mostar
Profesör
- Katılım
- 6 Ara 2009
- Mesajlar
- 1,011
- Tepkime puanı
- 244
- Puanları
- 0
Tek suçlu televizyon mu?
10 Temmuz 2010 - 16:02:11
Sosyolog Yusuf Özkan Özburun ile Televizyon üzerinden toplumun tomografisini çektik...
10 Temmuz 2010 - 16:02:11
Sosyolog Yusuf Özkan Özburun ile Televizyon üzerinden toplumun tomografisini çektik...
Kandil gecesinde dahi ahlaki zaafları olan bir dizi izlenme rekorları kırıyor. Televizyonun toplum üzerindeki etkileri hakkında neler söylemek istersiniz? Değiştirme ve dönüştürme aracı olmaya devam ediyor mu televizyon?
Toplum ve insana dair konularda ‘etki’ dediğimiz durum, hiçbir zaman tek yönlü, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir mahiyette değildir, karşılıklı bir ‘etkileşim’den bahsetmek daha doğrudur. Bu konuda genel kanaat televizyonun toplumu tepeden aşağıya doğru tek yönlü olarak kodladığı yönündedir ki ben bu anlayışı eksik, dolayısıyla yanlış buluyorum… Ancak bir çukur varsa su gelir ve oraya dolar, fakat bu önerme tersinden de doğrudur, ancak bir su varsa gelir ve çukuru bulur… Yani, kişilerin iç dünyasındaki gizli temayüller, arzular, tutkular, dipteki inanışlar, yerleşik zevk algısı bir tür ‘manevi talep’ halinde yükselir ve toplumun değişik alanlarında somutlaşır, belirir.
Toplumu oluşturan fertlerin gizli manevi talepleri, ‘duaları’, iç eğilimleri arz edilen her türlü metaın rengini, biçimini tayin eder… Tek tek fertlerin bir ‘nefsi’ olduğu gibi, şahsi nefislerin ortak paydasından ortaya çıkmış toplumun da bir tür ‘nefsi’ vardır. Örneğin, ‘toplumun nefsi’ ucuz macera ve aşk romanları okumayı arzulayan bir taleple ön plana çıkıyorsa toplumda pembe dizilerin çok revaç bulduğunu görürsünüz. Toplumun nefsi, adam kayırma, hizipçilik, menfaat ve taraftarlık yönünde bir siyaset talebi içindeyse, sosyal arenada temiz, dürüst, hak odaklı bir siyasetle karşılaşamazsınız.
Osmanlı’nın yıkılışını bir düşünün, dış faktörler bir yana Osmanlı toplumunun değişen iç taleplerinden filizlenen ‘sosyal nefsi’, din merkezinden kaydığı için, lâdînî bir çizgide yürüyen laik Cumhuriyet kurulmuştur… Fertlerin içindeki istibdat ve totalitarizm tek parti yönetiminde yahut öncülerinin şahsında somutlaşmıştır. ‘Nasılsanız öylece idare olunursunuz’ fermanını ‘toplumun nefsi’ ile birlikte anlamayı yeğliyorum… Aynı durum televizyon ve medya dünyası için de geçerlidir. Toplumun nefsi, zevk, eğlence, tüketim, atalet, pasif eğlence yönünde eğilimler gösteriyorsa buna göre bir medya ve televizyon profili ortaya çıkıyor. Kişilerin zihninin kıvrımlarında, duygularının köşelerinde, arzularının diplerinde popüler tiplerin figürü olmasa, bu adamların yaptığı programlar nasıl bu kadar ilgi görecek. Benim dünyamda niçin karşılık bulmuyor?
Tamam, diyeceksiniz ki ‘ama millete yıllarca bu sunuldu, bu aşılandı, alıştırıldı ve millet de bunu talep eder hale geldi’. Diyelim ki böyle ama bu yine de milleti oluşturan fertlerdeki derin boşluklarla, girift zaaflarla, hayatlarını ihmal etmeleriyle, tembellikle, atalete yatkınlıkla, televizyonun yerine başkaca yaşama biçimleri, telezzüz alanları koyamamakla, yani nefislerindeki hastalıkla ilgilidir. Dediğim gibi su var da çukur yoksa su akar, geçer ve gider… Diğer yandan toplumda hiçbir olgu böyle birkaç kritere bağlı olarak açıklanamaz. Psikolojik, sosyal, ekonomik, mekânsal, eğitimsel, tarihsel ve daha sayılamayan pek çok faktör bir de Hegel’in ‘Zeit Geist’ dediği ‘çağın ruhu’ ile birleşince (ki ben buna toplumların nefislerinin ortak paydasını temsil etmesi bakımından ‘çağın nefsi’ diyorum) ortaya toplumdaki olay, olgu ve eğilimler, yaşama biçimleri, toplumsal zevkler vs. çıkıyor…
Örneğin, bugün üretim biçimi bakımından topraktan kopmuş olmamız, ev mimari tarzımızla alacağımız maaşa endeksli tüketim modeli içinde bulunmamız, modern iş ortamının aşırı stres yükünü beraberinde getirmesi, zamanın mesai merkezli olarak mekanik planlanması, cemaat ve sohbet kültürünün ihmal edilişi televizyona ve dolayısıyla etkisine açık hale gelmeyle bağlantılıdır.
Pekiyi televizyon programlarıyla ve dizilerle yeni bir toplum mu oluşturulmaya çalışılıyor?
Sosyal psikolojinin gelişimi bir anlamda ‘toplum mühendisliği’nin de gelişimi anlamına geldi. Türkiye’de pek çok problemin müsebbibi olması bakımından İttihad ve Terakki’den bu yana toplum mühendisliği uygulanmaktadır. İttihad ve Terakki’yi oluşturan kadroların büyük çoğunluğu Cumhuriyet’i kuran kadrolardı ve halka güvenmeyen, halkı yönlendirilmesi gereken bir sürü olarak gören zihniyet Cumhuriyetle aynen tevarüs edildi ki toplum mühendisliği yapmanın altında da bu zihniyet yatar. Şunu da antrparantez söylemeliyim ki Türkiye’de toplumu yukarıdan aşağıya belli bir projeye göre biçimlendirmeyi öngören toplum mühendisliği yerine, insanların yetenek inşasını öngören ‘insan mühendisliği’ egemen olsaydı bugün bambaşka bir Türkiye tablosu ile karşı karşıya olurduk.
Tüm bunları niye anlatıyorum? Sorunuza daha kapsamlı bir cevap olsun diye. Yani Türkiye’de çok uzun bir zamandır yeni bir toplum oluşturulmaya çalışılıyor, bunu kısmen başardılar da. Türkiye’de büyük ve etkin televizyon kanallarının, büyük yapım firmalarının, büyük reklam ajanslarının, büyük güç odaklarıyla ya derinden ya da zihniyet ortaklığı bakımından köklü ve organik ilişkileri vardır. Bu büyük güç (siyaset, nüfuz ve ekonomik güç anlamında) odaklarının aktörleri kafa yapısı bakımından İttihad ve Terakkici bir çizgidedir. Halka güvenmez, bir sürü gibi görürler. Kendilerine bu sürüyü gütmesi gereken, şekil vermesi gereken bir çoban rolü biçerler. Bilinçli veya yarı bilinçli olanları vardır ve aşağı yukarı bu anlayıştadırlar.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin devlet eliyle halka rağmen ürettiği elit kadronun uzantısı hükmündedirler. Dolayısıyla televizyon programları aracılığıyla bazıları tam kasıtlı olarak, bazıları ise yaşama biçimleri ve zihin yapıları öyle gerektirdiği için kendilerine özgü bir toplum oluşturmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, Yeşilçam filmlerinin bir versiyonu olan dizilerin pek çoğu, saray yavrusu malikanelerde, çok farklı yaşama biçimleriyle karşımıza çıkar, halkın yaşama biçimleri inadına görmezden gelinir ve belli bir ‘life style’ (tarz-ı hayat) dayatılır. Lüks otomobiller, zengin sofralar, sınırlarda gezinen kadın ve erkekler, ucube ilişkiler, garip ritüeller yeni bir hayat tarzı inşasına dönüktür. Magazin programları da belli bir dengesiz ve uçlarda yaşayan sefih, ilkesiz, yarı deli çevrenin kirli yaşamlarının halka cazip bir şekilde sunulmasından ibarettir.
Psikolojik problemlerin bu kadar çok artmasında bu tarz film, dizi ve programların derin etkisi vardır. Örneğin, diyet, kilo, zayıflama ile ilgili programların çokluğu, güzelliği belli kalıplara mahkum etmiş ve güzellik takıntısını özellikle kadınlarda derinleştirmiştir.
Sadece Almanya’da bu tek tip faşizan güzellik anlayışının sonucu olarak yaklaşık 4 milyon kadın kendi bedeninden nefret ederek, kendini beğenmeyerek ‘dismorfofobi’ hastası olarak psikiyatristlerin kapısını aşındırmaktadır. Bu rakam Türkiye’de daha az değildir. Son Tacikistan seyahatimde, Türk Cumhuriyetlerinin çoğunda görülen ilginç bir gözlemim oldu. Orta Asya Cumhuriyetleri’nin şu anki halini Türkiye’nin geçtiği aşamalarla çok özdeşleştiriyorum ayrıca. Bizim 70’li, 80’li yıllarımızı yaşıyor gibiler. Tacikistan’da iki resmi devlet kanalı var ve 24 saat boyunca devlet başkanının icraatları, övgüsü, dans, eğlence, müzik yayını yapıyor. Kurban Bayramı’nda oradaydım ve halkının yüzde yüze yakını Müslüman olan bu memleketin iki kanalında kurban bayramından bahseden iki cümle bile yoktu. Halk ‘eski Tacik’ ve ‘Yeni Tacik’ olmak üzere (‘tıpkı Türkiye’de ilerici ve gerici diye ayrım yapıldığı gibi) iki isimle anılıyordu ve yayınlar sadece toplumu ‘yeni Tacik’ yapmak üzere kurgulanmış gibiydi. Bugünün Türkiye’sinde yeni toplum oluşturma ameliyesi daha rafine yöntemlerle, daha demokratik bir görüntüde ama toplum mühendisliğinin tüm imkânları kullanılarak yapılıyor…
‘Halkımız yayınları olumsuz buluyor ama yine de o programları izliyor’ deniliyor bu konuda ne söylemek istersiniz?
Halkımızın yayınları olumsuz bulup bulmadığı konusunda derin şüphelerim var. Halkın pür kusursuz, akça pakça, iradesizce yönlendirilen masum kitleler olduğu yönündeki yorumları ziyadesiyle naif buluyorum. ‘Toplumun nefsinin talepleri medyayı, yönetim biçimini, hayat tarzını belirler’ dedim. Toplumumuzda tuhaf biçimde yerleşmiş bir ‘ikiyüzlülük sendromu’ ile karşı karşıyayız. Dansöz oynatanlara küfrede küfrede televizyonda dansöz seyreden çok kişi gördüm. Magazin programlarını kahrede kahrede ‘kafasını boşaltmak’ bahanesiyle izleyen magazin bağımlıları gördüm.
Haberlerdeki yorumlara sinirlene sinirlene aynı haberi yirmi defa izleyen çok izleyici var bu memlekette. Bu, bir…İkincisi, eskiden ateşin etrafında toplanılır ve sohbet edilirdi. Günümüzün ateşi televizyondur. Herkes ateşin etrafında toplanır gibi televizyonun etrafında toplanıyor. Tek farkla ki ateşin etrafındaki gibi sohbet edilmiyor, susuluyor ve pasif bir şekilde izleniliyor. Unutmayalım ki sırtında kalın giyecekleri olanın, sağlam giyinmiş olanın pek de ateşe ihtiyacı yoktur. Yani sırtınız yufka ise, yalınkat giyinmişseniz ateşin başına koşarsınız. Yani televizyona bu kadar bağımlı hale gelmenin hayatımızdaki, zihnimizdeki, gönlümüzdeki yalınkatlaşma ile çok yakından bağlantısı vardır. İstatistiklere göre Amerika’dan sonra en çok televizyon izleyen toplumuz. Kendine ait zevk ve estetik alanları bulunmayan, sanattan edebiyattan kopmuş, zihni sathileşmiş, kendine ait bir düşünce dünyası bulunmayan, evinde sohbet arkadaşları ağırlamayan ham kitleler pasif eğlence kültürünün en büyük temsilcisi olan televizyonun, internetin kucağına düşüyorlar. Örneğin, benim bir türlü anlamadığım, ‘dünyadan haberimiz olsun’ diyerek bir enformasyon cehaletine maruz kalınan ‘haberler’in neden bu kadar tutkuyla izlendiğidir.
Galiba, insan ruhunun ötelerden ilahi, gaybi haber alma açlığı yanlış bir adreste kendine yiyecek arıyor. Fakat, mevcut haliyle haberler insanı dünyanın büyük hakikatlerinden haberdar etmek yerine, tamamen dünyevi zevzekliklerle oyalamaktadır. Haberler aklın sakızıdır. Üstelik haberler hiç de masum değildir. Çünkü, haberlerdeki yorum şekilleriyle yoğun bir şekilde devletçilik, ‘biz’ kavramını daraltan kör milliyetçilik, dünyaya minicik pencerelerden baktıran algı daralması, kevni olayları bir felaket terminolojisiyle yorumlayan itikadi sapmalar, istisnaları kaide gibi gösteren yaklaşımlar, siyasi manipülasyonlar empoze edilir.
Televizyon dizilerinde dini anlamı derin olan isimlerin olumsuz tiplere verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dizilerde veya filmlerde Şaban, Gaffur gibi isimlerin olumsuz tiplemelere verilmesinin bilinçli ve kasdi bir tercih olduğu yönünden ziyade bir zihniyetin doğal dışavurumu olduğu yönünde bir tespite daha yakın duruyorum. Dini bir atmosferde yetişmemiş, dini sadece toplumdaki karikatürize tiplerle tanımış, yaşayış tarzı itibarıyla tamamen ladini olan yapımcı, yönetmen ve senaristlerden başka ne beklersiniz? Üstelik Yeşilçam geleneğinde, dini tiplemeler hep itici ve olumsuz olarak resmedilir. Uzun zaman ladini bir hayat tarzıyla aydın olmayı özdeşleştirmiş solcu ve laik çevrelerin elinde olan sinema ve tv’nin böyle bir dil üretmesi kaçınılmazdı. Rakı sofrası kurulmayan bir dizi gösterebilir misiniz bana? Bu memlekette rakı içmeyi ilericilik zanneden bir yığın avanak vardır yahu…
Dindarların televizyon ile ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de dindarlık, yaklaşık bir yüzyıl gibi uzun bir zamandan beri sloganik, politize, agresif ve reaksiyoner bir kimliğe büründü. Taklide dayalı bir dindar prototipi ortaya çıktı. (Tahkike dayalı mümin tipine zaten ‘dindar’ bile demiyoruz. ‘Dindar’ bizde Batı’da ruhban manasını işaret eden clericus’a yakın durmaktadır.) Bu dindar tipi ilme, irfana, medeniyet algısına, tefekkürün ihyasına ve bunun kurumlara yansımasına yoğunlaşmaktan ziyade iktidara ve sisteme odaklandı. Dolayısıyla dindarların televizyonla ilişkisi bu arka planın yedeğinde kopyacı, teslimiyetçi olmaktan öteye gidemedi. Televizyon izleyen izleyici dindarlar, toplumun diğer kesimlerinden pek de farklı talepler sergilemiyorlar.
Filmde müstehcen bir sahne çıkınca kumandanın tuşuna basmak, lahavle çekmek bile geçmiş yıllara ilişkin bir refleks haline geldi. Diyelim müstehcenliğe bir hassasiyet var ama o kadar, ötesi yok. Farklı bir yaşama biçimi oluşturma çabası yok. Evlerin bir medreseye, tekkeye, kültür merkezine, bir tür okula, meşru eğlence merkezlerine dönüştürülmesi yönünde bir çaba yok. Cemaat hayatının sunacağı sıcak imkânlar cemaatçilik hesaplaşmalarına heba ediliyor ve atomize dindarlık derinleşiyor.
Televizyon yapımcısı mütedeyyin insanlar da mevcut televizyon paradigmasına teslim olmayı yeğliyorlar. Kurumun devamı ve büyümesi için reklama ağırlık veriyor ve reklam dilinin onların zaten gevşek olan ilkelerini yağmalamasına müsaade ediyorlar. En fazla sırlı diziler çapında derinliksiz, avami bile denilmeyecek yapımlar üretiyorlar. Fakat belki toplumun nefsi de ancak bu derinlikte ve bundan öte bir dindarlık talep etmiyor. Düşünmek gerek, çok düşünmek gerek…
A. Kerim Sencer
HaberKültür.Net
Toplum ve insana dair konularda ‘etki’ dediğimiz durum, hiçbir zaman tek yönlü, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir mahiyette değildir, karşılıklı bir ‘etkileşim’den bahsetmek daha doğrudur. Bu konuda genel kanaat televizyonun toplumu tepeden aşağıya doğru tek yönlü olarak kodladığı yönündedir ki ben bu anlayışı eksik, dolayısıyla yanlış buluyorum… Ancak bir çukur varsa su gelir ve oraya dolar, fakat bu önerme tersinden de doğrudur, ancak bir su varsa gelir ve çukuru bulur… Yani, kişilerin iç dünyasındaki gizli temayüller, arzular, tutkular, dipteki inanışlar, yerleşik zevk algısı bir tür ‘manevi talep’ halinde yükselir ve toplumun değişik alanlarında somutlaşır, belirir.
Toplumu oluşturan fertlerin gizli manevi talepleri, ‘duaları’, iç eğilimleri arz edilen her türlü metaın rengini, biçimini tayin eder… Tek tek fertlerin bir ‘nefsi’ olduğu gibi, şahsi nefislerin ortak paydasından ortaya çıkmış toplumun da bir tür ‘nefsi’ vardır. Örneğin, ‘toplumun nefsi’ ucuz macera ve aşk romanları okumayı arzulayan bir taleple ön plana çıkıyorsa toplumda pembe dizilerin çok revaç bulduğunu görürsünüz. Toplumun nefsi, adam kayırma, hizipçilik, menfaat ve taraftarlık yönünde bir siyaset talebi içindeyse, sosyal arenada temiz, dürüst, hak odaklı bir siyasetle karşılaşamazsınız.
Osmanlı’nın yıkılışını bir düşünün, dış faktörler bir yana Osmanlı toplumunun değişen iç taleplerinden filizlenen ‘sosyal nefsi’, din merkezinden kaydığı için, lâdînî bir çizgide yürüyen laik Cumhuriyet kurulmuştur… Fertlerin içindeki istibdat ve totalitarizm tek parti yönetiminde yahut öncülerinin şahsında somutlaşmıştır. ‘Nasılsanız öylece idare olunursunuz’ fermanını ‘toplumun nefsi’ ile birlikte anlamayı yeğliyorum… Aynı durum televizyon ve medya dünyası için de geçerlidir. Toplumun nefsi, zevk, eğlence, tüketim, atalet, pasif eğlence yönünde eğilimler gösteriyorsa buna göre bir medya ve televizyon profili ortaya çıkıyor. Kişilerin zihninin kıvrımlarında, duygularının köşelerinde, arzularının diplerinde popüler tiplerin figürü olmasa, bu adamların yaptığı programlar nasıl bu kadar ilgi görecek. Benim dünyamda niçin karşılık bulmuyor?
Tamam, diyeceksiniz ki ‘ama millete yıllarca bu sunuldu, bu aşılandı, alıştırıldı ve millet de bunu talep eder hale geldi’. Diyelim ki böyle ama bu yine de milleti oluşturan fertlerdeki derin boşluklarla, girift zaaflarla, hayatlarını ihmal etmeleriyle, tembellikle, atalete yatkınlıkla, televizyonun yerine başkaca yaşama biçimleri, telezzüz alanları koyamamakla, yani nefislerindeki hastalıkla ilgilidir. Dediğim gibi su var da çukur yoksa su akar, geçer ve gider… Diğer yandan toplumda hiçbir olgu böyle birkaç kritere bağlı olarak açıklanamaz. Psikolojik, sosyal, ekonomik, mekânsal, eğitimsel, tarihsel ve daha sayılamayan pek çok faktör bir de Hegel’in ‘Zeit Geist’ dediği ‘çağın ruhu’ ile birleşince (ki ben buna toplumların nefislerinin ortak paydasını temsil etmesi bakımından ‘çağın nefsi’ diyorum) ortaya toplumdaki olay, olgu ve eğilimler, yaşama biçimleri, toplumsal zevkler vs. çıkıyor…
Örneğin, bugün üretim biçimi bakımından topraktan kopmuş olmamız, ev mimari tarzımızla alacağımız maaşa endeksli tüketim modeli içinde bulunmamız, modern iş ortamının aşırı stres yükünü beraberinde getirmesi, zamanın mesai merkezli olarak mekanik planlanması, cemaat ve sohbet kültürünün ihmal edilişi televizyona ve dolayısıyla etkisine açık hale gelmeyle bağlantılıdır.
Pekiyi televizyon programlarıyla ve dizilerle yeni bir toplum mu oluşturulmaya çalışılıyor?
Sosyal psikolojinin gelişimi bir anlamda ‘toplum mühendisliği’nin de gelişimi anlamına geldi. Türkiye’de pek çok problemin müsebbibi olması bakımından İttihad ve Terakki’den bu yana toplum mühendisliği uygulanmaktadır. İttihad ve Terakki’yi oluşturan kadroların büyük çoğunluğu Cumhuriyet’i kuran kadrolardı ve halka güvenmeyen, halkı yönlendirilmesi gereken bir sürü olarak gören zihniyet Cumhuriyetle aynen tevarüs edildi ki toplum mühendisliği yapmanın altında da bu zihniyet yatar. Şunu da antrparantez söylemeliyim ki Türkiye’de toplumu yukarıdan aşağıya belli bir projeye göre biçimlendirmeyi öngören toplum mühendisliği yerine, insanların yetenek inşasını öngören ‘insan mühendisliği’ egemen olsaydı bugün bambaşka bir Türkiye tablosu ile karşı karşıya olurduk.
Tüm bunları niye anlatıyorum? Sorunuza daha kapsamlı bir cevap olsun diye. Yani Türkiye’de çok uzun bir zamandır yeni bir toplum oluşturulmaya çalışılıyor, bunu kısmen başardılar da. Türkiye’de büyük ve etkin televizyon kanallarının, büyük yapım firmalarının, büyük reklam ajanslarının, büyük güç odaklarıyla ya derinden ya da zihniyet ortaklığı bakımından köklü ve organik ilişkileri vardır. Bu büyük güç (siyaset, nüfuz ve ekonomik güç anlamında) odaklarının aktörleri kafa yapısı bakımından İttihad ve Terakkici bir çizgidedir. Halka güvenmez, bir sürü gibi görürler. Kendilerine bu sürüyü gütmesi gereken, şekil vermesi gereken bir çoban rolü biçerler. Bilinçli veya yarı bilinçli olanları vardır ve aşağı yukarı bu anlayıştadırlar.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin devlet eliyle halka rağmen ürettiği elit kadronun uzantısı hükmündedirler. Dolayısıyla televizyon programları aracılığıyla bazıları tam kasıtlı olarak, bazıları ise yaşama biçimleri ve zihin yapıları öyle gerektirdiği için kendilerine özgü bir toplum oluşturmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, Yeşilçam filmlerinin bir versiyonu olan dizilerin pek çoğu, saray yavrusu malikanelerde, çok farklı yaşama biçimleriyle karşımıza çıkar, halkın yaşama biçimleri inadına görmezden gelinir ve belli bir ‘life style’ (tarz-ı hayat) dayatılır. Lüks otomobiller, zengin sofralar, sınırlarda gezinen kadın ve erkekler, ucube ilişkiler, garip ritüeller yeni bir hayat tarzı inşasına dönüktür. Magazin programları da belli bir dengesiz ve uçlarda yaşayan sefih, ilkesiz, yarı deli çevrenin kirli yaşamlarının halka cazip bir şekilde sunulmasından ibarettir.
Psikolojik problemlerin bu kadar çok artmasında bu tarz film, dizi ve programların derin etkisi vardır. Örneğin, diyet, kilo, zayıflama ile ilgili programların çokluğu, güzelliği belli kalıplara mahkum etmiş ve güzellik takıntısını özellikle kadınlarda derinleştirmiştir.
Sadece Almanya’da bu tek tip faşizan güzellik anlayışının sonucu olarak yaklaşık 4 milyon kadın kendi bedeninden nefret ederek, kendini beğenmeyerek ‘dismorfofobi’ hastası olarak psikiyatristlerin kapısını aşındırmaktadır. Bu rakam Türkiye’de daha az değildir. Son Tacikistan seyahatimde, Türk Cumhuriyetlerinin çoğunda görülen ilginç bir gözlemim oldu. Orta Asya Cumhuriyetleri’nin şu anki halini Türkiye’nin geçtiği aşamalarla çok özdeşleştiriyorum ayrıca. Bizim 70’li, 80’li yıllarımızı yaşıyor gibiler. Tacikistan’da iki resmi devlet kanalı var ve 24 saat boyunca devlet başkanının icraatları, övgüsü, dans, eğlence, müzik yayını yapıyor. Kurban Bayramı’nda oradaydım ve halkının yüzde yüze yakını Müslüman olan bu memleketin iki kanalında kurban bayramından bahseden iki cümle bile yoktu. Halk ‘eski Tacik’ ve ‘Yeni Tacik’ olmak üzere (‘tıpkı Türkiye’de ilerici ve gerici diye ayrım yapıldığı gibi) iki isimle anılıyordu ve yayınlar sadece toplumu ‘yeni Tacik’ yapmak üzere kurgulanmış gibiydi. Bugünün Türkiye’sinde yeni toplum oluşturma ameliyesi daha rafine yöntemlerle, daha demokratik bir görüntüde ama toplum mühendisliğinin tüm imkânları kullanılarak yapılıyor…
‘Halkımız yayınları olumsuz buluyor ama yine de o programları izliyor’ deniliyor bu konuda ne söylemek istersiniz?
Halkımızın yayınları olumsuz bulup bulmadığı konusunda derin şüphelerim var. Halkın pür kusursuz, akça pakça, iradesizce yönlendirilen masum kitleler olduğu yönündeki yorumları ziyadesiyle naif buluyorum. ‘Toplumun nefsinin talepleri medyayı, yönetim biçimini, hayat tarzını belirler’ dedim. Toplumumuzda tuhaf biçimde yerleşmiş bir ‘ikiyüzlülük sendromu’ ile karşı karşıyayız. Dansöz oynatanlara küfrede küfrede televizyonda dansöz seyreden çok kişi gördüm. Magazin programlarını kahrede kahrede ‘kafasını boşaltmak’ bahanesiyle izleyen magazin bağımlıları gördüm.
Haberlerdeki yorumlara sinirlene sinirlene aynı haberi yirmi defa izleyen çok izleyici var bu memlekette. Bu, bir…İkincisi, eskiden ateşin etrafında toplanılır ve sohbet edilirdi. Günümüzün ateşi televizyondur. Herkes ateşin etrafında toplanır gibi televizyonun etrafında toplanıyor. Tek farkla ki ateşin etrafındaki gibi sohbet edilmiyor, susuluyor ve pasif bir şekilde izleniliyor. Unutmayalım ki sırtında kalın giyecekleri olanın, sağlam giyinmiş olanın pek de ateşe ihtiyacı yoktur. Yani sırtınız yufka ise, yalınkat giyinmişseniz ateşin başına koşarsınız. Yani televizyona bu kadar bağımlı hale gelmenin hayatımızdaki, zihnimizdeki, gönlümüzdeki yalınkatlaşma ile çok yakından bağlantısı vardır. İstatistiklere göre Amerika’dan sonra en çok televizyon izleyen toplumuz. Kendine ait zevk ve estetik alanları bulunmayan, sanattan edebiyattan kopmuş, zihni sathileşmiş, kendine ait bir düşünce dünyası bulunmayan, evinde sohbet arkadaşları ağırlamayan ham kitleler pasif eğlence kültürünün en büyük temsilcisi olan televizyonun, internetin kucağına düşüyorlar. Örneğin, benim bir türlü anlamadığım, ‘dünyadan haberimiz olsun’ diyerek bir enformasyon cehaletine maruz kalınan ‘haberler’in neden bu kadar tutkuyla izlendiğidir.
Galiba, insan ruhunun ötelerden ilahi, gaybi haber alma açlığı yanlış bir adreste kendine yiyecek arıyor. Fakat, mevcut haliyle haberler insanı dünyanın büyük hakikatlerinden haberdar etmek yerine, tamamen dünyevi zevzekliklerle oyalamaktadır. Haberler aklın sakızıdır. Üstelik haberler hiç de masum değildir. Çünkü, haberlerdeki yorum şekilleriyle yoğun bir şekilde devletçilik, ‘biz’ kavramını daraltan kör milliyetçilik, dünyaya minicik pencerelerden baktıran algı daralması, kevni olayları bir felaket terminolojisiyle yorumlayan itikadi sapmalar, istisnaları kaide gibi gösteren yaklaşımlar, siyasi manipülasyonlar empoze edilir.
Televizyon dizilerinde dini anlamı derin olan isimlerin olumsuz tiplere verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dizilerde veya filmlerde Şaban, Gaffur gibi isimlerin olumsuz tiplemelere verilmesinin bilinçli ve kasdi bir tercih olduğu yönünden ziyade bir zihniyetin doğal dışavurumu olduğu yönünde bir tespite daha yakın duruyorum. Dini bir atmosferde yetişmemiş, dini sadece toplumdaki karikatürize tiplerle tanımış, yaşayış tarzı itibarıyla tamamen ladini olan yapımcı, yönetmen ve senaristlerden başka ne beklersiniz? Üstelik Yeşilçam geleneğinde, dini tiplemeler hep itici ve olumsuz olarak resmedilir. Uzun zaman ladini bir hayat tarzıyla aydın olmayı özdeşleştirmiş solcu ve laik çevrelerin elinde olan sinema ve tv’nin böyle bir dil üretmesi kaçınılmazdı. Rakı sofrası kurulmayan bir dizi gösterebilir misiniz bana? Bu memlekette rakı içmeyi ilericilik zanneden bir yığın avanak vardır yahu…
Dindarların televizyon ile ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de dindarlık, yaklaşık bir yüzyıl gibi uzun bir zamandan beri sloganik, politize, agresif ve reaksiyoner bir kimliğe büründü. Taklide dayalı bir dindar prototipi ortaya çıktı. (Tahkike dayalı mümin tipine zaten ‘dindar’ bile demiyoruz. ‘Dindar’ bizde Batı’da ruhban manasını işaret eden clericus’a yakın durmaktadır.) Bu dindar tipi ilme, irfana, medeniyet algısına, tefekkürün ihyasına ve bunun kurumlara yansımasına yoğunlaşmaktan ziyade iktidara ve sisteme odaklandı. Dolayısıyla dindarların televizyonla ilişkisi bu arka planın yedeğinde kopyacı, teslimiyetçi olmaktan öteye gidemedi. Televizyon izleyen izleyici dindarlar, toplumun diğer kesimlerinden pek de farklı talepler sergilemiyorlar.
Filmde müstehcen bir sahne çıkınca kumandanın tuşuna basmak, lahavle çekmek bile geçmiş yıllara ilişkin bir refleks haline geldi. Diyelim müstehcenliğe bir hassasiyet var ama o kadar, ötesi yok. Farklı bir yaşama biçimi oluşturma çabası yok. Evlerin bir medreseye, tekkeye, kültür merkezine, bir tür okula, meşru eğlence merkezlerine dönüştürülmesi yönünde bir çaba yok. Cemaat hayatının sunacağı sıcak imkânlar cemaatçilik hesaplaşmalarına heba ediliyor ve atomize dindarlık derinleşiyor.
Televizyon yapımcısı mütedeyyin insanlar da mevcut televizyon paradigmasına teslim olmayı yeğliyorlar. Kurumun devamı ve büyümesi için reklama ağırlık veriyor ve reklam dilinin onların zaten gevşek olan ilkelerini yağmalamasına müsaade ediyorlar. En fazla sırlı diziler çapında derinliksiz, avami bile denilmeyecek yapımlar üretiyorlar. Fakat belki toplumun nefsi de ancak bu derinlikte ve bundan öte bir dindarlık talep etmiyor. Düşünmek gerek, çok düşünmek gerek…
A. Kerim Sencer
HaberKültür.Net