Vücud

Prof. Dr. Süleyman Derin

Altınoluk Dergisi; 2009 - Nisan, Sayı: 278, Sayfa: 038

Sufiler, Allah (c.c.) ve kainat arasındaki ilişkiyi daima tevhid merkezli olarak anlamaya çalışmışlardır. Onlara göre Allah’ı birlemek sadece O’ndan başka bir mabud olmamasına inanmak manasına gelmez. Gerçek tevhid Allah’tan başka mahbub (sevilen), maksud (gaye) ve hatta O’ndan başka gerçek mevcud olamayacağını kabul etmektir. Sufilerce verilen bu manalar içinde O’ndan başka mabud ve mahbub bulunamayacağı konusunda bir tartışma yaşanmaz iken sonuncu yorum olan O’ndan başka mevcud olmadığı konusunda ciddi tartışmalar ortaya çıkmıştır. Daha çok vahdet-i vücud şeklinde tarif edilen bu anlayışa karşılık İmam Rabbani Hazretleri vahdet-i şühud anlayışını getirmiş, sufiler ile kelamcılar arasındaki tartışmalara da bir son vermek istemiştir. Ona göre tasavvuf yoluna intisap eden salike iki tür tevhid zahir olur:

“Bilmiş olasın ki: tarikat ehli sufilere süluk esnasında iki tür tevhid zahir olur. Birincisi tevhid-i şuhudi, ikincisi ise tevhid-i vücudidir. Tevhid-i şühudi sadece Bir’i görmekdir. Yani salik, her şeyi yapanı bir görür. Ayrı ayrı şeyler görülmez. Tevhid-i vücudi, var olanın tek olduğuna inanmaktır. O’ndan başka herşeyi yok bilmekdir. Kainat hakikatte yok olmakla beraber,ancak tek mevcud olan Hakk’ın tecelli ve zuhur yerleridir. (43. Mektup)

İmam Rabbani’ye göre bu iki çeşit tevhid türü arasında ciddi bir fark vardır. Vahdet-i vücud inancına kail olan sufilerin tevhidi ilme-l yakin türü bir tevhiddir. Tevhid-i şühudi ise ayne’l- yakin mertebesinde bir ilim olup, makam itibari ile daha yüksektir. Tarik ehli için tevhid-i şühudi gerekli olup, fena fillah makamına bu olmadan ulaşılamaz. Halbuki vahdet-i vücud anlayışı tarikatın gereklerinden değildir. İmam bu iki vahdet anlayışını güneş ve yıldızlar misali ile müşahhas hale getirmeye çalışır. Ona göre vahdet-i vücuda kail olanlar güneşin gözlerini kamaştırıp da güneşten başka varlık yoktur diyenlerin hali gibidir. Halbuki vahdet-i şühud ehli güneşin ortaya çıkması ile gözden kaybolan yıldızların varlığını inkar etmezler:

Allah’ın birliğini kuşatıcı bir şekilde görmek Allah’ın dışındakileri görmemeyi gerekli kılar. (ama onların varlığını inkar etmez). Mesela bir şahsı güneşin var olduğu bilgisi yakinen kapladığında, bu bilgi onun yıldızları yok bilmesini gerektirmez. Evet böyle bir insan güneşi gördüğünde başka gök cisimlerini elbette göremez, onun gördüğü tek şey güneştir. Fakat bu esnada bile o diğer gök cisimlerinin yok olmadığını sadece güneşin parlaklığı karşısında yıldızların mağlup olduğunu ve bu yüzden görünmediğini bilir. Bu makamdaki bir salik ‘yıldızlar yoktur’ diyenleri inkar eder. Onların bilgisinin hakikate ters olduğunu bilir.

İmam Rabbani’ye göre Hakk’tan başkasının varlığını yok sayan vahdet anlayışı hem akla hem de şeriata muhaliftir. Güneşin doğmasıyla yıldızların varlığını inkar etmek ile onların sadece gözlerden kaybolduğunu söylemek arasında büyük fark vardır. Bu durumda yıldızların yok olduğunu söylemek gerçeğe aykırıdır. Ama söz konusu vakitte yıldızları görememekte bir aykırılık yoktur. Zira insan gözü zayıf olduğu için güneş bütün ihtişamıyla parlayınca yıldızları görmeye güç yetiremez. Eğer güneşin ışığı salikin gözünü kamaştırmak yerine onu güçlendirseydi, salik rahatlıkla yıldızların güneşeten ayrı olarak mevcudiyyetini görebilecektir. İşte kainatı Hak Teala’dan farklı görmek hakka’l yakin mertebesi olup vahdet-i vücud anlayışından daha üstündür. İmam’a göre zahiren vahdet-i vücudu gerektiren sufi sözlerinin vahdet-i şühud anlayışı ile yorumlanması gerekir:

Hüseyin b. Mansur el-Hallac’ın “enel hakk” ve Bayezid-i Bistami’nin “sübhani ma azama şani” (Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim, şanım ne yücedir) gibi şeriatın zahirine zıt düşen ve bazılarınca vahdet-i vücud inancına indirgenen sözlere gelince en uygun olan bu sözleri vahdet-i şuhuda yormak ve şeriatla bu sözler arasındaki zıtlığı gidermektir. (Bence) onlar halin galebesi ile Hakk’ın dışındakiler gözlerinden gizlenince bu tür sözleri sarf etmişlerdir. Mesela, Hallac kendi nefsini göremeyerek “enel hakk” demiştir. Bunun manası ‘ben yokum, var olan Hak’tır’ demektir. Eğer (Hallac) kendini görerek ‘enel hakk’ deseydi bu mahza küfr olurdu. İnsanın kendi varlığını görememesine ‘işte bu vahdet-i vücuddur’ demek her zaman doğru değildir. (43. Mektup)

Mevlana Hazretleri, bu zor konunun daha kolay anlaşılması için İmam Rabbani’den çok zaman önce güneş ve mum örneğini kullanımıştır. Ona göre her ne kadar mumun güneş karşısında bir ışığı görülmese de yani sıfat itibari ile mum güneşte fani olsa da, bu onun zat itibari ile yok olduğu manasına gelmez.

O (gerçek sufi) güneşe karşı yanmakta olan muma benzer, mumun alevi de var sayılır ama güneşin önünde yok gibidir.

Güneşin karşısında mumun alevi yok gibi görünmekle beraber, vardır. Çünkü ona bir parça pamuk tutacak olursan, alevi pamuğu yakar. (Mesnevi, III,3671–72)

İmam’a göre vahdet-i vücud anlayışına kail olanların pek çoğu aslında taklit ehli olup bu manevi tecrübeye ulaşmamışlardır:

Zamanımızda sufilerin kılığına girmiş olan pek çok kişi vahdet-i vücud anlayışını yaymaya çalışmaktalar, hakka’l- yakin olan şühudi tevhidi terk ederek ayne’l-yakin olan tevhid anlayışına kanmaktadırlar. Meşayihin sözlerini kendi hayallerine göre yorumlayıp, onları kendi halleri için önder kabul ediyorlar. Böylece bu tür hayallerle iflas etmiş fikrilerini pazarlamaya çalışıyorlar.

Şunu da belirtmeliyim ki, benim bu anlaşılması zor konulara girmemim sebebi zamane sufilerinin pek çoğunun bu inanca sarılmalarıdır. Bazıları taklitçiliğinden, bazıları sahip oldukları kuru ilimden, bazıları zevk ile karışık bir bilgiden, bazıları da sapıklık ve mülhidliklerinden kendilerini bu anlayışa kaptırmıştır. Saydıklarımızın sonuncusu olan mülhitler her şeyi hak olarak görmektedirler. Bunlar bu hileleriyle kendilerini İslam’ın dairesinden çıkarmakta ve şeriatın tekliflerini reddetmektedirler…Onların şer’i emirleri yerine getirdiklerine dair itirafta bulunsalar da bunu ancak ikincil bir öneme binaen yapmakta, bunlar asıl amaç olarak şeriatın ötesinde hayaller kurmaktadırlar. Haşa ve kella ben bu tür sapık inançlardan Allah’a sığınırım. (43. Mektup)

İmam vahdet-i vücud anlayışının en büyük temsilcisi sayılan İbn Arabi’den büyük bir hürmetle ‘arif-i billah, şeyhimiz hazretleri’ diye bahseder ve onun ömrünün sonuna doğru vahdet-i vücuddan vazgeçtiğini söyler. İbn Arabi’nin yakın talebelerinden Şeyh Miyan Abdülhak’ın rivayetine göre Şeyh-i Ekber, ölümcül hastalığından önceki bir Cuma günü şöyle demiştir:

Bana kesin olarak malum oldu ki, tevhidi vücudi küçük bir yoldur. En büyük yol ise bunun dışındadır. Bunu daha önce de biliyordum, fakat şimdi bu bilgi yakinen bana hasıl oldu. (43. Mektup)

İmam kendisinin de şeyhinin yanında iken bu tür keşiflere maruz kaldığını ve kendisinin de bir müddet vahdet-i vücud meşrebinde olduğunu belirtir. Ne var ki Allah’ın inayeti ile daha sonra bu durumu aştığını söyler. Netice olarak İmam vücudi tevhid inancını teşvik etmemekte, vahdet-i şühudun bu görüşten daha üstün olduğunu savunmaktadır. Özellikle de vahdet-i vücud inancını kullanarak İslam şeriatını lüzumsuz gören sahte sufileri hedef almaktadır:

Tarikat ve şeriat, birbirinden başka, ayrı iki şey değildir. Aralarında kıl ucu kadar fark yokdur. Aralarındaki tek fark; icmal ve tafsil, keşif ve istidlal farkıdır. (43. Mektup) Yani delil ile sabit olan meseleleri sufi mukaşefe yoluyla ve daha detaylı olarak görür. Yoksa onun gördüğü İslam’ın dışında başka bir bilgi veya hayat tarzı değildir.
 
Üst