mother! – anne!
Karanlık ve ölümden doğan sevgi, doğuşuyla kör karanlığı silip Khaos’un yerine düzeni, güzelliği; gecenin yerine ışığı ve ışığın en yakın arkadaşı gün’ü yarattığında yeryüzü de kendini yaratır. Doğa, tabiat, yeryüzü biz ona hangi ismi verirsek verelim akıllarımızda bereketi, yaşamı, ışığı çağrıştırır; çünkü yaşamın kaynağıdır o. Mitoloji ona Gaia der, bir diğer adıyla Tabiat Ana’dır kendisi ve dişildir. Dişil bir Tanrıça. Almaktan ziyade hep vermeyi hep de kendinden vermeyi, hayatlarımızı yeşertmeyi temsil eder. Ama ya gün gelir de tükenir ve artık verecek hiçbir şeyi kalmazsa? Khaos!
Requiem For A Dream’den Black Swan’a, Pi’den The Fountain’a uzanan geniş bir yelpazedeki işleriyle bizleri kendine hayran bırakan Darren Aronofsky’nin mother!’ı Venedik ve Toronto Film Festivalleri’nde izleyiciyi ikiye bölmüş; kimi filme bayılırken kimi gerçekten nefret etmişti. Bizim coğrafyada da pek bir farklılık yok; zira izleyenlerden gelen ilk yorumlar epey feci. Ama buna istinaden filmi benim gibi yere göğe sığdıramayanların sayısı da azımsanmayacak bir seviyede. Nefret edenler neden nefret ettiklerini açıklayadursun ben de neden bu kadar sevdiğimi anlatayım sizlere. Öncelikle filmin öylesine zekice işlenmiş bir görsel anlatım biçimi, film dili var ki buna hayran kalmamak elde değil. En son Floransa’da yaşadığım Stendhal Sendromu’nu yeniden yaşatan ve bittiğinde birkaç dakikalığına koltuğuma çakılı kalmamı sağlayan bir sendrom bu ve şahitlerim var. Son yarım saatte doruğa çıkan ve görsel hazzın tavan yaptığı bir kıyamet sekansını Hieronymus Bosch’un pek değerli ‘Dünyevi Zevkler Bahçesi’ isimli triptik resminden yola çıkarak inşa eden ve bir evi cennetten cehenneme dönüştürerek bizleri Dante’nin İlahi Komedyası’ndaki katlar arasında yolculuğa çıkaran Aronofsky’nin dehasına hayran kalmamak elde değil. Savaşlardan çökme noktasına getirilen ekolojik dengeye, açlıktan kanibalizme, zorbalıklardan direnişlere uzanan koca bir Dünya tarihinin özetini izlerken; klostrofobinin son derece yoğun hissedildiği sürreal bir atmosferde tarihin gerçeklerini yüzümüze tokat gibi çarpan bir film mother!. Yazının en başında Thoreau’dan alıntı yapmamın sebebi de buydu: “Bana aşk, para, inanç, şöhret, adalet yerine gerçeği verin.” Arsızca doğayı sömürmeye devam ederken onu tükettiğimizi nasıl da ıskaladık! Oysa ‘gerçek’ yaşlı gözlerle bizleri izlerken biz öylesine büyük bir kavgaya tutulmuştuk ki kendimizi dahi görecek zamanımız yoktu. Yaratma arzusu tüketme hazzına evrilmişti bir kere işte. Yaratanlar da kendilerini Tanrı sanıyordu zaten; O’na tapınmayanlar müritleri tarafından yok edilirken O müritlerini bağışlamaya devam ediyordu. Bir gün o müritler kendi oğlunu öldürdüğünde bile onları bağışlayan bir Tanrı’ydı bu. Kibir, şan, şöhret gerçeklere galip gelmişti. Eril düzenin yalanları saçılmıştı işte her yere.
mother!: Bana Yalnızca Gerçeği Verin!
Aronofsky’nin mother!’ı politik ve dini alegorilere açık okumaların rahatlıkla yapılabileceği bir film. Zaten Aronofsky’nin bunları gizlemek ya da “Bakalım bu alegoriyi anlayabilecek misiniz?” der gibi bir derdi de yok. Karakterlerine anne ve O ismini verirken de bir sanatçı üzerinden Tanrı’yı kişileştirdiğini görebiliyoruz. Ya da bu mutlu yuvayı ziyarete gelen Adam ve Kadın’ın aslında Adem ve Havva olduğunu da biliyoruz. Cennete düşen bu davetsiz misafirlerin oğullarının Habil ve Kabil’i temsil ettiği de çok açık ortada. Esas mesele, yasak elmayı yasak olduğunu bildikleri halde yemeye kalkan bu insancıkların gerçeği görebilme kabiliyetlerinde saklı, ki böyle bir kabiliyetleri var mı onu da Tanrı bilir. Bu anlamda filmin iki ayrı bölümden oluştuğunu söylemek pek tabii mümkün. Filmin ilk yarısında küllerinden doğan bir evin yeniden hayat bulmasına şahit oluyoruz. Jennifer Lawrence’in canlandırdığı mother karakteri kocasına ait olan bu evi tamir eden, güzelleştiren, yaptığı işin içine sevgisini de katan ve evi hisseden bir kadın. Ev onun kendini ait hissettiği, nefes aldığı bir cennet. Zamanında büyük eserler yaratmış olan kocasıysa uzun zamandır bir şeyler üretemiyor ve bunun sancılarını yaşıyor. Sonra bir gün çat kapı bir misafir geliyor evlerine. mother bu davetsiz misafirin gelişinden dolayı tedirgin çünkü bir şeylerin ters gideceğini sezebiliyor. Kocasıysa onun aksine adamın evde kalmasını istiyor ve bunun için karısının fikrini almaya tenezzül dahi etmiyor. Ertesi gün adamın karısı da eve geliyor, ve ardından oğulları… Kendine ait olan bu evde mahremiyeti ve varlığı görmezden gelinen mother huzursuz ve güvensiz hissetmeye başlıyor. Beklediği ilgiyi, saygıyı ve sevgiyi kocasından göremeyen mother, kocasından uygun bir dille onları göndermesini istiyor ama O kalabalığın, insanların ve kaosun onu doyurduğunu ve beslediğini dile getirerek eşinin isteklerini yok saymayı tercih ediyor; ta ki yasak elma yere düşene dek.
Filmin ikinci yarısı mother’ın hamile olduğunu fark etmesiyle başlıyor. Onun hamileliği eşine de kaybettiği ilhamın geri gelmesini sağlayarak yaratma arzusunu tetikliyor ve uzun zaman sonra ilk defa bir eser daha yaratmayı başarıyor. Aradan geçen dokuz ayın sonunda karnı burnunda, kocasının başarısını kutlamak için yemek hazırlıkları yaparken gördüğümüz mother’ın mutluluğu çalan kapı ziliyle kesintiye uğruyor, ama ne uğramak! Cennetten cehenneme dönüşen evini korumak için elinden geleni yapan mother’ın tüm serzenişleri cevapsız kalınca geriye yapılacak tek bir şey kalıyor. Kocasının dizginlenemez sanatçı egosu, üst düzey bencilliği ve kibrinin yol açtığı bir kıyametin tam ortasında kalakalıyoruz bizler de. Dişil doğayı, evi, yeryüzünü yok etmeye ant içen eril düzen tüm barbarlığıyla üzerimize çullanıyor.
Konuyu böyle düz okuyunca “E batı yakasında yeni bir şey yokmuş!” diye düşünebilir pek tabii insan. Ama Aronofsky böylesine sert ve hemen hepimizin karşılaşmak durumunda kalabileceği bir hikayeyi görüntü yönetmeni Matthew Libatique’in sinematik tekniği, takipten düşmeyen kamerası ve 16 mm çekim formatıyla birleştirerek hayran olunacak bir sinema formu yakalıyor. Bir iki açı dışında sürekli olarak Lawrence’i takip eden, onun etrafında dönüp duran, büyük zoom’larla ona kesen ve yer yer onun gözünden bakan kamera bizlerden tanıklık istiyor. Tanık olmamızı ve ıskaladığımız gerçekleri görmemizi… Kıyamet sekansında Cuaron’un Children of Men’ini akıllara getiren bir atmosfere açılarak soluğumuzun kesilmesini sağlayan mother! iki ufacık sahne dışında evin içinden hiç çıkmıyor. İçinde aynı anda hem güvenli hem de huzursuz hissettiğimiz ev’i nefes alan bir organizmaya dönüştüren Aronofsky düzen ve kaosun bir aradalığına dikkat çekerek yaşamın bağrından koparılmış sevginin karanlığı ve ölümü doğurarak yeryüzünü küle çevirebileceğini gösteriyor. İlham kaynağı ve sevgisi elinden alınan bir Tanrı ise aslında bir hiçtir ve hiç olan bir Tanrı’nın hikayesini sil baştan yaratması için yasak elmaya ihtiyacı vardır.
mother! esas ironisi yakalandığı takdirde içinizde şimşeklerin çakmasına yol açabilecek derecede derinlikli hikayesi ve anlatım biçimiyle Aronofsky’nin ve hatta yılın en iyi filmlerinden biri! Son sözü Herakleitos’a bırakmakta yarar görüyorum: “Bütünün kendisi olan bu kosmosu ne bir tanrı ne de bir insan meydana getirmiştir. O, daima belli ölçülere göre yanan, belli ölçülere göre sönen ezeli ve ebedi ateştir.”
Karanlık ve ölümden doğan sevgi, doğuşuyla kör karanlığı silip Khaos’un yerine düzeni, güzelliği; gecenin yerine ışığı ve ışığın en yakın arkadaşı gün’ü yarattığında yeryüzü de kendini yaratır. Doğa, tabiat, yeryüzü biz ona hangi ismi verirsek verelim akıllarımızda bereketi, yaşamı, ışığı çağrıştırır; çünkü yaşamın kaynağıdır o. Mitoloji ona Gaia der, bir diğer adıyla Tabiat Ana’dır kendisi ve dişildir. Dişil bir Tanrıça. Almaktan ziyade hep vermeyi hep de kendinden vermeyi, hayatlarımızı yeşertmeyi temsil eder. Ama ya gün gelir de tükenir ve artık verecek hiçbir şeyi kalmazsa? Khaos!
Son düzenleme: