Üsve-i Hasene En Güzel İnsan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
EBEDÎ SAÂDET REHBERİMİZ
HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ
-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-


Peygamberler târihi ve takvîmi, varlığın ilki olan “nûr-i Muhammedî”nin ilk insana ikrâmı ile başlamış; bu oluşun son yaprağı da “cismâniyet-i Muhammedî”nin dünyâ âleminde zuhûruyla nihâyet bul*muştur. Böylece -rivâyete göre- 124 bin peygamberden

teselsül ederek gelen bu yüce nûr, hakîkî sâhibine intikâl etmiştir. Yâni bu yüce nûr, en temiz ve en asîl bir soydan teselsül ede ede Hazret-i Abdullâh'a kadar gelmiş, Âmine Hâtun'un hâmileliğiyle birlikte de, Hazret-i Abdullâh'ın alnından, Varlık Nûru'nu taşıyan bu tâlihli anneye intikâl etmiş, nihâyet ondan da asıl sahibi olan Âlemlerin Efendisi'ne teslim edilmiştir.

Kâinât manzûmesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nûrundan husûle gelmiştir. Eğer Âdem -aleyhis*selâm-'ın toprağına Rasûlullâh'ın toprağından bir na*sîb konmasaydı, Âdem -aley*hisselâm-'ın tevbesine icâbet olunmazdı. Hadîs-i şerîfte buyurulduğu üzere: Âdem -aley*his*se*lâm- cen*net*ten çı*ka*rıl*ma*sı*na se*bep olan zel*le*yi iş*le*di*ğin*de, ha*tâ*sı*nı an*la*yıp:

«– Yâ Rab*bî! Mu*ham*med hak*kı için Sen'den be*ni ba*ğış*la*ma*nı is*ti*yo*rum.» de*di. Al*lâh Te*âlâ:

«– Ey Âdem! He*nüz ya*rat*ma*dı*ğım hâl*de Mu*ham*med'i sen ne*re*den bil*din?» bu*yur*du.

Âdem -aley*his*se*lâm-:

«– Yâ Rab*bî! Sen be*ni ya*ra*tıp ba*na rû*hun*dan üf*le*di*ğin*de ba*şı*mı kal*dır*dım, ar*şın sü*tun*la*rı üze*rin*de “Lâ ilâ*he il*lâl*lâh, Mu*ham*me*dü'r-Ra*sû*lul*lâh” cüm*le*si*nin ya*zı*lı ol*du*ğu*nu gör*düm. Bil*dim ki Sen, zâ*tı*nın is*mi*ne an*cak ya*ra*tıl*mış*la*rın en se*vim*li*si*ni izâ*fe eder*sin!» de*di.

Bu*nun üze*ri*ne Al*lâh Te*âlâ:

«– Doğ*ru söy*le*din ey Âdem! Ha*kî*ka*ten o, ba*na gö*re mah*lû*kâ*tın en se*vim*li*si*dir. Onun hak*kı için ba*na duâ et. (Mâ*dem ki duâ et*tin), Ben de se*ni ba*ğış*la*dım. Şâ*yet Mu*ham*med ol*ma*say*dı se*ni ya*rat*maz*dım! » bu*yur*du.” (Hâ*kim, Müs*ted*rek, II, 672)



İşte Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlul*lâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i, duâsına vesîle kıldı; ilâhî affa mazhar olarak kınanmaktan kurtuldu. O yüce Rasûl, İbrâhim -aleyhisse*lâm-'ın sul*büne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmâil -aley*hisse*lâm-'ın sedefine girince, nâmına göklerden kurbanlık bir koç indirildi.

Görüldüğü üzere Peygamberler dahî O'nun hürmetine ilâhî rahmetten müs**tefîd olmuşlardır. Hattâ O'na tâbî olmanın rahmetine nâiliyet için kendisine ümmet olmak isteyen Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- gibi peygamberler bile çıkmıştır. Bereketli bir

hidâyet şerâresi hâlindeki nebîler silsilesinin her halkası, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Mu*hammed Mus**tafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in zuhûrunun âdetâ birer ikbâl müj*decisiydi…

Nihayet beklenen nûr, mîlâdî 571 yılı, 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, güneş doğmadan az evvel zuhûr âlemine tenezzül ederek, Abdullâh ve Âmine'nin izdivaç kucağında bütün zaman ve mekânları şereflendirdi.

O'nun zuhûruyla Allâh'ın rahmeti bu âlemde coşup taştı. Sabahlar ve akşamlar renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ, ayrı bir letâfet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kis*râlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. Sâve gölü, zulüm bataklığı hâlinde kurudu. Gönüller feyz ve bereketle doldu.

Çünkü belli bir zaman ve mekânda gerçekleşen bu tecellî, o asîl varlığın zuhûrunun ilk bereketi idi. Bu bereket, bütün kâinâtı yâni bütün zaman ve mekânları kuşattı.

Peygamberlerin serveri olan Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâ*hu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sîreti âdetâ engin bir deryâ; diğer peygamberlerin sîreti ise oraya dökülen nehir*ler mesâbesindedir. O, kendisinden evvel gelen, -rivâyete göre- 124 bin küsur

peygamberin bilinen ve bilinemeyen bütün fârik vasıflarının tamâmının daha ötesine sâhip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. O, kendi devrine kadar insanlığın tefekkür ve yaşayış itibariyle kaydettiği gelişmeye ilâveten, kıyâmete kadar vâkî olabilecek ihtiyaçlarını da karşılayacak nümûne-i imtisal bir şahsiyet olmak üzere âhirzaman nebîsi olarak gönderilmiştir.

Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yüksek ahlâkî vasfını beyân sadedinde:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta', Hüsnü'l-huluk, 8) buyurmuştur.
üsveihasenec..
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
üsve-i Hasene / En Güzel örnek şahsiyet

ÜSVE-İ HASENE / EN GÜZEL ÖRNEK ŞAHSİYET


Târihte hayatının tamamı en ince teferruâtına kadar tesbît edilen tek Peygamber ve tek insan, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Peygamberler silsilesinin, insanlığı Hakk'a ve hayra yönlendirme hususunda birer emsâl teşkil edebilecek davranış mükemmelliklerinden ancak muayyen miktarda

hâtıra günümüze intikal edebilmiştir. Hâlbuki Âhirzaman Nebîsi -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz'in en basitinden en girift ve mükemmeline kadar bütün fiil, söz ve ifâdeye aksettiği kadarıyla duygu dünyâsı, an-be-an tâkib edilmiş ve târihe bir

şeref levhası hâlinde kaydedilmiştir. Üstelik bunlar, Allâh'ın lutfu ile, asırlar ötesinden kıyâmete kadar gelecek son insana kadar intikâl etme mazhariyetine erdirilmiştir.

Hayatın türlü ibtilâ, musîbet ve sürprizleri karşısında kendimizi fitneden bertaraf edebilmek için şükür, tevekkül, kadere rızâ, belâlara sabır, azîmet, şecaat, fedâkârlık, kanaat, gönül zenginliği, diğergâmlık, cömertlik, tevâzu, hâdiseler karşısında dengeyi bozmama ve benzerleri gibi yüksek ahlâkî vasıfları en güzel bir şekilde

hayatımıza tatbik etmek mecbûriyetindeyiz. Bütün bu hususlarda nümûne olması için de, Cenâb-ı Hakk'ın bütün bir beşeriyete armağan ettiği en büyük mürşid-i kâmil; zarif, temiz, nezih ve örnek hayatı ile Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizdir.

Allâh Rasûlü'nün hayâtı, kıyâmete kadar gelecek bütün nesillere örnektir. Kur'ân-ı Kerîm'de O'nun hakkında:

“ (Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki senin için tükenmeyen bir mükâfât vardır. Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 3-4) buyurulmuş*tur.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sîreti ve mübârek şahsiyeti, sırf insan id*râkine sığabilen tezâhürleri ile dahî beşerî davranışlar manzûmesinin zirvesini teşkîl eder. O, irşad vazîfesini, insanlık içinde bizzat kendisi örnek olmak sûreti ile

tamamlayan zirve bir peygamber ve nümûne-i imtisâl bir şahsiyettir. Allâh -celle celâlühû-, O mübârek varlığı -Kur'ânî tâbiriyle- “üsve-i ha*sene”, yani en mükemmel bir örnek şahsiyet olarak bütün insanlığa takdîm etmiştir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“An*dol*sun ki, si*zin için; Al*lâh'a ve âhi*ret gü*nü*ne ka*vu*şa*ca*ğı*nı uman ve Al*lâh'ı çok zik*re*den (mü*min)' ler için Ra*sû*lul*lâh'ta üs*ve-i ha*se*ne (en mü*kem*mel bir ör*nek) var*dır.” (el-Ahzâb, 21)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizlere hayatının her safhasında her bakımdan müstesnâ bir güzellik ve mükemmellik sergilemiştir. Gerek öz hâlinde gerek tafsîlâtlı olarak bütün davranış güzellikleri O'ndadır. Dolayısıyla her insan,

Hazret-i Pey*gamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in şerefli hayatı ve sünnet-i seniyyesinde, kendisine örnek alabileceği davranışların en güzelini ve mükemmelini bulabilir. Yâni Fahr-i Kâinât Efendi*miz'in hayatı, bütün çeşitleriyle birlikte en müstesnâ güllerden derlenmiş bir buke*te benzer ki, arayanlar, kendileri için güllerin en güzellerini o bukette bula*bilirler.
devamı var
üsveihasenec..
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
üsve-i Hasene / En Güzel örnek şahsiyet

ÜSVE-İ HASENE / EN GÜZEL ÖRNEK ŞAHSİYET devamı

Cemiyetin birbirine zıd noktalarında bulunanlara dahî en mükemmel ör*nek, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Meselâ, bir mahkû*mun hayatı hâkime, hâkimin hayatı da mahkûma misâl teşkil etmez. Aynı şekilde bütün ömrü maîşet mücâdelesi ve yokluk içinde kıvranmakla geçen bir fakîrin hâli de, varlık

içinde yüzen bir zengi*ne nümûne olamaz. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hayatı ise, her iki tarafa da örnek takdîm eder. Zîrâ, Cenâb-ı Hak, onu insan topluluğu içinde acziyet bakımından en altta bulunan “yetim çocukluk”tan başlatarak, ha*yâtın bütün kademelerinden geçirip kudret ve salâhiyet bakımından en üst noktaya, yani peygamberlik ve devlet reisliğine kadar yükseltmiştir.

Efendimiz'in ömrü boyunca yaşadığı devreler, insan hayatındaki her türlü med ve cezir tecellîleri için pekçok ideal davranış örnekleri sergiler. Bu sebeple O'nun hayatı, -hangi kademe ve vaziyette bulunurlarsa bulunsunlar- bütün insanlara kendi iktidâr ve istîdâtları nisbetinde taklid edebilecekleri fiilî, müşahhas ve mükemmel bir örnek teşkil etmiştir.

Peygamberler ve onların izinden yürüyen sâlihlerin dışında insanlığa kurtuluş yolunu gösterme ve onlara örnek birer rehber olma iddiâsındaki bütün insanlar ve bilhassa her şeyi kendi âciz akıl ve idrakleri ile îzâha kalkışan feylesoflar, bu hususta dâimâ nâkıstırlar. Zîrâ peygamberler, ilâhî vahye dayandıkları için, birbirlerini

tasdîk eden hidâyet rehberleri olarak gelmişlerdir. Hâlbuki, hakîkati bulma yolunda insanlara rehber olmayı hedefleyen feylesoflar, te'yîd-i ilâhîden mahrûm oldukları ve nefislerinin sultası altında kifâyetsiz akılları ile düşündükleri için birbirlerinin sistemlerini çürüterek ve birbirlerini tekzîb ederek gelmişlerdir. Bu yüzden de ne ken*di*le*ri*ni ne de top*lum*la*rı ir*şâd ede*bil*miş*ler*dir.

Meselâ Aristo, ahlâk felsefesinin birtakım kanun ve kâidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, vahiyden mahrûm olduğu için onun felsefesine inanıp bunu tatbîk ederek saâdete kavuşmuş bir tek kimse göremeyiz. Çünkü filozofların kalbleri tasfiye, nefisleri tezkiye görmemiş, fikir ve fiilleri, vahyin müstesnâ yardımlarıyla olgunlaştırılmamıştır.

üsveihasenecom devamı var
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
ÜSVE-İ HASENE / EN GÜZEL ÖRNEK ŞAHSİYET devamı

Vahiyle terbiye edilmemiş zihnî melekeler ve kalbî temâyüllerin insanoğlunu sürükleyebileceği bâdirelerden kurtulmanın yegâne vâsıtası, Âhirzaman Nebîsi ile beşeriyete sunulan “Habl-i Metîn” yâni tutunacak en sağlam kulp olan Kur'ân-ı

Kerîm'dir. Kur'ân'ın sînesindeki hakîkatlerin en müşahhas ve fiilî örnekleri de, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz'in zengin sîretinde mevcuttur. O hâlde, yaratılış gâyesini gerçekleştirmeye mecbur olan insanoğlu için en lüzûmlu iş, feyizli Kur'ân ve sünnet kaynağıyla istikâmetlenmektir.

Diğer taraftan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, daha risâlet vazîfesine başlamadan önce kendisini sevdirmiş, şahsiyeti, halkın kendisine “Sen Emîn ve Sâdıksın!” demelerini mûcib kılacak bir mükemmellik arz etmiş ve O, dînin teblîğine bu kimlik tesbît ve tescîlinden sonra başlamıştır.

Halk, O 'nun doğruluk ve îtimad telkîn eden güzel seciyesini, daha peygamberlik gelmeden çok önce bilmekte ve O 'nu takdir etmekte idi. O 'na Emîn ünvânını vermiş olan kavmi, Kâbe tâmîr olunurken Hacer-i Esved'i yerine koyma husûsunda ihtilâfa düştükleri zaman, O 'nun hakem liğine itirazsız teslîm olmuşlardı.

Zîrâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, öyle bir sıdk hâli üzere idi ki, henüz O'na îmân etmediği devrede büyük bir peygamber düşmanı olan Ebu Süfyan dahî, Bizans imparatoru Herakliyus'un:

“–Hiç sözünde durmadığı oldu mu?” suâline:

“–Hayır! O, verdiği her sözü tutar!” ifadesinden başka bir şey söyleyememişti.

O'nun bu yüce hâlinden gerçek istifâde ise, Mîrâç hâdisesinde Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-'ın:

“–O dediyse, doğrudur!” ifâdesindeki teslîmiyet hâline ermekle mümkündür.
üsveihasenec..
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
ÜSVE-İ HASENE / EN GÜZEL ÖRNEK ŞAHSİYET devamı

O Âlemler Sultanı'nın, müşrikler tarafından bile «Muhammedü'l-Emîn» (elinden ve dilinden herkesin emniyet ve huzur bulduğu kimse) olarak vasıflandırılmasının sebeplerine ışık tutan bir hâdise de şudur:

Hayber Savaşı'nın cereyân ettiği günlerde yahûdîlerin safından Yesâr isimli bir çoban Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e geldi. Bir süre sohbetten sonra İslâm'a girdi ve müslümanlara katılmak istedi. Ancak Hazret-i Peygamber -

sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona önce koyunlarını sâhiplerine iâde etmesini ve ondan sonra kendilerine katılmasını emir buyurdu. Üstelik savaşın uzadığı ve müslümanlar arasında erzak sıkıntısının baş gösterdiği bir anda... Hiç şüphesiz bu emir, en zor zamanda bile mesûliyet, vazife şuuru ve emânete hassâsiyetle riâyetin ehemmiyetini sergileyen pek mânidar bir misâldir.

Târihen de sâbittir ki, diğer dinlere mensup pek çok kişi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in üsve-i hasenesini vicdânen tasdîk etmek mecbûriyetinde kalmıştır. Bunların sayısız misallerinden birkaçı da şöyledir:

1789 büyük Fransız ihtilâlinin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof Lafayet , meşhûr “İnsan Hakları Beyânnâmesi” yayınlanmadan, bütün hukuk sistemlerini tedkik etmiş ve İslâm hukukunun üstünlüğünü görerek şöyle haykırmıştır:

“Ey Muhammed! Senin adâleti gerçekleştirmek husûsunda ulaştığın seviyeyi bir daha hiç kimse gösteremedi!..”

Diğer bir misâl de şudur:

Geçen asrın ortalarında Hollanda'nın Lahey şehrinde toplanan bir ilim ve fikir adamları konseyi, dünyânın yüz büyük adamını tesbît etmiş ve hepsi Hristiyan olan seçiciler, bir numara olarak Hazret-i Peygamber'i tercîh etmek zorunda kalmışlardır.

İşte asıl fazîlet odur ki, İslâm dışındakiler bile onun hakkını teslîm, tasdîk ve îtirâfa mecbûr kala!.. Hazret-i Peygamber'in fazîlet ve dirâyeti, kendisine inanmayanlarca bile hep tasdîk edilegelmiştir
üsvei hasenec..
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
PEYGAMBERİMİZ ÖRNEK ŞAHSİYET VE YÜKSEK AHLÂK

Yukarıda da ifâde ettiğimiz üzere târih boyunca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dışında her yönüne ilgi duyulmuş ve bütün özellikleri inceden inceye tespit edilmiş ikinci bir insan daha bulmak mümkün değildir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in, örnek şahsiyetini oluşturan bütün hususlar anlatılmaya çalışılsa, ciltlerle kitap yetmez.

İslâmî ilimler de, temelde1 ve ictihad2 noktasında Allâh Rasûlü'nün çeşitli yönlerini kendilerine delil edinmişlerdir. Bu sebepledir ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in her yönü değişik ilim dalları tarafından ayrı ayrı ele alınıp işlenmeye çalışılmıştır.

Nitekim 1400 küsur seneden beri te'lîf edilen bütün İslâmî eserler, bir kitâbı, yâni Kur'ân-ı Kerîm'i ve bir insanı, yâni Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i îzâh etme gayreti içindedir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sûreti güzel, sîreti mükemmel, misli yaratılmamış bir vücûd-i mübârektir.

Birgün Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, Arap kabîlelerinden birine uğramış ve kabîle reisi kendisine:

“–Yâ Hâlid! Bize Allâh'ın Rasûlü'nü, sûret ve sîreti ile tasvîr et.” demişti.

Hâlid -radıyallâhu anh- ise:

“–Bu imkânsız, buna kelimeler yetişmez.” deyince, kabîle reisi:

“–O hâlde hiç olmazsa tasavvur ve idrâkin nisbetinde hülâsa et.” dedi.

Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhu anh- şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Gönderilen, gönderenin kadrince olur. Gönderen, kâinâtın Hâlık'ı olduğuna göre, gönderdiğinin şânını, var sen hayâl ve tasavvur eyle!..” 3

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-'ın bu ifâdelerinden de anlaşılıyor ki, Allâh Rasûlü'nün sûret ve sîret mükemmelliğini lâyıkıyla ifâde edebilmek mümkün değildir. Nitekim İmam Kurtubî der ki:

“Allâh Rasûlü'nün güzellikleri bize tamâmiyle gösterilememiştir. Şâyet gösterilmiş olsaydı, gözlerimiz ona bakmaya tâkat getiremezdi.”

Hakîkaten, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile devamlı berâber olanlar arasında bile, edeblerinden dolayı O'nun nûr cemâlini doyasıya seyredebilenler pek azdı. Hattâ, sohbet hâlinde iken, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer dışındaki ashâbın hep önlerine baktıkları, Hazret-i Peygamberle sâdece bu iki sahâbînin gözgöze gelebildikleri rivâyet edilir.

Bu durumu, daha sonra Mısır fâtihi ünvânı ile târihe geçen Amr bin Âs -radıyallâhu anh- âhir ömründe şöyle dile getirmiştir:

“Rasûlullâh Efendimizle uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O'nun huzûrunda duyduğum hayâ hissi ve O'na karşı beslediğim tâzim duygusundan dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübârek ve nûrlu yüzlerini seyredemedim. Eğer bugün bana; «–Bize Rasûlullâh'ı tavsîf et, O'nu anlat.” deseler, inanın anlatamam.” (Müslim, Îmân, 192; Ahmed bin Hanbel, IV, 199)

Bir ya*ra*dı*lış hâ*ri*ka*sı olan Fahr-i Kâ*inât -sal*lâl*lâ*hu aley*hi ve sel*lem- Efen*di*miz'i, be*şe*rî istîdâd ve tâ*kat dâ*hi*linde kâ*mi*len kav*ra*ya*bil*me*miz müm*kün de*ğil*dir. Bu âlem*den alı*nan in*ti*bâ*lar, O'nu îzah ve idrâk*te ki*fâ*yet*siz ka*lır. Bir bar*da*ğa, bir um*mâ*nı sığ*dır*mak müm*kün ol*ma*dı*ğı gi*bi, Nûr-i Mu*ham*me*dî'yi id*râk de lâ*yı*kıy*la müm*kün de*ğildir.

Biz de, Allâh Rasûlü'nün örnek şahsiyetini tanıma yolunda bir umman teşkil eden misâllerden ancak birkaçını idrâkimiz nisbetinde arz edelim:

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in etrâfına îtimâd ve huzur telkîn eden mübârek yüzü, yüzlerin en güzel ve en temizi idi. Yahûdî âlimlerinden Abdullâh bin Selâm, hicrette merakla Allâh Rasûlü'nü sormuş, vech-i mübâreklerine bakınca da:

“Bu yüz aslâ yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuştu.

Çünkü O'ndaki güzellik, heybet, nûrâniyet ve letâfet o derecede idi ki, Allâh'ın peygamberi olduğuna dâir, ayrıca bir mûcize, delîl ve bürhâna ihtiyâç yoktu.
üsvei hasene com
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
PEYGAMBERİMİZ ÖRNEK ŞAHSİYET VE YÜKSEK AHLÂK devamı

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir şeyi arzu etmediği zaman, derhal sîmâlarından fark edilir, bir şeyi beğenince de memnûniyeti hissedilirdi.

Cism-i nazîfânelerinde zindelik, kuvvetli hayâ ve müthiş bir azîm bir arada idi. Örtüsüne bürünmüş bâkire bir genç kızdan daha edebli idi. Rikkat-i kalbiyyesinin derinliğini îzâh etmek ise mümkün değildir.

Kimsenin yüzüne dikkatli bakmazdı. Yere bakışı, semâya bakışından daha çoktu. Hayâsı ve yüksek şahsiyeti sebebiyle kimsenin hatâsını yüzüne vurmazdı. Hoşlanmayacağı şekilde hareket eden kişinin ismini söylemez; «Şöyle, şöyle yapan insanlara ne oluyor ki…» derdi. Bâzen de kusûru kendine izâfe ederek; «Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum.» buyurur, zarif bir üslûb ile îkâz ederdi.

Yüzünde nûr-i melâhat, sözlerinde selâset, hareketlerinde letâfet, lisânında talâkat, kelimelerinde fesâhat, beyânında fevkalâde belâğat vardı.

Fuzûlî söz söylemeyip her kelâmı hikmet ve nasîhat idi. Lügatinde aslâ dedikodu ve mâlâyâni yoktu. Herkesin akıl ve idrâkine göre söz söylerdi.

Mülâyim ve mütevâzî idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Dâimâ mütebessimdi.

O'nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O'nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O'na cân u gönülden âşık ve muhib olurdu.

Derecelerine göre fazîlet erbâbına ihtirâm eylerdi. Akrabâsına da ziyâde ikrâm ederdi. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği gibi, sâir nâsa dahî rıfk ve lutf ile muâmele ederdi.

Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyer ise, onlara da onu yedirir ve giydirirdi. Cömert, ikrâm sâhibi, şefkatli ve merhametli, gerektiğinde cesûr ve gerektiğinde de halîm idi.

O'nun, cömertlik ve kerem hususundaki derecesini lâyıkıyla takdîr edebilmek mümkün değildir. O'nun cömertliği, fakirlikten korkmayan bir kimsenin ikrâm edişinden daha ileri seviyede idi.

Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh-'ın beyânı vechile:

“Kendisinden bir şey istendiğinde, «hayır» dediği vâkî değildi.” (Müslim, Fedâil, 56)

Akrabâlarını en çok ziyâret eden, halka en fazla şefkat ve merhamet gösteren, insanlar arasında en güzel bir şekilde muâmele eden, kötü ahlâktan en çok sakınan, en güzel edeb ve ahlâk sâhibi, O idi.

Ahid ve va'dinde sâbit ve sözünde sâdık idi. Ahlâk, akıl ve zekâ bakımından cümle insanlardan üstün ve her türlü medh u senâya lâyık idi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hüznü dâimî, tefekkürü aralıksız idi. Zarûret olmaksızın konuşmazdı. Sükûnet hâli uzun sürerdi. Bir söze başlayınca, onu yarım bırakmaz, tamamlardı. Birçok mânâları birkaç kelimede toplar öyle söylerdi. Sözleri tane tane idi. Ne lüzûmundan fazla ne de az idi. Yaratılış olarak yumuşak olmasına rağmen gâyet salâbetli ve heybetli idi.

Hakk'a itiraz edilmesinin ve hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi. Bir hak çiğnendiği zaman öfkelenir, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devam ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü. Aslâ kendisi için öfkelenmezdi. Sırf şahsına taalluk eden bir hususta kendisini müdâfaa etmez, kimseyle münâkaşaya girişmezdi.

ÜSVEİHASENECOM
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
PEYGAMBERİMİZ ÖRNEK ŞAHSİYET VE YÜKSEK AHLÂK devamı


O, kimsenin hânesine izin almadıkça girmezdi. Hâne-i saâdetlerine geldiği zaman da evde kalacağı müddeti üçe bölerdi; birini Allâh'a ibâdete, diğer vaktini âilesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamanını avâm-havâs insanların hepsine tahsîs eder, onlardan kimseyi mahrûm bırakmazdı. Hepsinin gönlünü fethederdi.

Bel*li bir ye*rin*de otur*ma*nın âdet edi*nil*me*si*ni ön*le*mek için mes*cid*le*rin her ye*rin*de otur*du*ğu olur*du. Yer*le*re ve ma*kâm*la*ra kud*siy*yet izâ*fe edil*me*si*ni ve mec*lis*ler*de te*keb*bü*re me*dâr ola*cak bir ta*vır ta*kı*nıl*ma*sı*nı is*te*mez*ler*di. Bir mec*li*se gi*rin*ce, ne*re*si boş kal*mış*sa, ora*ya otu*rur, her*ke*sin de öy*le yap*ma*sı*nı ar*zu eder*di.

Kim O'ndan herhangi bir ihtiyâcını gidermek için bir şey isterse, o ister ehemmiyetli, ister ehemmiyetsiz olsun onu yerine getirmeden huzûr bulamaz, ihtiyâcı halletmesi mümkün olmadığı takdîrde hiç olmazsa güzel bir söz ile muhâtabının gönlünü almaktan geri kalmazdı. O, herkese derd ortağı idi. İnsanlar, hangi makam ve mevkîde olursa olsun, zengin-fakîr, âlim-câhil O'nun yanında insan olmak haysiyetiyle müsâvî bir muâmeleye nâil olurlardı. Bütün meclisleri hilim, ilim, hayâ, sabır, tevekkül ve emânet gibi fazîletlerin cârî ve hâkim olduğu bir mahaldi.

Ayıp ve kusurlarından dolayı kimseyi kınamaz, îkâz ihtiyâcı belirdiğinde bunu, karşısındakini rencide etmeyecek bir şekilde zarîf bir îmâ ile yaparlardı. Hiç kimsenin zâhire çıkmamış ayıp ve kusuruyla meşgûl olmadığı gibi, bu tür hâllerin araştırılmasını da şiddetle men ederlerdi.

Sevâbını umduğu meseleler hâricinde konuşmazdı. Sohbet meclisleri vecd içinde idi. O konuşurken etrâfındakiler öyle büyülenir ve can kulağıyla dinlerdi ki, Hazret-i Ömer'in ifâdesi vechile, başlarına bir kuş konmuş olsa, uçmadan saatlerce durabilirdi. O'ndan ashâbına akseden edeb ve hayâ o derecede idi ki, kendisine suâl sormayı bile -çoğu kere- cür'et telakkî ederlerdi. Bu yüzden, çölden bir bedevî gelerek Hazret-i Peygamber'e suâl sorup sohbete vesîle olsa da, O'nun feyz ve rûhâniyetinden biz de istifâde etsek diye beklerlerdi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den daha büyük bir kahraman tasavvur etmek de mümkün değildir. Zîrâ, hayatında korku ve telâşa kapıldığı aslâ görülmemişti. Olağanüstü hâller karşısında sabır ve sebât gösterir, korku ve telâşa düşüp uygunsuz hareket etmezdi.

Kendisini öldürmek için bekleyenlerin arasından “Yâsîn Sûresi”nin şu iki âyet-i kerîmesini okuyarak korkusuzca geçmişti:

“Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır. Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onların basîretlerini perdeledik; artık göremezler.” (Yâsîn, 8-9)
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
PEYGAMBERİMİZ ÖRNEK ŞAHSİYET VE YÜKSEK AHLÂK devamı


Hazret-i Alî -radıyallâhu anh- buyurur:

“Bedir'de savaş bütün şiddetiyle devâm ederken, bazan biz Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in arkasına sığınıyorduk. Hepimizin en cesûru O idi. Düşmân saflarına en yakın yerde O bulunurdu.” (Ahmed bin Hanbel, I, 86)

O, îlâ-yı kelimetullâh için dâimâ en önde savaşırdı. Huneyn Gazâsı'nda, başlangıçta İslâm ordusunda meydana gelen çözülme karşısında, O, metânetini hiç bozmayarak kendisini düşman saflarının ortasına atmış, bindiği hayvanını mütemâdiyen ileri sürerek ashâbının şecâatini artırmış ve nihâyet te'yîd-i ilâhî ile de zafer nasîb olmuştur.

Şöyle buyurmaktaydı:

“Kudret ve irâdesiyle yaşadığım Allâh'a yemîn olsun ki, Allâh yolunda gazâ edip şehîd olmayı, sonra (diriltilip) gazâ ederek yine şehîd olmayı, tekrar gazâ ederek yine şehid olmayı isterdim...” (Müslim, İmâre, 103)

O'nun engin şefkat, rahmet ve merhamet dolu hâlinden birkaç hususu Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şu şekilde tavsîf eder:

“O, hiç kimseyi ayıplamaz, kötülüğe mukâbele etmez, af ve hoşgörüyle muâmele eder, kötülükten uzak kalırdı. Nefsi için bir kimseden intikâm almış değildir. Hiçbir köle ve hizmetçiye, hattâ bir hayvana bile haksızlıkla dokunma*mıştır...” 4

Nitekim O'nun teblîğ vazîfesindeki ulvî muvaffakıyeti de, bu yüksek hâllerinin bir bereketi olmuştur. Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in bu husustaki kemâlini şöyle bildirir:

“ (Ey Ra*sû*lüm!) O va*kit Al*lâh'tan bir rah*met ile on*la*ra yu*mu*şak dav*ran*dın! Şâ*yet sen ka*ba ve ka*tı yü*rek*li ol*say*dın, hiç şüp*he*siz, et*ra*fın*dan da*ğı*lıp gi*der*ler*di...” (Âl-i İm*rân, 159)

Gerçekten de o günkü câhiliyye insanları, O'nun yumu*şak tabiatlı, affedici, güzel ahlâklı, halîm ve müsâmahakâr şahsiyeti karşısında bir mum gibi erimiş, vahşet ve huy*suzlukların elinden kurtularak o insanlık nûrunun etrafında pervâne olmuşlardır. Çünkü O, insanlığın hüsrânını değil, hidâyetini istiyordu. Azâbı değil, rahmeti temsil ediyordu.

O, hayatı boyunca bir samîmiyet âbidesi idi. Gönlünde olmayan bir şeyi hiç söylemedi. Ahlâkı ile âdetâ canlı bir Kur'ân idi. Bizzat yapmadığı bir işi başkalarına emretme*zdi.

Hâsılı O, gelmiş geçmiş en müstesnâ ve yüce bir örnek şahsiyet ti. Bir ömür:

1. Kullukta,

2. Muâmelâtta,

3. Ahlâkta, bütün insanlığa kâ'bına varılmaz hasletler, fazîletler, gayretler, kısacası, maddî-mânevî eşsiz güzellikler armağan etti. Zîrâ O, bir ümmetin önünde nümûne şahsiyet olmanın mesûliyetini lâyıkıyla idrâk etmiş bir ebedî saâdet rehberiydi.

Bu meyanda O'nun namaz a olan hassâ*siyeti, her şeyin fevkindeydi. Gecenin az bir kısmını uykuda geçirir, mübarek vücudu çoğu vakit yatak görmezdi. Herkes geceleyin tatlı uykularında iken o secdede gözyaşı hâlinde idi. Ömrünün sonlarına doğru, hastalıkları had safhaya vardığı anlarda dahî gücünü toparlayabildikçe hücre-i saâdetinden çıkarak mescide varmış ve namazını cemaatle kılmıştı.

Zekât âyetiyle de mü'minlere zekât vermelerini, hayır için infâk etmelerini emretmişti. Lâkin en güzel infâkı evvelâ kendisi tatbîk ederdi. Cenâb-ı Hakk'ın:

“... Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allâh yolunda infâk ederler.” (el-Bakara, 3) buyruğunu en güzel şekilde yaşar; hayra sarfedilen malı ve takvâ sâhibi ticâret erbâbını senâ eylerdi.
üsveihasenecom

 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
YILDIZLARDAKİ ÖLÇÜLER


Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, sadece zât-ı âlîlerine mahsus bir husûsiyet olmak üzere dünyâlık nâ*mına bir şey saklamaz, elin*de ne varsa onu Allâh yolunda harcardı. Sahâbeden Ebû Zer -radıyallâhu anh- nakleder:

Hazret-i Peygamber'le Medîne kenarında bir taşlık arâzîde yürüyorduk. Karşımıza Uhud dağı çıktı. Hazret-i Peygamber bana:

“Yâ Ebâ Zer!” dedi. Ben de:

“–Buyur yâ Rasûlallâh!” dedim.

Buyurdu ki:

“–Yanımda şu Uhud Dağı kadar altın olsa, bu beni sevindirmez. Bir borcu ödemek için ayırdığım hâriç, yanımda bir dinar bulunduğu hâlde üç gün geçmesini istemem.” (Müslim, Zekât, 32; Buhârî, İstikrâz, 3)

Rama*zan oruc undan başka mü'minlere farz kılınmış oruç olmadığı hâlde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hiç oruç tutmadan geçirdiği ay veya hafta pek nâdirdir.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- buyuruyor ki:

“Rasûl-i Ekrem bâzen sürekli olarak oruç tutardı. Öyle ki, artık bir daha orucunu bozmayacak zannederdik. ” (Buhârî, Savm, 53)

Her ayın on üç, on dört ve on beşinci günlerinde, Şevval'de altı gün, Muharrem'de âşûre orucunu ihmâl etmezlerdi. Bunlara ilâveten pazartesi ve perşembe oruçları da âdetiydi.

Bâzı zamanlarda iki, bazen üç gün arka arkaya hiçbir şey yemeden içmeden savm-ı visâl tutarlardı. Sahâbîden bir kısmı da aynı şeyi yapmak isteyince:

“Siz buna tâkat getiremezsiniz.” buyurarak onları bundan men ederlerdi. (Buhârî, Savm, 48)

Dolayısıyla şu hususu ifâde etmeliyiz ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in bizlere yegâne rehber ve örnek olduğunu bilmek kadar, O'nu örnek alıştaki ölçümüzü bilmek de son derece mühim ve zarûrîdir. Zîrâ O'nun fiil ve davranışları:

1. Sadece kendisine mahsus,

2. Herkese şâmil, olmak üzere iki kategori teşkil eder.

Bu itibarla bizler, sadece O'nun şahsına münhasır olan ulvî fazîletlerde O'nu örnek almakla mükellef değiliz. Zaten böylesi yüksek hâl ve davranışlar, bir nevî yıldızlardaki ölçüler dir ve bu tip davranışlar sergilemeye tâkat getiremeyiz. Ancak ikinci kısma giren hâl, davranış ve sözlerde ise, istîdâd ve gücümüz ölçüsünde bir ömür O'nu taklîd ve tâkîb edip O'nun nûrlu izinde yürümekten mes'ûl ve mükellefiz.

Hiç kimse beşerî kemâlâtta Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-'ın seviyesine eremezse de, kâbiliyeti ve gücü nisbetinde O'nun izinde yürüyen herkes, kendi âleminde bir küçük Muhammed olabilir. Nitekim milletimizin, vatan müdâfaasında bulunan kahraman askerine Mehmetçik adını vermesi de bu ince düşünceden mülhemdir.
üsveihasenecom
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i
TÂKÎBDE KALBÎ KIVAM

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in üsve-i hasenesinden gereği gibi istifâde edebilmek için öncelikle kalbî bir kıvâma ulaşmak gerekmektedir. Zîrâ üsve-i hasene ile ilgili âyet-i kerîmede:

“Andolsun ki, Rasûlullâh'ta sizin için; Allâh'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh'ı çok zikredenler için bir «üsve-i hasene» vardır.” (el-Ahzâb, 21) buyurulmaktadır.

Görüldüğü üzere âyet-i kerîmede beyân edilen “Allâh'a ve âhiret gününe kavuşmayı ummak” ve “Allâh'ı çok zikretmek” hususları, Rasûlullâh'ın örnek şahsiyetinden gereği gibi hisse alabilmenin iki mühim basamağını teşkîl etmektedir.

İbâdetler, belirli zamanlarda icrâ edilir. Lâkin îmânın muhâfazası her an şarttır. Kalbdeki kasırgalara karşı mukâvemet gösterebilmek de ancak zikr-i dâimî ile sağlanabilir.

Cenâb-ı Hak muhtelif âyet-i kerîmelerde:

“Ey müminler! Allâh'ı çokça zikredin.” (el-Ahzâb, 41) buyurmaktadır. Lâkin bu âyet-i kerîmelerde belli bir sayı ve miktar bildirilmemesi sebebiyle, zikir emri kemâline masruf olur.1 Bu durumda kula düşen de, her fırsatta ve güç yetirebildiği nisbette Allâh Teâlâ'yı çok zikretmektir.

Diğer bir âyet-i kerîmede de:

“Allâh, gönlünü kendine çevirdiklerini doğru yola hidâyet eder. Bunlar, îmân eden ve gönülleri Allâh'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalb*ler, an*cak Al*lâh'ın zik*riy*le it*mi'nâ*na (hakîkî huzûra) erer!” (er-Ra'd, 27-28) buyurulmaktadır.

Allâh'ı zikretmek, hiç şüphesiz ki Allâh lafzının sâdece kelime olarak tekrarlanması değil, onun, tahassüs istîdâdının merkezi olan kalbde mekân bularak ona huzur getirmesi ve bir lezzet hâline gelmesidir. Kalbin zikir ile hâllenmesi netîcesinde kalbin marazları gider, kiri-pası temizlenir, nûr ile dolar, rikkat ve hassâsiyet kazanarak ilâhî sırlara teşne hâle gelir. Kalb vuruşları Hakk'a göre olunca da, niyetler ve ameller seviye kazanır.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde:

“Allâh'ı sevmenin alâmeti, Allâh'ı zikretmeyi sevmektir.” (Su*yû*tî , , el-Câ*miu's-Sa*ğîr, II, 52) buyurmuşlardır.

Hâsılı, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in üsve-i hasenesine tâbî olup ondan gereği gibi istifâde edebilmek için kalblerin muhabbet-i ilâhî ile doldurulması, fânî muhabbetlerden sıyrılarak Allâh ve âhirete kavuşma niyeti ve zikrullâh ile tezyîn edilmesi gerekmektedir.

Varlık Nûru'nun üsve-i hasenesine lâyıkıyla ittibâ edip O'nun rûhâniyetine bürünebilmek için kazanılması gereken kıvâmın diğer bir yolu da O'nunla kalbî râbıtamızı pekiştirecek ve gönüllerimizi muhabbet-i Rasûlullâh ile feyizlendirecek salevât-ı şerîfeyi vird edinmektir.
üsveihasenecom
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
PEYGAMBERİMİZ SALEVÂT-I ŞERÎFE

Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hayatı üzerine yemin etmiştir. Yüce ismini, O'nun ismiyle birlikte zikretmiş ve zât-ı ilâhiyyesine îmânı, O'nun nübüvvetine îmân şartına bağlamıştır. Huzurunda seslerin

yükseltilmesine râzı olmamış, mübarek isminin sıradan bir isim gibi zikredilmesini istememiştir. Bütün bunlara ilâveten kendisinin ve meleklerinin, O'nu yâd ile çokça salât ü selâm ettiklerini bildirerek ümmet-i Muhammed'in de aynı şekilde O'na bol bol salât ü selâm getirmelerini fermân eylemiştir.

Nitekim âyet-i kerîmede:

“Allâh ve melekleri, Peygamber'e çok salât ederler. Ey müminler! Siz de ona salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyurulduğu vechile o yüce varlığa salât ü selâm getirmek, mü'minler için ilâhî bir emirdir.

Ashâb'dan Übey Bin Kâ'b -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e:

“-Yâ Rasûlallâh! Ben sana çok salevât-ı şerîfe getiriyorum. Acaba bunu ne kadar yapmam gerekir?” diye sordum.

“-Dilediğin kadar.” buyurdu.

“-Duâlarımın dörtte birini salevât-ı şerîfeye ayırsam uygun olur mu?” diye sordum.

“-Dilediğin kadarını ayır. Ama daha fazla zaman ayırırsan senin için iyi olur.” buyurdu.

“-Öyleyse duâmın yarısını salevât-ı şerîfeye ayırayım.” dedim.

“-Dilediğin kadar yap. Ama daha fazla zaman ayırırsan senin için hayırlı olur.” buyurdu.

Ben yine:

“-Şu hâlde üçte ikisi yeter mi?” diye sordum.

“-İstediğin kadar. Ama artırırsan senin için hayırlı olur.” buyurdu.

“-Öyleyse duâya ayırdığım zamanın hepsinde sana salevât-ı şerîfe getirsem nasıl olur?” deyince:

“-O takdîrde Allâh bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar.” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 23)

Bu itibarla peygamber âşıkları, salât ü selâmı dillerine vird edinirler. Zîrâ salât ü selâmlar, mü'min gönüllerde muhabbet-i Rasûlul*lâh'ın ziyâde*leş*mesine vesîle olur. Rasûlullâh'a lâyıkı vechile tâbî olup O'nun üsve-i hasenesinden gereği gibi istifâde edebilmek de, hiç şüphesiz mümin gönüllerin muhabbet-i Rasûlullâh'ta nâil oldukları seviye nisbetinde olacaktır.
devamı var
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
SIZE="4"]PEYGAMBERİMİZ SALEVÂT-I ŞERÎFE devamı

Bu itibarla peygamber âşıkları, salât ü selâmı dillerine vird edinirler. Zîrâ salât ü selâmlar, mü'min gönüllerde muhabbet-i Rasûlul*lâh'ın ziyâde*leş*mesine vesîle olur. Rasûlullâh'a lâyıkı vechile tâbî olup O'nun üsve-i hasenesinden gereği gibi istifâde edebilmek de, hiç şüphesiz mümin gönüllerin muhabbet-i Rasûlullâh'ta nâil oldukları seviye nisbetinde olacaktır.

Diğer taraftan, İs*lâ*mî âdâba göre duâlar da, Allâh'a hamd ve Rasûlullâh'a salevât ile baş*la*yıp yi*ne on*lar*la ni*hâ*ye*te er*di*ri*lir. Zîrâ Pey*gam*ber -aley*his*sa*lâ*tü ves*se*lâm- hak*kın*da Ce*nâb-ı Hakk'a bir duâ ve ni*yâz hükmünde olan sale*vâ*t-ı şerîfenin red*de*dil*meye*ce*ği yo*lun*da bir ka*na*at mev*cud*dur. Du*âla*rı*mı*zın ba*şı*nı ve so*nu*nu sa*lât ü se*lâm ile süs*le*mek de bu ger*çek*ten kay*nak*lan*mak*ta*dır. Yâni, ka*bul edileceği umulan iki du*ânın ara*sı*na ken*di du*âla*rı*mı*zı sı*kış*tır*mak, on*la*rın da kabûlü*nü sağ*la*mak dü*şün*ce*siy*le*dir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- buyurmuştur ki:

“Duâ, semâ ile arz arasında durur. Rasûlullâh'a salevât getirilmedikçe, Allâh'a yükselmez.” (Tirmizî, Vitr, 21)

Ni*te*kim, birgün Ra*sû*lul*lâh -sal*lâl*lâ*hu aley*hi ve sel*lem- Efendimiz, na*maz*dan son*ra Al*lâh'a ham*det*me*den ve O'nun peygamberine sa*lât ü se*lâm ge*tir*me*den duâ eden bir kimse gör*dü. Bu*nun üze*ri*ne:

“Bu adam ace*le et*ti.” bu*yur*du. Son*ra o ada*mı ya*nı*na ça*ğır*dı ve şöy*le bu*yur*du:

“Bi*ri*niz duâ ede*ce*ği za*man ön*ce Al*lâh Te*âlâ'ya hamd ü se*nâ et*sin, son*ra Pey*gam*ber'e sa*lât ü se*lâm ge*tir*sin. Da*ha son*ra da di*le*di*ği şe*kil*de duâ et*sin.” (Tir*mi*zî, De*avât, 64)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle bir hâdise nakleder:

Hayber yahudîleri ile Gatafan kabilesi arasında savaş vardı ve Hayber yahudîleri ne zaman onlarla karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda:

“Ey Allâh'ımız! Âhirzamanda çıkarmayı va'dettiğin o ümmî peygamber hakkı için senden bizi muzaffer kılmanı diliyoruz.” şeklinde duâ ettiler ve bu duânın ardından Gatafan'ı bozguna uğrattılar. Lâkin, Allâh Teâlâ, onların duâlarında zikrettikleri Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz'i peygamber olarak gönderince, O'nun peygamberliğini ve getirdiği kitâbı inkâr ettiler. Bunun üzerine Hak Teâlâ:

“Daha önce (o peygamberin adını kullanarak, onun hakkı için diyerek) kâfirlere karşı zafer isterlerken kendilerine Allâh katından ellerindeki (Tevrat'ı) doğrulayan bir kitap gelip de (Tevrat'tan) bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince, onu inkâr ettiler. İşte Allâh'ın lâneti böyle kâfirleredir.” (el-Bakara, 89) âyetini indirdi. (Kurtubî, el-Câmî, II, 27; Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl , s. 31)

Görüldüğü üzere, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in Hak katındaki hatırı hürmetine Allâh'tan yardım dileyen gayr-i müslimler bile O'nunla âlemlere gelen rahmet ve bereketten istifâde etmişlerdir.

Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e hitâben:

“(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde bulunduğun sürece Allâh, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33) buyurmuştur.

Bu ilâhî beyân da, müşrikler hakkında vârid olmuştur. İşte müşrikler bile sırf O'na maddî bir yakınlık sebebi ile böyle bir imtiyâza sahip olurlarsa, mü'minlerin ne türlü ilâhî nîmetlere nâil olabilecekleri tasavvurun üstündedir. Üstelik o mü'minler sâdece o muazzez varlığa îmân etmiş olmakla kal*mayıp, bir de o îmânın özünü teşkîl etmek üzere muhabbet-i

Rasûlullâh'*tan nasîb alırlarsa... İşte söz burada âciz kalır!.. Gerçekten de bir mü'minin gönlü mu*hab*bet-i Rasûlullâh'ta ne mertebeye vâsıl olursa, dünyâda nâil olacağı huzur ve saâ*det, âhirette kavuşacağı makâm, o nisbette yüce olur.
üsveihasenecom
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN
YANIK TERENNÜMLERİ

Kulu, Allâh'a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e muhabbet, Allâh'a muhabbet; O'na itâat, Allâh'a itâat; O'na isyan, Allâh'a isyân mâhiyetindedir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

“ (Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh'ı seviyorsanız, bana itaat ediniz ki, Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun!..” (Âl-i İmrân, 31)

Kelime-i tevhîdde « Lailâheillallah»dan son*ra « Muhammedurrasulûllah» cüm*le*si ge*lir. Her ke*li*me-i tev*hîd ve her sa*levât-ı şe*rî*fe, Hak*k'a mu*hab*bet ve ya*kın*lı*ğın ser*mâ*ye*si*ni teş*kil eder. Dün*ya ve ahi*re*tin sa*âdet ha*ya*tı ve bü*tün mânevî fe*tih*ler, O'na mu*hab*bet ser*ma*ye*siy*le ka*za*nı*lır. Ci*han, ilâ*hî mu*hab*be*tin te*zâ*hü*rü*dür. Bu zu*hû*run öz cev*he*ri*ni, “Mu*ham*me*dî nûr” teş*kil eder ve Zât-ı ulû*hiy*ye*te va*ra*bil*me*nin ye*gâ*ne yo*lu da O'na mu*hab*bet*ten geçer.

İbâ*det*te*ki rû*hâ*ni*yet, mu*ame*lât*ta*ki ze*râ*fet, ahlâk*ta*ki ne*zâ*ket, gö*nül*de*ki le*tâ*fet, sî*mâ*lar*da*ki nûr ve me*lâ*hat, li*san*lar*da*ki se*lâ*set, duy*gu*lar*da*ki in*ce*lik, na*zar*lar*da*ki de*rin*lik, vel*hâ*sıl bü*tün gü*zel*lik*ler, O var*lık nû*ru*na olan mu*hab*bet*ten kalb*le*re ak*se*den pa*rıl*tı*lar*dır.

Haz*ret-i Mev*lâ*nâ ne gü*zel bu*yu*rur:

“Gel ey gö*nül! Ha*kî*kî bay*ram, Ce*nâb-ı Mu*ham*med'e vus*lat*tır. Çün*kü ci*hâ*nın ay*dın*lı*ğı, o mü*bâ*rek var*lı*ğın ce*mâ*li*nin nû*run*dan*dır.”

Bunun içindir ki, Allâh Rasûlü'nün örnek sîretine tâbî olmak, Hakk'ın rızâ ve muhabbe*tine nâiliyetin vazgeçilmez vesîlesidir. Yâni bir mü'min, ibâdet ve davranışla*rında Hazret-i Peygamber'in sünneti istikâmetinde merhale katetmedikçe İslâm'ın hedeflediği ideal insan demek olan “insan-ı kâmil” hâ*line gelemez. Dînin gerçek huzur ve saâdetine de eremez. Çünkü Cenâb-ı Hak, İslâm'ın hedeflemiş olduğu “kâmil insan” modelini, Haz*ret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in şahsında sergilemiş, O'nu, âlemlere rahmet ve bütün mü'minlere örnek bir şahsiyet eylemiştir.

O hâlde, Allâh Teâlâ'nın biz kullarını sevmek hususunda şart koşacağı kadar mühim olan bu itaat, nasıl bir itaattir?

üsveihasenecom devamı var
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN
YANIK TERENNÜMLERİ devamı


Hiç şüphesiz bu ulvî hâl, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e cân u gönülden muhabbet duymak ve O'nun kalbî âleminden hisse alabilmekle başlar. Zîrâ bizler için yegâne “üsve-i hasene” olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sel*lem-'e tâbî olma husûsunda yüce Rabbimiz âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:

“Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allâh'tan korkun! Çünkü Allâh'ın azâbı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7)

“Ey îmân edenler! Allâh'a itâat edin ve Peygamber'e itâat edin de amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33)

“Kim Allâh'a ve Rasûl'e itâat ederse, işte onlar, Allâh'ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dostlardır.” (en-Nisâ, 69)

Allâh Teâlâ'nın inzâl ettiği ilâhî bir fermân ve tâlimatnâme olan Kur'ân-ı Kerîm de, ümmete Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in kalb âleminden sergilenmiştir. Muhakkak ki Kur'ân'ın sırları da kalbin Allâh Rasûlü'nün rûhâniyetine bürünmesi nisbetinde fâş olur. Eğer sahâbe-i kirâm gibi bizler de o âleme girmekle şereflenir ve ilâhî güzelliklerin, emir-nehiy, ilim ve hikmetlerin oradaki tecellîlerini seyretme bahtiyarlığına erebilirsek, kısacası ilâhî kelâmı O'nun gönül iklîmindeki tezâhürleriyle ve şerhiyle okuyabilirsek, o zaman gönüllerimiz asr-ı saâdetteki peygamber âşıkları gibi O'nun etrafında pervâne olur, her sözüne, her emrine ve hattâ îmâsına dahî:

“Anam, babam, malım ve canım sana fedâ olsun, yâ Rasûlallâh!..” ifâdesinin özündeki aşk, vecd ve teslîmiyete nâil oluruz.

Hazret-i Peygamber'in muazzez varlığı, beşer için bir muhabbet melcei ve feyz kaynağıdır. Ârifler bilirler ki, mevcudâtın varlık sebebi, Nûr-i Muhammedî'ye duyulan muhabbettir. Bu sebeple bütün kâinât, âdetâ Varlık Nûru Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e ithâf edilmiş gibidir. Bütün kâinât, Nur-i Muhammedî'nin şerefine ve O'na bir mazruf olarak yaratılmıştır. Zîrâ O, öyle bir şahsiyettir ki, Cenâb-ı Hak O'na «habîbim» buyurmuştur.1

Eskiden mühürlere hikmetli söz veya şiirler hakkettirmek âdetti. Bü*yük hayırsever Bezm-i Âlem Vâlide Sultan da mührüne şu çok mânîdar mısraları kazıttırmıştı:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl

Zuhûrundan Bezmiâlem oldu vâsıl

üsveihasene devamı var
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN YANIK TERENNÜMLERİ devamı

Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kelime-i şehâdette de ifâde ettiğimiz gibi elbette ki beşer olarak ve sûret bakımından bir “kul” dur, lâkin sîret itibâriyle “şâh-ı rusül” dür. Bu incelik ve esrâr âlemini seyreden Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ne güzel söyler:

Âyinedir bu âlem her şey Hak ile kâim,

Mir'ât-ı Muhammed'den Allâh görünür dâim!..

Muhabbet-i Rasûlullâh, beşeri her iki cihânda azîz eyleyen yüce bir müessirdir. Nitekim ashâb-ı kirâm da bu muhabbet vesîlesiyle, yâni Fahr-i Kâinât -aleyhissalâtü vesselâm-'ın aşkıyla yoğrulduklarından o erişilmez derecelere nâil kılınmışlardır. Onlar birer aşk çağlayanı hâlinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in etrâfında sadâkatle kenetlenmişler ve O'na bağlılık semâsının birer yıldızları olmuşlardır. Öyle ki ashâbın içinde, “Rasûlullâh böyle yapmıştı.” diye, sırf O'na ittibânın hazzını yaşamak için, O'nun yürüdüğü yoldan yürüyen, kokladığı bir gülü koklayan, durduğu yerde duranlar vardı.

Sahâbe-i kirâm hazarâtının Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e duydukları dâsitânî aşk ve muhabbetin yanık tezâhürleri sayısızdır:

Enes bin Malik -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir adam geldi ve:

“–Yâ Rasûlallâh! Kıyâmet ne zamandır?” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Kıyamet için ne hazırladın?” diye sorunca o da:

“–Allâh ve Rasûlü'nün muhabbetini…” cevabını verdi.

Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“– Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın .” buyurdular.

Enes -radıyallâhu anh- bu rivâyetin devâmında der ki:

“İslâm'a girmekten başka hiçbir şey bizi Allâh'ın Nebîsi'nin “ Muhakkak sen sevdiğinle berabersin. ” sözü kadar sevindirmemiştir. İşte ben de Allâh'ı, O'nun Rasûlünü, Ebû Bekr'i ve Ömer'i seviyorum ve -her ne kadar onların yaptıkları amelleri yapamadıysam da- onlarla beraber olmayı umuyorum.” (Müslim, Birr, 163)

Şüphesiz ki Allâh Rasûlü'nün bu müjdeli beyânının şümûlüne girebilmek için her mü'min, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in aşk, muhabbet, şevk ve nûru ile gönlünü tezyîn etmelidir.

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetinin kendisine duyduğu sönmek bilmeyen derin aşkına işâretle:

“Benden sonra bir takım insanlar gelecek ki, onların her biri beni görebilmek uğruna ehlini ve malını vermeye can atarlar.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 95) buyurmuşlardır.

üsveihasene com
 

İsr@

hizmet erbabı
Katılım
4 Kas 2006
Mesajlar
3,080
Tepkime puanı
62
Puanları
0
Yaş
44
Konum
KOCAELİ
Güllerin En Seçkini

Gönüllerin sevgilisi Efendimiz aleyhisselâm herhangi bir insan değildir. O Cenâb-ı Mevlâ’nın Habîbi, Yûnus Emre’nin dediği gibi, on sekiz bin âlemin Mustafâ’sıdır. Bu sebeple onun yüce ismini ağzına alacak kimse hem kendine hem diline çeki düzen vermek mecburiyetindedir.

Peygamber-i Zîşân’ın değerini en iyi bilen ashâb-ı kirâm efendilerimizdi. Çünkü Kâinâtın Rabbi, şanlı Peygamberinin kadrini bilme ve ona lâyık olduğu şekilde hitap etme konusunda ilk önce onları eğitti. “Ey iman edenler!” buyurdu onlara. “Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin; birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın. Yoksa yaptığınız iyilikler mahvolur gider de farkına bile varmazsınız” (Hucurât 49/2).

Sahâbe-i Güzîn Efendilerimiz çocuklarını bu terbiye ile yetiştirdi; ondan sonra gelenler, daha sonra gelenler hep bu edebe riâyet etti. Peygamber Efendimizden sonra güzel dinimizi bize öğreten o nesiller bizim mânevî babamız sayılır. Nesilden nesile devam ederek bize kadar gelen bu üstün edebe sahip çıkmalı, onu yaşamalı, çocuklarımızı ve torunlarımızı bu terbiye ile yetiştirmeliyiz. Risâlet Güneşi Efendimizden kuru ve ruhsuz bir ifadeyle “Peygamber” diye söz edenler gibi olmamalıyız. Peygamber kelimesinin yanında mutlaka ona olan saygımızı gösteren bir ifade daha kullanmaya dikkat ve gayret etmeliyiz.

Şâh-ı rusül

Bizim büyüklerimiz, çok yakın zaman öncesine kadar, hem yazdıkları eserlerde hem konuşmalarında bu edebe dikkat ederlerdi. Şimdi size onların Peygamber Efendimize duydukları engin muhabbeti nasıl dile getirdiklerini gösteren bazı misâller sunmak istiyorum.

Önce, beş yüzyıldan beri bu milletin ruhunu Fahr-i Cihân Efendimizin muhabbetiyle yoğuran Süleyman Çelebi’ye kulak verelim. Süleyman Çelebi Hazretleri o ölümsüz eseri Vesîletü’n-necât adlı mevlidinde Mefhar-i Mevcûdât Efendimizden Hayru’l-beşer (insanların hayırlısı) diye söz eder. Zaman zaman ona Hakk’ın sevgilisi anlamında Habîb-i Hak der.

Kimi zaman da Peygamberlerin şâhı anlamında Şâh-ı rusül ifadesini kullanır. Bazı mevlidhanların, Efendimiz aleyhisselâm hakkında yazılmış bir şiirdeki “şâh-ı rusül” ifadesini “Şâh-ı resul” diye okuduklarını duydukça üzülürüm. Çünkü “Şâh-ı resul”, Peygamberin şâhı demek olup hiçbir anlamı yoktur. Peygamberin şâhı değil, Peygamberlerin şâhı olur. Peygamberlerin şâhı diyebilmek için de o terkîbi şâh-ı rusül diye okumak gerekir.

Bugün gençlerimizin, internetle ilgili dünya kadar İngilizce kelimeyi ezbere bildikleri halde, kendi öz dillerinin ifadeleri olan Şâhı rusül’ü, Hayru’l-beşer’i bilmemelerine şaşar kalırım. Meselâ bu iki terkipte dört kelime geçiyor. Bu dört kelimenin üçü zaten dilimizde var. Şah, hayır, beşer kelimelerini herkes bilir. Rusül kelimesinin de Resûl’ün çoğulu olduğunu az bir gayretle anlamak zor değildir. Geriye kala kala bu terkipleri sondan başa doğru okumak kalıyor. Habîb-i Hak, Hakk’ın habibi; Hayru’l-beşer, insanların hayırlısı, Şâh-ı rusül Peygamberlerin şâhı gibi.

İnşallah benim genç sevgili okuyucularım bundan sonra Süleyman Çelebi’yi dinlerken, onun Şâh-ı cihân dediğini duyunca, bunun Cihanın şâhı demek olduğunu, Resûl-i Hak dediğini duyunca, bunun Hakk’ın elçisi demek olduğunu, Mahbûb-ı Hak dediğini duyunca bunun Hakk’ın sevgilisi demek olduğunu daha kolay bir şekilde anlayacak ve ağızlarında pek lezzetli bir akide şekerini veya Medine hurmasını emiyormuş gibi hoşluk duyacaklardır.

Süleyman Çelebi’nin burcu burcu Peygamber muhabbeti kokan sözlerinden biri de Mustafâ-yı mâh rû (ay yüzlü Mustafa) ifadesidir.

Kâinâtın göz bebeği

Bir zamanlar Allah’ın sevgilisini bütün ruhuyla seven milletimizin aydın kesimi, bu derin sevgiyi eserlerinde dile getirirlerdi. Ona duydukları engin sevgi ve saygıyı gösterebilmek için sözlerin en güzelini büyük bir titizlikle seçerlerdi.

Bundan iki buçuk asır önce yaşamış olan Hanîf İbrâhim Efendi de, daha çok hadîs-i şerîfe dair eserler veren bir Osmanlı âlimiydi. Şimdi de onun Hulâsatü’l-vefâ fî şerhi’ş-Şifâ adlı eserinde Nebiy-yi Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hakkında kullandığı, sözden ziyâde mûsikîyi alâkadar eden bazı saygı ifadelerini görelim:

Mihr-i dırahşânı nübüvvet (nübüvvetin parlayan güneşi),

Mâh-ı münîr-i risâlet (risâletin aydınlatan ay yüzlü güzeli),

Nebiy-yi âlîcâh (yüce rütbeli Peygamber),

Neyyir-i âsumân-ı risâlet (peygamberlik semâsını aydınlatan insan),

Sultân-ı enbiyâ ve server-i asfiyâ aleyhi’s-selâmü ve’t-tehâya (nebîler sultanı ve seçilmişler efendisi, üzerine selamlar ve dualar olsun).

Burada asfiyâ kelimesinden söz etmişken, ünlü şâirimiz Necâtî Bey’in bu kelimeyi nasıl kullandığına kulak verelim:

Fahr-i enbiyâ ve sened-i asfiyâ Muhammed Mustafâ (nebîlerin iftihârı ve seçilmişlerin dayanağı Muhammed Mustafâ).

Biz tekrar Şifâ-i Şerîf mütercim ve şârihi Hanîf İbrâhim Efendi’nin bu pek kıymetli eserinde Peygamber Efendimiz hakkında kullandığı saygı ifadelerine dönelim:

Bergüzîde-i benî âdem (Âdemoğullarının en seçkini).

Serdefter-i enbiyâ aleyhi ekmelü’t-tehâyâ (nebîler önderi, en üstün dualar ona olsun).

Nûr-ı dîde-i âlem (kâinâtın gözbebeği).

Hayru’l verâ aleyhi’t-tehâyâ (bütün yaratılmışların en hayırlısı, üzerine dualar olsun). Burada yine Efendimiz aleyhisselâm için kullanılan nûru’l-verâ (bütün yaratılmışların nûru) ifadesini de hatırlayalım.

Mefhar-i mevcûdât aleyhi asfa’t-tahiyyât (bütün varlığın kendisiyle iftihar ettiği zât, üzerine pek çok dua olsun). Mefhar kelimesi mefhar-i enbiyâ, mefhar-i cihan gibi terkiplerde de kullanılır.

Şâh-ı rusül ve güzîde-i gül (Peygamberlerin şâhı ve güllerin en seçkini).

İmâmü’l-müttakîn aleyhi salâtü’l-Muîn (müttakîlerin önderi, herkese yardım eden Allah’ın salâtü selâmı onun üzerine olsun). Bu saygı ifadesinin sonundaki Muîn kelimesine, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden kulaklarımız âşinâdır: “Ümmetinden razı olsun ol Muîn”

Su sesi gibi ruh ve gönül okşayan bu mûsikî nağmeleri, bir kısmımıza ağır ve ağdalı gelebilir. Çünkü bize kendi öz dilimizi, onunla alay ede ede unutturmaya çalıştılar. Büyüklerimizin, Resûlullah Efendimize duydukları muhabbeti ve saygıyı, zengin çağrışımlarla nasıl dile getirdiklerini daha iyi görebilmek için, şimdi de yukarıdaki saygı ifadelerinin sadece Türkçe söylenişine kulak verelim:

Peygamberliğin parlak güneşi, nebîler sultanı ve seçilmişler efendisi, Âdemoğullarının seçkini, nebîlerin iftihârı ve seçilmişlerin dayanağı, peygamberlik semâsını aydınlatan insan, nebîler önderi, kâinâtın gözbebeği, bütün varlığın kendisiyle iftihar ettiği insan, müttakîlerin önderi, bütün yaratılmışların nûru…

Elbette konumuz, eski dilimizin güzelliği değil. Onun göz alan ihtişamı zaten meydanda. Şüphesiz o güzel dil, Fahr-i cihân efendimize duyulan derin muhabbeti coşkulu bir lisan ile ifade etmeye son derece elverişliydi. Zira gönlünüzdeki engin duyguları dile getiremediğiniz zaman boğazınıza bir yumruk düğümleniyor.

Şimdi ne yapmamız gerektiğine bakalım. Gönüllerimizi buluşturan sevgili Efendimize duyduğumuz derin sevgi ve saygıyı, dilimizdeki malzemeyle, ama büyük bir titizlikle ifade etmeye çalışalım. Öte yandan, ecdadımızla irtibatı koparmamak için, bir muhabbet dili olan eski lisânımızın ipek kumaşını fırsat buldukça okşamaya devam edelim.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
Rabbim ve resulü önce senden razı olsun abim maşallah heryerde bir konu her yerde bir duygu mevlam ilim aşkını arttırsın böyle bir iman aşkını bizlerede nasip eylesin...


allah için yazanlardan allah razı olsun talebelik defterinden sildirmesin.
 
Üst