Vahdet-i vücut risalesi aliyyu'l kaarî

bi husben

Kıdemli Üye
Katılım
7 Mar 2007
Mesajlar
5,664
Tepkime puanı
322
Puanları
83
Vahdet-i Vucud Risalesi
Molla Aliyyul Kaari

EŞYANIN VARLIĞI

Eşyanın iyisini de kötüsünü de, hayrını da şerrini de yaratan Allah’a (c.c.) hamdolsun. O, hak ehli katında eşyanın dışındadır, eşyanın kendisi değildir.

Eşyanın yararların ve hayrını açıklayan Rasulullah’a (s.a.v.), Ehl-i Beytine, ashabına, tabilerine ve Rasulullah’ın (s.a.v.)çizgisinde yürüyenlere salat ve selam olsun.

Bazı cahil tasavvuf erbabı, müride tevhid kelimesini telkin ederken, “Tüm eşya batın (iç yüzleri) bakımından Allah (c.c.) ile birleşiktir; fakat zahir (dış görünümleri) bakımından, O’ndan ayrıdır” görüşüne inanmalarını istiyorlar.

Bu söz, vahdet-i vücud görüşüne varan bir ifadedir. Nitekim ilhad (dinden dönme) ehlinin de görüşü böyledir.

Yüce Allah her şeyden münezzehtir. Zira Allah (c.c.) varken, O’nunla birlikte başka hiç birşey yoktu, sadece O vardı. O’ndan önce de herhangi bir varlık yoktu. Kaldı ki Onun önceliği yoktur. Ehli sünnet alimleri bu konuda icma etmişlerdir.(1) Ancak bazı felsefeciler ile baz hüküm sahipleri bundan farklı görüşler sergilemektedirler. Kimisi alemin ve bazı şeylerin öncesinin olmadığını iddia etmektedir. Oysa bu, batıldır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Allah, her şeyin yaratanıdır.” (Rad: 13/116, Ziimer: 39/62)

Yani şu görülen varlık dünyasında herşeyin yaratanı O’dur. Dolayısıyla (soanradan varolan)bir şeyin öncesi olmayan ve herşeyi yaratan varlıkla bitşik olması imkansızdır. Kaldı ki böyle bir görüş, tevhid inancına aykırıdır. çünkü ikilik vahdete aykırıdır.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“iki ilah edinmeyin.”(Nahl: 16/51)

İki ilah edinmek yasakken nasıl olur da bir çok ilahlardan söz edilebilir?

Sofilerin büyükleri şöyle diyorlar; “salik (mürid) için önemli olan husus; tevhid kelimesini söylediği sırada, La ilahe esnasında Allah’tan (c.c.) başkalarını reddetmeli, yok say-malı; “İllallah” dediği zaman, yalnızca Allah’ı (c.c.) sabit ve baki kabul etmelidir.”

Akaid ilminde kesin olan bir gerçek vardır: Herşeyden yüce ve münezzeh olan Allah (c.c.), sonradan olan varlıklar için bir yer değildir, sonradan olanlar O’na nüfuz edemez. Çünkü sonradan var oluş, kendisine verilen bir vücud’tan ve geçmişte de yokluktan ibaret bir şeydir. Dolayısıyla öncesi olmayan zata bitişik olması, sonradan olana uygun değildir.

Hak ehlinin de belirttikleri gibi eşyanın varlığı sabittir. Eşyanın varlığını kabul etmemekte, aslında onun varlığının gerçekliği yatar; ancak sofistler buna karşı çıkıyorlar. Onlara göre; eşyanın gerçekliği diye birşey yoktur. Bunlar bir takım hayali şeylerdir. Vücudiye mezhebi bağlıları da bunlara katılıyor. Onlar da eşyayı, yaratanın dışında, bunların iç durumlarına bakarak “birtakım itibari fazlalıklardır” görüşünü savunuyorlar. Bu kişiler hem hisse hem duyulara dayalı şeyleri hem de şeriatçe bilinen delilleri reddetmiş olduklarından dolayı İslami çizgiden ayılmışlardır.

Alemin sonradan var olduğuna dair icma bulunmaktadır. Allah’ın (c.c.) sıfatları ne zatın aynısı ve ne de zattan başkasıdır. Bu, ehl-i sünnetin görüşüdür. Mutezile ise, temelden sıfat ve isimleri kabul etmiyor. Gerekçe olarak da, bunların kabulü halinde, kadim (daimi, ezeli) olanların sayılarının çoğalacağını ileri sürüyor. Vahdeti vücut düşüncesi, bazı felsefecilerin ileri sürdüğü, eşya kendi itibariyle ezeli, sıfatları yönünden de sonradan olma görüşüne dayanmaktadır. Bu, aynı zamanda Dehriye mezhebi savunucularının şüphelerine benzer bir teşbihtir.
 

bi husben

Kıdemli Üye
Katılım
7 Mar 2007
Mesajlar
5,664
Tepkime puanı
322
Puanları
83
Tevhid:

Tevhid lugatta; zihinlerde düşünülen herşeyi reddetmek,

demektir.

Tevhid; Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde birleyip, bütün ibadetleri O’na yapmaktır.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “O herşeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin” (En’am: 6/102)

Kul için öncelikli olan şey, tevhid ilmini öğrenmektir. Tevhid ise, iman, tasdik, ikrar ve amelden ibarettir.

Ali’ye (r.a.), “Tevhid nedir?” diye sorulunca, şu cevabı vermiştir:

“Allah, senin hatırına gelebilen. ya da hayalinde yaşattığın veya herhangi bir durumda düşündüğün tüm şeylerin ötesindedir. Çünkü 0, hiçbir hayalin ve düşüncenin içinde olamaz.”

Cüneyd şöyle demiştir: “Tevhid ezeli olanı sonradan olanlardan ayrılmaktır. Çünkü insanın aklına ne gelirse, tümü, sonradan varolandır. Ezeli olanın tekliği sebebiyle, yüce Allah’ın ne zat (öz. kendi) bakımından ne de sıfatları yönünden hiçbir mevcuda benzememesine hüküm vermektir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“O’na benzer hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şura: 42/11)

İşte bunun içindir ki. “Allah bir tektir” sözünün manası: O’nun zatı yönünden kısımlara ayrılmayacağı, O’nun hakkında benzetme yapılamayacağı zatı ve sıfatları yönünden eşi, benzeri ve ortağı olamayacağıdır.

Sofiler derler ki: “Mürid olan kimse, henüz müridlik makamındayken, tevhid kelimesini söylerken içinde öncelikle şunu söylemelidir: “La Mabude illallah” (Allah’tan başka hiçbir mabud yoktur). işte bu, şeriattır. Daha sonraki

merhaleyse “La Mevcude illallah” (Allah’tan başka mevcut yoktur) demeli. Bu ise, tarikattır. Daha ileriki mertebelerde de: “La Meşhude illallah” Görünürde O’ndan başkası yoktur) demeli. Bu da hakikattır. Bu düşünce tevhid akidesine zıt olup şirktir

Yüce Allah’ı tanımak herkes için farzdır. Bu noktada bütün alimler ittifak içindedirler; ancak bunun nasıl olacağı hususunda ihtilafa düşmektedirler.

Tasavvufçulara göre Allah’ı tanımak, riyazete (nefsi kırma) çekilmek, tüm kötü huylan bir kenara atmak ve tüm iyi huylan kendinde toplamakla olur.

Kelamcıların cumhuruna göre, ancak delil elde etme

yoluyla neticeye varmakla olur. Bu deliller de, akli deliller-

le uyuşan Kitap ve Sünnete dayalı olan nakli delillerdir.

Bazı kimselere göre: Asli yaratılışını koruyan ve bu noktada değişikliğe uğramayan akli delil ile mümkündür.

Bir başka gruba göre; AIlah’ı (c.c.) ancak yine Allah (c.c. ile tanımak mu kası la Allah’ı (c.c.) tanımak mümkün olmaz.” İşte bu görüş sofilerin görüşüne çok benzer. Bundan dolayıdır ki, sofiler şöyle derler:

“Hiç kimse yüce Allah’ı gereğince tanıyamaz. Hatta bu kişi gönderilen bir rasul ve Allah’a yakın biri bile olsa. Çünkü bu konuda Allah şöyle buyurmuştur:

“Size ilimden z birşey verilmiştir “(İsra: 17/85)

“Onlar ise bilgice O’nu kavravanıazlar.” (Ta-Ha: 20/1 10)
“Gözler O’nu göremez.”(En’am: 6/103)

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Senin kendi nefsini (zatını) sena ettiğin gibi ben seni gereğince edemem."(2)

“Vahid” ve “Ehad” isimleri yüce Allah’ın en güzel isimlerindendir. Ehad ismi zatında, Vahid ismiyse sıfatlarında kullanılır.

Zühri’ye göre, Allah’tan (c.c.) başka hiçbir şey “Ehadiyet” ismiyle nitelenemez. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“De ki: 0 Allah bir tektir.”(İhlas: 112/1)

Dikkat edilirse burada Rabbimiz özlü bir şekilde, hasr ibaresiyle “0 Allah bir tektir” diyerek konuyu kesin bir şekilde ortaya koymaktadır.. Ehadiyet ismi, Vücudiye mezhebi bağlılarının söyledikleriyle terstir. Çünkü Vücudiye mezhebi meseleyi batıni ve zahiri olarak ele alıp, inanmaktadır. Oysa ki yüce Allah’ı bilenler ikiliği tümüyle reddederler.

Allah’tan (c.c.) başka herşey yok olacaktır Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“O’nun vechinden başka herşey helak olacaktır.” (Kasas: 28/88)

“(Yer) üzerinde bulunan herşey yok olacaktır. Yalnız Rabbinin celal ve ikram sahibi vechi baki kalacaktır.” (Rahman: 55/26-27)

“Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara: 2/115)

Evvel de, .ahirde, zahir de. batın da O’dur. Nitekim bu manada da ayet vardır. Yani evvel olması itibariyle ezeli, ahir olması bakımından ebedidir. Yüce Allah, sıfatlarıyla zahir, zatı (nefti) bakımından batındır.

Lebid b. A’sam şöyle demiştir:

“Dikkat edin, Allah’tan başka herşey batıldır.”3
 

bi husben

Kıdemli Üye
Katılım
7 Mar 2007
Mesajlar
5,664
Tepkime puanı
322
Puanları
83
Allah’ın (c.c.) Mü’minlerle Olan Beraberliği:

Ali (r.a.) şöyle söylemiştir: “0 herşeyle beraberdir, fakat bu, yakınlık manasında bir beraberlik değildir. O, herşeyden başkadır. Ancak, bu herşeyin yok olması manasında değildir” Ali (r.a.) bununla yüce Allah’ın şu ayetlerine işaret etmiş oluyor:

“Nerede olsanız, 0 sizinle beraberdir.” (Hadid: 57/4)

“Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 50/16)

Allah’ın (c.c.) Sıfatları Hakkında:

Cehm b. Safvan ve onun görüşünde olanlar sıfatlan kabul etmiyor, bunu bizzat Tevhid-i zatın içinde görüyorlar. Gerekçe olarak da vaciplerin artmasından kaçındıklarını söylüyorlar. Alimlerin ittifak ettiği gerçek var ki; o da bu görüşle-in bozuk olduğudur. Çünkü tüm sıfatlardan soyutlanmış bir zatı için hariçte bir varlık tasavvur edilemez.

Zihinsel olaya gelince, bu mümkün değildir. Hatta bunun hayal edilmesi bile düşünülemez. Çünkü bu her şeyi atalete götüren bir haldir. Oysa hak olan görüş orta yoldur. Yani muhakkak bir teşbihle mutlak bir tenzih arası tutulan bir orta yol.

Tahavi ‘nin akaid kitabını şerh eden, Hanefi alimlerinden Allame Ali b. Ebu’l İzz diyor ki: “Su ilk bakışta fesadı ortada olan görüş birtakım kimseleri Hulul ve Ittihad görıüşiüne sahip olmaya kadar götürdü. Oysa böyle bir sonuca varmak, inanç noktasında Hıristiyanların küfrünün üzerinde bir küfürdür. Çünkü Hıristiyanlar böyle bir inancı kainata değil de, yalnızca Mesih İsa’ya verdiler. Halbuki Hulul ve İttihadı savunanlar bunu daha da genelleştirerek tüm kainata şamil kıldılar.

Akaidle ilgili kitaplarda, “Allah’ın sıfatları, O’nun zatına hulul eder.” denmediği gibi, “zatı da sıfatlarına hulul eder.” veya “sıfatları O’nunla beraberdir.” veya “sıfatları


O’nun içindedir.” veya “O’na yakın komşudur.’ da denemez.” Çünkü tüm bu sıfatlar, değişen farklı şeylerde kullanılır. Oysa burada herhangi bir farklılık yoktur, aksine burada söylenecek söz şudur: “Allah’ın (c.c.) sıfatları, O’nun zatıyla kaimdir. Sıfatlarıysa zatının kendisi olmadığı gibi, gayrı da değildir.”

Sıfatlarının yüce Allah’ın zatıyla kaim olması meselesi açıktır. Ayrıca izaha gerek yoktur. Ancak “Sıfatları, ne zatının aynı ne de gayrıdır” meselesine gelince: Sıfatları O’nun gayrısı olsaydı. mutlaka, Allah’tan (c.c.) başka olan birşeyin ezele dek O’nunla beraber olması vacip olurdu. Bu ise küfürdür. Aynı zamanda. “Bu onun bir kısmıdır” da denemez. Çünkü bir kısmı olma, sonradan var olma alametlerindendir. Oysa bu sıfatların sonradan olmaları da caiz değildir. Eğer bu sıfatların sonradan olduğuna inanılırsa, bu da yüce Allah’ın sonradan varolmadan önce, bu türden sıfatlara sahip olmadığı, bu türden sıfatlarla nitelenmediği manası çıkar. Eğer yüce Allah bu türden sıfatlarla nitelenmemişse, o zaman da bunların zıtlarıyla nitelenmiştir gibi bir anlam çıkar Yüce Allah bundan da münezzehtir.

Birçok kelamcı ve felsefeci geçinenler: “Biz eşyayı gerçekliğiyle tahkik ederek bilip öğrenmek, duyulara dayalı olarak kabul etmek istiyoruz. Yani eşyayı mahiyetleriyle, nicelik ve nitelikleriyle öğrenmek, idrak edip kavramak istiyoruz.” diyorlar. Fakat şunu unutmamak gerekir; öyle şeyler var ki, bunların mahiyetleri idrak edilemez.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Onlar ise bilgice O’nu kavrayamazlar. (Ne O’nun zatını kavrayabilirler, ne de bildiklerini ihata edebilirler.)” (Ta-Ha: 20/110)

Bunun içindir ki Firavun: “Ey Musa alemlerin Rabbi nedir?” (Şura: 42/23) diye sorunca “(Musa (a.s.): Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbi’dir”(Şura: 42/24) diye cevaplamıştı.

Buradaki hükümlere dikkat edilirse, Firavun Allah’ın (c.c.) zatından sormuştur. Ancak verilen cevap, O zatın sıfatlarıyla ilgilidir.

Bir şeyi bilmekten aciz olduğunu bilmek de bir anlayıştır. Ayrıca: “Bilmiyorum, demek ilmin yarısıdır.” mealindeki söz de bu gerçeği vurguluyor. Diğer taraftan meleklerin “Bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur.” (Bakara: 2/32) ifadeleri de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Diğer taraftan peygamberlerin: “Bizim bilgimiz yok. Gizlileri bilen yalnız sensin sen.” (Maide: 5/109) cevapları da bu gerçeği ortaya koymuş olmaktadır.

Ayrıca bu cahiller eksik akılları, bozuk düşünceleriyle, kendilerince delillerin arasını bulmak istediklerini ileri sürüyorlar. Bu yönteme de akılcılık adını veriyorlar. Oysa işin aslı araştırıldığında, ileri sürdükleri şeylerin salt cehalet olduğu görülür. Evet güya akıllarınca akli delillerle nakli delillerin ortasını, bulmak istiyorlar. Oysa yaptıkları şeyler, şeriatla felsefe arasını (güya tahkik ve tetkik sonucunda), ortak noktada buluşturmak istiyorlar gibidir. Nitekim güya kendisini ibadete adayan birçok bidat erbabının, sofılerden birçok kendini bilmezlerin söyledikleri de budur. Gerekçe olarak diyorlar ki:

"Biz iman ile itikadın arasını bularak, iyilik istiyoruz. Hakikatle şeriatın arasını bulmak istiyoruz."

Bu gerekçeleri öne sürerlerken de esasında kendi batıl görüşlerini, kabul ettirmeye çalışıyorlar. Yani İttihad, Hulul, İlhad, İttisal gibi şeyleri, mutlak vücud gibi davaları araya sokuşturmak istiyorlar ya da “mevcudat, bizzat Hakk’ın kendisidir” türünden bozuk düşünceleri yerleştirmek istiyorlar. Böylece kendilerinin cem makamında oldukları izlenimini uyandıracaklarını düşünüyorlar. Oysa bu adamlar tefrikanın ve zındıklığın ta içinde yer alıyorlar. Adamların bu

türden ifadeleri tıpkı bazı idarecilerin, devlet adamlarının, sultanların, kral ve hükümdarların birtakım İslami hükümlere aykırı davranışları sebebiyle, kendilerini mazur göstermek için ileri sürdükleri şu türden ifadelere benzemektedir:

“Biz iyi siyaset ve idare yoluyla, iyilikler peşindeyiz. Biz böylece güzel siyasette, güzel görülen sanatın arasını bulmak istiyoruz.” Evet bunların ötekilerden farkı olmadığı gibi ötekilerin de bunlardan herhangi bir farkları yoktur.

İşte bütün bu durumlardan dolayı kim dini konularda şeriatın zahirine aykırı bir hüküm vermeye çalışırsa, dinde apaçık ve kesin hükme aykırı bir davranış sergilerse. bunun da adını iyilik arzusu koyarsa, o da helak olacaklardandır.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
VAHDET-İ VÜCUD’DAN KİM BAHSEDEBİLİR? Vahdet-i vücuda gelince; bu mevzuda ancak bilenin konuşması lâzımdır, diğerlerinin değil. Ulemanın arasında şaibeli bir noktada bulunan Aliyyyü'l-Kâri ise, hiç bahsedemez ! Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:“İnsanlardan öyleleri de vardır ki, ne bir bilgiye, ne de bir rehbere ve ne aydınlatıcı bir kitaba istinad etmeksizin Allah hakkında mücadele (münakaşa) eder.” (Lokman: 20)Bir şeyi anlatmak için o işin hakikatını bilip konuşmak şarttır, aksi halde yalandır. Bu şartlar size Âyet-i kerime’lerle bir bir belirtilecek.Allah-u Teâlâ kime o hayatı yaşattı ise, yaşadığı kadarını bilir. Diğerleri ise o hayatı zan ile kaleme alır. Alır da halka “Biliyormuş, yaşıyormuş...” gibi izaha kalkar. Bu ise diri ve ölü misaline benzer. Birisinin ruhu hayatta, nefsini öldürmüş; diğerinin ise nefsi hayatta, ruhu ölmüş. Fakat beşeriyet bunları ayırt edemiyor.Meselâ kamış iki türlüdür: Bir pekmez kamışı vardır, sıktığın zaman pekmez çıkarır. Bir de süpürge kamışı vardır, ne kadar sıksan bir şey çıkmaz, çünkü içi boştur.Ve size şimdi Âyet-i kerime ile temsil getireceğiz.Vaktaki Firavun’un sihirbazları sihirlerini yere attı, Musa Aleyhisselâm da asasını atınca, sihirbazların sihirlerini yutmaya başladı.Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:“Bunun üzerine Musa da asasını attı, onların uydurduklarını yutmaya başlayıverdi.” (Şuarâ: 45)İşte size arzedeceğimiz Âyet-i kerime’ler, bunların sihirli kalemlerini yutmuş olacak.Hazret-i Allah’ın varlığı ile övünürümVarlığımdan utanırım.Hükümsüz ve değersiz mahlukumHüküm ve değer Sahibim’e aittir.Tasavvufsuz Vahdet-i vücud olamaz. İyi bilin ki tasavvufun en son merhalesi, Vahdet-i vücud’un bidayetidir.Şimdi size bunun iç sırrını ve ölçülerini arzedeceğiz. Bu ölçülere dikkat ederseniz, bir çok şeyleri öğrenmiş olursunuz.Vahdet-i vücud’dan konuşabilmek için, arzedeceğimiz Âyet-i kerime’lerin tecelliyâtına bizzat mazhar olmak şarttır.Daha sıfat-ı hayvaniyesinden sıyrılmamış, ahlâk-ı zemimeden kurtulamamış bir kimse Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir? Biraz evvel denilmişti ki “Arzedeceğimiz Âyet-i kerime’ler bunların sihirli kalemlerini yutmuş olacak.”•Ve Âyet-i kerime’lere geçiyoruz:“İçinizde... Görmüyor musunuz? (Zâriyat: 21)Ne oldu şimdi? İçinizi bir yoklayın, kimler var acaba? İşte bu Vahdet-i vücud’çular bunu bilmeyerek bahsediyorlar. Allah-u Teâlâ “İçinizdeyim, görmüyor musunuz?” buyurunca duruyorlar. Demek ki bu Âyet-i kerime bütün bu kalemleri yutmuş oldu.Eğer bir insan görüyorsa “Görüyorum yarabbi!” dediği zaman, bu Âyet-i kerime’nin sırrına mazhar olmuştur, başkalarına şamil değildir. Ancak “Ben ben değilim, bir benliğim var benden içeri” diyenlerin işidir, lâf işi değildir.Yani kendisini ifnâ etmiş, Hakk’ı görüyor, kendisini görmüyor.Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:“Ey akıl ve basiret sahipleri! İbret alın.” buyuruyor. (Haşr: 2)•Bir Âyet-i kerime’sinde de buyurur ki:“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” (Nur: 35)Göklerin ve yerin nur olduğunu görebiliyor musun? Göremiyorsan vahdet-i vücuddan nasıl bahsediyorsun? Hem Vahdet-i vücud’dan bahsediyorsun, hem de kendini görüyorsun, dağı, taşı, denizi görüyorsun, kendi kendini yalancı çıkarmış oluyorsun. Kendi varlığın Hakk’ı görmene, hakikatı bilmene mani oluyor.Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:“Ancak selim akıl sahipleridir ki, iyice düşünürler.” (Rad: 19)Bu Vahdet-i vücud mevzusu her velinin işi dahi değil. Bunlar nadiren gelenlerdir. Zahirî ulemânın hiç işi değil, cühelânın ise asla işi değil. Bu kesin olarak bilinmeli.•Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)Bu yalnız vahdet-i vücudçulara ait değil, şimdi kendimize dönelim. Allah-u Teâlâ “Ben size sizden yakınım.” buyuruyor. Acaba bu yakınlığı biz neden hissedemedik, neden göremedik, neden bilemedik? Karşımızda Âyet-i kerime var.Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:“Resulüm! Kullarım sana beni sorunca haber ver ki, ben onlara yakınım.” (Bakara: 186)Allah-u Teâlâ her şeyden her şeye yakındır, her şeyde O’nu görebiliyor musun? Senden de sana yakın, O’nu içte hissedebiliyor musun? Yoksa perdede mi kaldın? Eğer hissediyorsan kendinin bir maske olduğunu bilmen ve görmen lâzım. Bunu göremiyorsan, bu hale gelmemişsen, sen Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilirsin?Bu hale gelmeyen kimsenin bunlardan bahsetmesi, nefsine zulmetmesi demektir.Cenab-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde buyurur ki: “Onlardan kimi nefsine zulmedendir.” (Fâtır: 32)Hem nasıl bir zulüm biliyor musunuz? Hiç engeli olmayan bir uçurumdur, insanı cehenneme atar. Çünkü Vahdet-i vücud’u hiç bilmiyor, böyle iken kalemine ve diline dolamış.•Allah-u Teâlâ:“Evvel O, âhir O, zâhir O, bâtın O...” (Hadid: 3)Âyet-i kerime’si ile her şeyde zâhir olduğunu sana buyuruyor. Bâtın O, sen hâlâ kendini görüyorsun, ağacı taşı denizi görüyorsun, amma O’nu göremiyorsun!Bu tecelliyâta mazhar olmayan insanlar ancak hakikat ehlinin karşısında cehaletini ortaya koyar.Kendini gören Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye de sahib-i salâhiyet hiç değildir.Hiç olduğunu bilen, zerre hakir olduğunu gören Hakk’ı görür, Vahdet-i vücud’dan ancak o bahseder. Allah-u Teâlâ dilerse esrarını ona açar. Bunlar da dünya yüzünde yok denecek kadar nadirdir. Her velinin işi değildir.Sıddıkiyet makamına çıkardığı kimseyi dilerse; kendisini ifnâ ettirir, kendi varlığını husule getirir. O görür, başka hiç kimse görmez, o da Hazret-i Allah’ın göstermesiyle görür, kendisi göremez.Amma bakıyorsunuz ki, vitrinler Vahdet-i vücud’dan bahseden kitaplarla dolu. Bütün bunlar bilinmeyerek, menfaat için yazılmış veya zanla konuşulmuştur.Bu Âyet-i kerime’lerin bir tanesinin tecelliyâtına dahi mazhar olamamışsa, hep boşuna konuşmuştur. Hakikat ancak Hazret-i Allah’ın bildirmesiyle ve duyurmasıyla mümkün olur.Zira Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Cumâ:4)Bu tecelliyât-ı ilâhî işidir, lâf işi değil.•Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:“Sâdıklarla beraber olunuz.” buyuruyor. (Tevbe: 119)Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır. Bunlar Hazret-i Allah’ın talebesi olduğu için Hazret-i Allah’ı bunlar bilir. Hazret-i Allah onlara ne öğrettiyse ve ne gösterdiyse onu bilir ve görür, o esrarı ancak onlar çözer ve çözdürmeye çalışır. Onlar Hazret-i Allah’a ulaştırır, başkasına şâmil değil.Âyet-i kerime’de:“Allah’tan korkar, takva sahibi olursanız, mualliminiz Allah olur.” buyuruluyor. (Bakara: 282)Bunlar Hazret-i Allah’ın tayin ettiği Mürşid-i kâmil’lerdir. Ezelde nasibdar olanlara nasibini verirler. Nasıl verirler?“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” buyuruyor Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz.O, Allah-u Teâlâ’nın manevî arşı olduğu için, manevî arşa ne tevdi etmişse nasibdar olanlara nasibini verir. Diğerleri ise bu kuvvete haiz değildir.Nasıl ki tasavvufta “Fenâfişşeyh” olmadan “Fenâfirrasul” olmuyorsa, “Fenafirrasul” olmadan “Fenâfillâh” olmuyorsa, “Fenâfillâh” olmadan da “Vahdet-i vücud” a geçilmiyor. Fenafillah’ta hiç olur, hiç olduğunu bilir.Burada insan asliyeti olan âyân-ı sabitesini görür. Bu bir zerredir. Bir atomdur. Bu zerrenin ne hükmü var? Hiç.Var olan da, var eden de Hazret-i Allah’tır. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar. Bu hiçlikten sonra Allah-u Teâlâ dilerse kendi varlığından onu kendi dilediği kadar haberdar eder.Bu da ancak Allah-u Teâlâ’dan başka bir mevcud olmadığını gören ve bilenin işidir.Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?” (Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:)“Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Müslim - Hâkim)“Bu Allah’ın fazl-u ikrâmıdır, kime dilerse ona verir.” (Cuma:4)Buradan da anlaşılıyor ki tasavvufun en son basamağı Vahdet-i vücud’un ilk basamağıdır. İlk merhale bu olduğuna göre daha bir çok tecelliyâtlar ve merhaleler mevcuttur. Bu merhalelerin her birinin Âyet-i kerime’si mevcuttur. Bu Âyet-i kerime’lerle anlaşılır ve bilinir.•“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)Âyet-i kerime’sinin sırrı; onlar Vahdet-i vücud’dan bahsedeceği zaman, açık olarak ifade edeyim, Hazret-i Allah’ı görür. İçte de O’ndan başka bir vücud, bir mevcud olmadığını görür. Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle Vahdet-i vücud’u O’nun dilediği kadar bilir.“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” (Nur: 35)Bunlar kendisine çektiği ve nuruna kavuşturduğu kimselerdir. Bu da ayrı bir tecelliyâttır Vahdet-i vücud’da.•“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)Vahdet-i vücud’dan bahseden insan, Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle bunu kendinde görür ve bilir. Bütün tecelliyâtlara mazhardır.“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)Yani biz her şeyden her şeye yakınız, fakat siz bunu görmüyorsunuz.•Ve size Vahdet-i vücud’un nerede biteceğini ifşâ edeceğim.“O’nun varlığından başka her şey helâk olacaktır.” (Kasas: 88)Size âyân-ı sâbiteden bahsediyoruz. Bu Âyet-i kerime’nin tecelliyâtına geldiği zaman, o âyan-ı sâbite de parçalanır. Atom parçalanır burada. En son merhaleyi size izah ettim. Fakat bundan sonrasını anlatmama imkân yok.•Bu Vahdet-i vücud’cular hangi Âyet-i kerime’nin tecelliyatına mazhar ki Vahdet-i vücud’dan bahsediyorlar!Henüz fazilet kapısından alınmamış, Tasavvuf’un basamağına basmamış bir kimsenin Vahdet-i vücud’dan bahsetmesi büyük bir cehalet ve dalâlettir.Size vasiyetim olsun ki, Vahdet-i vücud’dan mevzubahis etmeyin. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın hususi kullarıdır. Tecelliyât-ı ilâhîye mazhar olanlardır. Bunlar müstesnâdır. İçinizde böyle bir kimse yok ki, bundan bahsetsin. Zan ile kaleme veyahut diline alan, çok iyi bilsin ki, kendisini helâk ettiği gibi etrafını da helâk etmiş olur. Kendisini zehirlediği gibi, okuyan ve dinleyenleri de zehirler.“Bunlar müstesnâdır.” dediğimizin içyüzünü açalım. Allah-u Teâlâ bunları kendisi için yaratmıştır. Yüzü ile yöneldiği işte bunlardır. Hakk’ın tercih ettiği bunlardır, Hakk’ı tercih edenler de bunlardır. Bunlar doğrudan doğruya Hazret-i Allah’ın Resul’ünün vârisidirler.Ve şimdi bir Kudsî Hadis-i şerif’le bu mevzuyu kapatıyoruz:“Muhakkak ki Ebrâr’ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir.”Allah-u Teâlâ onları kendisi için yaratmıştır. Onlar Hazret-i Allah’a Hazret-i Allah ile bakar, Hazret-i Allah’ın nuru ile Hazret-i Allah’ı görür. Çünkü Hazret-i Allah kendi nuru ile onlara gösteriyor. Bunlar gözle, ilimle bilinecek işler değil.Hazret-i Allah’ın veli kulları var, onlar Hazret-i Allah’a âşıktır. Bir de kendisi için yarattığı “Ebrar” kulları var. Hem onlar Hazret-i Allah’a âşıktır, hem de Hazret-i Allah onlara âşıktır. İşte Kudsî Hadis-i şerif. Bunlar müstesnâ kullardır. Allah-u Teâlâ’nın yüzü ile yöneldiği işte bunlardır. Hakk’ın tercih ettiği bunlardır, Hakk’ı tercih eden de bunlardır. Bunlar vâris-i nebidir.İşte bunları da bilmediklerinden inkâra kalktılar. Bunlar Hakkal-yakîn ilim sahipleridir. Bunların muallimi Hazret-i Allah’tır.“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)Bunun içindir ki bu ilmi bilemediler ve inkâra kalktılar. Bunlar sadır ilmi sahipleridir. Başkası bunu görmez ve bilmez.“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse, ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara: 269)Buradan anlaşılıyor ki Hazret-i Allah dilediğine bu lütfu bahşediyor.Bunun içindir ki Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’de şöyle buyurur:“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)Bakınız burada işaret var, onlar doğru yoldadır. Bunlar Hakk’a bağlıdır, halka rağbet etmezler. Bunların her ihtiyacını ve işlerini bizzat Hazret-i Allah görür, kimseye muhtaç değillerdir.Âyet-i kerime’sinde Cenâb-ı Hakk buyurur ki:“Salihlerin işini O görür.” (A’raf: 196)Diğer halk da bu ilimden habersiz olduğu için bu ilmin karşısında donup kalıyor. Fakat biz bu ilimle bölücülerin karşısına çıkmasaydık ne siz anlardınız, ne de onlar anlardı dalâlette olduklarını... Bunun sebebi sırrı budur. Bu ilimler boş yere meydana çıkmadı. Bu zamanda her gün bir bölücü türüyor.Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir marifet bir nur verir.” (Enfal: 29)İşte bu Allah-u Teâlâ’nın bahşettiği marifetullah ilmi olduğu için anlamıyorsunuz. Burada görüyorsunuz ki, Âyet-i kerime’den de anlaşılacağı üzere bunların muallimi bizzat Hazret-i Allah’tır.“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)•Mevzuyu daha iyi dimağınıza yerleştirmek için Âyet-i kerime’ler ve Hadis-i şerif’ler tekrar tekrar arzediliyor. Şaşırmayasınız diye.• “Hakikat ehli”nin ve “Hareket ehli”nin mihengi:Hakikat ehli Liveçhillâh’tır, her işi yalnız ve yalnız Allah içindir. Yalnız ve yalnız Allah için çalışır. Kimseden bir şey beklemez, talep etmez. Dünya menfaatı için çalışmaz. Onlar derler ki “Bizim ücretimiz Rabbül-âlemin’e aittir.” İbadet ve taata devam ederler ve bu suretle Hazret-i Allah’a yakın olmaya çalışırlar. Hazret-i Allah’ın rızasını kazanmak için gayret ederler.Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî’de bunların vasıflarını beyan ediyor ve inananlara duyuruyor:“Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim. Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 2042)Hareket ehli ise halka yakın olmaya çalışır, onların Hazret-i Allah ile hiç bir ilgileri olmaz.Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki: “İnsanların bir takımları vardır ki inanmadıkları halde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler.” (Bakara: 8)“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar, oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.” (Bakara: 9)Allah-u Teâlâ onların iddiâlarını reddetmektedir. Her ne kadar müminleri aldatmaya çalışıyorlarsa da, aslında aldanan bizzat kendileridir, en büyük zararı yine kendileri görürler.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Yukarıdaki açıklamalardan sonra bilesiniz ki, bie müslümanın iki ilâh edinmemesi ve şirkten tamamen beri olabilmesi için bu dünyada Allah'tan başka hiçbir şeyi bilmemesi veya görmemesi gerekir. Bunun başka türlü bir yolu yoktur. Rabbimiz ayet-i celileisnde ---O Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir. (Hadid, 3) ...---buyuruyor. İçimizde kaç kişi bu ayet-in gereğini yerine getirebiliyor ? Allahımız --Ben zahirim---diyor. Peki biz o'nu görebiliyor muyuz ? Göremediğin bu konuda görenleri eleştirmek hakkını sana kim veriyor ? Vahdet-i Vücûd nazariyesi dinin tabir-i caizse yüksek lisans, doktora veya master seviyesindeki bir öğretidir. Buna, akılları gözlerinde olanların, oryantalistlerin, modernistlerin, reformistlerin bu dini sadece müşriklere küfretmek zannedenlerin, dinin zahirinde kalanların , dahah doğru dürüst namzda huşuyu ve huzuru bulamayanalrın akıllarının ermesi asla mümkün değildir. Dikkat ediniz, bu saydığım akılları ermeyenelrin içinde muhakkak sizin de bir yeriniz vardır. Artık, çeneni kapa ve otur aşağıya ! Aksi takdirde sen bir MÜRAİ veya BAĞİ olduğunu bilmelisin.
 

bi husben

Kıdemli Üye
Katılım
7 Mar 2007
Mesajlar
5,664
Tepkime puanı
322
Puanları
83
zaten bu tür şirk düşüncesini rededen alim hemen şaibeli oluyor devam edin bakalım Allahla eşyayı bir görün .asıl Allahla eşyayı bir gören zihniyet çenesini kapatıp sonsuza kadar sussun susmasada hutamenin dibinde susturulacaktır bu böyle biline
 

Son.Fedai

Kıdemli Üye
Katılım
12 Şub 2007
Mesajlar
6,367
Tepkime puanı
136
Puanları
63
Yaş
54
Konum
Gaziantep
Web sitesi
www.elibolyazilim.com
Allahla eşyayı bir görün

Vahdet-i Vücud HAŞA Allah CC ile eşyayı bir görmek değildir. O Panteizm dir.

İslama göre (ki en başta tasavvufçulara göre) Allah CC hiç birşeye HULUL etmez.

Yani eşya ile Allah CC ın birleşmesi mümkün değildir.

Bu şekilde düşünüp, söyleyen Zındıktır.

Kişi bilmediğine düşmandır düsturunca, bilmediğiniz Vahdet-i Vücud a düşman olmuşsunuz.
 

bi husben

Kıdemli Üye
Katılım
7 Mar 2007
Mesajlar
5,664
Tepkime puanı
322
Puanları
83
Vahdet-i Vücud HAŞA Allah CC ile eşyayı bir görmek değildir. O Panteizm dir.

İslama göre (ki en başta tasavvufçulara göre) Allah CC hiç birşeye HULUL etmez.

Yani eşya ile Allah CC ın birleşmesi mümkün değildir.

Bu şekilde düşünüp, söyleyen Zındıktır.

Kişi bilmediğine düşmandır düsturunca, bilmediğiniz Vahdet-i Vücud a düşman olmuşsunuz.


VAHDET-İ VÜCUD NEDİR ?
Vahdeti vücud bir tasavvuf terimidir ve onun felsefesi Allah'tan başka varlık olmadığına, mevcud olan tek varlığın Allah olduğuna, var gibi gözüken ne varsa Allah'ın parçaları olduğuna inanmaktır. Bu inanış tasavvufun amentüsünün ilk şartıdır. Bu felsefenin künhüne vakıf olan mutasavvıflar Lâ ilâhe illallah demeyi terk edip la mevcude illallah diyerek bu amentüyü ikrar ederler.
Allah'tan başka mevcud, varlık olmadığına i-nanmayı gerektirecek ne bir ayet, ne bir hadis vardır. Allah'ın isimlerinden bahsettiği, bütün varlıkları yok saymak, her nasılsa -inançlarına göre- varlık ol-mayan şeylerin yaşadığını ve öldüğünü söylemek, me-leklere iman ettim demek fakat onlar varlık değildir, Allah'ın parçalarıdır diyerek her parçayı ilah saymak, cennete ve cehenneme iman ettim demek, sonra onların varlık olmadığını, Allah'ın parçaları olduğunu söylemek, önünde secde edilen putun bile Allah'ın bir parçası olduğu bu sebeple zahirde tapılan put olsa da aslında o secdenin Allah'a yapıldığı gibi saçma ve delilsiz zırvaları uyduranların asıl gayesi İslam dinini tahrif etmek ve müntesiplerini yoldan çıkarmaktır. İşte bu inanışa göre bir tasavvuf şeyhi Allah'ın bir parçası olduğu gibi yolda duran taş, ağaçtaki kuş, kovalanan kedi ve kovalayan köpek ve o köpeği vuran bir zabıta eri dahi (haşa) onlara göre Allah'ın parça-sıdır ve dolayısıyla onlara Allah demek doğru bir sözdür. İsmi tasavvufçular tarafından veliler listesi-ne alınan müşriklerin "Ben Allah'ım" demeleri ve benzeri sözleri sarfetmeleri bu sapık inanışlarından kaynaklanmaktadır. Bu sapkın söylem ve inanışlar üzerinde tevhid ehli olanlar için te'vil edecek yol aramaya ve hatta düşünmeye bile gerek yoktur. Çün-kü bir Müslüman kabul veya red etmek için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in böyle bir şeyi öğretip öğretmediğine bakması yeterlidir. Hiç akletmezler ki durum onların dediği gibi olsa, inanan kimdir, inanılan kim ? Yaratan kimdir, yaratılan kim ? Hüküm koyan kimdir, mükellef kim, mükafat ve ceza veren kimdir, ödüllendirilen veya cezalandırılan kim ? Ateşe koyan kimdir, ateşte yanan kim ?
İşte vahdeti vücut gibi bir zırvayı ortaya atan kafirler İslam ümmetini yüzyıllarca oyalayacak bir işi başarmışlar ve maalesef gözlerinden yaş gelesiye, karınları ağrıyasıya halimize gülmekteler.
Birilerinin aslında küfür olduğunu bildikleri, fa-kat o bunu söylemişse bir hikmeti vardır kabilinden te'vil etmeye çalıştığı, bu cümleler nasıl söylenmişse kastedilen mana odur, çünkü inanç öyledir. Sizin tap-tığınız benim ayağımın altında diyen adam toprağı kastetmiştir, çünkü ona göre çiğnenen, işenen, o top-rak Allah'tır (haşa) . Böyle olunca birinin çıkıp ben Allah'ım demesi onlara göre gayet tabi bir durumdur, sırf o değil onlara göre kafir biri dahi bu sözü söylese doğru söylemiş olur çünkü o da Allah'tan bir parçadır!
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
Evet, bu zamanda Muhyiddin'in kitapları, hususen vahdetül vücuda dair meseleleri okumak zararlıdır. Üstadımız, Muhyiddin Arabi'nin kitaplarını, özellikle Vahdeti Vücuda dair meselelerini neden okumayın demiş?

Yazar: Sorularla Risale, 08-8-2009

Zararlı olan kitaplar değil, maddeci felsefesinin terbiyesi ile yetişmiş zamane insanların zihni algılamalarıdır. Yani bu zaman insanları, İbn-i Arabinin o ince ve yüksek mesleğini anlamaktan çok uzaktırlar. Bu sebeple o kitaplar bu zaman insanına faydadan çok zarar verecekleri için, bu asrın hekimi olan Üstad, bu kitapları menediyor.

Vahdet-i vücut; varlığı birlemek ve tek varlık anlayışıdır. Yani; Allah’ın ezeli varlığından başka varlıklara varlık nazarı ile bakmıyor, ta ki Allah üstündeki huzuru bozulmasın. Bir çeşit, Allah için kainatı inkar edip huzur kazanıyor. Ama günümüz insanları maddeye ve maddeciliğe öyle bir derinlik ile bağlandılar ki, Allah için maddeyi inkar edip yok saymaları mümkün görünmüyor. O zaman bu meslekten dem vurduğu zaman, yani varlığı birlemeye kalkıştığı zaman, tersi ve aksi bir durum olabilir. Yani Allah için kainatı değil, kainat için Allah’ı inkara düşebilir. Nitekim panteizm ve monizm felsefeleri bu mantıkla oluşmuşlardır. Yani kalbinde madde sevgisi kronik hale gelmiş zamane insanlarının, İbn-i Arabi’nin mesleğini anlamaktan ve tatbik etmekten çok uzak olduklarını vurguluyor Üstad.

bana derin mevzumuş gibi geldi
sadece eklemek istedim
yazıları da okumadım
esen kalın.
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
"Bazen kelam küfür görünür; fakat sahibi kafir olmaz." ne demektir?

Yazar: Sorularla Risale, 28-10-2006

Nahl suresi 106. ayette “Kalbinde iman olan bir kimsenin hayati bir tehlike olduğunda küfür kelimesini söyleyebileceği” anlatılır. Bu şahsın ağzından çıkan kelime küfür olmakla beraber sahibi kafir değildir.

Ayetin iniş sebebinde, Ammar bin Yasir’in müşriklerin işkencesi karşısında dayanamayıp küfür kelimesini söylemesi anlatılır. Ammar bin Yasir’e Peygamber Efendimiz; “benzeri bir durum olursa yine aynı şeyleri söyleyebilirsin” demiştir.

Bazı sözler küfür görünür. Ancak sahibinin o sözü küfründen dolayı mı yoksa başka bir sebeple mi söylediğini kesin olarak bilmediğimiz taktirde ihtiyata uygun olanı onu hemen tekfir etmemek, yani küfrüne hükmetmemektir.
bu da diğeri
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Bu sadece gözleri değil akılları dahi şaşı olmuş Vahdet-i Vücud nazariyesini reddeden badbahtlar varya bu bedbahtlar; başta Şeyhu'l-Ekber Muhiddin-i Arabî olmak üzere, Mevlâna Celâleddin-i Rumî, Yunus Emre ve Hallac-ı Mansur gibi abide şahsiyetleri dahi küfürle itham ettikelri gibi, belli -başlı bütün mutasavvıfları dahi aynı ithamla tekfir etmektedirler. Bunların hem akılları birşeye ermez, hem de kel fodullar gibi, yalnız kendi akıllarını beğenirler ! Şeytan bile bunların şerrinden Allah'a sığınır.Çünkü, o bir kez Rabbimizin emrine muhlefet etti, ebedi olarak tard edildi...Bunlar ise, gün geçmiyor ki, her an ve saat isyan ve büyük şahsiyetlere hücum ve tekfir ile meşguldürler. Rabbimiz saptırmasın Çünkü, Her kimi Allah şaşırtırsa, artık ona hidayet edecek yoktur. (Zümer Sûresi :36)
 

cemaliii

Kıdemli Üye
Katılım
24 Ağu 2009
Mesajlar
4,763
Tepkime puanı
982
Puanları
113
VAHDET-İ VÜCUD NEDİR ?
Vahdeti vücud bir tasavvuf terimidir ve onun felsefesi Allah'tan başka varlık olmadığına, mevcud olan tek varlığın Allah olduğuna, var gibi gözüken ne varsa Allah'ın parçaları olduğuna inanmaktır.

hem mevcut tek varlıktan bahsediyorsun,hemde tek varlık olan allahın parçalarından bahsediyorsun:) madem tek varlıktır nasıl parçalanabilir,nasıl parçası olsun.
bu nasıl tarif sen ne dediğini biliyormusun?
kendinle çelişiyorsun.

sen vahdeti vücudu değil,panteizmi bile tarif edemiyorsun.
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Vahdet-i Vücud âli bir makam sayılmadığından, bazı bu yolun büyükleri(İmamı Rabbani gibi) tenkid etmişleridir.Bu konuda meseleyi güzel izah etmiş olan üstad Bediüzzmanın Mektubatının Telvihatı Tis'asını tavsiye ederim..İmamı Rabbani küddise sirruh bu makamı tenkid etmesi, onu yok saymasından değil, daha üstün makamatı(Vahdet-i Şuhud) idrak etmek içindir...Bazı arkadaşların felsefecilerden aldıkları cümlelerle Vahdeti Vücudu,''kainatı Alllahın bir parçası'' diye tarif etmeleri son derece yanlıştır...
 

yusufsaid

Profesör
Katılım
17 Şub 2011
Mesajlar
873
Tepkime puanı
407
Puanları
0
Konum
Ankara
İmam Rabbani KS nerede tenkid etmş Vahdeti Vücudu?

ben de merak ettim..ali bir makam saymayan kim? daha üstün makamat? ayrıca

''Vahdet-i-Vücud müşahidleri''(=vahdet-ulvücudu müşahede eden) muhakkiklar arsında ihtilaf yoktur.

ve

İmamı Rabbani küddise sirruh bu makamı tenkid etmesi..

diyorsunuz..tam olarak ne dediğinizi anlamadım, açar mısınız?
 

Son.Fedai

Kıdemli Üye
Katılım
12 Şub 2007
Mesajlar
6,367
Tepkime puanı
136
Puanları
63
Yaş
54
Konum
Gaziantep
Web sitesi
www.elibolyazilim.com

ben de merak ettim..ali bir makam saymayan kim? daha üstün makamat?

Hiç bir yerde tenkid etmemiş....

Yok öyle şey

Bazı mektuplarda Şeyhül Ekber Muhyiddin Arabi KS yı eleşirmiş gib gözükse de aslında şeyhi anlamayan, anlayamayacak olanların şeyhin sözlerini eleştirmelerini eleştiriyor.

Fakat biz işimize geldiği için, yada üstadlarımız neredeyse "Muhyiddinin ağzının ölçüsü yoktu" manasına gelen sözler söyledikleri için "şeyhi eleştirdi" ya da "vahdeti vücudu eleştirdi" gibi sözler söylüyoruz.

Aslında bir mektubunda kendisi de bir zamanlar sıkı bir vahdetçi olduğunu ve üstadının da bu yolda olduğunu bildiriyor.

Lakin Allah CC ın kudret ve yardımıyla, dilemesiyle vahdet-i vücudun bir üst makamı olan vahdeti şuhud mertebesine geldiğinde vahdeti vücudu anlatmada bazı eksiklikler olduğunu görüp vahdet-i şuhudu anlatıyor.

Vahdeti vücud la vahdet-i şuhud arasında öyle pek bir fark yok.

Biri Var olan (esma) tek derken diğer tek olan çok diyor.

Ha bakkal ahmet ha ahmet bakkal hesabı yani...
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Daha önce İbnu Ârabi ile ilgili olarak Vahdet-i-Vücud ve Vahdet-i-Şuhud arasındaki farka dair bir kısa iktibas yapmıştık..İmamı Rabbani Hazretleri Mektubatında bu konuları yazmıştır..Daha detaylı bilgi isteyenler ilmi bir makale olarak şu cümleye netten bir aratsınlarbaksınlar


İMÂM-I RABBÂNÎ’YE GÖRE VAHDET-İ VÜCÛD VE VAHDET-İ ŞUHÛD

[FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]Necdet TOSUN [/FONT][/FONT]





[FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]** [/FONT][/FONT]
Biz aradaki farkları özetleyelim:
Vahdet-i vücûd ile vahdet-i
şuhûd arasındaki temel farklar şunlardır:

1. Vahdet-i vücûd, Allah ile âlemin, asıl ile gölgenin birliği ve ayniyyeti esâsına dayanır. Vahdet-i şuhûd ise gölgeyi asıldan, âlemi Allah’tan farklı kabul ettiği için gayrılık esâsına dayanır.36

2. Vahdet-i vücûda göre, eşyânın hakîkatleri a‘yân-ı sâbitedir (ilâhî isim ve sıfatlardır). Vahdet-i şuhûda göre, eşyânın hakîkatleri isim








ve sıfatların zıdları olan ademlerdir (yokluklardır). İsim ve sıfatların gölgeleri adem aynalarında yansır ve âlem oluşur. Meselâ ‚Kud-ret‛in gölgesi , zıddı olan ‚acz‛ aynasında yansır ve âleme âit (mümkin) kudret oluşur.37





3. Vahdet-i vücûda göre, doğru olan varlık telakkîsi varlığı bir olarak algılamaktır. Vahdet-i şuhûda göre ise, vahdet-i şuhûd, vahdet-i vücûddan daha üstündür. Ancak o da son nokta değildir. Yaratıcı ve yaratılmışı ayrı ayrı görmek olan abdiyyet makâmı ulaşılacak en üstün mertebedir
31 Sirhindî, age, c. II, s. 122 (m.no: 44). 32 Sirhindî, Mektûbât, c. II, s. 119 (m.no: 44), c. III, s. 422 (m.no: 68). 33 Sirhindî, age, c. II, s. 121 (m.no: 44), s. 254 (m.no: 98), c. III, s. 402 (m.no: 58). 34 Sirhindî, gae, c. I, s. 88 (m.no: 31). 35 Sirhindî, age, c. I, s. 111 (m.no: 43), c. II, s. 216 (m.no: 77); a.mlf, Mükâşefât-ı Ayniyye, s. 43. 36 Gulâm Yahyâ Bihârî, Kelimâtü’l-hak, Demgu’l-bâtıl’ın içinde, Gujranwala 1995, ss. 86-87, 89,



İmamı Rabbani hazretlri Vahdet-i-Vücuttan bahsederken ona: ''Tevhidi Vucudi'' demektedir.
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’nin varlık konusunda ortaya koyduğu fikirler ile ne demek istediği esâsen gâyet açıktır. O, âlemin hayâl ürünü olduğu ve gerçek bir varlığının bulunmadığı düşüncesine katılmadığı gibi, âleme aslî varlık nisbet edilmesine de karşıdır. Sirhindî, varlığı bir kabul eden vahdet-i vücûd düşüncesini akla ve şerîata aykırı görmektedir.
39 Zîrâ varlık bir olunca mükellefin kim olacağı (âhirette mükâfat ve cezâya kimin muhâtap olacağı) sorusu ortaya çıkar. Sirhindî vahdet-i vücûd düşüncesine katılmadığını ‚Bizim işimiz nass iledir (Kur’ân ve hadîsledir), Fass ile değil‛ cümlesiyle açıkça ifâde etmiştir.40 Fass kelimesiyle kasdettiği, İbnü’l-Arabî’nin [FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]Fusûsu’l[/FONT][FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]-hikem [/FONT][/FONT]kitabıdır [/FONT]

38 Bihârî,
[FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]age
[/FONT], s. 88. Vahdet-i vücûd ile vahdet-i şuhûd arasındaki farklar için ayrıca bk. Bur-han Ahmad Faruqi, [FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]The Mujaddid’s Conception of Tawhid[/FONT][/FONT], Delhi 1977, ss. 159-161; Cavit Su-nar, [FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]İmam Rabbanî[/FONT][/FONT][FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]-[/FONT][/FONT][FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]İbn Arabî: Vahdet’i Şuhûd[/FONT][/FONT][FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]- [/FONT][/FONT][FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]Vahdet’i Vücûd Meselesi[/FONT][/FONT], Ankara 1960, ss. 92-95; Abdul Haq Ansari, [FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]Sufism and Sharî‘ah: A Study of Shaykh Ahmad Sirhindî’s Effort to Reform [/FONT][/FONT][FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]Sufism[/FONT][/FONT], Leicester 1986, ss. 114-116; a. mlf., ‚Shaykh Ahmad Sirhindî’s Doctrine of Wahdat al-Shuhûd‛, [FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]Islamic Studies[/FONT][/FONT], c. 37/3 (Autumn 1998), ss. 290-310; Ethem Cebecioğlu, [FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]İmâm[/FONT][/FONT][FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]-[/FONT][/FONT][FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]ı Rabbânî: Hareketi ve Tesirleri[/FONT][/FONT], İstanbul 1999, ss. 100-103. 39 Sirhindî, [FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]Mektûbât[/FONT][/FONT], c. I, s. 112 (m.no: 43). 40 Sirhindî, [FONT=Palatino Linotype,Palatino][FONT=Palatino Linotype,Palatino]Mektûbât[/FONT][/FONT], c. I, s. 205 (m.no: 100).



[/FONT]
İmamı Rabbaninin Mektubatının özellikle 1. cilt 43. mektubuna bakılması , yukarıdaki ifadelerin teyidi için gereklidir..




 





 
 
Üst