Mevlevi
Paylaşımcı
- Katılım
- 22 Eki 2006
- Mesajlar
- 382
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Konum
- Manavgat
- Web sitesi
- www.abdullahbaba.net
Konuyu üstadımın kitabından aktarıyorum. İlk paragraf bir ÖNSÖZ mahiyetindedir... (Yeşil Yazılar Abdullah Babamın Sözleridir.)
"Asrımızın mana sultanı, hikmet denizlerinin incisi, Hak aşıklarının müstesna rehberi, muhterem Üstadımız Abdullah GÜRBÜZ Baba Hazretleri, tasavvufi kavramlara mahiyet itibarı ile hakkıyla vakıf, inceliklerine de hakkıyla nüfuz etmiş bir zat idi. Zât-ı Şahanelerine her ne zaman bir mesele sorulsa, bunda sıkılma, zorlanma olmaksızın, muhatabın seviyesine uygun tarzda cevaplar lütfederdi. Bazı zaman olurdu ki, kendisine soru sorulmasını isterdi. Kendisine soru sorandan aslan incinmez ve sorduğu meseleye değer verirdi. Bazen bir meseleyi farklı zaman ve mekânda, değişik şahıslara farklı bir tarzda anlattığı olurdu. Bu da O'nun meselenin inceliklerine vakıf olduğunu ortaya koyan bir husustur. Bütün bu durumlarda, kitap ve sünnetten deliller sunarak, konuya açıklık getirirdi. İnşaallah, "Fena fi'ş-Şeyh, Fena fi'r-Resul ve Fena fillah" kavramları hakkında verdiği izahı sunacağız.
Abdullah Baba (ks) Hz.leri, Tasavvufi kavramları izah faslında, Sufiyye hazeratının kendi ıstılahlarında belirttikleri "Fena fi'ş-Şeyh" kavramından bahsetmek üzere şöyle buyurdular:
Fena fi'ş-Şeyh:
Mürşidi Kamile bağlanan talip, Şeyhini çok sever ve O'na derinden muhabbet eder. 'Allah'ın dostuna söz verdim.' diye ihsan üzere yaşayıp, zikir ile meşgul olur. Şeyhinin şeklini, suretini düşünüp zikir yapmaya başladığında veya rabıta yaparken, Şeyhinin suretini kalbinde algılarken, başlangıçta sanki televizyon ekranındaki karlama gibi algılar. Sonra görüntü netleşerek, Şeyhini görmeye başlar.
Tasavvufi terimlerden mühim bir mahiyet arz eden "FENA" kavramını, ilk defa büyük Sufilerden Ebu Said el-Harraz kullanmış ve O'nun kitap ve sünnet esaslarına uygun olarak açıkladığı bu kavram, daha sonra Istılah olarak bütün Sufilerce kabul görmüştür.
Fena; müridin Allah'a kavuşma yolunda geçmesi gereken menzillerden birisidir. Mâna olarak, kulun kendi varlığını görmekten sıyrılma halidir. Bundan gaye; parlak bir imana sahip bulunmak, nefsin çirkin vasıflarını güzel vasıflara tebdil edip değiştirmek sureti ile yüce Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmaktır.
Buradan hareketle Sufiler, bu kâmil vasfa erişmek için evvela bu yolda kılavuz hükmünde olan Üstadın ahlakıyla ahlaklanmayı, Seyr-i Sülûk yapmaya kabiliyeti olan salikler için, birinci adım niteliği arz ettiğini vurgulamışlardır. Bu itibarla Hakka aşina olan Talip, kendisine bir Mürşid-i Kamil bulmalı ve ona intisab edip bağlanmalıdır. Bu bağlılıktan sonra ancak kendisine Mürid denilir.
Mürid şeyhini çok sevmelidir. Amel ve ahlak noktasında şeyhini örnek edindikçe, Seyr-i Sülûke elverişli hale gelir. Seyr-i Sülûke başlayabilmesi için, şeyhini çok sevip, herşeyden önce kendisine ulaşan feyiz ve tecellilerin onun vasıtası ile ulaştığını kabullenmelidir. Hatta bu konuda Hanefi fakihleri buyururlar ki: "Bir kimse eğer üstadına başka birisini tercih ederse, İslâm'ın en sağlam kulpunu koparmış olur." Bu bakımdan, üstadın varlığı akıllı bir mürid için hayata canlılık veren su misalidir.
Üstadımız daima derdiki:
Evladım!
Bu zamanda Şeyh dervişini sever, derviş de şeyhini severse, aralarında muhabbet güneşi doğar. Bu muhabbet düneşinden de "Nur-u Muhammedi" doğar. İşte dervişi maksada ulaştıracak olan budur. buyururdu. Şu halde şeyhe muhabbet, maksada götüren büyük bir amildir.
Salik, üstadinin verdigi vazifeyi yaparken, gönül gözünün frekansi açilarak, suhud âleminde üstadinin ruhaniyetini görmeye baslar. Bu görüntü net bir sekil aldiktan sonra, artik seyh ile manevi birliktelik elde edilmeye baslanir. Bu hal, günlük yasantisinda da müride sik sik vaki olur. Nitekim bu, Hz. Ebubekir-i (ra)'in : Ya Rasulullah! Her nereye baksam sizi görüyorum dedigi kivama gelindigini gösterir. Üstadimiz bunu Müridlerinden birisinin durumunu örnek göstererek belgelemek amaciyla buyurdular ki:
Ihvanimizin birisi söyle anlatti :
Televizyon seyrederken sizi gördüm. Ekranda bir ben oluyorum, bir siz oluyorsunuz. Çarsiya gittim orada da ayni. Ailemin yanina ve tuvalete gidemez oldum' dedi. Iste bu gibi hallere Tasavvufta Seyhte fani olma denilir. Mürid bu hali ile Seyhinde fani oluyor. Bu durumda olan dervise, üstadi tarafindan uygun olan Ilahi bir esma verilir.
Yani, kardesimiz televizyon aynasinda birden kendi cismini görüyor ve ayni zamanda da kendi cismi Efendi Hazretlerinin cismi oluveriyor. Demek ki; o kardesimizde baslangiç bu sekilde olmus. Daha sonra çarsiya gidiyor ve orada da benzeri haller yasiyor. Zaten bu baslangica varildigi zaman, insanda böylesi saskinliklar söz konusu olur. Her nereye gitse ve her nereye baksa, orada Üstadini müsahede eder. Bu defa gayr-i ihtiyari olarak bir edep müridi içten içe kusativerir de, her an üstadi ile beraber bulunuyor gibi hareket eder. Beseri iliskilerindeki degisiklik bundandir. Bu durumda Salik, yasadigi hali üstadina anlatmalidir. Eger bu konuda tecrübesi olmayan kimselere halini anlatacak olursa, vay haline! Allah'a sükürler olsun ki, üstadinda fani olan kardeslerimizin varligi, bu yolun ulviligini tescil etmektedir. Bu, Allah'in bir fazli keremidir süphesiz. Allah-u Teâlâ bizleri sadakat sirrina mazhar eylesin. Âmin!
Fena fi's-Seyh makaminda olan bir müride, tevhid mertebelerine ulasmasina yardimci olmasi için, üstadi tarafindan ilahi isimlerden Hay ismine devamli olmasi telkin edilir. Bu makamin zirvesine ulastikça, yasadigi hallere göre her nefeste okuyacagi zikirlerde zaman degisiklik olur ki, her menzilde okunacak Esma-i Ilahiyye farkli farklidir. Salik bu makami Hak ismi celili ile tamamlar.
Asirlardir kendilerinden Evliyaullah diye bahsedilen zâtlar, Fena mertebelerini bahsedilen sekilde asmislar ve durumlarini da kendi üsluplari ile dile getirmislerdir. Bu bahtiyarlardan birisi de Yunus Emre Hazretleridir. Seyhinde fani olusunu ifade eden siirinin bir beytinde der ki:
Açildi Sir babi Seyhim yüzünden
Can sefalar buldu tatli sözünden
Masiva tozunu gönül gözünden
Tevhid ile sildik elhamdülillah
Bundan sonra Üstadimiz Abdullah Baba (ks) Hz.leri Fena makamlarinin ikinci merdiveni olan Fena fi'r-Resul makamini anlatmak üzere söyle buyurdular:
Fena fi'r-Resul' makami;
Müridin Hay esmasinda baslayip, Hak esmasina kadar devam eden 'Fena fi's-Seyh' hali, bu makamin sonunda Peygamber (sav) Efendimize dönmeye baslar. Nereye bakarsa Rasulullah (sav) Efendimizi görür. Rasulullah (sav)'in cemaliyle, kemaliyle, nuruyla beraber olur. Kâinatta ne varsa Rasulullah (sav) Efendimizin nurundan halk olundugunu görür. Yanilacagi zaman hemen karsisina çikiverir. Buna da 'Fena fi'r-Resul' denir. Üstadı Gayyum esmasini verir.
Fena fi'r-Resul makami, âlemlerin Efendisine duyulan ask, sevk, sevgi ve muhabbetin zirve noktasidir. Salik, bu makamda O'na ümmet olmanin verdigi gönül zenginligi ile dolup tasar. Bütün sevgileri, tutkulari artik bu sevginin içerisinde erir, kaybolur. Zira her ne yapsa, ancak O'nun izin ve müsaadesi ile yapar. Pek çok zât demislerdir ki: "Eger Allah'in Resulünü bir an gözümüzün önünden kaybedecek olsak, kendimizi küfre düsmüs sayariz!" buyurmuslardir. Bu hal, makamlarda zirveye ulasmis zâtlara mahsus bir haldir. Nitekim Imam Şa'rani bu makamda bulunan bir veli zâtin, Rasulullah (sav)'in ayagini önünde görmeden adim atmasinin caiz olmadigini belirtir.
Bugün Rasulullah (sav) Efendimizi idrakten aciz kalan sinek tabiatli kimselerin, O'nun essiz sünnetlerini hafife almalarindaki seviyesizlikleri bize sunu anlatir: Eger onlar sufilerin bu güzel metodu ile yetismis olsalardi, O'nun örnek ahlakindan nasip alirlardi. Kalben suhuda erip, Allah'in Resulünü görme derecesini elde edip, her nerede bir bosluk biraksalar, âlemlerin Efendisinin tatli ikazi ile karsilasirlar ve gaflete düsmezler. Ama bu sistemi benimsemedikleri için, Allah'in Resulünü görme nimetinden mahrum kalmaktadirlar.
Üstadimiz, bundan sonra Fena mertebesinin son kismina geçerek, bu makamin baslangici ve zirvesi hakkinda söyle açiklama yapar:
Fenafillâh;
Salik Nefs-i Safiye'ye gelince, eger kabiliyetli ise yedi gök tabakasini, sekiz Cenneti geçer. Cenabi Zül-Celal Hz.lerinin zâtinda degil, sifatlarinda fani olur. Bütün kâinatta zerre zerre kendini görür. Yiyen de, içen de, tozan da, o olur. Hallaci Mansur'un: "Ene'l-Hak" demesi Beyazid-i Bistami'nin "Cübbemin altinda Allah var" dedigi bundandir. Yani bir tür saskinlik hali belirir. Buna da Fenafillâh denir.
Salikin Allah-ü Teâlâ'ya olan seyrinde, Nefsi Safiyye makamina geldigi zaman, artik Sülûkün sonuna dogru varmasi söz konusudur. Bu zamana kadar elde edilen tecrübe ve manevi dereceler, artik onda bir makam halini alir. Nefis her zaman isyan bayragini çekip itiraz etse de, Sultani Ruh yükselip, Emir âlemindeki Hak Teâlâ'nin "Kün" yani "Ol" emri ile meydana getirdigi menziline kavustugunda, bu defa o da oraya ulasarak, yaradilis geregi olarak Hak ile hükmetmeye baslar. Artik kisi için geri dönüs yoktur. Salikin geçtigi menziller "Seyr-i Sülûk" bahsinde anlatildigi için burada açiklama ihtiyaci duymuyoruz.
Hulasa; asli hüviyetine kavusuncaya kadar Seyr-i Sülûk devam eder. Nihayet sonunda Hak Teâlâ'nin kisinin durumuna göre yakinlik kurmasi artik söz konusudur. Bunun için: "Fani olan bir kimse için, hiçbir korku yoktur' denilir. Neden korksun ki? Zira Hak Teâlâ'ya ulasan, O'ndan baska seyle huzur bulamaz. O'ndan her ne gelirse gelsin, o zâtin nazarinda birdir."
Yunus Emre der ki:
Gelse Celalinden cefa,
Yahut Cemalinden vefa,
Ikisi de cana sefa,
Kahrin da hos, Lutfun da hos.
Evet, gönül huzurunu Allah-ü Teâlâ ile elde eden zâtlar, bu makamda âlemde bulunan her seyin Allah'in irade, fiil ve sifatlari ile meydana geldigini görür. Bu defa bu konuyu beser lügati anlatmadigi için, zaman zaman çeliskiye düser. Bazilari tipki bir sarhos üslubuyla hareket ederek, bir takim acayip davranislar sergileyebilirler. Bunlara Tasavvuf'ta "ŞATHIYYE" veya "ŞATAHAT" denilir.
Sufiyye istilahinda Satahat; Salikin feyiz ve istigrak aninda kendinden geçerek, elinde olmaksizin söyledigi muvazenesiz sözler demektir. Bu sözün zahirine bakildiginda, Seriata aykiri oldugu görülür. Ancak Salik kendisine geldigi zaman bu sözleri ne kabul eder ve ne de bu sözün pesine düser. Çünkü o sözleri söyledigi anda, Rabbi ile beraber olmanin zevki içerisinde, elinde olmadan sevk ve nese içerisindedir.
Nasil ki insan çok sevdigi bir kimseyi gördügü anda heyecanlanir ve ne yaptigini bilmezse, Salik de öyledir. Hadis bilginleri Rasulullah (sav) Efendimizden geçmis ümmetlere ait bir kissayi naklederler. Ki, bir adamin çölde giderken üzerinde yiyecegi ve içecegi bulunan devesi kaçar. Adam tam devesinden ümidini kestigi bir anda, bir agacin gölgesi altinda gölgelenirken, Allah-ü Teâlâ adamin devesini buldurur. Adam bakar ki yiyecegi de, içecegi de devesinde duruyor. O anda sevinç ve heyecanin birbirine karismasi neticesinde dilinden su sözler dökülür:
"Allahim! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim." bu hadiseye göre bazi hal ehli kimselerin, bu makamda kendinden geçerek söyledikleri sözler sebebi ile mazur görülecegini belirtmislerdir.
Hulasa; Beyazid-i Bistami, Hallac-i Mansur gibi, Sufiyyenin önde gelenleri tarafindan söylenen sözlerin, birer sathiyat oldugu kabul edilerek, onlarin bu gibi sözlerini mazur görmek gerektigini belirtmislerdir. Sonuç olarak; Fenafillâh makami, Salikin Rabbi hakkinda bilgisinin netlik kazandigi, Allah'in sifat ve fiillerindeki sirlara vakif oldugu, bu makamda iken yari sarhos bir halde bulundugu ve hepsinden önemlisi de, Salikin kendi iradesinden siyrilip, Rabbinin iradesine tam olarak teslim oldugu makamdir.
Yunus Emre'm Kamil oldu Imanin
Hz. Hakka vasil oldu bu canin
La Mekân Sehridir senin mekânin
Fenafillâh olduk Elhamdülillah
Rabbim cümlemize bu sifatlari ihsan buyurup, bizleri salihler ve Sadiklar topluluguna eristirsin. Âmin.
"Asrımızın mana sultanı, hikmet denizlerinin incisi, Hak aşıklarının müstesna rehberi, muhterem Üstadımız Abdullah GÜRBÜZ Baba Hazretleri, tasavvufi kavramlara mahiyet itibarı ile hakkıyla vakıf, inceliklerine de hakkıyla nüfuz etmiş bir zat idi. Zât-ı Şahanelerine her ne zaman bir mesele sorulsa, bunda sıkılma, zorlanma olmaksızın, muhatabın seviyesine uygun tarzda cevaplar lütfederdi. Bazı zaman olurdu ki, kendisine soru sorulmasını isterdi. Kendisine soru sorandan aslan incinmez ve sorduğu meseleye değer verirdi. Bazen bir meseleyi farklı zaman ve mekânda, değişik şahıslara farklı bir tarzda anlattığı olurdu. Bu da O'nun meselenin inceliklerine vakıf olduğunu ortaya koyan bir husustur. Bütün bu durumlarda, kitap ve sünnetten deliller sunarak, konuya açıklık getirirdi. İnşaallah, "Fena fi'ş-Şeyh, Fena fi'r-Resul ve Fena fillah" kavramları hakkında verdiği izahı sunacağız.
Abdullah Baba (ks) Hz.leri, Tasavvufi kavramları izah faslında, Sufiyye hazeratının kendi ıstılahlarında belirttikleri "Fena fi'ş-Şeyh" kavramından bahsetmek üzere şöyle buyurdular:
Fena fi'ş-Şeyh:
Mürşidi Kamile bağlanan talip, Şeyhini çok sever ve O'na derinden muhabbet eder. 'Allah'ın dostuna söz verdim.' diye ihsan üzere yaşayıp, zikir ile meşgul olur. Şeyhinin şeklini, suretini düşünüp zikir yapmaya başladığında veya rabıta yaparken, Şeyhinin suretini kalbinde algılarken, başlangıçta sanki televizyon ekranındaki karlama gibi algılar. Sonra görüntü netleşerek, Şeyhini görmeye başlar.
Tasavvufi terimlerden mühim bir mahiyet arz eden "FENA" kavramını, ilk defa büyük Sufilerden Ebu Said el-Harraz kullanmış ve O'nun kitap ve sünnet esaslarına uygun olarak açıkladığı bu kavram, daha sonra Istılah olarak bütün Sufilerce kabul görmüştür.
Fena; müridin Allah'a kavuşma yolunda geçmesi gereken menzillerden birisidir. Mâna olarak, kulun kendi varlığını görmekten sıyrılma halidir. Bundan gaye; parlak bir imana sahip bulunmak, nefsin çirkin vasıflarını güzel vasıflara tebdil edip değiştirmek sureti ile yüce Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmaktır.
Buradan hareketle Sufiler, bu kâmil vasfa erişmek için evvela bu yolda kılavuz hükmünde olan Üstadın ahlakıyla ahlaklanmayı, Seyr-i Sülûk yapmaya kabiliyeti olan salikler için, birinci adım niteliği arz ettiğini vurgulamışlardır. Bu itibarla Hakka aşina olan Talip, kendisine bir Mürşid-i Kamil bulmalı ve ona intisab edip bağlanmalıdır. Bu bağlılıktan sonra ancak kendisine Mürid denilir.
Mürid şeyhini çok sevmelidir. Amel ve ahlak noktasında şeyhini örnek edindikçe, Seyr-i Sülûke elverişli hale gelir. Seyr-i Sülûke başlayabilmesi için, şeyhini çok sevip, herşeyden önce kendisine ulaşan feyiz ve tecellilerin onun vasıtası ile ulaştığını kabullenmelidir. Hatta bu konuda Hanefi fakihleri buyururlar ki: "Bir kimse eğer üstadına başka birisini tercih ederse, İslâm'ın en sağlam kulpunu koparmış olur." Bu bakımdan, üstadın varlığı akıllı bir mürid için hayata canlılık veren su misalidir.
Üstadımız daima derdiki:
Evladım!
Bu zamanda Şeyh dervişini sever, derviş de şeyhini severse, aralarında muhabbet güneşi doğar. Bu muhabbet düneşinden de "Nur-u Muhammedi" doğar. İşte dervişi maksada ulaştıracak olan budur. buyururdu. Şu halde şeyhe muhabbet, maksada götüren büyük bir amildir.
Salik, üstadinin verdigi vazifeyi yaparken, gönül gözünün frekansi açilarak, suhud âleminde üstadinin ruhaniyetini görmeye baslar. Bu görüntü net bir sekil aldiktan sonra, artik seyh ile manevi birliktelik elde edilmeye baslanir. Bu hal, günlük yasantisinda da müride sik sik vaki olur. Nitekim bu, Hz. Ebubekir-i (ra)'in : Ya Rasulullah! Her nereye baksam sizi görüyorum dedigi kivama gelindigini gösterir. Üstadimiz bunu Müridlerinden birisinin durumunu örnek göstererek belgelemek amaciyla buyurdular ki:
Ihvanimizin birisi söyle anlatti :
Televizyon seyrederken sizi gördüm. Ekranda bir ben oluyorum, bir siz oluyorsunuz. Çarsiya gittim orada da ayni. Ailemin yanina ve tuvalete gidemez oldum' dedi. Iste bu gibi hallere Tasavvufta Seyhte fani olma denilir. Mürid bu hali ile Seyhinde fani oluyor. Bu durumda olan dervise, üstadi tarafindan uygun olan Ilahi bir esma verilir.
Yani, kardesimiz televizyon aynasinda birden kendi cismini görüyor ve ayni zamanda da kendi cismi Efendi Hazretlerinin cismi oluveriyor. Demek ki; o kardesimizde baslangiç bu sekilde olmus. Daha sonra çarsiya gidiyor ve orada da benzeri haller yasiyor. Zaten bu baslangica varildigi zaman, insanda böylesi saskinliklar söz konusu olur. Her nereye gitse ve her nereye baksa, orada Üstadini müsahede eder. Bu defa gayr-i ihtiyari olarak bir edep müridi içten içe kusativerir de, her an üstadi ile beraber bulunuyor gibi hareket eder. Beseri iliskilerindeki degisiklik bundandir. Bu durumda Salik, yasadigi hali üstadina anlatmalidir. Eger bu konuda tecrübesi olmayan kimselere halini anlatacak olursa, vay haline! Allah'a sükürler olsun ki, üstadinda fani olan kardeslerimizin varligi, bu yolun ulviligini tescil etmektedir. Bu, Allah'in bir fazli keremidir süphesiz. Allah-u Teâlâ bizleri sadakat sirrina mazhar eylesin. Âmin!
Fena fi's-Seyh makaminda olan bir müride, tevhid mertebelerine ulasmasina yardimci olmasi için, üstadi tarafindan ilahi isimlerden Hay ismine devamli olmasi telkin edilir. Bu makamin zirvesine ulastikça, yasadigi hallere göre her nefeste okuyacagi zikirlerde zaman degisiklik olur ki, her menzilde okunacak Esma-i Ilahiyye farkli farklidir. Salik bu makami Hak ismi celili ile tamamlar.
Asirlardir kendilerinden Evliyaullah diye bahsedilen zâtlar, Fena mertebelerini bahsedilen sekilde asmislar ve durumlarini da kendi üsluplari ile dile getirmislerdir. Bu bahtiyarlardan birisi de Yunus Emre Hazretleridir. Seyhinde fani olusunu ifade eden siirinin bir beytinde der ki:
Açildi Sir babi Seyhim yüzünden
Can sefalar buldu tatli sözünden
Masiva tozunu gönül gözünden
Tevhid ile sildik elhamdülillah
Bundan sonra Üstadimiz Abdullah Baba (ks) Hz.leri Fena makamlarinin ikinci merdiveni olan Fena fi'r-Resul makamini anlatmak üzere söyle buyurdular:
Fena fi'r-Resul' makami;
Müridin Hay esmasinda baslayip, Hak esmasina kadar devam eden 'Fena fi's-Seyh' hali, bu makamin sonunda Peygamber (sav) Efendimize dönmeye baslar. Nereye bakarsa Rasulullah (sav) Efendimizi görür. Rasulullah (sav)'in cemaliyle, kemaliyle, nuruyla beraber olur. Kâinatta ne varsa Rasulullah (sav) Efendimizin nurundan halk olundugunu görür. Yanilacagi zaman hemen karsisina çikiverir. Buna da 'Fena fi'r-Resul' denir. Üstadı Gayyum esmasini verir.
Fena fi'r-Resul makami, âlemlerin Efendisine duyulan ask, sevk, sevgi ve muhabbetin zirve noktasidir. Salik, bu makamda O'na ümmet olmanin verdigi gönül zenginligi ile dolup tasar. Bütün sevgileri, tutkulari artik bu sevginin içerisinde erir, kaybolur. Zira her ne yapsa, ancak O'nun izin ve müsaadesi ile yapar. Pek çok zât demislerdir ki: "Eger Allah'in Resulünü bir an gözümüzün önünden kaybedecek olsak, kendimizi küfre düsmüs sayariz!" buyurmuslardir. Bu hal, makamlarda zirveye ulasmis zâtlara mahsus bir haldir. Nitekim Imam Şa'rani bu makamda bulunan bir veli zâtin, Rasulullah (sav)'in ayagini önünde görmeden adim atmasinin caiz olmadigini belirtir.
Bugün Rasulullah (sav) Efendimizi idrakten aciz kalan sinek tabiatli kimselerin, O'nun essiz sünnetlerini hafife almalarindaki seviyesizlikleri bize sunu anlatir: Eger onlar sufilerin bu güzel metodu ile yetismis olsalardi, O'nun örnek ahlakindan nasip alirlardi. Kalben suhuda erip, Allah'in Resulünü görme derecesini elde edip, her nerede bir bosluk biraksalar, âlemlerin Efendisinin tatli ikazi ile karsilasirlar ve gaflete düsmezler. Ama bu sistemi benimsemedikleri için, Allah'in Resulünü görme nimetinden mahrum kalmaktadirlar.
Üstadimiz, bundan sonra Fena mertebesinin son kismina geçerek, bu makamin baslangici ve zirvesi hakkinda söyle açiklama yapar:
Fenafillâh;
Salik Nefs-i Safiye'ye gelince, eger kabiliyetli ise yedi gök tabakasini, sekiz Cenneti geçer. Cenabi Zül-Celal Hz.lerinin zâtinda degil, sifatlarinda fani olur. Bütün kâinatta zerre zerre kendini görür. Yiyen de, içen de, tozan da, o olur. Hallaci Mansur'un: "Ene'l-Hak" demesi Beyazid-i Bistami'nin "Cübbemin altinda Allah var" dedigi bundandir. Yani bir tür saskinlik hali belirir. Buna da Fenafillâh denir.
Salikin Allah-ü Teâlâ'ya olan seyrinde, Nefsi Safiyye makamina geldigi zaman, artik Sülûkün sonuna dogru varmasi söz konusudur. Bu zamana kadar elde edilen tecrübe ve manevi dereceler, artik onda bir makam halini alir. Nefis her zaman isyan bayragini çekip itiraz etse de, Sultani Ruh yükselip, Emir âlemindeki Hak Teâlâ'nin "Kün" yani "Ol" emri ile meydana getirdigi menziline kavustugunda, bu defa o da oraya ulasarak, yaradilis geregi olarak Hak ile hükmetmeye baslar. Artik kisi için geri dönüs yoktur. Salikin geçtigi menziller "Seyr-i Sülûk" bahsinde anlatildigi için burada açiklama ihtiyaci duymuyoruz.
Hulasa; asli hüviyetine kavusuncaya kadar Seyr-i Sülûk devam eder. Nihayet sonunda Hak Teâlâ'nin kisinin durumuna göre yakinlik kurmasi artik söz konusudur. Bunun için: "Fani olan bir kimse için, hiçbir korku yoktur' denilir. Neden korksun ki? Zira Hak Teâlâ'ya ulasan, O'ndan baska seyle huzur bulamaz. O'ndan her ne gelirse gelsin, o zâtin nazarinda birdir."
Yunus Emre der ki:
Gelse Celalinden cefa,
Yahut Cemalinden vefa,
Ikisi de cana sefa,
Kahrin da hos, Lutfun da hos.
Evet, gönül huzurunu Allah-ü Teâlâ ile elde eden zâtlar, bu makamda âlemde bulunan her seyin Allah'in irade, fiil ve sifatlari ile meydana geldigini görür. Bu defa bu konuyu beser lügati anlatmadigi için, zaman zaman çeliskiye düser. Bazilari tipki bir sarhos üslubuyla hareket ederek, bir takim acayip davranislar sergileyebilirler. Bunlara Tasavvuf'ta "ŞATHIYYE" veya "ŞATAHAT" denilir.
Sufiyye istilahinda Satahat; Salikin feyiz ve istigrak aninda kendinden geçerek, elinde olmaksizin söyledigi muvazenesiz sözler demektir. Bu sözün zahirine bakildiginda, Seriata aykiri oldugu görülür. Ancak Salik kendisine geldigi zaman bu sözleri ne kabul eder ve ne de bu sözün pesine düser. Çünkü o sözleri söyledigi anda, Rabbi ile beraber olmanin zevki içerisinde, elinde olmadan sevk ve nese içerisindedir.
Nasil ki insan çok sevdigi bir kimseyi gördügü anda heyecanlanir ve ne yaptigini bilmezse, Salik de öyledir. Hadis bilginleri Rasulullah (sav) Efendimizden geçmis ümmetlere ait bir kissayi naklederler. Ki, bir adamin çölde giderken üzerinde yiyecegi ve içecegi bulunan devesi kaçar. Adam tam devesinden ümidini kestigi bir anda, bir agacin gölgesi altinda gölgelenirken, Allah-ü Teâlâ adamin devesini buldurur. Adam bakar ki yiyecegi de, içecegi de devesinde duruyor. O anda sevinç ve heyecanin birbirine karismasi neticesinde dilinden su sözler dökülür:
"Allahim! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim." bu hadiseye göre bazi hal ehli kimselerin, bu makamda kendinden geçerek söyledikleri sözler sebebi ile mazur görülecegini belirtmislerdir.
Hulasa; Beyazid-i Bistami, Hallac-i Mansur gibi, Sufiyyenin önde gelenleri tarafindan söylenen sözlerin, birer sathiyat oldugu kabul edilerek, onlarin bu gibi sözlerini mazur görmek gerektigini belirtmislerdir. Sonuç olarak; Fenafillâh makami, Salikin Rabbi hakkinda bilgisinin netlik kazandigi, Allah'in sifat ve fiillerindeki sirlara vakif oldugu, bu makamda iken yari sarhos bir halde bulundugu ve hepsinden önemlisi de, Salikin kendi iradesinden siyrilip, Rabbinin iradesine tam olarak teslim oldugu makamdir.
Yunus Emre'm Kamil oldu Imanin
Hz. Hakka vasil oldu bu canin
La Mekân Sehridir senin mekânin
Fenafillâh olduk Elhamdülillah
Rabbim cümlemize bu sifatlari ihsan buyurup, bizleri salihler ve Sadiklar topluluguna eristirsin. Âmin.