Türklük Sorunlu Kavram Mi?

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
TÜRKLÜK SORUNLU KAVRAM MI?
ALPEREN GÜRBÜZER



Yükselen milliyetçilik her nedense paylaşılamıyor, her türden parti milliyetçiliğe vurgu yapıyor. Kimi Türklerin tarihte 16 devlet kurduğunun gurur okşayıcılığından kendinden geçerken, kimide alaycı usulupla bir o kadar da devlet yıkmışız karşılığını veriyor, kimi milliyetçiliği Atatürk Milliyetçiliği eksenine oturturken, kimi de ulusalcı ya da Türk Milliyetçiliği çerçevesinde meseleyi ele alıyor. Anlaşıldığı kadarıyla Milliyetçilik etrafında cerayan eden çeşitlilik hergeçen gün artıyor, sayısına bereket..
Evvela şu onaltı devlet olayını ele alalım neymiş bu mesele diye. Tarihe şöyle bir gözattığımızda sözkonusu devletlerin arasında hem tabiyet yönünden, hemde yönetim bakımdan Türk olanda var, olmayanda sözkonusu. Dolayısıyla tarihi değiştiremiyeceğimize göre bu durumun Türklüğü kafatası yönünden yahut damarlarındaki kana kadar indirgeyenleri memnun etmesede tarihi tespit bu. Zaten kendini Türk hisseden herkes Türktür anlayışında olanlar için pek handikap teşkil etmiyor. Ne var bunda, olabilir gibi kaçamak cevaplar vermekle de, mesele bir çırpıda çözülmüyor aslında. Dolayısıyla Türklük kavramı sorunlu olmaya devam ediyor maalesef. Bu konu öyle aşırı noktalara taşınmış ki; Ya sev ya da terk et diyecek kadar belli kesimler işi çığırından çıkartmışlar bile.
Kıbrıs Barış Harekâtından sonra, Yavru vatan Kıbrıs’ı Cumhurbaşkanlığı forsunda mevcut olan onaltı yıldıza nasıl dâhil etsek diye kara kara düşünmeye koyulmuşlar, derken çareyi pek dikkatleri çekmeyen Batı Hunları listeden çıkarmakta bulmuşlar çözümü. İşte bu şekilde KKTC, on altı yıldızın arasında kendine böyle yer bulabilmiş ancak. Tarihle oynamak işte buna derler, oysa tarihe müdahale edilen meta değil, tarih yaşanıp kayda geçen bilgi hazinesidir çünkü. Hele hele bir milleti onaltı devletle sınırlandırmak, eksiltmek ya da olamayanı olmuş gibi göstermek girişimleri başlı başına skandal niteliğinde vahim bir hata. Bırakın bu konuları tarihçiler halletsinler, sırça köşklerde ele alınacak konular değil bu meseleler. Nitekim onaltı yıldızın içinde olmayıpda tarihte yerini almış nice Türk toplulukların olduğu artık bir sır değil. Ne kadar merakmışız simgeleşmeye, donuklaşmaya ve rozetleşmeye meğer.
TÜRKLÜK

Türklük bugünkü anlamda artık içi boşaltılmış ulus devlet olmanın aracı sadece.. Birzamanlar Türklük değerdi, ulu orta herzaman konuşulabilecek bir kavram değildi. Çünkü değerli ziynetler hep en güzel yerlerde muhafaza edilir, saklı kalır pazara dökülmez, ucuz olan şeyler ulu orta yerlerde sergilenir ancak. Bundan dolayı Osmanlı altı asır boyunca Türk olduğu halde adının Türk olduğundan sıkca bahsetmemiş, hatta gerek duymamış. Utandığından mı? Elbette hayır. Bu demek değildir ki Osmanlı aslını, atasını inkâr edip ne idüğü belirsiz bir devlet. Bilakis; Osmanlı’nın evvela bir dünya görüşü var; İla’yı Kelimetullah için Nizam-ı âlem ideali sözkonusu idi. Onun için milliyetçiliğin dar kalıplarına kendilerini mahkûm etmediler, ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz düsturunu şiar edindiler hep. İslamı ön plana alıp arkasına da Osmanlılık şuurunun itici gücünü katıp hükümran olmuşlar. Ki; kurduğu devletlere bile ya kurucularının adını, ya da sülale isimlerini, yani Al-i Selçuklu, Al-i Osmanlı şeklinde kodlayarak yetinmişler sadece. Bağrında taşıdığı milliyetlere öteki gözüyle bakmadıkları içindir ki; üç kıtada hükümran olmayı başarabilmişlerdir.
Bütün imparatorlukların hemen hemen hepsi kozmopolittir. Osmanlı’nın bunlar arasında tek farkı engin tolerans anlayışına sahip olmasıdır. Bizanslılar yıllardır Yahudilere insanca muamele yapmayıp itip kalktığı içindir cihanşümul imparatorluk esprisini yakalayamamışlardır. İşte Osmanlının cihanşümul olmasının temel esprisi milliyetçilik yapmamasıdır, yani milliyetler çelişkisine meydan vermemesidir. Dolayısıyla Osmanlının bilinci tek ırka dayanarak gelişmemiş, aksine Türk unsurunun yanında gayr-i müslim tebadan derlenen seçkinler tabakasınıda yönetime dâhil ederek içte ve dışta birliği dirliği sağlayabilmiştir. Bu yüzden Osmanlı aynı zamanda Müslüman Romadır. Zaten batının ortasında kurulmasıda bu durumu teyid ediyor.
Türklüğü ulus devletinin aracı olarak kullananlar ne yapıyor? Türklüğü değer olmaktan hızla uzaklaştırıp ideolojik kalıbın ürünü olarak lanse ediyorlar sürekli.. Böyle sunulunca Türklük sanki medeniyetten yoksun, sadece Nihal Atsız’ın öğretilerinde yer alan güçlü, kahraman veya bir Türk dünyaya bedel meydan okumasına dönüşüyor. Nitekim bu tür Türklüğün içerisinde Mevlana’nın ne olursan ol yine gel, yahut Yunus’un yaratılanı sev yaratandan ötürü sevgi içerikli çağrıştıran ana temalarını göremiyoruz.
Oysa bizim ecdadımız Moğol kasırgasını Horasan Erenlerinin irşad soluğu ile bertaraf etmişlerdi, geldiğimiz noktada iseTürklerin Moğollaştığına şahit oluyoruz sanki. Malum olduğu üzere Moğollar medeniyet nedir bilmezler, yıkıcıdırlar, zaten yerleşik olamadıkları için yüzyılı aşmayacak şekilde tarihin harabelerine gömülüp kayboldular. Bir zamanlar etrafına korku salan, insanlıktan nasibini almamış Moğolları, Hülagoları, Cengizleri genç kuşaklara örnek sunmaya kalkışırsak bu Türklüğü yüceltmez, bilakis Türklerin Cengizleşmesi yahut Moğollaşması demek olur. Asıl Milliyetimizin izlerini bulmaya çalışacaksak Ahmet Yesevi’nin yaktığı ateşte aramalı. Bakın yahya Kemal Fuad Köprülü’ye ne diyor: Ahmet Yesevi’yi bir inceleyin göreceksiniz ki, bizim milliyetimizin temelleri orada bulacaksınız diyor. Gerçekten de Pir-i Türkistan (k.s), dergâhına gelen Türk’ün alp’ini erenlikle süsleyerek ona alperenlik kimliği kazandırmış ve böylece Türklük aşama aşama yerleşikliğe, ordanda medeniyete, derken üç kıtaya hükmeden cihargir imparatoluğa geçmiş.
İslamiyet öncesi Türklüğün pazu kuvvetiyle yetinseydik belki de şuanda yeryüzünde Türk adına hiçbir devletin varlığından sözedemiyecektik. Milliyetçilik eğilimlerin kıpırdadığı şu hengamede Türklüğü sadece bilek kuvvetine endeksleyenler, bu gücü dışa karşı yansıtsalar gam yemeyiz, ama malesef bu kol kırılır yen içinde kalır misali kuvvetimizi iç dengelerin ayarlamasında kullanıyoruz.. Moğollaştırılmak istenen Türk’ün Moğollardan tek farkı dışa karşı yumuşak ve esnek, içe karşıda daha sert ve katı tavır sergilenmesi şeklinde sunulmaya çalışıldığı aşikâr.
Adını Türklükle bağdaştıran Göktürkler bile kullandığı sikkelerinin bir yüzünde Çince, diğer yüzünde Göktürkçe yazılar koymasından yüksünmemiş. Hakeza Türk Başbuğlarının Çinli, Selçuklu’nun ise İranlı Nizamül Mülk’ü veziriazam yapması, yine Osmanlı Padişahlarının Bizans prenslerle evlenmesi, devşirme sisteminin yıllarca uygulanması, Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı bir dilinde sarayda kompleksiz bir şekilde kullanılması gibi Türklük örnekleri tüm çıplaklığı ile önümüzde dururken, şekilci dediğimiz moda Türklük türetilmeye çalışılıyor durduk yerde. Türklüğü dışa yönük çerçevesinden, kendi kabına çekmeyi marifet sanan sığ beyinler ne akla hizmet ediyorlar doğrusu anlamış değiliz. Bizler göçebe topluluklar halinde bile bu denli tekilci değildik, Türk olarak göç ettikçe değişik ırkdan insanlarla tanışmıştık, hem kültürlerine renk katmışız hemde onlardan birşeyler almışız, bunun neticesinde de farklılıklarla birarada nasıl yaşanacağını keşfederek bütün cümle aleme esnek davranma kabiliyetini göstermişiz ve isbatlamışız.
Moda milliyetçilik moda Türklük tanımı doğuruyor.. Ne yazık ki; iki zıt etnisite birbirini besliyerek etki tepki etkileşimden kaynaklana bir tanım üretiyor. Bu nasıl oluyor derseniz, birbirlerine ültimatom yağdırarak gerçekleşiyor.. Dolayısıyla herkesi aynı kalıba sokma yarışının varacağı nokta birbirlerinin kuyusunu kazarak kültürlerini kurutmak olacaktır elbette. Abbasilerden, Selçuklulardan, Osmanlıdan arda kalan boşluk giderilmediği sürece bu sıkıntılar devam edeceğe benziyor. Osmanlı unutturulmaya çalışılsa da tarihi çekim gücü onu asla hafızalarda silinmesine geçit vermiyor. Bu yüzden redd-i miras yapmakla hem kendimize zulmediyoruz hemde ulu çınarımız Osmanlıya haksızlık ediyoruz. Dünyanın neresini turlarsanız turlayın Osmanlı bir şekilde kimliği ile karşımıza çıkıyor. Diyelim ki yolumuz Macaristana düştü, ister istemez karşımıza Mohaç çıkacaktır muhakkak, bu da Osmanlının hala canlı olduğunun göstergesidir.
Hala tarihi gerçekler ortada iken göçebe döneminin at üstünde kılıç sallamanın hayaliyle etrafa korku salan Türklük modelini yerleştirmekte ısrarcıyız. Dünyanın hiçbir yerinde bizimki kadar etnik meseleler bu denli kaşınmıyor, ülkelerin bir çoğu diğerini ötekileştirmenin mahzurlarını fark etmiş ve derhal terk etmişler, ama şimdi o hastalık bize sirayet etmiş onların bıraktığı noktada biz etnisite problemleriyle uğraşır konuma geldik. Oysa yeni Türklük tanımı iç ve dış düşman dürtüsüyle sınır bekçiliği talep ediyor bizden. Ulus devlet mantelitesi tabiatıyla tektip milliyetçilik tanımı öngörüyor, buna tepki olarak etnik toplulukların kök bağlarını tetikleyerek kendi etnik kimliklerine dört elle sarılmalarına yol açıyor. Tehlike ne Türk insanında, ne de dışarı ile ilişkilendirilen emperyal devletlerde, asıl tehlikeden söz edeceksek beynimizin derinliklerinde mevcut olan tehlike senaryolarında aramalı, bu hal artık psikolojik maraz hale geldi. Örnek aldığımız Fransanın modelinin ortayakoşduğu menfi milliyetçiliğin topraklarımıza sıçraması sonucu ulus devletçilik anlayışının ürettiği tek tipçilik marazı, maalesef Türklerin farklılıkları zenginlik gören anlayışını yerle bir ederek tarumar eyledi. Şimdi bu kimliğe büründüğümüze sevinelim mi ağlayalım mı ne dersiniz? Kimileri ellerine kına yaksa da etnisiteye dayalı siyaset farklılıkları geriyor, birleştirmiyor, tam tersine ayrıştırıyor.
OBJEKTİF TARİH ANLAYIŞI

Gerçek Türklükden bahsedeceksek Erol Göka’nın da söylediği gibi; Türkler uygarlık sentezci yönüyle tarihe damgasını vurmuştu. İşte kökse kök bu, tarihse objektif tarih değerlendirmesi buna denir. Unutmayalım ki; Cumhuriyeti kuranlarda Osmalı’nın kadrolarından çıktı, köklerinde Osmanlılık mevcut. Sadece kadrolar mı, elbette hayır. Parlamentosu, siyasi partisi, basını ve tüm müesseselerini devr aldı. Genç Cumhuriyetimizin Osmanlının mirasını devralması başlı başına köklerimizi inkâr etmediğimizin bariz delilidir. Nitekim Atatürk; yeni bir ulus kurduk, yeniden bir millet yarattık demiyor, aksine eski cemaat toplumundan modern bir toplum meydana getirdik diyor. Yani gelişmeciliğe vurgu yapıyor. Dolayısıyla kurulan Cumhuriyetimiz Osmanlının değişik bir tür devamı niteliğindedir diyebiliriz. Bugün gelinen noktada ne kadar redd-i miras yapılmaya çalışılsa da dünyanın gözünde biz hala Osmanlıyız. Dünya unutmamış biz nasıl unutabiliriz ki?
Tarihten maksat kişileri yada bir ırkı övmek veya yermek değil, tarihe eleştiri getirebilmek esas olanı, hatta ibret alabilmek ve tarih bilincini yakalayabilmektir gaye. Resmi tarihin ve ideolojiinin varlığı hiçde önemli değil, önemli olan halkın kabülünü kazanıp kazanmaması hususu. Gerçeklerin konuşulmasından korkulması, yasak kurallar koyulması resmi tarihin ve ideolojnin iflası değil mi? Arşivlerin uzun seneler incelenmeye müsaade edilmemesi hep bu kaygının işareti değilmi? Resmi tarihe karşı çıkış olarak Kemal Tahir, Kazım Karabekir, Mete Tuncay, Dr Rıza Nur vs. gibi tarih çalışmaları var önümüzde. Fakat Cumhuriyetimizin resmi anlayışı yayınlanmasına izin vermiyor. Hürriyet yazarı Murat Bardakçı’nın bile Şahbaba’yı yazarken bazı bölümleri çıkardığını söylemesi düşündürücü değil mi? O halde geçmişimizle sıkboğaz olmaya lüzum yok, hâsılı inkâr etsekde Osmanlı gönüllerde taptaze yaşıyor, bu böyle biline.
Dinimiz gereği birbirimize mütevazı dışarıya karşı çetin olmak gerekirken birbirimizle bu kavga bu şiddet bu ne celal niye? Olan milletimize oluyor, içte sertleştikçe aslında kan kaybediyoruz sürekli, dışarda söz ettiğimiz dış düşmanımızın teknolojik silahları ile bile silahlanmadan havanda su dövüyoruz adeta. Kompleksiz yaşamayı yeniden keşfetmeli, tarihimizle yeniden yüzleşerek tabii. Türklük denen değeri yeniden keşfederek doğru mecraya vira vira yelken açarak birlik limanında demirlemeli... Sığ düşüncelerden kurtulmanın yollarını aramalı ırkçı yaklaşımlara geçit vermeden sürekli düşman hobisi ile yatıp kalkmak yarınlarımızı boş yere heba ettiğimiz gibi, kardeş coğrafyalarda yaşayan halklara kucak açmamızı önlüyor. Ne işi var Mehmetçiğin Yemende, Lübnanda demek gibi yaklaşımların doğmasına neden oluyor. Artık dört tarafımız düşmanla çevrili çığırtkanlığına paydos deme zamanı gelmedi mi? Bunca vahdet şuuru birikimimiz varken başka arayışlara yönelmek büyük bir hata.

KÜRTÇÜLÜK
Bir diğer kanayan yaramız da kürtçülük meselesi. Kürtçülüğün asla kabül görmesi mümkün değil, muhatap bile alınmaya değmez, bir bardak suda fırtına koparılmanın ötesinde bir anlam taşımıyor çünkü. Kürtçülük sanıldığının aksine korkulacak boyutta bir mesele gibi görünmüyor, tamamen psikolojik korkuların sonucu yerleşmiş bir kanaat olsa gerek. Çünkü Kürtçülük akımının yerleşecek zemini yok ki, adamların ne doğru dürüst ortak bir dili var, edebiyat desen evlere şenlik, hiç bir şey yok ortada, ne de devlet geleneği var, bütün bunlardan mahrum olan bir akımdan gereksiz telaşa kapılarak olmayan birşeyi kendi ellerimizle büyütüyoruz, ama farkında değiliz, adeta yangına körükle gidiyoruz gibi. Şimdiye kadar biz birbirimizi ayrı gayrı görmedik şimdide görmemeli, nezaman ki öteki muamelesi yapmaya başladık kronik bir mesele olarak karşımıza çıkıverdi biranda. Kürt dediğimiz insanları bu coğrafyada profesör, asker, şarkıcı türkücü, Roman yazarı, her ne arasan her meslekten her etki alanda değerlendirmekle gök kubbe başımıza geçmedi ki şimdi de geçsin. Bırakın kendi doğal mecrasına problem kendiliğinden kalksın. Tarafların her iki kesimide sevgiden söz etmiyor, herkes kin kışkırtıcılığına soyunmuş sanki.
Üstelik milliyetçilik kavramıda batıdan kopya edilmiş kavram. Tarihi süreçte yaşadığımız coğrafyalarda bizi ırklar ayırmazdı, sadece müslim ve gayr-i müslim tasnifi vardı. Osmanlı birlik ve beraberlik denen olayı inananlar kardeştir buyruğuyla çözmüş, gayri müslimlerle ilişkilerimizi de; Dinde zorlama yok ilahi prensibi sayesinde farklılıkları birarada tutmayı başarmış, bunun sonucu olarakda gayri müslimler uzun yıllar Osmanlı şemsiyesi altında özgürce yaşama şansını elde etmişlerdir. Ne zaman ki; Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik akımları yükselmeye başladı, Prof.Dr. İlber Oltaylı’nın dediği gibi yeni bir truva atı olarak Türklük, neyazık ki sorunlu kavram olarak gündemimize girdi. Milliyetçilik rüzgârları coğrafyamıza sıçradı sıçramasınada, bu arada olanlarda oldu, birlik beraberlik duyguları törpülendi, ardından bağımsızlıklarını ilan milletlerin doğuşuna sahne oldu coğrafyamız.
TÜRKOLOJİ

Tüklük duygusunda o kadar ileri boyutlara taşıdık ki Türklüğe bilimsellik katma adına Türkoloji enstitüsü çalışmalarına bile hızverdik.. Oysa Türkoloji başlıbaşına Türklüğü aşağılayan bir kavram, yeri geldiğinde hamaset adına ayıdan post Moskofdan dost olmaz diye söyleniriz, fakat bu kavramın Rusların çıkardığından ve loji ibaresinin Rum’a ait olduğundan bihaberiz. Niye çıkarmışlar derseniz mezara defnedilmiş yani ölü milletler için, nitekim sümeroloji örneğinde olduğu gibi. Türkoloji kavramı ile Osmanlı gözardı edilmek istendiği besbelli. Neden bir Frankoloji yokda Türkoloji var diye bunun hiç muhasebesini yaptık mı kendi kendimize? Asıl bu konulara kafa yormamız gerekirken Türklüğü dar ve içe kapanık kalıplara mahkûm ederek sorunlu hale getiriyoruz. Her nekadar Osmanlıyı dikkatlerden uzaklaştırmak için Türkoloji kelimesi icat edilmiş olsa da, Osmanlı gönüllerde, hala hafızalarda taptaze ve diri yaşıyor.
Türkolojide olduğu gibi Türk tiyatrosu da batıdan alınma. Batı Hz.İsa’yı anlatabilmek için bu metoda başvurmuş ve oradan coğrafyamıza gelmiş, kök değerlerimizde tiyatro bulamazsınız, bu hastalığıda aynen kabüllenmişiz maalesef. Üstelik gelenide hatalı şeklinde uyarlıyoruz, edep ve adap olmaktan çıkıp anti kültür görevi yapacak şekilde taşıyoruz.
Velhasıl; daha buna benzer birçok problemli Türklük örnekleri ile hafızamızı kaybediyoruz. Vesselam.
 
Üst