Mümine adavet beslemek
Bir insanın iyi huylarını nasıl görebiliriz o ne kadar iyi olsada biz onun iyi huylarını göremıyorsak ülfetimizi nasıl kırabiliriz? (karayel)
17-Kasım-2006 - 11:40:44
Cevabımız
Değerli Kardeşimiz;
Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adavete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve hased, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı maneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.
Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı vechini beyan ederiz.
Birinci vecih
Hakikat nazarında zulümdür.
Ey mü'mine kin ve
adavet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan; seninle beraber, dokuz masum ile bir cani var; o gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hatta, birtek masum, dokuz cani olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.
Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefìne-i İlâhiye olan bir mü'minin vücudunda iman ve İslamiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı masume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden, ona kin ve
adavet bağlamakla o hane-i maneviye-i vücudun manen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.
İkinci vecih
Hem, hikmet nazarında dahi zulümdür.
Zîra, malumdur ki,
adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mana-i hakîkisinde olarak, beraber cem olamazlar.
Eğer muhabbet, kendi esbâbının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakîki bulunsa, o vakit
adavet mecazî olur, acımak suretine inkılap eder. Evet, mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla, ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadîs ile, "Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp, kat'-ı mükâleme etmeyecek. "
Eğer esbâb-ı
adavet galebe çalıp,
adavet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazi olur, tasannu ve temelluk suretine girer.
Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü'min kardeşine kin ve
adavet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen, adi küçük taşları Kâbe'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslamiyet gibi çok evsâf-ı İslamiye, muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü'mine karşı adavete sebebiyet veren ve adi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslamiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.
Evet, tevhid-i imani, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.
Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkkî edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârâne bir münâsebet hissedersin. Halbuki, îmânın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği Esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak râbıtaları ve uhuvvet münâsebetleri var.
Meselâ, her ikinizin Halıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir; bir, bir... bine kadar bir, bir. Hem, Peygamberiniz bir, dîniniz bir, kıbleniz bir; bir, bir,... yüze kadar bir, bir. Sonra, köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir,... ona kadar bir, bir. Bu kadar "bir, birler" vahdet ve tevhîdi, vifak ve ittifâkı, muhabbet ve uhuvveti iktizâ ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakîki adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o râbıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbâb-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münâsebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve îtisâf olduğunu, kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.
Üçüncü Vecih
Adâlet-i mahzâyı ifâde eden sırrına göre, bir mü'minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sâir mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu ve bâhusus bir mü'minin fenâ bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü'minin akrabasına adâvetini teşmil etmek, sîga-i mübâlâğa ile, gàyet azîm bir zulüm ettiğini, hakîkat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği halde, nasıl kendini haklı bulursun; "Benim hakkım var" dersin?
Hakîkat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenâlıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirâyet ve in'ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbâbı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirâyet ve in'ikâs etmek, şe'nidir. Ve ondandır ki, "Dostun dostu, dosttur" sözü, durûb-u emsâl sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, "Bir göz hatırı için, çok gözler sevilir" sözü umûmun lisânında gezer.
İşte, ey insafsız adam! Hakîkat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkàtına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakîkat olduğunu, hakîkatbîn isen anlarsın.
Dördüncü Vecih
Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür.
Şu dördüncü vechin esâsı olarak, birkaç düsturu dinle:
Birincisi: Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat, "yalnız hak, benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur.
sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fıkrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlân ile mahkûm edemez.
İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu demek, doğru değildir. Zîrâ, senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bâzan damara dokundurur, aksülamel yapar.
Üçüncü düstur: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref'ine çalış. Hem, en ziyâde sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslâhına çalış. O muzır nefsin hatırı için, mü'minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki, muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır; öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır. Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenâlığına karşı iyilikle mukàbele et. Çünkü, eğer fenâlıkla mukàbele edersen, husûmet tezâyüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idâme eder. Eğer iyilikle mukàbele etsen nedâmet eder, sana dost olur.
hükmünce, mü'minin şe'ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, îman cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama "İyisin, iyisin" desen iyileşmesi ve iyi adama "fenasın, fenasın" desen fenâlaşması çok vukù bulur. Öyle ise,
gibi desâtir-i kud- siye-i Kur'âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.
Dördüncü düstur: Ehl-i kin ve adâvet hem nefsine, hem mü'min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecâvüz eder. Çünkü, kin ve adâvet ile nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nîmetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsûd hakkında zararı ya azdır veya yoktur.
Hasedin çaresi:
Hâsid adam, hased ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün; tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet fânîdir, muvakkattır. Fâidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyâkârdır, âhiret malını dünyada mahvetmek ister; veyahut mahsûdu riyâkâr zanneder, haksız-lık eder, zulmeder.
Hem, ona gelen musîbetlerden memnun ve nîmetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkid ve rahmete îtiraz ediyor. Kaderi tenkid eden, başını örse vurur, kırar; rahmete îtiraz eden, rahmetten mahrum kalır.
Acaba, bir gün adâvete değmeyen bir-şeye bir sene kin ve adâvetle mukàbele etmeyi hangi insaf kabul eder; bozulmamış hangi vicdâna sığar? Halbuki, mü'min kardeşinden sana gelen bir fenâlığı bütün bütün ona verip onu mahkîım edemezsin. Çünkü:
Evvelâ: Kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp o kader ve kazâ hissesine karşı rızâ ile mukàbele etmek gerektir.
Sâniyen: Nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan acımak ve nedâmet edeceğini beklemek.
Sâlisen: Sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver. Sonra bâkî kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek afv ve safh ile ve ulüvvücenâplıkla mukàbele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve dîvâne olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiatıyla alan cevherci bir Yahudî gibi, beş paraya değmeyen fânî, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye, güyâ ebedî dünyada durup, ebedî beraber kalacak gibi şedîd bir hırs ile ve dâimî bir kin ile, mütemâdiyen bir adâvetle mukàbele etmek, sîga-i mübâlâğa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur. Ve bir nevi dîvâneliktir.
İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama eğer şahsını seversen yol verme ki, kalbine girsin. Eğer kalbine girmiş ise, onun sözünü dinleme. Bak, hakîkatbîn olan Hâfız-ı Şirâzî'yi dinle:
Yani, "Dünya öyle bir metâ değil ki, bir nizâa değsin." Çünkü, fânî ve geçici olduğundan, kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.
Hem demiş:
Yani, "İki cihânın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muâşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muâmele etmektir."
Eğer dersen: "İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var. Hem, damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum."
Elcevap: Sû-i hulk ve fenâ haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezâsıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Mâdem ihtiyar senin elinde değil; vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedâmet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zâten bu mektubun bu mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin. Haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.
Cây-ı dikkat bir hâdise:
Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fıkr-i siyâsîsine muhâlif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münâfığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyâsetin bu fenâ neticelerinden ürktüm, dedim. O za-mandan beri hayat-ı siyâsiyeden çekildim.
Beşinci Vecih
Hayat-ı içtimâiyece, inat ve tarafgirlik gàyet muzır olduğunu beyan eder.
Eğer denilse: "Hadîste, denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktizâ ediyor.
"Hem, tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zâlim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü, bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa ilticâ eder, kendisini kurtarır.
"Hem, tesâdüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukùlden hakîkat tamamıyla tezâhür eder."
Elcevap: Birinci suâle deriz ki:
Hadîsteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tâmir ve revâcına sa'y eder. Başkasının tahrip ve iptâline değil, belki tekmil ve ıslâhına çalışır. Ammâ menfì ihtilâf ise ki garazkârâne, adâvetkârâne, birbirinin tahribine çalışmaktır hadîsin nazarında merduttur. Çünkü, birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.
İkinci suâle deriz ki:
Tarafgirlik, eğer hak nâmına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat, şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesâbına olan tarafgirlik haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinâd teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse; o adam, o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukàbil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona hâşâ lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki:
Hak nâmına, hakîkat hesâbına olan tesâdüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifak ile beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakîkatin her köşesini izhâr edip, hakka ve hakîkate hizmet eder. Fakat, tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesâbına hodfürûşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesâdüm-ü efkârdan bârika-i hakîkat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak nâmına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider. Kàbil-i iltiyâm olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şâhittir.
Elhâsıl:
olan desâtir-i âliye, düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır. Evet, demezse, o düsturları nazara almazsa, adâlet etmek isterken, zulmeder.
Cây-ı ibret bir hâdise:
Bir vakit, İmam-ı Ali (r.a.) bir kâfiri yere atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş.
O kâfir, ona demiş ki: "Neden beni kesmedin?"
Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim."
O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Mâdem dîniniz bu derece sâfî ve hâlistir; o din haktır" dedi.
Hem, medâr-ı dikkat bir vâkıa:
Bir zaman, bir hâkim, bir hırsızın elini kestiği vakit, eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri, onu, o vazifeden azletmiş. Çünkü, şeriat nâmına, kànun-u İlâhî hesâbına kesse idi, nefsi ona acıyacak idi. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adâletle iş görmemiştir.
Cây-ı teessüf bir hâlet-i içtimâiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimâî:
"Haricî düşmanların zuhur ve tehâcümünde dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimâiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehâcüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'î adâvetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimâiye-i İslâmiyeye bir hıyânettir.
Medâr-ı ibret bir hikâye:
Bedevî aşîretlerinden Hasenan Aşîretinin birbirine düşman iki kabîlesi varmış. Birbirinden belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderân Aşîreti gibi bir kabîle karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman tâife, eski adâveti unu-tup, omuz omuza verip, o haricî aşîreti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.
İşte, ey mü'minler! Ehl-i îman aşîretine karşı tecâvüz vaziyetini almış ne kadar aşîret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi, yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı, tesânüd ederek el ele verip müdâfaa vaziyeti almaya mecbur iken, onların hücumunu teshîl etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i îmâna yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal'an, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal'a-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.
Ehâdîs-i şerîfede gelmiş ki: Ahir zamanın Süfyan ve Deccâl gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müthişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifâde ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri herc ü merc eder ve koca âlem-i İslâmı esâret altına alır.
Ey ehl-i îman! Zillet içinde esâret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifâde eden zâlimlere karşı, kal'a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhâfaza ve ne de hukukunuzu müdâfaa edebilirsiniz. Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mîzanda, iki dağ birbirine karşı muvâzenede bulunsa, bir küçük taş muvâzenelerini bozup, onlarla oynayabilir. Birini yukarı, birini aşağı indirir.
İşte, ey ehl-i îman! İhtiraslarınızdan ve husûmetkârâne tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner. Az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimâiyenizle alâkanız varsa, düstur-u âliyeyi, düstur-u hayat yapınız. Sefâlet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.
Altıncı Vecih
Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubûdiyet, adâvet ve inat ile sarsılır. Çünkü, vâsıta-i halâs ve vesîle-i necât olan ihlâs zâyi olur. Zîrâ, tarafgir bir muannid, kendi a'mâl-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. Hâlisen livechillâh amele pek de muvaffak olamaz. Hem, hüküm ve muâmelâtında tarafgirini tercih eder, adâlet edemez. İşte, ef âl ve a'mâl-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adâlet, husûmet ve adâvetle kaybolur.
Şu altıncı vecih çok uzundur; fakat, kàbiliyet-i makam kısa olduğundan, kısa kesiyoruz.
Selam ve dua ile...
Editör
www.sorularlaislamiyet.com