Üsve-i Hasene En Güzel İnsan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)

U

ummuhan

Guest
Biraz daha kısa kısa ve daha okunabilir bir font ile yazılsa idi okuyan sayısı artar mıydı? Diye düşünüyorum.... okuyan her şekilde okur diyeceksiniz ama işte okumayana okutmaya çalışmak asıl amaç olunca neden? araştırıyor insan aklıma gelen gözüme çarpan bu oldu :)
E bir de benim yazmam gerekiyordu onu da yazdım işte :D
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
Biraz daha kısa kısa ve daha okunabilir bir font ile yazılsa idi okuyan sayısı artar mıydı? Diye düşünüyorum.... okuyan her şekilde okur diyeceksiniz ama işte okumayana okutmaya çalışmak asıl amaç olunca neden? araştırıyor insan aklıma gelen gözüme çarpan bu oldu :)
E bir de benim yazmam gerekiyordu onu da yazdım işte :D


allah razı olsun kardeş inşaallah fikirlerinize uymaya çalışacağım .
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN YANIK TERENNÜMLERİ devamı

Nitekim, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefât ettiğinde de ashâbın hâli, hüznünden yanıp eriyen mumlar gibiydi. O gün Allâh Rasûlü'nün firâkı

ile gönüller bir anda hasret yangınlarıyla kavrulmuş, ashâb-ı kirâm, hâlden hâle girmişti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dahî bir an kendinden geçmiş, Hazret-i Ebû

Bekir -radıyallâhu anh-, insanları teskîn edinceye kadar binbir güçlük yaşamıştı. Zîrâ O'nu görmemeye bir gün bile dayanamayan âşık gönüller, artık bu fânî dünyâda O'nu

hiç göremeyecekti. İşte bu hicrân ve yanışa dayanamayan Abdullâh bin Zeyd -radıyallâhu anh-, ellerini ilâhî dergâha mahzûn bir gönülle açarak:

“Yâ Rabbî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben, her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyâda bir şey görmeyeyim!..” diye samîmî göz yaşları içinde ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu. ( Kur*tu*bî, el-Câ*mî, V, 271 )

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz'in vefâtından sonra bir hadis nakledeceği zaman Allâh Rasûlü'nü hatırladıkça ağlar, konuşmakta güçlük çekerdi.

Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- onun bu hâlini şöyle anlatır:

“Ebû Bekir -radıyallâhu anh- minbere çıktı ve:

«–Biliyorsunuz ki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geçen sene aranızda şu benim durduğum gibi durmuştu...» dedi. Sonra ağladı. Sonra bu sözünü tekrar etti ve yine ağladı. Üçüncü kez yine tekrarladı ve kendini tutamayarak bir daha ağladı.” (Bkz. Tirmizî, Deavât, 105)

üsveihasenecom
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN YANIK TERENNÜMLERİ devamı


Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sağlığında iken hep yanında olduğu hâlde dâimâ O'na hasret içinde

kalırdı. Rasûlullâh'ın vefâtından sonra ise bu firâk sebebiyle, O'na kavuşma iştiyâkı daha da şiddetlenmişti.

Âişe -radıyallâhu anhâ- babasının vefât ânında, Hazret-i Peygamber'e duyduğu vuslat heyecanını şöyle ifâde eder:

Babam Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında:

“–Bugün hangi gündür?” diye sordu.

“–Pazartesi.” dedik.

“–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zîrâ benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e en yakın olanıdır. (Yâni O'na bir an evvel kavuşacağım andır.) dedi.” (Ahmed bin Hanbel, I, 8)

Ashâb-ı kiramdan bazıları, Allâh Rasûlü'ne âşık olup bir an evvel vuslatı arzulayan hastalara, Allâh'a ve Rasûlü'ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz'e selâm göndermişlerdir. Meselâ Muhammed bin

Münkedir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh âşığı Hazret-i Câbir'i, son hastalığında ziyâret etmişti. Onun, ölüme iyice yaklaştığını anlayınca da, gönlü Rasûlullâh hasretiyle muzdarip olan Câbir -radıyallâhu anh-'ı tesellî için:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e bizden selâm götür!” demiştir. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 4)

üsveihasenecom
 

İsr@

hizmet erbabı
Katılım
4 Kas 2006
Mesajlar
3,080
Tepkime puanı
62
Puanları
0
Yaş
44
Konum
KOCAELİ
Sen Olmasaydın, Yâ Muhammed (s.a.v.)
Sen olmasaydın; Allah’ın varlığından, birliğinden, sonsuz kudret ve azametinden, dünyamızı cennete dönüştüren yüce dînimizden ve her biri bize ayrı bir haz ve fayda veren ibâdetlerden nasıl haberdâr olabilirdik?

Sen olmasaydın; inceliği, zerâfeti, tevâzûyu, güzel ahlâkı kim öğretir ve bu konuda bize kim örnek olabilirdi? Halbuki Sen, güzel ahlâkı yaşamak ve tamamlamak için gönderildin.

Sen olmasaydın, gönlünü hüzün ve ümitsizlik kaplamış yetîmin başını kim okşar; onu kucaklayıp şefkatle bağrına kim basardı? Sen ise yetîmi dâima gözettin ve:

“En güzel ev; içinde yetîme iyi muâmele edilen evdir. En kötü ev de, yetîme kötü muâmele edilen evdir.”buyurdun. (İbn-i Mâce, Edeb, 6)

Sen olmasaydın, diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının gökyüzünü kaplamış feryâdlarını ve çığlıklarını kim dindirirdi? İffet ve fazîlet timsâli ve şefkat âbidesi kadınlara lâyık oldukları şerefi ve haysiyeti kim lütfederdi? “Cennet annelerin ayakları altındadır.” buyurarak onları, hak ettikleri yüce mevkiye kim kavuştururdu?

Sen olmasaydın, kadınların haklarını kim korur ve;

“Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele ediniz! Onlar hakkında Allah’dan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emâneti olarak aldınız; onların nâmuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır…” buyururdu?

Sen olmasaydın, ailede huzûr ve saâdetin esâslarını bizlere kim öğretirdi? Hanımlara hoş davranılması hakkında;

“Sizin en hayırlınız, ailelerine en güzel muâmelede bulunanınızdır.” buyurarak bize kim nasîhatta bulunurdu? (İbn-i Mâce, Nikâh, 50)

Sen olmasaydın, kim mahlûkata şefkat ve merhameti tavsiye ederek;

“Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de sizlere merhamet etsin!” buyururdu? (Tirmizî, Birr, 16)

Sen olmasaydın, her türlü güce ve imkâna sâhip olduğu halde düşmanlarına bile beddua etmekten ve kahretmekten sakınarak;

“Allah’ım, bu kavmi doğru yola ilet! Ben bunların soyundan mü’min bir neslin gelmesini diliyorum!”

“Allah’ım, ümmetimi afvet, çünkü onlar bilmiyorlar!” diye kim duâ ederdi? (İbn-i Mâce, Menâsik, 56)

Sen olmasaydın, bize kim afv ve müsâmaha ile muâmele etmeyi tavsiye ederdi? Senin şu mübârek kelâmın bu konuda ne kadar anlamlı;

“Sana zulmedeni afvet, seninle ilgilenmeyen akrabana yardım et, sana kötülük yapana iyilikle mukabele eyle, aleyhine de olsa doğruyu söyle!”

Sen olmasaydın; boynu bükük, gönlü kırık fakîr ve ihtiyâç sâhiplerine kim yardım eder ve müşfik davranırdı? Sen ise fakîrlere hep ikrâm ve ihsân edilmesini tavsiye ettin ve Hazret-i Âişe vâlidemizin şahsında bütün ümmete hitâben şöyle buyurdun:

“Yâ Âişe! Fakirleri sev! Onları yakınına al ki, Allah -celle celâlühü- kıyâmet günü seni yakınına alsın!..”

“Yâ Âişe! Hiçbir zaman muhtâç birisini kapından boş çevirme; yarım hurma ile dahi olsa, kendini cehennem azâbından koru!..” (Tirmizî, Zühd, 37)

Sen olmasaydın, komşu hakkına riâyeti kim tavsiye ederdi? Halbuki Sen;

“Kâfir olan komşunun bir hakkı vardır. Müslüman komşunun iki hakkı vardır. Müslüman ve akrabâ olan komşunun üç hakkı vardır.”buyurarak komşularla dâima hoş ve güzel geçinmeyi tavsiye ettin.

Sen olmasaydın, kan kardeşliğinden de önemli olan din kardeşliğini bizlere kim öğretir ve;

“Sizden biriniz kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.” buyururdu? (Buhârî, İmân, 7)

Sen olmasaydın, kölelere kim insanca muâmelede bulunurdu? Sen, onları hürriyetlerine kavuşturmaktan büyük haz duyar, onlara sevgi ve şefkatle davranılmasını ister ve;

“Onlara yediğinizden yedirmeye, giydiğinizden giydirmeye dikkat ediniz! Affedemeyeceğiniz bir hatâ yaparlarsa, izin veriniz! Fakat onlara aslâ eziyet etmeyiniz! Çünkü onlar da Allah’ın kuludur.” buyururdun.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de ne güzel buyurur:

“Kudûmun rahmet ü zevk u safâdır yâ Rasûlâllâh !

“Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır yâ Rasûlâllâh !

Hüdâyî’ye şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın,

Kapına intisâb etmiş gedâdır yâ Rasûlâllâh !

Salât-ü selâm Sana, ey kâinâtın fahr-ı ebedîsi!

Salât-ü selâm Sana, ey âlemlerin varlık sebebi!

Salât-ü selâm Sana, ey dünya ve âhiret hayatının kurtuluş vesîlesi!

Salât-ü selâm Sana, ey günahkârların biricik şefâatçısı!
 

İsr@

hizmet erbabı
Katılım
4 Kas 2006
Mesajlar
3,080
Tepkime puanı
62
Puanları
0
Yaş
44
Konum
KOCAELİ
ummuhan ablacım biraz uzun oldu ama hakkını helal et konu o kadar akıcı idi ki bölemedim...
 
U

ummuhan

Guest
Babam Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında:

“–Bugün hangi gündür?” diye sordu.

“–Pazartesi.” dedik.

“–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zîrâ benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e en yakın olanıdır. (Yâni O'na bir an evvel kavuşacağım andır.) dedi.” (Ahmed bin Hanbel, I, 8)

Ashâb-ı kiramdan bazıları, Allâh Rasûlü'ne âşık olup bir an evvel vuslatı arzulayan hastalara, Allâh'a ve Rasûlü'ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz'e selâm göndermişlerdir. Meselâ Muhammed bin

Münkedir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh âşığı Hazret-i Câbir'i, son hastalığında ziyâret etmişti. Onun, ölüme iyice yaklaştığını anlayınca da, gönlü Rasûlullâh hasretiyle muzdarip olan Câbir -radıyallâhu anh-'ı tesellî için:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e bizden selâm götür!” demiştir.


Ahirete irtihal edince vuslatın O nunla olacağından emin olabilmek.... .
 

A.R

Profesör
Katılım
10 Mar 2007
Mesajlar
795
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Enes bin Malik -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir adam geldi ve:

“–Yâ Rasûlallâh! Kıyâmet ne zamandır?” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Kıyamet için ne hazırladın?” diye sorunca o da:

“–Allâh ve Rasûlü'nün muhabbetini…” cevabını verdi.

Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“– Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın .” buyurdular.

Muhabbeti dilde kalmayıp, O'nun gibi yaşamaya, O'na benzemeye çevirenlere selam olsun.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN YANIK TERENNÜMLERİ devamı

Rasûlullâh âşığı sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamber hakkındaki hâtıraları dinlemekten de zevk alırlardı.

Berâ -radıyallâhu anh-, babasının her fırsatta, Allâh Rasûlü'ne âid bir hâtırayı dinleyebilme arzusunu şöyle anlatır:

“Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-, babamdan on üç dirheme bir semer satın aldı ve:

«–Berâ'ya söyle de onu bizim eve götürüversin.» dedi.

Babam:

«–Hayır! Bana Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in Mekke'den Medîne'ye nasıl hicret ettiğini anlatıncaya kadar olmaz.» dedi.

Bunun üzerine Ebû Bekir -radıyallâhu anh- hicret yolculuğunu uzun uzun anlattı.” (Buhârî, Ashâbu'n-Nebî, 2; Ahmed bin Hanbel, I, 2)

Sahâbîler, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e karşı o kadar hürmet, tâzim ve muhabbet besliyorlardı ki, bâzıları, Rasûlullâh'ın mübârek elleri dokundu diye başlarındaki saçları kestirmemişlerdi.

Sahâbî hanımlarının evlatlarına Allâh Rasûlü'ne muhabbeti telkin edişlerini sergileyen şu hâdise ne güzel bir muhabbet tezâhürüdür:

üsveihasene
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN YANIK TERENNÜMLERİ devamı

Sahâbî hanımlarının evlatlarına Allâh Rasûlü'ne muhabbeti telkin edişlerini sergileyen şu hâdise ne güzel bir muhabbet tezâhürüdür:

Sahabî hanımlar, evlatları, Allâh'ın Rasûlü ile uzun müddet görüşmedikleri zaman onları azarlarlardı. Huzeyfe -radıyallâhu anh- birkaç gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i görmediği için annesi ona kızmış ve onu azarlamıştır. Kendisi bunu şöyle anlatmaktadır:

Annem bana sordu:

“–Peygamber Efendimiz'le en son ne zaman görüşmüştün?”

Ben de:

“–Birkaç günden beri onunla görüşemedim.” dedim. Bana çok kızdı ve beni fenâ bir şekilde azarladı. Ben de:

“–Dur kızma! Hemen Rasûlullâh Efendimiz'in yanına gideyim, onunla beraber akşam namazını kılayım ve O'ndan benimle senin için istiğfar etmesini taleb edeyim.” dedim... (Tirmizî, Menâkıb, 378; Ahmed bin Hanbel, V, 391-2)

üsveihasene
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN YANIK TERENNÜMLERİ devamı


Yine Peygamber âşıklarında, Allâh Rasûlü'nün muhabbetinin bütün fânî ıztırapları aştığını gösteren şu misâl de pek ibretlidir:

Abdullâh bin Mübârek anlatıyor:

İmam Mâlik'in yanındaydım. Bize Allâh Rasûlü'nün hadis-i şeriflerinden naklediyordu. Bir akrep gelip onu defalarca soktu. Rengi değişiyor, sararıyor ancak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hadisini kesmiyordu. Ders bitip de insanlar dağıldıklarında ona dedim ki:

“–Ey Ebû Abdullâh! Bugün sende bir gariplik gördüm?”

O da:

“–Evet. Beni defâlarca akrep ısırdı, hepsine de sabrettim. Buna ancak Rasûlullâh'a olan tâzim ve hürmetimden dolayı dayandım.” dedi. (Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, III, 333; Suyûtî, Miftâhu'l-Cennet , s. 52)

Rasûlullâh'ın baş müezzini, Peygamber mescidinin bülbülü Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-'ın hâli ise çok daha başkaydı. Allâh Rasûlü fânî dünyâyı terk edince Hazret-i Bilâl sanki dilini yuttu, ağzını bıçaklar açmaz oldu. Koca Medîne kendisine dar geldi.

Halîfe Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü'nün zamanındaki ezanların aziz hatırasını tâzelemek arzusuyla Bilâl'e ezan okuması için defâlarca yalvardı. O peygamber âşığı, dertli Bilâl ise:

“-Yâ Ebâ Bekir! Benim arzumu sorarsan Rasûlullâh'tan sonra ezan okumaya tâkatim kalmadı. Beni zorlama. Ne olursun, beni kendi hâlime bırak.” diye affını istedi.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise Rasûlullâh hasretiyle Bilâl'den o güzel demlerin ezânını ısrarla istiyor:

“–Ümmet, Rasûlullâh'tan sonra O'nun müezzininden de mi mahrûm kalsın?” diyordu.

Israrlara dayanamayan Bilâl, nihâyet bir sabah ezânı için boynu bükük, gözü yaşlı minâreye çıktıysa da gözünde canlanan o saâdet günlerinin hatıraları sebebiyle boğazına tıkanan hıçkırıklardan, ezanı okuyamadan geri indi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- daha fazla ısrâr etmedi.

üsveihasenecom
 

İsr@

hizmet erbabı
Katılım
4 Kas 2006
Mesajlar
3,080
Tepkime puanı
62
Puanları
0
Yaş
44
Konum
KOCAELİ
Öyle Bir Rahmet Ki

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bütün âlemlere rahmet olarak gönderdi.

Öyle bir rahmet ki, her varlık O’nun hürmetine yaratıldı ve O’na olan muhabbeti nisbetinde Hak katında kıymet buldu.

Öyle bir rahmet ki, şefkat ve merhameti bütün insanlığı, hattâ bütün mahlûkâtı kuşattı.

Öyle bir rahmet ki, bütün dimağlara ve gönüllere ebedî bir âb-ı hayat mesâbesinde ilim, irfan, hikmet ve aşk menbaı olarak Cenâb-ı Hak tarafından en müstesnâ vasıflarla sonsuz bir feyz ü bereket kaynağı olarak ihsan buyruldu.

Öyle bir rahmet ki, O’nunla sonsuz hidâyet rehberi Kur’ân ikrâm edildi.

Öyle bir rahmet ki, Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın en sevgilisi, habîbi, mîrac bahşettiği Rasûlü oldu.

Öyle bir rahmet ki, o olmasa bütün âlemler ıssız çöllere dönerdi.

Öyle bir rahmet ki, yaratılışın başlangıcı O’nun nûru ile vücûd buldu. Kürre-i arzda zuhûr eden bütün peygamberler, O’nun nûrunun feyz ve berekâtını taşımışlardır.

Öyle bir rahmet ki, nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir. Âlemde bir çiçek açılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! Zîrâ O olmasaydı, hiçbir şey vücûd bulmazdı. O ki, solmayan, aksine gün geçtikçe tazelik ve tarâveti daha da artan serâpâ nurdan ibâret bir gonca-i ilâhî...

Öyle bir rahmet ki, O’nun değerini ve kadrini bizzat Allâh Teâlâ anlatıyor. Hem de O’na salât ederek…

Hak Teâlâ’nın Rasûlü’ne salât ederek O’nun kadr ü kıymetini bildirmesi, her türlü medh ü senânın üstündedir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, O’na salât ü selâmda bizzat kendi yüce zâtını misâl gösteriyor ve bütün meleklerine de O Güzeller Güzeli’ne, Kâinât’ın Fahr-i Ebedîsi’ne salavât getirttiğini beyan buyuruyor. Ardından bütün mü’minlere aynı şekilde O’na salât ü selâm getirmeyi bilhassa emrediyor. Çünkü Cenâb-ı Hak, bizleri 124 bin küsur peygamber arasından böyle bir peygambere meccânen ümmet olma nîmetiyle müşerref kılmıştır.

Bizlere olan bu ilâhî lutuf, bir müstesnâlık ifade ettiği kadar, bahşedilen şerefin büyüklüğü nisbetinde, bizim için bir şükür borcu ve vefâ hukûkunu da beraberinde getirmektedir. Yani Peygamberler Sultânı’na ümmet olma mertebesi, hem rütbelerin en büyüğü, hem de mes’ûliyetlerin en ağırı demektir. Öyle ki Allâh Teâlâ, O’na itaati kendisine itaat, O’na isyanı kendisine isyan olarak beyan buyurmaktadır.

Bu itibarla her mü’minin O’na karşı en mühim şükür ve vefâ hukûku, O’nu her şeyden, hattâ canından daha çok sevmekle başlamalıdır. Bu çerçevede ismi her anıldığında O’na cân ü gönülden salât ü selâm getirmek, O’nun örnek şahsiyetinden feyz alarak bir Peygamber âşığı olarak yaşamak, bizler için bir mü’min karakteri, şahsiyeti, hayat düstûru, feyiz ve rûhâniyet kaynağı olmalıdır. Zîrâ bu dünyada O’nun âlemleri kuşatan rahmet ve şefkatine, âhirette de şefaat-i uzmâsına muhtacız.

O hâlde bize düşen; hâlimizde, kâlimizde ve bütün davranışlarımızda O’nunla beraberliği yaşamaktır. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir ve sevdiğini örnek alır. Âlemlerin varlık sebebi olan “muhabbetteki sır”lardan biri de; sevenin, sevilenin hâliyle hâllenmesidir. Bizler ne kadar sünnet-i seniyyeye aşk ve muhabbet ile bağlı isek, O’nu o kadar seviyoruz ve rûhumuzda hissediyoruz demektir. O’nu ne kadar tanıyor ve hatırlıyorsak, o kadar yönümüz ve maksadımız O demektir. Bu itibarla özellikle O’nun yücelik ve fazîlet dolu örnek şahsiyetindeki husûsiyetleri bilmek, O’na tâbî olmak ve O’nun yüce ahlâkına bürünerek O’nu satırlardan ziyâde kalben tanıyabilmek, idealimiz olmalıdır.

O Allâh Rasûlü ki, insanlardan ders görmedi, O’nu Rabbi terbiye etti ve ne güzel terbiye etti ki, ahlâkın en yücesini O’nda tecellî ettirdi. Bütün bir beşeriyete gayb âleminin tercümânı ve Hak mektebinin hocası olarak gönderildi. O’ndaki güzellikler ciltlerce kitap hacmine sığmayacak kadar çok ve sayısızdır. O’nun emsâlsiz örnek şahsiyetindeki fazîlet nümûnelerinden ancak birkaçı şöyledir:
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN YANIK TERENNÜMLERİ devamı

Bilâl -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü'nün aziz hâtıralarıyla dolu Medîne'de daha fazla duramadı, o sabah namazından sonra derhal yola çıktı. Şam'a gitti. Bir an evvel

Rasûlullâh'a kavuşmak hasretiyle, serhad boylarında şehâdet peşinde muhârebelere iştirâk ediyor, ancak takdîr-i ilâhî, her defâsında gâzî oluyordu. Bu minvâlde seneler geçti. Hattâ Şam'ı kasıp kavuran ve yirmi beş bin gâziyi alıp götüren vebâya rağmen

hikmet-i Hüdâ, Hazret-i Bilâl, yine sağdı. Lâkin, gönlü bu firak yangını içinde ömür boyu kavruldu ve yandı.

Âlemleri kuşatan bir rahmet olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in bu aşk ve muhabbet kafilesi, sahabeden sonra da aynı tazelik ve coşkunluk pınarı hâlinde vuslat deryâsına doğru akmaya devam etmiştir.

Allâh Rasûlü'ne aşk ile bağlı ümmetinin büyüklerinden Seyyid Ahmed-i Yesevî Hazretleri, 63 yaşında vefât eden Rasûlullâh'a duyduğu engin aşk ve muhabbet sebebiyle bu yaştan sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, vefât edinceye kadar, mezar gibi bir yerde irşâd hayatına devâm etmiştir.

Büyük hadîs âlimi ve müc*tehid İmâm Nevevî Hazretleri de, O Varlık Nûru'nun nasıl karpuz yediğini bilmediği için ömrü boyunca karpuz yememiştir. Hayatının bütün safhalarını kuşatan peygam*bere bağlılık şuuruyla, bir karpuzu yerken bile O'nun tarzının dışında hareket et*mek ihtimâlinden uzak durmuştur.

üsveihasenecom
 

İsr@

hizmet erbabı
Katılım
4 Kas 2006
Mesajlar
3,080
Tepkime puanı
62
Puanları
0
Yaş
44
Konum
KOCAELİ
Ümmetine Düşkünlükte Allâh Rasûlü (s.a.v.):

O’nun ümmetine olan şefkat ve merhameti, bir annenin yavrusuna olan düşkünlüğünden daha ziyâde idi. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“And olsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)

O’nun ümmeti için yapmış olduğu merhamet ve şefkat dolu sayısız duâlarından biri şöyledir:

Birgün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allâh’ım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

“–Ey Cebrâil! -Rabbin herşeyi daha iyi bilir ama- gidip Muhammed’e niçin ağladığını sor.” buyurdu.

Cebrâil -aleyhisselâm- geldi. Rasûlullâh Efendimiz ona, ümmeti için duyduğu endişe sebebiyle ağladığını bildirdi. (Hazret-i Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allâh Teâlâ:

“–Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve O’na: «Ümmetin husûsunda Sen’i râzı edeceğiz ve Sen’i asla üzmeyeceğiz.» müjdemizi ulaştır.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 346)

I

Efendimiz’in ümmetine olan merhametini sergileyen diğer bir manzarayı da Abdullâh ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

Bir defâsında Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ey İbn-i Mes’ûd! Bana Kur’ân oku!” diye emretti. Ben de:

“–Yâ Rasûlallâh! Kur’ân Siz’e vahyedildiği hâlde onu Siz’e ben mi okuyacağım?” dedim.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ben Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severim.” buyurdu.

Ben de Nisâ Sûresi’ni okumaya başladım. Ne zaman ki;

“Her bir ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve Sen’i de onlara şâhit olarak gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak!” (en-Nisâ, 41) âyet-i kerîmesine geldim, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Kâfî!” buyurdular.

O esnâda baktım ki, Rasûlullâh Efendimiz’in gözlerinden yaşlar akıyordu.” (Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247)

Bu hâdise de, Allâh Rasûlü’nün ümmetine olan şefkat ve merhametini te’yid etmektedir. Zîrâ kıyâmet günü “Kitabını oku, bugün sana hesap sorucu olarak nefsin kâfîdir!” (el-İsrâ, 14) buyrulacak ve ümmetin günahları ortaya dökülecektir. Yukarıdaki hadîs-i şerîf de, o uhrevî manzarayı hatırlattığı için, ümmetine şefkatle dolu rakîk kalbi buna dayanamayan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, inci tâneleri gibi gözyaşları dökmüştür.

I

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allâh Teâlâ Hazretleri (şu âyetle) ümmetim için bana iki emân indirdi:

«1. Sen aralarında olduğun müddetçe Allâh onlara (umûmî bir) azap indirmeyecektir.

2. Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allâh onlara azap etmeyecektir. (el-Enfâl 33)»

Ben aralarından ayrıldığımda, (Allâh’ın azâbını önleyecek ikinci emân olan) istiğfârı kıyâmete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî, Tefsîr, 8/3082)

Unutmamak gerekir ki, bir mü’min, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbetini dâimâ gönlünde taşırsa, umulur ki Cenâb-ı Hak onu cehenneminden âzâd eder, Rasûlü’ne muhabbetle dolu o gönlü ateşe atmaz.

Ziikrettiğimiz bu misaller, Allâh Rasûlü’nün ümmetine olan engin şefkat, merhamet ve düşkünlüğünü yansıtan sayısız misallerden sadece birkaçıdır. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz’in ümmetine duyduğu şefkate mukâbil, bizim ne kadar O’nun izinden giderek sünnetini feyz ile îfâ edebildiğimizi ve O’na olan muhabbetimizi iç âlemimizde dâimâ mîzân etmek durumundayız.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN YANIK TERENNÜMLERİ devamı

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir şahsiyettir ki, O'nu rehber edinip kendisine tâbî olanların her biri gökteki yıldızlar gibi insanlığın mümtaz şahsiyetleri

hâline gelmiş; ebedî saâdet ve huzûra ermişlerdir. Ashâb-ı kirâm, Hak dostları ve sâlihler, hep O Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi'ne yakınlaşabildikleri ölçüde fazîlet ve kıymet kazanmışlardır.

Acaba Abdullâh bin Zeyd, Bilâl-i Habeşî, İmâm Nevevî, Seyyid Ahmed-i Yesevî ve emsallerinin gönül iklimlerinden bizlerde ne kadar hisse var?.. Bizler de, ashâbdan beri devam edegelen bu muhabbet tezâhürleri çerçevesinde, Allâh Rasûlü'ne

muhabbetteki seviyemizi ölçmeli ve O'na ne derecede lâyık bir ümmet olarak yaşayabildiğimizi mîzân edip, rûhumuza mânevî bir diriliş ve uyanış aşısı yapmalıyız.

Burada bahsettiğimiz İslâm büyüklerinin hâlleri de, elbette ki vecd kahramanı olan yıldız şah*siyetlerdeki ölçülerdir. Ancak onları kıyâmete kadar gelecek müminlerin gönül semâlarında yıldızlaştıran da, Rasûlul*lâh'a duydukları aşk, şevk ve bağlılıktaki şiddettir.

Biliyoruz ki aşk ve muhabbet, iki gönül arasındaki cereyan hattı gibidir. Güzel bir mü'min olabilmek için, kalbe bu istîdâdı kazandırmak şarttır. Günümüzde insanlığın yaşadığı buhranlar, bu kalbî istîdâdın kaybolmasından ileri gelmektedir. Bu yüzden

nice kıymetler hebâ oluyor, nefsânî çarklarda parçalanıyor. Akış ve yönelişler dâimâ dünyevî ve nefsânî olunca da, rûhun iştihâsına kimse yol bulamıyor. Aşk-ı mecâzîden aşk-ı hakîkîye doğru kalplerin irtifâ kaydetmesi, Mecnûn'un Leylâ'dan

başlayan seyâhatini Mevlâ'da noktalaması, ham bir yüreğin geçtiği temrinler neticesinde olgunlaşarak gerçek aşka istîdât kazanmasıyladır. Günümüzde insanlık bu aşka muhtaçtır. Yaşanan bütün bu cinâyetler, kötülükler, hamlıklar hep aşksızlıktandır.

üsveihasenecom
 
U

ummuhan

Guest
Biliyoruz ki aşk ve muhabbet, iki gönül arasındaki cereyan hattı gibidir. Güzel bir mü'min olabilmek için, kalbe bu istîdâdı kazandırmak şarttır. Günümüzde insanlığın yaşadığı buhranlar, bu kalbî istîdâdın kaybolmasından ileri gelmektedir. Bu yüzden

nice kıymetler hebâ oluyor, nefsânî çarklarda parçalanıyor. Akış ve yönelişler dâimâ dünyevî ve nefsânî olunca da, rûhun iştihâsına kimse yol bulamıyor.........

aaahhh.........
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN YANIK TERENNÜMLERİ devamı

Gerçek bir sevginin büyüklüğü, gerektiğinde sevilen uğrunda yapılan fedâkârlık ve girilen risk ile ölçülür. Çok seven biri îcâbında canını verir de bir fedâkârlık yaptığı

hissini bile taşımaz. Sanki borcunu ödüyormuş gibi rahatlıkla canını verir. Fakat gerçek aşkı tanımayan, aşktan nasîb almayan kimseler, kemâle erme yoluna girmemiş ve nefsinin sultasında yaşayarak gönlünü israf ve ziyan ediyor demektir.

Dağların kabûl etmediği emâneti yüklenmiş olmak, aslında insana sunulmuş ilâhî bir imtiyazdır. Bu kazanç ve imtiyazı gerçek mânâsıyla elde edebilmenin şartı da, hakîkî aşka ulaşabilmektir. Çünkü, insan rûhundaki bu çatışma ve kavga, ancak hakîkî aşkın

içinde eriyip kaybolur. Kâmil insan, bir örnek şahsiyetten aldığı feyizli akislerle, hayvânî temâyüllerden rûhunu sıyırır, gönlünü bir cennet bahçesi hâline getirir ki oradan ilâhî manzaralara pencereler açılır.

Rabbimiz Kur'ân-ı Kerîm'de “Rûhumdan üfürdüğüm” (el-Hicr, 29) buyurmakta ve insana kendinden verdiği ulvî cevheri hatırlatmaktadır. Şâyet bu ulvî cevher ve müjde, mümini aşk ve muhabbet netîcesinde kemâle eriştirebilirse, o zaman kalb,

ilâhî esrâr âlemine doğru merhale almaya başlar. İlâhî âlemin sırları, eşyânın hakîkati, insan ve kâinât denilen sır ortaya çıkar. Kul, kalb-i selîm tecellîlerine mazhar olur
üsveihasenecom
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN YANIK TERENNÜMLERİ devamı

Kul, bu olgunluğa eriştiğinde Allâh ile arasındaki gaflet perdeleri aralanmaya başlar; “ölmeden evvel ölmek” sırrından nasîb alır. Dünyâ ve onun fânî sevgisi,

bütün geçici ve gösterişli güzelliği, gözünden düşer ve gönlünden çıkar. Böylece rûh, Hâlık'ına yaklaşmaktaki târifsiz lezzete nâil olur.

Hakîkî sevgiyi tatmamış olanlar ise, insanda mevcûd olan hayvâniyet çerçevesini kırıp da melekiyet sahasına adım atamamış demektir. Sevmeyi bilmeyenin kalbi, ham toprak gibi olur. Mârifet sevmektedir. Çünkü varlığın sebebi muhabbettir.

Beşeriyeti, sefâletten kurtarıp saâdete götürecek olan ilâhî rahmet, insanlığa üsve-i hasene olarak takdîm edilen Allâh Rasûlü'dür. Hakîkî saâdetin yolu, hakîkî aşkı

O'ndan öğrenmek, O'nda fânî olabilmek ve bu muhabbetle O'nun izinden gidebilmektir.

üsveihasenecom
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
RASÛLULLÂH MUHABBETİNİN YANIK TERENNÜMLERİ devamı

Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün kâinâtın gözbebeği, özü ve var oluş sebebidir. Hakk'ın yüce bir lutfudur. Kul ile Hak Teâlâ arasında bir vuslat rehberidir. O, anlatılabilen ve ifâdenin târiften âciz kaldığı ulvî hâlleriyle kulluk

makâmında bedeni fânî oluncaya kadar bizlere Hakk'a kulluğun en yüce nümûnesi olmuştur. Kısaca O, âlemleri kuşatan bir rahmet ve aşktır. O'na râm olan âşık gönüller, bu âlemde dâimâ O'nun muhabbetiyle yanıp kavrulacaklar ve her dem O'nun ulvî visâlinin hasretini yudumlayacaklardır. Bu hâlet içinde:

“Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh!” figânıyla da her an gittikçe ziyâdeleşen muhabbetlerini arz edeceklerdir.

İşte Yûnusları Yunus hâline getiren, Mevlânâları Mevlânâ yapan da bu aşktır. Hazret-i Mevlânâ bu aşk ile ebedî ve hakîkî saâdet iklîmine adım atmıştır. Lâkin onun saâdeti hakîkatte nerede, ne zaman ve kiminle başlamış, bunu bilenler azdır. Bunu ancak onun etrâfında aşk ile pervâne olup onunla aynîleşmeye mazhar olan bahtiyarlar bilirler. Hazret-i Mevlânâ'nın saâdeti, nâmütenâhî yâni sonsuz Kâdir-i

Mutlak'a vuslat idi. Çünkü onlar, fânî ten esâretinden sıyrılıp sonsuza doğru mesâfe aldıklarından, yalnız sonsuzla mesud olurlar. Sonu olanlarla yâni fânîlerle gerçek saâdet ne kadar ve ne kıvamda olabilir ki?.. Zîrâ saâdet iklîminin yolu, aşk ve muhabbeti lâyık olduğu yere tevcîh etmekten geçer. Nitekim Hazret-i Mevlânâ'nın şu sözleri, bir bakıma onun saâdetinin kaynağını da sergilemektedir:

“Canım (rûhum) var oldukça ben Kur'ân'ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed'in ayağının toprağıyım. Eğer biri, benim sözümden bundan başka en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de onun sözünden de incinirim.”
üsveihasenecom
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
Rasûlullâh'a Aşk Ile Tâbî Olmak

RASÛLULLÂH'A AŞK İLE TÂBÎ OLMAK

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e duyulan gerçek bir aşk ve muhabbetin netîcesi, O'nun yolunun tozunu başının tâcı eylemek, O'na cân u gönülden itaat edip teslîm olmaktır.

Zîrâ O öyle bir şahsiyettir ki, her yönüyle insanlık için serâpâ bir rahmetten ibarettir. Bu meyanda O'nun kalbinin müminlere karşı ne derecede şefkat ve merhametle dolu olduğunu şu âyet-i kerîme ne güzel sergiler:

“Andolsun ki size kendi içinizden öyle izzetli bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz O'na çok ağır gelir. Size çok düşkündür. Mü'minlere karşı Raûf (cidden şefkatli) ve Rahîm (son derece merhametli) 'dir.” (et-Tevbe, 128)

Bu hususta Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o kadar hassas ve merhametli idi ki, bazı insanların gaflet içinde helâke sürüklenmeleri karşısında gönül âlemi aşırı bir ızdırap ve üzüntü ile yıpranır, âdetâ perîşân olurdu. Öyle ki, Cenâb-ı Hak:

“ (Ey Rasûlüm!) Biz sana Kur'ân'ı meşakkat çekesin diye indirmedik...” (Tâ-hâ, 2) buyurarak O'nu îkâz ve tesellî eylemişti.

Rasûlullâh'ın ümmetine duyduğu bu engin şefkat, merhamet ve muhabbete mukâbil, ümmeti olarak biz bu sevgiye ne kadar karşılık verebildiğimizi tefekkür etmek zorundayız.

üsveihasenecom
 
Üst