İmam Rabbanî’nin ince hassasiyeti ve...Vahdet-i Şühûd Vahdet-i Vücûd
Prof. Dr. Süleyman Derin
Altınoluk Dergisi; 2009 - Nisan, Sayı: 278, Sayfa: 038
Sufiler, Allah (c.c.) ve kâinat arasındaki ilişkiyi daima tevhid merkezli olarak anlamaya çalışmışlardır. Onlara göre Allah’ı birlemek sadece O’ndan başka bir mabud olmamasına inanmak manasına gelmez. Gerçek tevhid Allah’tan başka mahbûb (sevilen), maksûd (gaye) ve hatta O’ndan başka gerçek mevcud olamayacağını kabul etmektir. Sufilerce verilen bu manalar içinde O’ndan başka mabud ve mahbub bulunamayacağı konusunda bir tartışma yaşanmaz iken sonuncu yorum olan O’ndan başka mevcud olmadığı konusunda ciddi tartışmalar ortaya çıkmıştır. Daha çok vahdet-i vücûd şeklinde tarif edilen bu anlayışa karşılık İmam Rabbanî Hazretleri vahdet-i şühûd anlayışını getirmiş, sufiler ile kelamcılar arasındaki tartışmalara da bir son vermek istemiştir. Ona göre tasavvuf yoluna intisap eden sâlike iki tür tevhid zahir olur:
“Bilmiş olasın ki: tarikat ehli sufilere süluk esnasında iki tür tevhid zahir olur. Birincisi tevhid-i şuhudi, ikincisi ise tevhid-i vücûdidir. Tevhîd-i şühûdî sadece Bir’i görmekdir. Yani sâlik, her şeyi yapanı bir görür. Ayrı ayrı şeyler görülmez. Tevhîd-i vücûdî, var olanın tek olduğuna inanmaktır. O’ndan başka herşeyi yok bilmekdir. Kainat hakikatte yok olmakla berâber,ancak tek mevcûd olan Hakk’ın tecelli ve zuhur yerleridir. (43. Mektup)
İmam Rabbanî’ye göre bu iki çeşit tevhid türü arasında ciddi bir fark vardır. Vahdet-i vücûd inancına kail olan sufilerin tevhidi ilme-l yakîn türü bir tevhiddir. Tevhid-i şühûdi ise ayne’l- yakîn mertebesinde bir ilim olup, makam itibari ile daha yüksektir. Tarik ehli için tevhid-i şühûdi gerekli olup, fena fillah makamına bu olmadan ulaşılamaz. Halbuki vahdet-i vücûd anlayışı tarikatın gereklerinden değildir. İmam bu iki vahdet anlayışını güneş ve yıldızlar misali ile müşahhas hale getirmeye çalışır. Ona göre vahdet-i vücûda kail olanlar güneşin gözlerini kamaştırıp da güneşten başka varlık yoktur diyenlerin hali gibidir. Halbuki vahdet-i şühûd ehli güneşin ortaya çıkması ile gözden kaybolan yıldızların varlığını inkar etmezler:
Allah’ın birliğini kuşatıcı bir şekilde görmek Allah’ın dışındakileri görmemeyi gerekli kılar. (ama onların varlığını inkar etmez). Mesela bir şahsı güneşin var olduğu bilgisi yakînen kapladığında, bu bilgi onun yıldızları yok bilmesini gerektirmez. Evet böyle bir insan güneşi gördüğünde başka gök cisimlerini elbette göremez, onun gördüğü tek şey güneştir. Fakat bu esnada bile o diğer gök cisimlerinin yok olmadığını sadece güneşin parlaklığı karşısında yıldızların mağlup olduğunu ve bu yüzden görünmediğini bilir. Bu makamdaki bir sâlik ‘yıldızlar yoktur’ diyenleri inkar eder. Onların bilgisinin hakikate ters olduğunu bilir.
İmam Rabbanî’ye göre Hakk’tan başkasının varlığını yok sayan vahdet anlayışı hem akla hem de şeriata muhaliftir. Güneşin doğmasıyla yıldızların varlığını inkar etmek ile onların sadece gözlerden kaybolduğunu söylemek arasında büyük fark vardır. Bu durumda yıldızların yok olduğunu söylemek gerçeğe aykırıdır. Ama söz konusu vakitte yıldızları görememekte bir aykırılık yoktur. Zira insan gözü zayıf olduğu için güneş bütün ihtişamıyla parlayınca yıldızları görmeye güç yetiremez. Eğer güneşin ışığı sâlikin gözünü kamaştırmak yerine onu güçlendirseydi, sâlik rahatlıkla yıldızların güneşeten ayrı olarak mevcudiyyetini görebilecektir. İşte kainatı Hak Teâla’dan farklı görmek hakka’l- yakîn mertebesi olup vahdet-i vücûd anlayışından daha üstündür. İmam’a göre zahiren vahdet-i vücûdu gerektiren sufi sözlerinin vahdet-i şühûd anlayışı ile yorumlanması gerekir:
Hüseyin b. Mansur el-Hallac’ın “enel hakk” ve Bayezid-i Bistami’nin “sübhani ma azama şani” (Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim, şanım ne yücedir) gibi şeriatın zahirine zıt düşen ve bazılarınca vahdet-i vücûd inancına indirgenen sözlere gelince en uygun olan bu sözleri vahdet-i şuhûda yormak ve şeriatla bu sözler arasındaki zıtlığı gidermektir. (Bence) onlar halin galebesi ile Hakk’ın dışındakiler gözlerinden gizlenince bu tür sözleri sarf etmişlerdir. Mesela, Hallac kendi nefsini göremeyerek “enel hakk” demiştir. Bunun manası ‘ben yokum, var olan Hak’tır’ demektir. Eğer (Hallac) kendini görerek ‘enel hakk’ deseydi bu mahza küfr olurdu. İnsanın kendi varlığını görememesine ‘işte bu vahdet-i vücûddur’ demek her zaman doğru değildir. (43. Mektup)
Mevlana Hazretleri, bu zor konunun daha kolay anlaşılması için İmam Rabbanî’den çok zaman önce güneş ve mum örneğini kullanımıştır. Ona göre her ne kadar mumun güneş karşısında bir ışığı görülmese de yani sıfat itibari ile mum güneşte fani olsa da, bu onun zat itibari ile yok olduğu manasına gelmez.
O (gerçek sufi) güneşe karşı yanmakta olan muma benzer, mumun alevi de var sayılır ama güneşin önünde yok gibidir.
Güneşin karşısında mumun alevi yok gibi görünmekle beraber, vardır. Çünkü ona bir parça pamuk tutacak olursan, alevi pamuğu yakar. (Mesnevi, III,3671–72)
İmam’a göre vahdet-i vücûd anlayışına kail olanların pek çoğu aslında taklit ehli olup bu manevi tecrübeye ulaşmamışlardır:
Zamanımızda sufilerin kılığına girmiş olan pek çok kişi vahdet-i vücûd anlayışını yaymaya çalışmaktalar, hakka’l- yakîn olan şühûdi tevhidi terk ederek ayne’l-yakîn olan tevhid anlayışına kanmaktadırlar. Meşayihin sözlerini kendi hayallerine göre yorumlayıp, onları kendi halleri için önder kabul ediyorlar. Böylece bu tür hayallerle iflas etmiş fikrilerini pazarlamaya çalışıyorlar.
Şunu da belirtmeliyim ki, benim bu anlaşılması zor konulara girmemim sebebi zamane sufilerinin pek çoğunun bu inanca sarılmalarıdır. Bazıları taklitçiliğinden, bazıları sahip oldukları kuru ilimden, bazıları zevk ile karışık bir bilgiden, bazıları da sapıklık ve mülhidliklerinden kendilerini bu anlayışa kaptırmıştır. Saydıklarımızın sonuncusu olan mülhitler her şeyi hak olarak görmektedirler. Bunlar bu hileleriyle kendilerini İslam’ın dairesinden çıkarmakta ve şeriatın tekliflerini reddetmektedirler…Onların şer’î emirleri yerine getirdiklerine dair itirafta bulunsalar da bunu ancak ikincil bir öneme binaen yapmakta, bunlar asıl amaç olarak şeriatın ötesinde hayaller kurmaktadırlar. Hâşâ ve kella ben bu tür sapık inançlardan Allah’a sığınırım. (43. Mektup)
İmam vahdet-i vücûd anlayışının en büyük temsilcisi sayılan İbn Arabî’den büyük bir hürmetle ‘ârif-i billâh, şeyhimiz hazretleri’ diye bahseder ve onun ömrünün sonuna doğru vahdet-i vücûddan vazgeçtiğini söyler. İbn Arabî’nin yakın talebelerinden Şeyh Miyan Abdülhak’ın rivayetine göre Şeyh-i Ekber, ölümcül hastalığından önceki bir Cuma günü şöyle demiştir:
Bana kesin olarak malum oldu ki, tevhidi vücûdî küçük bir yoldur. En büyük yol ise bunun dışındadır. Bunu daha önce de biliyordum, fakat şimdi bu bilgi yakînen bana hasıl oldu. (43. Mektup)
İmam kendisinin de şeyhinin yanında iken bu tür keşiflere maruz kaldığını ve kendisinin de bir müddet vahdet-i vücûd meşrebinde olduğunu belirtir. Ne var ki Allah’ın inayeti ile daha sonra bu durumu aştığını söyler. Netice olarak İmam vücûdi tevhid inancını teşvik etmemekte, vahdet-i şühûdun bu görüşten daha üstün olduğunu savunmaktadır. Özellikle de vahdet-i vücûd inancını kullanarak İslam şeriatını lüzumsuz gören sahte sufileri hedef almaktadır:
Tarîkat ve şeriat, birbirinden başka, ayrı iki şey değildir. Aralarında kıl ucu kadar fark yokdur. Aralarındaki tek fark; icmal ve tafsil, keşif ve istidlal farkıdır. (43. Mektup) Yani delil ile sabit olan meseleleri sufi mukaşefe yoluyla ve daha detaylı olarak görür. Yoksa onun gördüğü İslam’ın dışında başka bir bilgi veya hayat tarzı değildir.