Vahdet-İ VÜcud Nedİr?

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bazı yerlerde yazılar gördüm ama kimizi hemen şirk yazmış kimisi kurandan ayetlerle cevap vermiş tam anlayamıyorum nedir bu kelimenin anlamı doğrusu merak etmiyorumda değil.
 

zeygue

Aktifleşmemiş
Katılım
17 Kas 2006
Mesajlar
1,262
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ankara
Bazı yerlerde yazılar gördüm ama kimizi hemen şirk yazmış kimisi kurandan ayetlerle cevap vermiş tam anlayamıyorum nedir bu kelimenin anlamı doğrusu merak etmiyorumda değil.

Evrendeki herşeyi tanrı olarak gören görüş yani tanrı doğayla özdeştir düşüncesi.
Mutasavvıfların Şeyhül Ekber olarak tanıdığı İbni Arabi'den :
"Gören de O'dur, görülen de. Alem O'nun suretidir... Allah onların kendisidir."
"Allah'ın rablık, ilahlık, yaratma, rızık verme ve diğer bütün sıfatları yaratıklar için de haktır."
"O bana hamd eder, ben O'na hamd ederim. O bana ibadet eder, ben O'na ibadet ederim."
"O bütün kâinattır. O, vücudum, vücudu ile kaim olan tektir."

'Enel Hakk' (Ben Allah'ım),
'Mâfi'l cübbeti illaallah' (Cübbemin içinde Allah'tan başka bir şey yoktur) diyen, Hallac-ı Mansur.
'Subhani mâ'azama şâ'ni' (kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim. Benim şanım ne yücedir) diyen, Beyazid-i Bistami...
(Benim şu iğreti kalıbımın içinde Allah'tan başka kimse yoktur) diyen Cüneyd-i Bağdadî hep İbni Arabi gibi, vahdet-i vücud denen küfrü teyid etmişlerdir.

Mekkeli müşrikler Allaha inanıyorlardı.Hiç biri bunlar gibi haşa Allahlık iddiasında değillerdi.Onlar Allaha yakın olduklarına inandıkları bir takım putlara Allaha yaklaştıracakları inancıyla dua edip yalvarıyorlardı.Yoksa yeri göğü ve arasındakileri kim yarattı diye sorsan elbette Allah derlerdi.
İslamdaki Allah inancına göre Allah yarattıklarının hiç birine benzemez.Yaratanla yaratılan arasında sonsuz boyut farkı vardır,Allah sonsuz üstündür.Tasavvufa göre ise Yaratanla yaratılmış aynıdır,özdeştir.Daha doğrusu ateizmin dolambaçlı yoludur.

 

müttaki

Profesör
Katılım
20 Kas 2006
Mesajlar
2,775
Tepkime puanı
75
Puanları
48
Konum
istanbul
sayın zeygue

vahdet birliktir... vahdet-i vücudda vücudun birliği

ayette diyor ya... çokluk sizi aldattı.. bakmayın çok olduğuna birden başka birşey yok bu alemde yani 1 ve 0 var....

yok olan kulundan tecelli eden Allah var...

Peygamber efendimize sormuşlar ya ResülAllah biz senin her söylediğini yazıyoruz bize kızıyorlar.. Oda İnsandır kızgınlık zamanı olur her söylediğini yazma diyorlar... ne yapalım... peygamber efendimizde der ki:

Muhammedin nefsi kudret elinde olan Allaha ant olsun ki bu ağızdan Allah kelamından başka kelam çıkmaz...

herşeyi teslim edebilmek... Benim dediğimiz Ben varım dediğimiz herşeyi Var olana teslim edip yokluğunu Fark edebilmektir vahdet-i vücud..
 

Bedrin_Aslanı

Profesör
Katılım
20 Haz 2006
Mesajlar
1,792
Tepkime puanı
3
Puanları
0
İmam-ı RAbbani Hz leri Vahveti vucut hakkında;
Herşey O'dur değil. Herşey O'ndandır demişti. Mektubatta sanırım. Bi bakayım tam net hatırlamıyorum.
Selametle...
 
M

Murat Sâki

Guest
İmam-ı RAbbani Hz leri Vahveti vucut hakkında;
Herşey O'dur değil. Herşey O'ndandır demişti. Mektubatta sanırım. Bi bakayım tam net hatırlamıyorum.
Selametle...

Bu konuda alimlerin görüşleri çelişiyor. Mektubat-i Rabbani'de bu konu hakkında güzel bilgiler var. Ama bence en güzel şekilde ifade eden imam teftazani'dir. Hem felsefi hemde tasavvufi olarak konuyu son derece güzel ele almıştır. İnşaÂllah yarın konu hakkında bir yazı yazarım.
 

islamveinsan

Doçent
Katılım
28 Eyl 2006
Mesajlar
1,360
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Suvas

S.a

İbni arabi imanını kaybetmemiş ama arkasından gidenler genelde kaybetmişler..
En azindan ben öyle biliyorum...

Selametle...
 

kemalali

Profesör
Katılım
18 Ağu 2006
Mesajlar
1,560
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Bu iş onunla ikimiz arasındadır
Hallacı Mansur Kuddise Sırruhu Hazretleri zindandadır. Son
günlerini zindanın siyah taşları üstünde geçirmektedir. Bu hâl sürüp giderken bir gün zindanda bulunan arkadaşlarına seslenir:
-Ey zindan arkadaşlarım! Sizleri bu zindandan kurtarayım mı? Bu sözü duyanlar şaşırırlar:
-Nasıl olur?

Hallacı Mansur arkadaşlarına daha bir şey söylemeden, elini kaldırır, bir işareti ile zindanın duvarları arasında yollar meydana gelir. Mahkûm arkadaşlarına döner, onların da bir el işareti ile ellerindeki ve ayaklarındaki zincirler tel tel dökülür. Mahkûmlar bu hâl karşısında öyle şaşkınlığa düşerler ki, serbest olmalarına rağmen zindandan çıkıp gitmeyi
düşünemezler. İçlerinden biri sorar:

-Duvarlarda yollar açtın, zincirlerimizi kırdın. Peki, kendini niçin kurtarmıyorsun?
-Biz Allah mahpusuyuz, kurtulmak bizim neyimize. Hak Teâlâ Hazretlerinin bize itabı vardır, bizi suçlandıran Hak'tır. O yüzden cezamızı bekliyoruz. Mahkûmlardan biri sorar:
-Sen başının kesilmesini mi bekliyorsun?
-Evet, bu iş onunla ikimiz arasındadır.

http://www.beyan.com.tr/arsiv/subat2005/allahdostlari.htm
 

johncoffey07

Asistan
Katılım
26 Eki 2006
Mesajlar
898
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
39
Konum
THE EARTH
(Benim şu iğreti kalıbımın içinde Allah'tan başka kimse yoktur) diyen Cüneyd-i Bağdadî hep İbni Arabi gibi, vahdet-i vücud denen küfrü teyid etmişlerdir.



yA BEN TAM OLARAK ANLAYAMADIM BU CÜMLEYİ BİRAZ DAHA AÇABİLİR MİSİNİZ??
 

kemalali

Profesör
Katılım
18 Ağu 2006
Mesajlar
1,560
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Ben bu gibi konuların açılmasına karşıyım. Herşeyi bilmek zorunda degiliz. Fazla merak iyi degildir. Bizim gibi insanların anlayabilecegi bir konu degil. Vahdeti Şuhud diyelim.
 

müttaki

Profesör
Katılım
20 Kas 2006
Mesajlar
2,775
Tepkime puanı
75
Puanları
48
Konum
istanbul
herşeyi bilmek Allaha mahsustur... Biz kendimizi bilmekle mükellefiz.. zaten kendini bilen vahdet olan vücudu da bilir... şahit olanın kim olduğunu da bilir.. şahitlik neye yapılacak Vahdet olan vücuda.. ister vahdet-i vücud diyin isterseniz vahdet-i şühud diyin... yeter ki kendinizi bilin

artık biliyoruz ki kendini bilmeyen insan ne yapsa boştur... o halde bizim gibi insanların anlayamayacağı bir konu diyerek kendimizi kandırmayalım... :)
 

ebumusab

Üye
Katılım
9 Eki 2006
Mesajlar
252
Tepkime puanı
90
Puanları
28
sayın zeygue

vahdet birliktir... vahdet-i vücudda vücudun birliği

ayette diyor ya... çokluk sizi aldattı.. bakmayın çok olduğuna birden başka birşey yok bu alemde yani 1 ve 0 var....

yok olan kulundan tecelli eden Allah var...

Peygamber efendimize sormuşlar ya ResülAllah biz senin her söylediğini yazıyoruz bize kızıyorlar.. Oda İnsandır kızgınlık zamanı olur her söylediğini yazma diyorlar... ne yapalım... peygamber efendimizde der ki:

Muhammedin nefsi kudret elinde olan Allaha ant olsun ki bu ağızdan Allah kelamından başka kelam çıkmaz...

herşeyi teslim edebilmek... Benim dediğimiz Ben varım dediğimiz herşeyi Var olana teslim edip yokluğunu Fark edebilmektir vahdet-i vücud..

selamun aleyküm
ALLAH RASULU'NUN sahabesi güzel efendimizin söylediği şeylerde YA RASULULLAH bu söylediğin vahiy midir yoksa senin sözünmüdür diye teyid aramışlar güzel efendimizin hayır benim kendime ait fikirlerim dediğinde kendi fikirlerini beyan etmişlerdir mesela uhud savaşının nerede yapılacağı konusunda istişara etmiş istemediği halde gençlerin isteğini yerine getirmiş uğudda düşmanı karşılamıştır
bedir;savaş esirleri var ne yapılacağı istişare ediliyor kimileri ömer ra ve iki kişi esirlerin kafalarını vuralım derken ALLAH RASULU ve diğerleri fidye alalım düşüncesinde idiler bu halden sonra güzel efendimiz ateş bana ve diğerlerine yaklaştırıldı buyuruyor
ve abese suresinin inmesine sebeb olan ümmü mektum ra olayı
buradan güzel efendimizin alemlere rahmet olarak gönderildiği halde hata yapabileceğini bir insan olduğunu anlıyoruz sizler gibi düşünürsek ALLAH azze ve celle nin hata yaptığı sonucunu çıkarmamız gerekirki bundan ALLAHA CC ya sığınırız
selamun aleyküm
 

qwets

Üye
Katılım
16 Eki 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Vahdet-ül-vücud, “lâ mevcude illâ hu” cümlesinde ifadesini bulan bir tasavvuf meşrebi. Felsefecisinden materyalistine kadar geniş kitlelerin dikkatini çeken ve bunların her birince değişik yönlere çekilen bir garip ekol.

Önce, vahdet ve vücut kelimeleri üzerinde biraz duralım. Vahdet, birlik mânâsına geliyor. Zıddı “kesret”, yâni çokluk. Kesret tevhid edilir ve ortaya vahdet çıkar. Birbirinden ayrı beş harfi tevhid eder, bir araya getirirseniz, bu vahdetten bir kelime çıkar ortaya. Beş on kelime bir araya geldi mi bir cümle olurlar. Cümleler sayfada, sayfalar kitapta vahdete ererler. Kitap ortaya çıktı mı artık on binlerce kelime bir tek isimle anılır.

Kâinat kitabı denilen bu âlemde, bu mânâ daha güzel şekilde kendini gösteriyor. Yüzlerce dal bir ağaç olarak karşımıza çıkarken, milyarlarca hücre bir bedende birleşiyorlar. On iki gezegen “Güneş Sistemi” oluyor. Sayısız denecek kadar yıldız, Samanyolu’nu meydana getiriyor.

Arzı, semâyı, cennet ve cehennemi, melekleri ve ruhaniyatı, arşı ve kürsîyi, kısacası bütün varlık âlemini birlikte düşündüğümüzde bütün bu kesret âleminin aynı İlâhî sıfatlarla yaratıldıklarını müşahede ederiz. Sonsuz eşya yedi sıfatta tevhit eder. Hepsi aynı irade ile, aynı kudret ile vücut bulmuşlardır. Bu yedi sıfat ise aynı zâtın sıfatlarıdırlar. İlim başkasının da irade başkasının olamaz. Bu noktaya geldiğimizde, karşımızda kelime-i tevhidi buluruz: Lâ İlâhe illâllah...

Bu mukaddes kelâm, tevhid-i ulûhiyyeti ifade eder. Bütün varlık âleminin İlâhı, yâni Mabudu, Rabbi, Hâlıkı, Râzıkı, Mâliki birdir. Vücut ve vahdet (varlık ve birlik) O’nun sıfatlarıdır.

O’nun yarattığı bir varlık da vücut sıfatına kavuşmuştur, ama bu varlık onu yaratanın varlığı cinsinden değildir. İşte bu hakikati zihinlerde iyice yerleştirmek içindir ki, Allah’ın mukaddes varlığı için “Vacib-ül-Vücud”, mahlûkatının varlığı için ise “Mümkin-ül-vücud” tabirleri kullanılır.

Vacib; varlığı kendinden olan, bir başkasının var etmesiyle yaratılmaktan münezzeh bulunan, ezelî ve ebedî var olan Allah’ın varlığı.

Mümkin; varlığı, yaratıcısının var etmesiyle tahakkuk eden, o dilediğinde hemen yok olmaya mahkûm, bu cihetle varlığı ile yokluğu yaratıcısının kudretine nisbeten eşit bulunan mahlûkatın varlığı.

İşte vahdet-i vücud meşrebindeki bir velî, Üstadımızın ifadesiyle “Vacib-ül vücudun vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı o Vacib-ül-Vücud’un vücuduna nisbeten zaif bir gölge görür, vücud ismine lâyık olmadığına hükmeder.” Bu sevgili kul, Rabbine yakınlaşmada mesafeler kat ede ede, “istiğrak” dediğimiz mânevî bir sarhoşluk hâline girer, kendinden geçer. Artık kendisinin çok gerilerinde kalmış olan mahlûkatı inkâr edercesine “lâ mevcude illâ hu” yâni “O’ndan başka varlık yoktur” der. Bu sözün cezbe hâlinde, mânevî sarhoşluk hâlinde söylendiği açıktır. Zira, O’ndan başka varlık olmasa, bu sözün de söylenememesi gerekirdi. Ama, bu sözü söyleyen zât o anda bunu da düşünecek halde değildir. Nitekim, o halden çıkıp kendine geldi mi artık böyle söylemez olur.



Bir kitaptaki bütün cümleler ilim ile dokunmuştur. İlimden gelmiştir ve ilmi gösterir. Kâğıtta ilim yoktur, mürekkep zerrelerinde de ilim yoktur. Bunlar ilme âyine olmuşlardır. İlim bunlarda tecelli etmiş, kendini öylece göstermiştir. İlmî bir eseri okuyan insan kendini mânâya kaptırdı mı, artık kelimeleri bir bakıma görmez olur. Onları hatırlamaz, onlarla meşgul olmaz. O herşeyiyle ilme dalmış, onda garkolmuştur. O anda kitabı unuttuğu gibi, onu tutan parmaklarını, ona bakan gözlerini de unutmuştur.

Vahdet-ül Vücut için, Mesnevî-i Nuriyye’de “tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir” buyrulur. Bu meşrebin akıl ile izah edilemeyeceğine dikkat çekilir. Lem’alar’da ise “lâ mevcude illâ hu” denilmesi, güneşin aksini ve timsalini tutan parlak bir âyineye güneş denilmesine benzetilir. Bu harika teşbihi bir derece açmak isteriz.

Bir aynayı güneşe karşı tuttuğunuzda güneş o aynada görünür. Onun nuruyla ayna da aydınlanır. O da ışık saçmaya başlar. Bu ayna şuurlu olsa, güneşin nurunu kalbinde taşır, ona iman eder ve kendisindeki bütün renklerin, ışığın, hararetin hep ondan geldiğini bilir, ona minnettar olur. Bu şuurlu aynanın güneşe doğru yaklaştığını farzedelim. Yaklaştıkça güneşten daha fazla ışık alacak, daha çok parlayacak, diğer yandan, daha fazla ısınacak, yanacaktır. Ayna güneşe yaklaştıkça onda, güneşin görüntüsü dışında kalan saha gittikçe azalır. Ve sonunda aynanın tamamı güneşin nuruyla dolar. Artık onun kalbinde başkasına yer yoktur. Yaklaşma devam ettikçe, ışığın şiddetinden ayna kendini göremez olur. Şiddetli hararet ve nur ile kendinden geçer, istiğrak hâline girer. Artık ne kendisi kalmıştır ortada, ne de ışığı. Her yanı güneşle sarılmış ve o, güneşten başka birşey göremez olmuştur. İşte o ayna bu halde iken, “güneşten başka birşey yoktur” derse, bu onun mânevî sarhoşluğunun ifadesidir. Bu sözü akıl ile tartmak ve ona göre bir hüküm vermek doğru değildir. O bu hâlinde mâzurdur, söylediğinden mes’ul değildir. Zira ortada mes’ul olacak nefis kalmamıştır.

İşte burada keyfiyetini aklın idrak ve lisanın izah edemeyeceği bir yakınlık sahnesiyle karşı karşıyayız. Velînin Rabbine yaklaşması... O’nun cemal tecellileriyle kalbin muhabbete gark olması ve celâl tecellileriyle nefsin, enaniyetin, şahsî varlığın eriyip tükenmesi hâli...

İşte, imanı hakkalyakîne eren bir velîde bu yakınlık gittikçe inkişaf eder. Bazı zâtlarda bu hâlin âni inkişafları olur ve onları mânen sarhoş kılar, istiğrak hâline sokar. Artık o, bu hâlinde kendinde değildir, söyledikleri de kendi iradesiyle değildir.

Rabbine yakınlıkta ileri giden ve O’nun cemal tecellisiyle kendinden geçen, celâl tecellisiyle de varlığı kavrulup âdetâ ortadan kaybolan bir velî, o halden çıktığında yanmanın, sarhoş olmanın yerini uyanıklık hâli alır ve artık o gibi sözleri söylemez olur.

Mektûbat’ta, “kalbî ve hâlî ve zevkî olan bu meşrebi aklî ve kavlî ve ilmî sûretine çevirmemek” gerektiği önemle vurgulanır. Ve Lem’alar’da bu mânâyı teyid için, “bu mesele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek ciddi zarar verir” denilerek çoğu insanımızın maddede boğulduğu, sebeplere gereğinden çok fazla önem verdiği bu gaflet zamanında, bu enaniyet asrında bu meşrebi insanlara telkin etmenin ters sonuçlar vereceğine şöylece dikkat çekilir:

“O meşreb, daire-i esbabdan geçip, terk-i mâsiva sırrıyla, mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşrebdir. Bu meşrebi esbab içinde boğulanların ve dünyaya aşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir sûrette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyyeden uzaklaştırmaktır.”

Hani bazı ilâçlar vardır, üzerine not düşülmüştür; “Çocukların ulaşamayacağı yerlerde muhafaza ediniz” diye... Bu meşreb de bana öyle gibi geldi. Kullanmanın şartı, “ehass-ı havas” olmak. Yâni hasların hası olmak. Velâyetin en ileri derecelerinde bulunmak. Onlara da her zaman tavsiye edilmiyor. İstiğrak-ı mutlak hâlinde geçerli. Yâni tevhid denizinde tam gark olup, o deryada boğulup, Allah’dan gayrı ne varsa hepsinden alâkayı kestikleri zaman “lâ mevcude illâ hu” diyebiliyorlar. Denizden çıkınca, akılları o mânevî sarhoşluktan kurtulunca onlar için de bu sözü söylemek doğru olmuyor, zaten söylemiyorlar da.

Bir diğer reçete de o mümtaz zevatı pervasızca tenkide cür’et edenlere haddini bildiriyor: “Ehass-ı havasın mazhar olduğu salih bir meşreb” ifadesiyle...

...

Yine Nurlarda, “hakiki hakaik-i eşya esma-i İlâhiyyedir” buyrulur. Elimize bir meyveyi, meselâ bir elmayı alıp düşünelim. Onda Müzeyyin ismi, yâni bezetici, güzelleştirici ismi tecelli etmiş de öylece güzel olmuş. Musavvir isminin tecellisiyle de sûrete, şekle kavuşmuş. Mülevvin ismiyle renklendirilmiş. Rezzak ismiyle insanlara fayda verecek özelliklerle donatılmış. Bu isimler onda tecelli etmeseydi, şekilsiz, renksiz, çirkin ve faydasız bir mahlûk olurdu. Zaten Hâlık ismi tecelli etmese hiç var olamazdı, yoklukta kalırdı. Madem ki, bu meyve bu isimlerin tecellisiyle var olmuş, öyleyse asıl var olan bu isimlerdir ve onlara sahip olan Zâttır. Bu elma, onun var etmesiyle var olmuştur ve O, tecellisini kestiği anda ortadan kaybolacaktır. İşte bizim ilmen, fikren düşündüğümüz bu mânâyı o mümtaz zâtlar hissederler, yaşarlar, o hâl ile hallenirler ve cezbe hâlinde o meyvenin yokluğuna hükmederler. İstiğrak hâlinden çıkınca nimetleri âfiyetle yer ve Rezzâkına şükrederler. İstiğrak hâlinde nimete şükür de yoktur. Zira, ortada nimet yoktur...

...

Her iklimin meyvesi ayrıdır. Bu asrın ikliminde bu meyve yetişmez. O halde vahdet-i vücudu bu zamanın insanlarıyla ilmî bir atmosferde tartışmanın mânâsı yoktur. Zira, ancak aklın sahasına giren meseleleri ilmen tartışabilirsiniz. Zevkleri nasıl tartışacaksınız. Hele o zevk, tartışmacıların hiçbirinde yoksa...

Nurlarda bu meşrebin salih olduğu, mensuplarının da ehass-ı havas oldukları zikredilmekle birlikte, bu meşrebin zannedildiği gibi en ileri bir hakikat yolu olmadığına da bilhassa dikkat çekilir. “Hulefa-i Râşidinden ve eimme-i müçtehidinden ve selef-i sâlihînin büyüklerinden o meşreb sarihen görünmüyor” denilerek bu meşrebin hususî kaldığı, umuma mâl olamadığı vurgulanır.

Asırlarına yön vermekle vazifeli, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Abdulkadir-i Geylâni gibi mümtaz zâtlar böyle bir yolda gitmemişler. Bütün gayretlerini nübüvvet vazifesi dediğimiz, insanları irşad etme, ikaz etme, hakkı sevdirme, bâtıldan nefret ettirmede merkezleştirmişler. Bunlar ise, istiğrak değil, sahv yâni uyanıklık hâlinde icra edilebilecek büyük hizmetlerdir. Nitekim, Vahdet-ül Vücud meşrebinin meşhur sîması büyük velî Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin ismini mücedditler silsilesinde göremiyoruz. “Bizim mertebemize çıkmayan kitabımızı okumasın” buyurmakla, meşrebinin hususî kaldığını kendisi de bizzat beyan etmiş bulunuyor.

Nurlarda çok güzel işlenen bir diğer mesaj da, bu meşrebe giren bir velînin sadece İman-ı billâhta, yâni Allah’a imanda terakki ettiği, buna karşılık diğer iman rükünlerini hayal sayma gibi bir hatanın eşiğine geldiğidir. İstiğrak hâlinde söylenen “lâ mevcude illâ hu” yahut “lâ meşhude illâ hu” sözlerinin uyanık halde söylenemeyeceğinin önemli bir sebebi, bu sözün diğer beş iman rüknünü dikkate almamasıdır.


“Erkân-ı imaniyye altıdır. İman-ı billâhdan başka, iman-ı bil yevmil âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise mümkinatın vücutlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniyye hayal üstüne bina edilmez.” (Mektûbat)


Bu meşrebe göre, “Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbar, Hallâk gibi isimler ise, tecellileri hakiki olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar: aslîdirler tebeî olamazlar.” (Mektûbat)

Yine Nurlarda, “Mevcudat, evham ve hayal değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakk’ın âsârıdır (eserleridir)” buyrularak bu noktaya dikkat çekilir.
 

manifesto

Yasaklı
Katılım
23 Ara 2006
Mesajlar
0
Tepkime puanı
334
Puanları
0
Konum
Kocaeli
Muhyiddin İbn-i Arabi alemde tek ve gerçek varlık olarak yanlız Allah'ı zikretmiştir

Diğer bütün mevcudat sadece vehim ve aldılardan ibarettir demiş

Yani dokunduğumuz hissettiğimiz soğuk sıcak taş toprak gül veasir maddeye ait ne varsa hepsi tasavvurdan ibaret demiştir
Sadece bir tasavvuf ekolü değil aynı zamanda felsefik bir akımdırda

Aslında İbni Arabi benim eserlerimi herkez okumasın diye uyarıyor aynı zamanda
Çelişik durumlar işte bu eserleri herkezin okuyum anlamaya! çalışmasıyla kaynaklanıyor bence
 

adalı

Profesör
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
1,907
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Web sitesi
adali81.blogcu.com
Vahdet-i vücud nedir? Buna mazhar olan kimlerdir?


Vahdet-i vücud, Hazret-i Allah’tan başka hiç bir mevcut olmadığını görene ve bilene mahsustur. Başkası bilemez. Konuşsa da yalan ve yanlış konuşur.

Vahdet-i vücud’dan bahseden kimsenin “İsm-i Âzam”ı bilmesi lâzımdır.

İsm-i Âzam’ı mı merak edersin? Allah dediğin zaman ve O’ndan başka hiç bir mevcut olmadığını gördüğün zaman, onu söylemiş olursun.

“Lâ ilâhe illallah” da İsm-i Âzam’dır ve fakat O’ndan başka bir mevcut olmadığını gördüğün zaman... -Demek ki görülüyormuş!- işte o zaman gerçek mânâda Kelime-i Tevhid’i söylemiş olursun. İman-ı kâmil de budur. O’ndan başka bir şey görmediğin zaman iman kemale erer.

Bu esrar-ı ilâhiyi ancak marifetullah ehlinden dilediği kimseye bildirmiş, her veli kuluna dahi beyan etmemiştir. Yüz senede bir gönderdiği kullarından bazısına açmıştır. Bunun içindir ki bu husus, pek az kişinin bilebileceği iştir.

Bildirdiklerinin dahi tecelliyâtları ayrı ayrı olduğu için kişi kendi bilgisini ortaya koymuştur.

Bunlar pek az gelmiştir, fakat bunların dahi tecelliyâtları ayrı ayrıdır.
 

manifesto

Yasaklı
Katılım
23 Ara 2006
Mesajlar
0
Tepkime puanı
334
Puanları
0
Konum
Kocaeli
Aslında bu düşüncenin sakat yanları çokçadır

Maddeyi Yaratma kudreti olan hiç şüphesiz Allah c.c.

Madem her şey algı yani MATRİX, burada bir sorun var

Yani maddeyi inkarda sağlıklı değil bence

Mutlak varlık Allah c.c. o her şeyde

Yani afedersiniz bir pislikte dahi onu aramak onun Zatı Kudretine bir tecavüz olur
 

adalı

Profesör
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
1,907
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Web sitesi
adali81.blogcu.com
Bir kimse bütün varlığını ifnâ etmedikçe Var’ı bilemez ve göremez



Bir kimse bütün varlığını ifnâ etmedikçe Var’ı bilemez ve göremez. Zira kendisinindir zannettiği vücud varlığı, Var’ı bulmaya mânidir. Bu mevzu iman-ı kâmil olanların işidir. İmanı suretâ, ilmi de zandan öteye geçmeyen kimse ancak cehaletini ortaya koyar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.”
(Mücadele: 18-19)

Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Şüphesiz ki insanlardan Allah’a yakın olanlar vardır.” buyurmuştu.

Ashab-ı kiram:Yâ Resulellah! Bunlar kimlerdir? diye sordu.

Buyurdular ki:
“Onlar Kuran ehli, Allah ehli ve Allah’ın has kullarıdır.” (Kütüb-ü sitte Muhtasarı Tercümesi. C.16 sh: 541)

Bunlar;
“Ben değilim ben,
Bir benliğim var benden içeri.” diyenlerin işidir.

O ise henüz kendisini bilmiyor, Yaratan’ını tarife çalışıyor. Nefis putunu eline almış, o put ile irşada kalkmış. Yarın mahşerde bu nefis putu ile huzura çıkacak. O zaman kime taptığını görecek, görünce de ayılacak.

Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar.” (K. Hafâ)
Bunlar o zaman uyanacaklar.
 

elmnightmare

Profesör
Katılım
8 Eyl 2007
Mesajlar
1,734
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Vahdet-i vücud, Hazret-i Allah’tan başka hiç bir mevcut olmadığını görene ve bilene mahsustur. Başkası bilemez. Konuşsa da yalan ve yanlış konuşur.





İmanı suretâ, ilmi de zandan öteye geçmeyen kimse ancak cehaletini ortaya koyar.
 

manifesto

Yasaklı
Katılım
23 Ara 2006
Mesajlar
0
Tepkime puanı
334
Puanları
0
Konum
Kocaeli
Yok o vakit putperestleri neden kınıyoruz ki
O tapındıkları da Allah dan değil mi?

Yani madde madem onun aksi,o vakit maddeci de esasen Rabbe mi iman ediyor

Yani ilmimiz yeterli değil farkındayız ama bana sakatlıklar var gibi geliyor

Zaten İbni Arabinin Vahdet-i Vücut tanımlaması ehli sünnet tarafından pek kabul görmüş de değil
Batınıciler bu konuda iddialıdır
 
Üst