ÇiLe-i AşK
Asistan
- Katılım
- 21 Eki 2006
- Mesajlar
- 542
- Tepkime puanı
- 2
- Puanları
- 0
Şems katıldı birgün Mevlana'nın sohbetlerinden birine...
Garib bir heyecanla sordu
"Beyazıd-i Bistami mi, yoksa Hazreti Muhammed Mustafa mı . daha büyüktür?"
şaşkınlıktan ne edecegini bilemedi Mevlana ;
"-Bu nasıl sual? Hiç alemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan yüce Peygamberle, bütün sermayesi O' na tabiilik olan bir veli mukayese edilirmi?" diye bağırdı hiddetle....
Tebrizli Şems'in niyeti farklıdır elbet isteği ilim irfana dönüşecek unutacak Mevlana bildiklerini Ben'liğini....
açıklar sualini:
"-Öyleyse, neden beyazıd, Rabbinden cehenneme konulmasını ve vücudunun orada, başka hiçbir mücrime yer kalmayacak derecede büyütülmesini taleb ettiği, lakin küçük bir ilahi tecelli karşısında da 'Şanım ne yücedir! Kendimi tesbih ederim!...' dedigi halde; Hazreti Peygamber . sayısız tecellilere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nail oldoğu nimetlerle yetinmeyerek Rabbinden hala istiyor, istiyor, boyuna istiyordu?..." der..
Bu izahat Hz. Mevlana'yı sırf aklın aydınlattığı zahir ilmin hududuna getirip dayar... Bu noktada kalarak suale cevap vermek mümkün değildir. Şems hal silahıyla O'nu bu noktadan ileri iter.İlerisi uçsuz bucaksız "ledün alemidir"...
Mevlana bir an kendininde evvelce bilmediği bir cevap veriverir ;
"-Beyazıdın 'şanım ne yücedir kendimi tesbih ederim! ben sultanlar sultanıyım!..' sözü bir işba halinin ifadesidir. Yani O'nun manevi susuzluğu küçük bir tecelli ile giderilmiş oldu. Ruhu artık talebsiz hale geldi. Sekre sürüklendi. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lakin O'nun istidadı bu kadardı..
Hz. Peygamber ise "elemneşrahlekesadrak" sırrına mazhar olmuştu...Tecelliler kendisini her taraftan kuşattı. Kainat kadar geniş olan sadrı, bir türlü kanmıyordu. Susadıkça susuyor, içtikçede susuzluğu artıyordu. Her an bir halden diğer hale yükseliyor ve her yükselişte de bir öncekine tevbe ediyordu..."
işte bu cevabdan sonra başladı yolculuk ucu bucağı olmayan okyanusa doğru . . .
Garib bir heyecanla sordu
"Beyazıd-i Bistami mi, yoksa Hazreti Muhammed Mustafa mı . daha büyüktür?"
şaşkınlıktan ne edecegini bilemedi Mevlana ;
"-Bu nasıl sual? Hiç alemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan yüce Peygamberle, bütün sermayesi O' na tabiilik olan bir veli mukayese edilirmi?" diye bağırdı hiddetle....
Tebrizli Şems'in niyeti farklıdır elbet isteği ilim irfana dönüşecek unutacak Mevlana bildiklerini Ben'liğini....
açıklar sualini:
"-Öyleyse, neden beyazıd, Rabbinden cehenneme konulmasını ve vücudunun orada, başka hiçbir mücrime yer kalmayacak derecede büyütülmesini taleb ettiği, lakin küçük bir ilahi tecelli karşısında da 'Şanım ne yücedir! Kendimi tesbih ederim!...' dedigi halde; Hazreti Peygamber . sayısız tecellilere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nail oldoğu nimetlerle yetinmeyerek Rabbinden hala istiyor, istiyor, boyuna istiyordu?..." der..
Bu izahat Hz. Mevlana'yı sırf aklın aydınlattığı zahir ilmin hududuna getirip dayar... Bu noktada kalarak suale cevap vermek mümkün değildir. Şems hal silahıyla O'nu bu noktadan ileri iter.İlerisi uçsuz bucaksız "ledün alemidir"...
Mevlana bir an kendininde evvelce bilmediği bir cevap veriverir ;
"-Beyazıdın 'şanım ne yücedir kendimi tesbih ederim! ben sultanlar sultanıyım!..' sözü bir işba halinin ifadesidir. Yani O'nun manevi susuzluğu küçük bir tecelli ile giderilmiş oldu. Ruhu artık talebsiz hale geldi. Sekre sürüklendi. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lakin O'nun istidadı bu kadardı..
Hz. Peygamber ise "elemneşrahlekesadrak" sırrına mazhar olmuştu...Tecelliler kendisini her taraftan kuşattı. Kainat kadar geniş olan sadrı, bir türlü kanmıyordu. Susadıkça susuyor, içtikçede susuzluğu artıyordu. Her an bir halden diğer hale yükseliyor ve her yükselişte de bir öncekine tevbe ediyordu..."
işte bu cevabdan sonra başladı yolculuk ucu bucağı olmayan okyanusa doğru . . .