Vahdeti Vucud / Mustafa İslamoğlu

nefahtü

Kıdemli Üye
Katılım
21 Haz 2013
Mesajlar
5,117
Tepkime puanı
337
Puanları
0
Konum
istanbul


Reddiyeler beni ilgilendirmiyor .. Ben doğru bulduğum görüşü almakla mesulüm ve yaymakla
Bizzat satırları çize çize okudum .. Ki söylemekten usandım adam oy kullanmaya cevaz veriyor
Bazı fikirlerini muteber görüyorum o kadar ... Hakikati kimin görmediği mizanda belli olur inş..
Zaten yapılan hata yazınızda ap açık durmakta demişsinizki ' BEN DOĞRU BULDUĞUM GÖRÜŞÜ' cümle kendini ele veriyor benim senin görüşüne göre değildir İslam..O zaman herkes doğru bulduğu! görüşü yaysın..bacım bu işler sorumluluk istiyor.
 

Tahsin EMİN

Kıdemli Üye
Katılım
7 Şub 2012
Mesajlar
11,757
Tepkime puanı
490
Puanları
83
Vahdet-i Vücud:

Allah'tan başka varlık olmadığına, mevcut olan tek varlığın Allah olduğuna, gözle gördüğümüz şeylerin de Allah'ın parçası olduğuna inanmaktır..!

Bundan dolayı da ne denilmiştir:

"La mevcude illallah..."

"Mevcut olan hiçbir şey yoktur, Ancak Allah vardır..."

Yani, tasavvuf Allah'ı ve O'nun yarattıklarını neden bu şekilde yorumlar ya da içselleştirir anlayamıyorum.
Açıkçası biraz da "sapıkça" buluyorum!!! Kur'an'ın kelamına, örfüne, ifade tarzına uymadığını da ifade ediyorum.
Yani derinliklerde yüzecem derken insanın kendini sapıklaştırması demek böyle bir şey!!!
Birilerine hayırlı olsun.

Allah her daim vardır, iman ederiz...

Gözle gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyi O yaratmıştır. Yeryüzünü, semayı ve onların derinliklerini, insanı ve diğer tüm canlıları Allah yaratmıştır. Böyle iman ederiz.

Ağaca baktığımızda, bitkilere baktığımızda, semaya ya da arza baktığımızda ya da herhangi bir eşyaya baktığımızda şunu ifade edebiliriz:

"Elbet bunların bir sahibi vardır Yaratan olarak O da tek olan Allahü Teala'dır..."

Yani, "Aha odun, bu Allah'tır..." demenin bir anlamı yoktur...

Eşyanın hakikatine vakıf olmak böyle bir cümlenin lüzumsuzluğunda aranmamalı,

Eşyanın hakikatine vakıf olmak, o eşyanın Allahü Teala tarafından yaratıldığını bilmek ve iman etmektir asıl olan..!!!

Ne konuşursanız konuşun, tasavvuf, yorumlarını genellikle bu yelpazede yapmıştır...

Neden yapmıştır bilemiyorum, tasavvufun bu yelpazesi birilerinin imanını arttırıyormuş, olabilir, ama ben bunları anlamaya eğilirsem bilirim ki iman bende kalmaz...

Kur'an'ın ve Sahih Hadis'in söylemi ve bunlardan neşet eden İslam Fıkhı'nın söylemi bize yetiyor fazla fazla,

Böyle abuk sabuk biraz da sapık fikirlere meyletmemek en güzelidir diye düşünüyorum..!!!

Şunu unutmuşum onu da söyliyeyim:

Allah'tan başka varlıklara inanmakta da bir problem yoktur. Problem İbn Arabi'dedir ve onun tasavvufundadır...

Yeryüzü vardır... Sema vardır... Denizler vardır... Ağaçlar vardır...

Zaten ayetlerde bunlar ifade edilir... Tasavvuf doğal ve tabii bir süreci, kolay anlaşılır bir süreci "karmaşık" kılmada mahirdir.

Allah'tan başka şeyler de vardır ama o şeyleri Allahü Teala yaratmıştır... Kim için ayet de vardır, insan için...

İşte iman budur...

Vahdet-i vücut öğretisi bu doğal süreci de perişan etmiş durumdadır...

Yapacak bir şey yoktur...
 

abdullah birisi

Kıdemli Üye
Katılım
12 Mar 2013
Mesajlar
10,357
Tepkime puanı
517
Puanları
0
Konum
istanbul
Vahdet-i Vücud:

Allah'tan başka varlık olmadığına, mevcut olan tek varlığın Allah olduğuna, gözle gördüğümüz şeylerin de Allah'ın parçası olduğuna inanmaktır..!

Bundan dolayı da ne denilmiştir:

"La mevcude illallah..."

"Mevcut olan hiçbir şey yoktur, Ancak Allah vardır..."

Yani, tasavvuf Allah'ı ve O'nun yarattıklarını neden bu şekilde yorumlar ya da içselleştirir anlayamıyorum.
Açıkçası biraz da "sapıkça" buluyorum!!! Kur'an'ın kelamına, örfüne, ifade tarzına uymadığını da ifade ediyorum.
Yani derinliklerde yüzecem derken insanın kendini sapıklaştırması demek böyle bir şey!!!
Birilerine hayırlı olsun.

Allah her daim vardır, iman ederiz...

Gözle gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyi O yaratmıştır. Yeryüzünü, semayı ve onların derinliklerini, insanı ve diğer tüm canlıları Allah yaratmıştır. Böyle iman ederiz.

Ağaca baktığımızda, bitkilere baktığımızda, semaya ya da arza baktığımızda ya da herhangi bir eşyaya baktığımızda şunu ifade edebiliriz:

"Elbet bunların bir sahibi vardır Yaratan olarak O da tek olan Allahü Teala'dır..."

Yani, "Aha odun, bu Allah'tır..." demenin bir anlamı yoktur...

Eşyanın hakikatine vakıf olmak böyle bir cümlenin lüzumsuzluğunda aranmamalı,

Eşyanın hakikatine vakıf olmak, o eşyanın Allahü Teala tarafından yaratıldığını bilmek ve iman etmektir asıl olan..!!!

Ne konuşursanız konuşun, tasavvuf, yorumlarını genellikle bu yelpazede yapmıştır...

Neden yapmıştır bilemiyorum, tasavvufun bu yelpazesi birilerinin imanını arttırıyormuş, olabilir, ama ben bunları anlamaya eğilirsem bilirim ki iman bende kalmaz...

Kur'an'ın ve Sahih Hadis'in söylemi ve bunlardan neşet eden İslam Fıkhı'nın söylemi bize yetiyor fazla fazla,

Böyle abuk sabuk biraz da sapık fikirlere meyletmemek en güzelidir diye düşünüyorum..!!!

Tahsin emin, İbnül arabi hz. lerinin , bir oduna haşa Allah diyebileceğine veya bu haşa Allah ın bir parçasıdır diyebileceğine inanıyormusun...
 

Hakperest

Kıdemli Üye
Katılım
13 May 2013
Mesajlar
10,142
Tepkime puanı
3,186
Puanları
113
Konum
:::::YerKüre:::::
Vahdet-i Vücud:

Allah'tan başka varlık olmadığına, mevcut olan tek varlığın Allah olduğuna, gözle gördüğümüz şeylerin de Allah'ın parçası olduğuna inanmaktır..!

Bundan dolayı da ne denilmiştir:

"La mevcude illallah..."

"Mevcut olan hiçbir şey yoktur, Ancak Allah vardır..."

Yani, tasavvuf Allah'ı ve O'nun yarattıklarını neden bu şekilde yorumlar ya da içselleştirir anlayamıyorum.
Açıkçası biraz da "sapıkça" buluyorum!!! Kur'an'ın kelamına, örfüne, ifade tarzına uymadığını da ifade ediyorum.
Yani derinliklerde yüzecem derken insanın kendini sapıklaştırması demek böyle bir şey!!!
Birilerine hayırlı olsun.

Allah her daim vardır, iman ederiz...

Gözle gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyi O yaratmıştır. Yeryüzünü, semayı ve onların derinliklerini, insanı ve diğer tüm canlıları Allah yaratmıştır. Böyle iman ederiz.

Ağaca baktığımızda, bitkilere baktığımızda, semaya ya da arza baktığımızda ya da herhangi bir eşyaya baktığımızda şunu ifade edebiliriz:

"Elbet bunların bir sahibi vardır Yaratan olarak O da tek olan Allahü Teala'dır..."

Yani, "Aha odun, bu Allah'tır..." demenin bir anlamı yoktur...

Eşyanın hakikatine vakıf olmak böyle bir cümlenin lüzumsuzluğunda aranmamalı,

Eşyanın hakikatine vakıf olmak, o eşyanın Allahü Teala tarafından yaratıldığını bilmek ve iman etmektir asıl olan..!!!

Ne konuşursanız konuşun, tasavvuf, yorumlarını genellikle bu yelpazede yapmıştır...

Neden yapmıştır bilemiyorum, tasavvufun bu yelpazesi birilerinin imanını arttırıyormuş, olabilir, ama ben bunları anlamaya eğilirsem bilirim ki iman bende kalmaz...

Kur'an'ın ve Sahih Hadis'in söylemi ve bunlardan neşet eden İslam Fıkhı'nın söylemi bize yetiyor fazla fazla,

Böyle abuk sabuk biraz da sapık fikirlere meyletmemek en güzelidir diye düşünüyorum..!!!

Şunu unutmuşum onu da söyliyeyim:

Allah'tan başka varlıklara inanmakta da bir problem yoktur. Problem İbn Arabi'dedir ve onun tasavvufundadır...

Yeryüzü vardır... Sema vardır... Denizler vardır... Ağaçlar vardır...

Zaten ayetlerde bunlar ifade edilir... Tasavvuf doğal ve tabii bir süreci, kolay anlaşılır bir süreci "karmaşık" kılmada mahirdir.

Allah'tan başka şeyler de vardır ama o şeyleri Allahü Teala yaratmıştır... Kim için ayet de vardır, insan için...

İşte iman budur...

Vahdet-i vücut öğretisi bu doğal süreci de perişan etmiş durumdadır...

Yapacak bir şey yoktur...

ehli sünnete göre; insan fiilini, Allah cc yaratır
yani sana ait bir güç de yoktur
şimdi; adam, hareket ettiğinde, haşa Allah hareket etti mi diyeceğiz

eğer müstakil bir mülk ihdas ederseniz
mutezile gibi insana müstakil bir kudret de vermeniz icab eder


"La havle ve la kuvvete illa billah"
ile "la mevcude illa hu"

aynı kapıya çıkar

örn; teşbihte hata olmasın
güneşten gelen ışığa güneş diyemezsin
ve gölgene de aha ben diyemezsin

biz ondanız ama o değiliz
bizde Ruh ondandır
Evren ise onun mülkü ve Nurundandır
Ve onun zatıyla kaimdir

başka türlü kaderi bile açıklayamazsınız
zira kukla olmaktan başkası olamazsınız
halbuki vahdeti şuhud
insanın, Allah cc ın yeryüzündeki Halifesi olduğunu en güzel biçimde açıklar

sonuçta biz kuklalar değil
şahsiyetleriz
ve şahsiyet kazanamayanlar da hakkıyla kul olamazlar
(yanlış anlaşılmasın
bunları kavramamak
iyi mümin olmaya engel değildir)
 

Takiyüddin

Yasaklı
Katılım
17 Kas 2014
Mesajlar
329
Tepkime puanı
9
Puanları
0
ABDullah birisi gibi birisinin arabiyi savunması da bana tam bir çelişki yumağı gibi geldi ya neyse.

Orada Firavun'da birdir Musa'da. Küfürde birdir imanda. Zira hepisi oradaki tek rengin, ana nurun içinde bir bütündür. Gel de bunu şeriatle izah et. Edemezsin. Edersin de edemezsin.
Belki bunu dil deniziyle açıklayabiliriz kısmen. Balık için su, insan için dildir. Keşf Ehlinin bir kısmı duygularda yani havada belirgin, daha uzun sure bulunma özelliği kazandıklarından bazı şeyleri farklı sözlerle söylerler.Fakat havada onlardan az kalanların onları bir nebze doğru anlaması için engel yok. Şu anlama geliyorlar: Hayır ve şer Allahtandır, buna rağmen hayır da şer de varlıkların başkalarının elinde işletmendir; bu yüzden allahtandır, ama işletenler allahın yapması özne olması gibi bir üst sebebe doğrudan bir kelam ile bağlanmamıştır. Farklı bir şekilde bağlanacağı, herşeyin ona döndürülmesiyle olacaktır, o da kıyamet olacaktır. Sonra eskide varlık ölçüp biçilecek, yenide varlık ikinci perdeyi oynayacak.

''... perdenin arkasında Muhammed vardı, kendisin gördü''
Kişi nefsi olmasa perdenin arkasını göremez, gördüğünde de göreceği son şey kendisidir, Musa A.s. Allahı göremediyse Hz Muhammed a.s. da görmedi, aslında arabi yaklaşımının burada miracı geleneklselden farklı tevil ediş şeklinin sinyalleri de var..-.-

Her kişi kendi fiilleri ve tüm düşünce ve fiillerinin akisleri cinsinden düşünür ve hisseder, ve var olur, elbette peygamber de bundan farklı değildi. Onun vahiy alması cebrail aleyhisselam gibi farklı bir özne bulunmasından ibaretti, bize meziyetleriyle denk olmamakla birlikte, gerisinde bizim gibi doğan yiyen içen yorulan ölen bir beşerdi. İbnarabinin bir zaman bir zaviyesi şu soruydu: "onun yolundan öyle bir gidersem cebrailden veya meleklerden bana bir zırnık olur mu?" sonunda Cevabı buldu, hayır çünkü.... dedi, nasıl anladıysa öyle anladı.

Onların demek istediğini anlamak için onların en azından yüzde biri hayat geçirmek mecbur. Peşin bir hasımları bile olsanız, 10000i aşkın gününü havaya dalıp dalıp durarak geçirebilmiş kimselerle söz dalaşıyla, tecessüsle zafer kazanamazsınız. 100 gün onların yaşadığı günlük hayatı yaşamak zorundasınız. Ha dersiniz ki bunlar anlaşılmıyor ve insanları yanlış yöne sokuyor, o zaman yapacağınız şey ya bir yol bulmanız, ya bir şey keşfetmeniz, ya da yolda çekilip defolup kaybolmanızdır; yoksa zahirperestliğin ürünü bir takım ithamları vurgulamanız değildir. Neden zahirperestce olduğu sonra anlaşılabilir. Her ne kadar mütecessüs zihin bunu henüz anlamasa da işin doğrusu bu. Buna yakın.

***

Şahsen ne arabiyi bilirim ne tek kitabını okumaya tenezzül ederim. Fakat arabi ekolüne paralele gelişmiş yani aralarında buluşma görüşme bağı olmayan yollarda şahit olduklarım onun yaptıklarının gerçeği hakkında deliller gösterdi.

İbni teymiye ne kadar hem zeki hem cahillerden hatta idarecilerden gına geldiğinden mütekebbir idiyse, İbn arabi de o kadar aklın kullanan ve seyyahi ehli keşf bir kimseydi.

Yerleşikler seyyahları sevmez(veya yolları ve bakışları farklı). Tersi de doğru. Peygamberlerde dahi öyleydi, Hz ibrahim, diğer peygamberlerden biraz farklı, adeta "ümmeti kendisi" ne demek? sürekli bir yerlere gidip bir ses bir mesaj verdi hem de oraları sevmedi, allah da bu haline onu zor koşmadı. Göçmeye devam etti...... Bununla beraber, farzı muhal başkabir peygamberin nefsi ve karakteri şüphesiz farklı bir rota izleyecekti...

Hz ibrahim hakkında tecessüs edeceklere çok malzeme var. Lakin, işin aslı ile görünen faslı aynı değildir, kuranda veya haberlerde nice şeyler vardır müteşabih olmaları vakaların doğasındandır, kimse haber haberdir kişi kişidir günah günahtır demesin, zahirperestliğin handikaplarından habersiz bir dile ve düşünüşe girerek aldanmasın.

İşine ve basit mantıkla uyumlu görününce "uydurma" işine gelince "kaydırma" demenin yanıltmaları say say bitmez... Sahabide de. Hz ömer dahi seyyah olan birisini sevmemişti, devlette vazifeli o kimsenin yanına gidip şahit olunca küfürden imana dönmüş gibi o önceden ve uzaklardan suçladığı ve farklı yönlerden şüphelendiği şahsın günlük hayatını, insan ilişkilerini, halini, ve durumların iç yüzünü anlayınca kendinden utandı, pişman oldu, özür diledi, onunu için dua da etti: "Keşke emirin hizmetkarları hep senin gibi olsa!" kabilinden.

Balık için su ne ise insan için dil oldur... Bazıları da sanıyor ki bunlar şeriatin üstünde işlerdir. Hayır muhakkak ki şeriat ve şerait dediğiniz kaderden daha çetrefilli bir konudur fakat balık yaşadığı suya ne isim takar, ne de onun farkındadır!...
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Kim, nerede böyle birşey demiş?
Malesef dostum bilinmediği için herkes bir şeyler söylüyor.

Parça demek yanlış olur. Allah'ın parçası olmaz. Zira parçası olanın başıda olur sonu da. Tecellisi demek daha isabetli olur. Uzun uzun izah etmek gerek aslında. Vahdet-i Vücut hep yanlış anlaşılıyor.

Kısa yazacağım ama bilmem artık anlaşılır mı: Siyah nurdan zaman ve mekanı yarattı. Ol hacim oldu bu hacme hem içerüden, ve her yerinden tecelli etti. Nur hacimde yavaş oldu. Yavaş olan nur zahire geldi. Evvela hava su toprak ateş oldu. Olanı bilmek gerekiyordu. Bu dört anasıra caânı ekledi. Canlanan madde nitelik kazandı. Lakin bilinmek gerekiyordu; yetmedi bu cana nefsi giydirdi hayvan zahire geldi. Lakin bilinmek gerekiyordu; yetmedi. Bu hayvana mahiyeti sır olan kendinden ruh üfledi. Hayvanla ruhu canlanan maddenin içinde birbirine düğümledi. Bu ikisi birbirinden pek haz etmedi. Birbirleriyle uğraştıkça kimlik kazandılar. Böylece kendini bilmek oluştu; tekamül zuhura geldi; seyir başladı. Birinden biri galip geldikçe istikametleri bir aşağı bir yukarı seyreder oldu. Ol Yezdan bundan murad aldı..

Görüldüğü gibi her şeyin ucu Allah'a dayandığı için bütün bu cereyanların hepisi O'nun varlığındandır. Madem O vardır ve her yerdedir, o halde 'Ben' demekle aslında kendimize değil, O'na mekan belirlemiş oluyoruz. Zira bütünden kendimizi ayırarak mümkün olmayan bir şeyi iddia etmiş; yalan söylemiş oluyoruz. Onun içindir ki zamandan ve mekandan münezzehtir Allah. Zira mekansız bir Allah itikadı, kendi içinde oluşturduğu paradoksla vahdet-i vücut anlayışını mecbur kılmaktadır.

Bu kadar yeterli mi, devam edelim mi?
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Zaten yapılan hata yazınızda ap açık durmakta demişsinizki ' BEN DOĞRU BULDUĞUM GÖRÜŞÜ' cümle kendini ele veriyor benim senin görüşüne göre değildir İslam..O zaman herkes doğru bulduğu! görüşü yaysın..bacım bu işler sorumluluk istiyor.

Bu görüşün İslam'a aykırı olduğunu düşünsem böyle bir sorumluluğu alma curetine kalkışır mıyım sanıyorsun?
Delille konuşuyor.. Hadislerin bağlayıcılığı .. Ahad haberle amel eden müçtehidler var... İslamoğlunun delillerini isabetli bulmazsınız o ayrı ,ama kendisine ve şahsında bize batıllık isnat edilmesini islam'ın hangi kategorisine koyuyorsunuz ? Namaz kılan , İslamı yaşamaya çalışan bu uğurda gerçekten ümmete faydalı olmaya çalışan ama tökezleyebilen ,beşeri olmasından ötürü düşen kardeşlerinizi islam dairesinin çizgisinden aşıracak kadar neden öfkelisiniz ?
 

adams77

Kanalizasyoncu
Katılım
14 Haz 2013
Mesajlar
25,880
Tepkime puanı
2,062
Puanları
113
Konum
Mars
İnsan 'a bilmediğini öğreten kim?
 

kilicarslan

Kıdemli Üye
Katılım
14 Mar 2013
Mesajlar
4,054
Tepkime puanı
41
Puanları
0
o kadar dil dök, anlat, alimlerin vahdeti Vucudu islam disi oldugunu belirten görüslerini paylas buna ragmen hala Vahdeti Vucudu savunanlar olsun.

Ne haliniz varsa görün.
 

nefahtü

Kıdemli Üye
Katılım
21 Haz 2013
Mesajlar
5,117
Tepkime puanı
337
Puanları
0
Konum
istanbul


Bu görüşün İslam'a aykırı olduğunu düşünsem böyle bir sorumluluğu alma curetine kalkışır mıyım sanıyorsun?
Delille konuşuyor.. Hadislerin bağlayıcılığı .. Ahad haberle amel eden müçtehidler var... İslamoğlunun delillerini isabetli bulmazsınız o ayrı ,ama kendisine ve şahsında bize batıllık isnat edilmesini islam'ın hangi kategorisine koyuyorsunuz ? Namaz kılan , İslamı yaşamaya çalışan bu uğurda gerçekten ümmete faydalı olmaya çalışan ama tökezleyebilen ,beşeri olmasından ötürü düşen kardeşlerinizi islam dairesinin çizgisinden aşıracak kadar neden öfkelisiniz ?

Yazımda en ufak bir öfke işareti göstersenize ki sadece sizin yazımınızda mevcut. Öfke sorumluluğunu almayan , almadığı gibi de alan kişilere saldıranlarda görülen bir duygu boşalımı. Bir de kişiler idrak edemediğinde inkara geçiyorlar ve tam da o sırada öfkeleniyorlar. Bir düşünelim isterseniz hayatımızda ki zuhurlarına bakalım.:)
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Genelleme yapıyorum şahsını kastetmiyorum bacım ..
Evet öfkeliyim ama öfkem kimseyi islam dairesinden çıkarmıyor. Öfkem bu fikredir kimseye değil..
Öfkeliyim tahammülsüzlüklere ,tekfirlere .. Hz Ömerce kılıcımı kuşanasım var ,size ne oluyor müslümanlar! diye çığlık atasım var ... Öfkeliyim ... artık sustum... çünki öfkeliyim...
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
İmam Rabbanî’nin ince hassasiyeti ve...Vahdet-i Şühûd Vahdet-i Vücûd

Prof. Dr. Süleyman Derin
Altınoluk Dergisi; 2009 - Nisan, Sayı: 278, Sayfa: 038

Sufiler, Allah (c.c.) ve kâinat arasındaki ilişkiyi daima tevhid merkezli olarak anlamaya çalışmışlardır. Onlara göre Allah’ı birlemek sadece O’ndan başka bir mabud olmamasına inanmak manasına gelmez. Gerçek tevhid Allah’tan başka mahbûb (sevilen), maksûd (gaye) ve hatta O’ndan başka gerçek mevcud olamayacağını kabul etmektir. Sufilerce verilen bu manalar içinde O’ndan başka mabud ve mahbub bulunamayacağı konusunda bir tartışma yaşanmaz iken sonuncu yorum olan O’ndan başka mevcud olmadığı konusunda ciddi tartışmalar ortaya çıkmıştır. Daha çok vahdet-i vücûd şeklinde tarif edilen bu anlayışa karşılık İmam Rabbanî Hazretleri vahdet-i şühûd anlayışını getirmiş, sufiler ile kelamcılar arasındaki tartışmalara da bir son vermek istemiştir. Ona göre tasavvuf yoluna intisap eden sâlike iki tür tevhid zahir olur:

“Bilmiş olasın ki: tarikat ehli sufilere süluk esnasında iki tür tevhid zahir olur. Birincisi tevhid-i şuhudi, ikincisi ise tevhid-i vücûdidir. Tevhîd-i şühûdî sadece Bir’i görmekdir. Yani sâlik, her şeyi yapanı bir görür. Ayrı ayrı şeyler görülmez. Tevhîd-i vücûdî, var olanın tek olduğuna inanmaktır. O’ndan başka herşeyi yok bilmekdir. Kainat hakikatte yok olmakla berâber,ancak tek mevcûd olan Hakk’ın tecelli ve zuhur yerleridir. (43. Mektup)

İmam Rabbanî’ye göre bu iki çeşit tevhid türü arasında ciddi bir fark vardır. Vahdet-i vücûd inancına kail olan sufilerin tevhidi ilme-l yakîn türü bir tevhiddir. Tevhid-i şühûdi ise ayne’l- yakîn mertebesinde bir ilim olup, makam itibari ile daha yüksektir. Tarik ehli için tevhid-i şühûdi gerekli olup, fena fillah makamına bu olmadan ulaşılamaz. Halbuki vahdet-i vücûd anlayışı tarikatın gereklerinden değildir. İmam bu iki vahdet anlayışını güneş ve yıldızlar misali ile müşahhas hale getirmeye çalışır. Ona göre vahdet-i vücûda kail olanlar güneşin gözlerini kamaştırıp da güneşten başka varlık yoktur diyenlerin hali gibidir. Halbuki vahdet-i şühûd ehli güneşin ortaya çıkması ile gözden kaybolan yıldızların varlığını inkar etmezler:

Allah’ın birliğini kuşatıcı bir şekilde görmek Allah’ın dışındakileri görmemeyi gerekli kılar. (ama onların varlığını inkar etmez). Mesela bir şahsı güneşin var olduğu bilgisi yakînen kapladığında, bu bilgi onun yıldızları yok bilmesini gerektirmez. Evet böyle bir insan güneşi gördüğünde başka gök cisimlerini elbette göremez, onun gördüğü tek şey güneştir. Fakat bu esnada bile o diğer gök cisimlerinin yok olmadığını sadece güneşin parlaklığı karşısında yıldızların mağlup olduğunu ve bu yüzden görünmediğini bilir. Bu makamdaki bir sâlik ‘yıldızlar yoktur’ diyenleri inkar eder. Onların bilgisinin hakikate ters olduğunu bilir.

İmam Rabbanî’ye göre Hakk’tan başkasının varlığını yok sayan vahdet anlayışı hem akla hem de şeriata muhaliftir. Güneşin doğmasıyla yıldızların varlığını inkar etmek ile onların sadece gözlerden kaybolduğunu söylemek arasında büyük fark vardır. Bu durumda yıldızların yok olduğunu söylemek gerçeğe aykırıdır. Ama söz konusu vakitte yıldızları görememekte bir aykırılık yoktur. Zira insan gözü zayıf olduğu için güneş bütün ihtişamıyla parlayınca yıldızları görmeye güç yetiremez. Eğer güneşin ışığı sâlikin gözünü kamaştırmak yerine onu güçlendirseydi, sâlik rahatlıkla yıldızların güneşeten ayrı olarak mevcudiyyetini görebilecektir. İşte kainatı Hak Teâla’dan farklı görmek hakka’l- yakîn mertebesi olup vahdet-i vücûd anlayışından daha üstündür. İmam’a göre zahiren vahdet-i vücûdu gerektiren sufi sözlerinin vahdet-i şühûd anlayışı ile yorumlanması gerekir:

Hüseyin b. Mansur el-Hallac’ın “enel hakk” ve Bayezid-i Bistami’nin “sübhani ma azama şani” (Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim, şanım ne yücedir) gibi şeriatın zahirine zıt düşen ve bazılarınca vahdet-i vücûd inancına indirgenen sözlere gelince en uygun olan bu sözleri vahdet-i şuhûda yormak ve şeriatla bu sözler arasındaki zıtlığı gidermektir. (Bence) onlar halin galebesi ile Hakk’ın dışındakiler gözlerinden gizlenince bu tür sözleri sarf etmişlerdir. Mesela, Hallac kendi nefsini göremeyerek “enel hakk” demiştir. Bunun manası ‘ben yokum, var olan Hak’tır’ demektir. Eğer (Hallac) kendini görerek ‘enel hakk’ deseydi bu mahza küfr olurdu. İnsanın kendi varlığını görememesine ‘işte bu vahdet-i vücûddur’ demek her zaman doğru değildir. (43. Mektup)

Mevlana Hazretleri, bu zor konunun daha kolay anlaşılması için İmam Rabbanî’den çok zaman önce güneş ve mum örneğini kullanımıştır. Ona göre her ne kadar mumun güneş karşısında bir ışığı görülmese de yani sıfat itibari ile mum güneşte fani olsa da, bu onun zat itibari ile yok olduğu manasına gelmez.

O (gerçek sufi) güneşe karşı yanmakta olan muma benzer, mumun alevi de var sayılır ama güneşin önünde yok gibidir.

Güneşin karşısında mumun alevi yok gibi görünmekle beraber, vardır. Çünkü ona bir parça pamuk tutacak olursan, alevi pamuğu yakar. (Mesnevi, III,3671–72)

İmam’a göre vahdet-i vücûd anlayışına kail olanların pek çoğu aslında taklit ehli olup bu manevi tecrübeye ulaşmamışlardır:

Zamanımızda sufilerin kılığına girmiş olan pek çok kişi vahdet-i vücûd anlayışını yaymaya çalışmaktalar, hakka’l- yakîn olan şühûdi tevhidi terk ederek ayne’l-yakîn olan tevhid anlayışına kanmaktadırlar. Meşayihin sözlerini kendi hayallerine göre yorumlayıp, onları kendi halleri için önder kabul ediyorlar. Böylece bu tür hayallerle iflas etmiş fikrilerini pazarlamaya çalışıyorlar.

Şunu da belirtmeliyim ki, benim bu anlaşılması zor konulara girmemim sebebi zamane sufilerinin pek çoğunun bu inanca sarılmalarıdır. Bazıları taklitçiliğinden, bazıları sahip oldukları kuru ilimden, bazıları zevk ile karışık bir bilgiden, bazıları da sapıklık ve mülhidliklerinden kendilerini bu anlayışa kaptırmıştır. Saydıklarımızın sonuncusu olan mülhitler her şeyi hak olarak görmektedirler. Bunlar bu hileleriyle kendilerini İslam’ın dairesinden çıkarmakta ve şeriatın tekliflerini reddetmektedirler…Onların şer’î emirleri yerine getirdiklerine dair itirafta bulunsalar da bunu ancak ikincil bir öneme binaen yapmakta, bunlar asıl amaç olarak şeriatın ötesinde hayaller kurmaktadırlar. Hâşâ ve kella ben bu tür sapık inançlardan Allah’a sığınırım. (43. Mektup)

İmam vahdet-i vücûd anlayışının en büyük temsilcisi sayılan İbn Arabî’den büyük bir hürmetle ‘ârif-i billâh, şeyhimiz hazretleri’ diye bahseder ve onun ömrünün sonuna doğru vahdet-i vücûddan vazgeçtiğini söyler. İbn Arabî’nin yakın talebelerinden Şeyh Miyan Abdülhak’ın rivayetine göre Şeyh-i Ekber, ölümcül hastalığından önceki bir Cuma günü şöyle demiştir:

Bana kesin olarak malum oldu ki, tevhidi vücûdî küçük bir yoldur. En büyük yol ise bunun dışındadır. Bunu daha önce de biliyordum, fakat şimdi bu bilgi yakînen bana hasıl oldu. (43. Mektup)

İmam kendisinin de şeyhinin yanında iken bu tür keşiflere maruz kaldığını ve kendisinin de bir müddet vahdet-i vücûd meşrebinde olduğunu belirtir. Ne var ki Allah’ın inayeti ile daha sonra bu durumu aştığını söyler. Netice olarak İmam vücûdi tevhid inancını teşvik etmemekte, vahdet-i şühûdun bu görüşten daha üstün olduğunu savunmaktadır. Özellikle de vahdet-i vücûd inancını kullanarak İslam şeriatını lüzumsuz gören sahte sufileri hedef almaktadır:

Tarîkat ve şeriat, birbirinden başka, ayrı iki şey değildir. Aralarında kıl ucu kadar fark yokdur. Aralarındaki tek fark; icmal ve tafsil, keşif ve istidlal farkıdır. (43. Mektup) Yani delil ile sabit olan meseleleri sufi mukaşefe yoluyla ve daha detaylı olarak görür. Yoksa onun gördüğü İslam’ın dışında başka bir bilgi veya hayat tarzı değildir.
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Muhterem Üstaz Hazretlerinden:

Evvelâ şunu ifâde edelim ki “vahdet-i vücûd” ve “vahdet-i şühûd”un iddiâ edildiği gibi şirkle ve küfürle alâkası yoktur. Bilâkis bunlar tevhîdin derûnî bir lezzet hâlinde hissedilip dış âlemdeki tezâhürlerinin tefekkür nazarıyla seyredilişinden ibârettir. Hele hele bunların Eflâtunʼun, tamamen bir şirk sistemi olan panteizmʼiyle hiçbir alâkası bulunmamaktadır.

Vahdet-i Vücûd, Muhyiddîn ibn-i Ara*bî Haz*ret*le*ri ta*ra*fın*dan sis*tem*leş*ti*ril*miş ta*sav*vu*fî bir telâkkîdir. Bu hu*sus*ta “Vah*det-i Şü*hûd” de*ni*len di*ğer bir te*lâk*kî da*ha var*dır ki, bu da “Mü*ced*did-i Elf-i Sâ*nî” / “ikin*ci bi*nin ye*ni*le*yi*ci*si” ün*va*nı*nı al*mış olan İmâm-ı Rab*bâ*nî Haz*ret*le*ri’ne âit*tir. Bu iki gö*rüş, as*lın*da ay*nı şe*yi fark*lı pen*ce*re*ler*den îzah*tan baş*ka bir şey de*ğil*dir. Yani her iki*si de, Ce*nâb-ı Hakk’ın “Vü*cûd” sı*fa*tı*nın mâ*hi*ye*ti ile, gö*re*bil*di*ği*miz âlem*de*ki vü*cud/var*lık ara*sın*da*ki far*kı, kav*ra*yış ve açık*la*yış*tır. Bir fark*la ki Vah*det-i Vü*cûd, tev*hî*di his*set*mek; Vah*det-i Şü*hûd ise tev*hî*din te*cel*lî*le*ri*ni mü*şâ*he*de ederek tefekküründe derinleşmek*tir.

Şe*hâ*det âle*mi de*di*ği*miz bu âlem*de*ki var*lık*lar, izâ*fî ola*rak mev*cut*tur; ken*di var*lık*la*rı ba*kı*mın*dan hiç*bi*ri var ola*maz. Mut*lak Var*lık’ın sı*fat*la*rı*nın; eser*le*ri*nin, hü*küm*le*ri*nin, kud*re*ti*nin, ya*ra*tı*cı*lı*ğı*nın maz*har*la*rı ol*mak iti*ba*riy*le mev*cut sa*yı*lır*lar. Zât-ı ulû*hiy*yet, bü*tün var*lık*lar*da ya*ra*tı*cı*lı*ğı*nı, kud*re*ti*ni, hik*me*ti*ni, ted*bi*ri*ni, ta*sar*ru*fu*nu, sı*fat*la*rı*nı iz*hâr et*mek*le be*ra*ber var*lık âle*mi, hiç*bir va*kit Zât-ı İlâhîʼnin zu*hû*ru de*ğil*dir. Ya*ni var*lık âle*mi, Zâtʼın de*ğil sı*fat*la*rı*nın zu*hû*ru*dur. Do*la*yı*sıy*la Zât-ı İlâhî, her şey*den mu*kad*des ve mü*nez*zeh*tir.

Bunu müşahhas bir misalle açacak olursak, meselâ Gü*neş ol*maz*sa ışı*ğı da ola*maz; fa*kat Gü*neşʼin ışı*ğı, Gü*neşʼ*ten ay*rı bir var*lı*ğa sa*hip ol*ma*mak*la be*ra*ber Gü*neş de de*ğil*dir. Her şe*yi O bil*mek ve ta*nı*mak; kâ*ina*tı, var*lık âle*mi*ni ilâh ka*bul et*mek*tir ki bu, “Bir”i “her” ola*rak dü*şü*nen mad*de*ci*li*ğe yol açar.

Ef*la*tun’un or*ta*ya at*tı*ğı “pan*te*izm” de*ni*len inanç, iş*te bu va*him yan*lış ve sap*lan*tı*dan kay*nak*lan*mış*tır. Ba*zı*la*rı Vah*det-i Vü*cûd’u da bu inanç sis*te*mi içi*ne çek*mek is*te*miş ve o sis*tem için*de ka*bul et*miş*se de ger*çek mutasavvıflar, böy*le bir sa*pık inan*cı dâimâ reddet*miş*ler*dir.

Çün*kü her şe*yi, O’nun var*lı*ğıyla var ol*muş bil*mek*le be*ra*ber, Zâtʼı her şey*den tenzih etmek, ger*çek Vah*det-i Vü*cûd anlayışıdır. Ya*ni kâ*inat, Hakk’ın sı*fat*la*rı*nın maz*har*la*rı*dır; fa*kat Oʼnun Zâ*tʼı, kâ*inat de*ğil*dir. Zira Ya*ra*tı*cı, as*lâ ya*ra*tıl*mış şek*lin*de zu*hûr et*mez. Bunun aksi bir ka*naate sahip olmak, apa*çık kü*für*dür. Çün*kü Ce*nâb-ı Hakkʼın bir sıfatı da “mu*hâ*le*fe*tün li’l-ha*vâ*dis”*tir. Ya*ni eşi ve ben*ze*ri yok*tur, ya*ra*tıl*mış*la*rın hiç*bi*ri*ne ben*ze*mez. Do*la*yı*sıy*la O, her tür*lü ant*ro*po*mor*fik (be*şe*rî) sı*fat*lar*la tav*sif*ten mü*nez*zeh*tir.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Yaw,videosu asılan kişi henüz imanın şartlarını özümseyememiş ! Mezhebleri -hadisleri özümseyememiş ! Nerde kaldı ki Vahdet-i Vücûd gibi bir kimyaya ve yüksek anlayışa aklı ersin ?
Siz hiç köprü altı çocuklarına gidip de hikmet nedir diye soruyor musunuz ?
İslam Dinini kimlerden öğreneğimizi çok iyi seçmeliyiz vesselâm.
 

nefahtü

Kıdemli Üye
Katılım
21 Haz 2013
Mesajlar
5,117
Tepkime puanı
337
Puanları
0
Konum
istanbul
Vahdeti Vucud tartışmasına girdiler hemen halbuki baştan beri anlatmak istediğim yanlışı işaret eden adamları ve ya kadınların video ve yazılarını paylaşmasak üretip çoğaltmasak ne iyi olur.
 
Üst