EBEDÎ SAÂDET REHBERİMİZ
HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ
-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-
Peygamberler târihi ve takvîmi, varlığın ilki olan “nûr-i Muhammedî”nin ilk insana ikrâmı ile başlamış; bu oluşun son yaprağı da “cismâniyet-i Muhammedî”nin dünyâ âleminde zuhûruyla nihâyet bul*muştur. Böylece -rivâyete göre- 124 bin peygamberden
teselsül ederek gelen bu yüce nûr, hakîkî sâhibine intikâl etmiştir. Yâni bu yüce nûr, en temiz ve en asîl bir soydan teselsül ede ede Hazret-i Abdullâh'a kadar gelmiş, Âmine Hâtun'un hâmileliğiyle birlikte de, Hazret-i Abdullâh'ın alnından, Varlık Nûru'nu taşıyan bu tâlihli anneye intikâl etmiş, nihâyet ondan da asıl sahibi olan Âlemlerin Efendisi'ne teslim edilmiştir.
Kâinât manzûmesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nûrundan husûle gelmiştir. Eğer Âdem -aleyhis*selâm-'ın toprağına Rasûlullâh'ın toprağından bir na*sîb konmasaydı, Âdem -aley*hisselâm-'ın tevbesine icâbet olunmazdı. Hadîs-i şerîfte buyurulduğu üzere: Âdem -aley*his*se*lâm- cen*net*ten çı*ka*rıl*ma*sı*na se*bep olan zel*le*yi iş*le*di*ğin*de, ha*tâ*sı*nı an*la*yıp:
«– Yâ Rab*bî! Mu*ham*med hak*kı için Sen'den be*ni ba*ğış*la*ma*nı is*ti*yo*rum.» de*di. Al*lâh Te*âlâ:
«– Ey Âdem! He*nüz ya*rat*ma*dı*ğım hâl*de Mu*ham*med'i sen ne*re*den bil*din?» bu*yur*du.
Âdem -aley*his*se*lâm-:
«– Yâ Rab*bî! Sen be*ni ya*ra*tıp ba*na rû*hun*dan üf*le*di*ğin*de ba*şı*mı kal*dır*dım, ar*şın sü*tun*la*rı üze*rin*de “Lâ ilâ*he il*lâl*lâh, Mu*ham*me*dü'r-Ra*sû*lul*lâh” cüm*le*si*nin ya*zı*lı ol*du*ğu*nu gör*düm. Bil*dim ki Sen, zâ*tı*nın is*mi*ne an*cak ya*ra*tıl*mış*la*rın en se*vim*li*si*ni izâ*fe eder*sin!» de*di.
Bu*nun üze*ri*ne Al*lâh Te*âlâ:
«– Doğ*ru söy*le*din ey Âdem! Ha*kî*ka*ten o, ba*na gö*re mah*lû*kâ*tın en se*vim*li*si*dir. Onun hak*kı için ba*na duâ et. (Mâ*dem ki duâ et*tin), Ben de se*ni ba*ğış*la*dım. Şâ*yet Mu*ham*med ol*ma*say*dı se*ni ya*rat*maz*dım! » bu*yur*du.” (Hâ*kim, Müs*ted*rek, II, 672)
İşte Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlul*lâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i, duâsına vesîle kıldı; ilâhî affa mazhar olarak kınanmaktan kurtuldu. O yüce Rasûl, İbrâhim -aleyhisse*lâm-'ın sul*büne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmâil -aley*hisse*lâm-'ın sedefine girince, nâmına göklerden kurbanlık bir koç indirildi.
Görüldüğü üzere Peygamberler dahî O'nun hürmetine ilâhî rahmetten müs**tefîd olmuşlardır. Hattâ O'na tâbî olmanın rahmetine nâiliyet için kendisine ümmet olmak isteyen Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- gibi peygamberler bile çıkmıştır. Bereketli bir
hidâyet şerâresi hâlindeki nebîler silsilesinin her halkası, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Mu*hammed Mus**tafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in zuhûrunun âdetâ birer ikbâl müj*decisiydi…
Nihayet beklenen nûr, mîlâdî 571 yılı, 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, güneş doğmadan az evvel zuhûr âlemine tenezzül ederek, Abdullâh ve Âmine'nin izdivaç kucağında bütün zaman ve mekânları şereflendirdi.
O'nun zuhûruyla Allâh'ın rahmeti bu âlemde coşup taştı. Sabahlar ve akşamlar renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ, ayrı bir letâfet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kis*râlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. Sâve gölü, zulüm bataklığı hâlinde kurudu. Gönüller feyz ve bereketle doldu.
Çünkü belli bir zaman ve mekânda gerçekleşen bu tecellî, o asîl varlığın zuhûrunun ilk bereketi idi. Bu bereket, bütün kâinâtı yâni bütün zaman ve mekânları kuşattı.
Peygamberlerin serveri olan Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâ*hu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sîreti âdetâ engin bir deryâ; diğer peygamberlerin sîreti ise oraya dökülen nehir*ler mesâbesindedir. O, kendisinden evvel gelen, -rivâyete göre- 124 bin küsur
peygamberin bilinen ve bilinemeyen bütün fârik vasıflarının tamâmının daha ötesine sâhip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. O, kendi devrine kadar insanlığın tefekkür ve yaşayış itibariyle kaydettiği gelişmeye ilâveten, kıyâmete kadar vâkî olabilecek ihtiyaçlarını da karşılayacak nümûne-i imtisal bir şahsiyet olmak üzere âhirzaman nebîsi olarak gönderilmiştir.
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yüksek ahlâkî vasfını beyân sadedinde:
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta', Hüsnü'l-huluk, 8) buyurmuştur.
üsveihasenec..
HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ
-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-
Peygamberler târihi ve takvîmi, varlığın ilki olan “nûr-i Muhammedî”nin ilk insana ikrâmı ile başlamış; bu oluşun son yaprağı da “cismâniyet-i Muhammedî”nin dünyâ âleminde zuhûruyla nihâyet bul*muştur. Böylece -rivâyete göre- 124 bin peygamberden
teselsül ederek gelen bu yüce nûr, hakîkî sâhibine intikâl etmiştir. Yâni bu yüce nûr, en temiz ve en asîl bir soydan teselsül ede ede Hazret-i Abdullâh'a kadar gelmiş, Âmine Hâtun'un hâmileliğiyle birlikte de, Hazret-i Abdullâh'ın alnından, Varlık Nûru'nu taşıyan bu tâlihli anneye intikâl etmiş, nihâyet ondan da asıl sahibi olan Âlemlerin Efendisi'ne teslim edilmiştir.
Kâinât manzûmesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nûrundan husûle gelmiştir. Eğer Âdem -aleyhis*selâm-'ın toprağına Rasûlullâh'ın toprağından bir na*sîb konmasaydı, Âdem -aley*hisselâm-'ın tevbesine icâbet olunmazdı. Hadîs-i şerîfte buyurulduğu üzere: Âdem -aley*his*se*lâm- cen*net*ten çı*ka*rıl*ma*sı*na se*bep olan zel*le*yi iş*le*di*ğin*de, ha*tâ*sı*nı an*la*yıp:
«– Yâ Rab*bî! Mu*ham*med hak*kı için Sen'den be*ni ba*ğış*la*ma*nı is*ti*yo*rum.» de*di. Al*lâh Te*âlâ:
«– Ey Âdem! He*nüz ya*rat*ma*dı*ğım hâl*de Mu*ham*med'i sen ne*re*den bil*din?» bu*yur*du.
Âdem -aley*his*se*lâm-:
«– Yâ Rab*bî! Sen be*ni ya*ra*tıp ba*na rû*hun*dan üf*le*di*ğin*de ba*şı*mı kal*dır*dım, ar*şın sü*tun*la*rı üze*rin*de “Lâ ilâ*he il*lâl*lâh, Mu*ham*me*dü'r-Ra*sû*lul*lâh” cüm*le*si*nin ya*zı*lı ol*du*ğu*nu gör*düm. Bil*dim ki Sen, zâ*tı*nın is*mi*ne an*cak ya*ra*tıl*mış*la*rın en se*vim*li*si*ni izâ*fe eder*sin!» de*di.
Bu*nun üze*ri*ne Al*lâh Te*âlâ:
«– Doğ*ru söy*le*din ey Âdem! Ha*kî*ka*ten o, ba*na gö*re mah*lû*kâ*tın en se*vim*li*si*dir. Onun hak*kı için ba*na duâ et. (Mâ*dem ki duâ et*tin), Ben de se*ni ba*ğış*la*dım. Şâ*yet Mu*ham*med ol*ma*say*dı se*ni ya*rat*maz*dım! » bu*yur*du.” (Hâ*kim, Müs*ted*rek, II, 672)
İşte Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlul*lâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i, duâsına vesîle kıldı; ilâhî affa mazhar olarak kınanmaktan kurtuldu. O yüce Rasûl, İbrâhim -aleyhisse*lâm-'ın sul*büne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmâil -aley*hisse*lâm-'ın sedefine girince, nâmına göklerden kurbanlık bir koç indirildi.
Görüldüğü üzere Peygamberler dahî O'nun hürmetine ilâhî rahmetten müs**tefîd olmuşlardır. Hattâ O'na tâbî olmanın rahmetine nâiliyet için kendisine ümmet olmak isteyen Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- gibi peygamberler bile çıkmıştır. Bereketli bir
hidâyet şerâresi hâlindeki nebîler silsilesinin her halkası, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Mu*hammed Mus**tafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in zuhûrunun âdetâ birer ikbâl müj*decisiydi…
Nihayet beklenen nûr, mîlâdî 571 yılı, 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, güneş doğmadan az evvel zuhûr âlemine tenezzül ederek, Abdullâh ve Âmine'nin izdivaç kucağında bütün zaman ve mekânları şereflendirdi.
O'nun zuhûruyla Allâh'ın rahmeti bu âlemde coşup taştı. Sabahlar ve akşamlar renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ, ayrı bir letâfet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kis*râlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. Sâve gölü, zulüm bataklığı hâlinde kurudu. Gönüller feyz ve bereketle doldu.
Çünkü belli bir zaman ve mekânda gerçekleşen bu tecellî, o asîl varlığın zuhûrunun ilk bereketi idi. Bu bereket, bütün kâinâtı yâni bütün zaman ve mekânları kuşattı.
Peygamberlerin serveri olan Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâ*hu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sîreti âdetâ engin bir deryâ; diğer peygamberlerin sîreti ise oraya dökülen nehir*ler mesâbesindedir. O, kendisinden evvel gelen, -rivâyete göre- 124 bin küsur
peygamberin bilinen ve bilinemeyen bütün fârik vasıflarının tamâmının daha ötesine sâhip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. O, kendi devrine kadar insanlığın tefekkür ve yaşayış itibariyle kaydettiği gelişmeye ilâveten, kıyâmete kadar vâkî olabilecek ihtiyaçlarını da karşılayacak nümûne-i imtisal bir şahsiyet olmak üzere âhirzaman nebîsi olarak gönderilmiştir.
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yüksek ahlâkî vasfını beyân sadedinde:
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta', Hüsnü'l-huluk, 8) buyurmuştur.
üsveihasenec..