dedekorkut1
Doçent
TASAVVUFİ ÂDÂB
SELİM GÜRBÜZER
Hani kıssadan hisse almak gerekir denilir ya hep, aynen öyle de aşağıda sunacağımız her bir kıssa tasavvufi âdâbın ne demek olduğunu ortaya koyması açısından fırsat olacaktır elbet.
İşte birinci kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Bir adam geldi, Ebû’d-Derdâ’ya ibadet ve taat yaptığım halde hiç tad alamadığından dert yandı. Bunun üzerine Ebû’d-Derdâ şu tavsiyede bulunur:
—Şayet hasta ziyareti yapar, cenazelere katılır ve kabirleri ziyaret etmeyi ihmal etmezsen gönlün yumuşamasıyla birlikte derdine çare olacaktır elbet.
Adam denilenleri yapar yapmasına ama yine durum vaziyet aynıdır, kendinde hiçbir değişiklik olmaz, bu durumda tekrar Ebû’d Derdâ’nın kapısını çalıp şöyle der:
— Efendim yine hiç bir değişiklik olmadı, ne buyurursunuz?
Ebû’d-Derdâ bu kez şu tavsiyede bulunur:
—Hasta ziyaretine gittiğinde şayet kendini hastanın yerine koyarsan, cenaze defnedildiğinde şayet kendin defnedilmiş gibi düşünürsen, kabir ziyareti yaptığında şayet mezarda yatan mevta kendinmiş gibi hissedersen, işte ancak o zaman yapacağı ibadet ve tatlarda huşu elde edebilirsin.
Gerçekten de adam Ebû’d-Derdâ’nın tarif ettiği ‘âdâb-usul-erkân’ üzere hareket etiğinde kendinde bir takım değişiklikler olup olduğu ibadetlerinde huşu halini yakalar da.
İşte ikinci kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’e sürekli bir zattan bahsettiklerinde en sonunda dayanamayıp şöyle der:
— Madem öyle hadi gidelim, o zat neymiş bir görelim der.
Gittiklerinde, Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) o övdükleri zatın âdâba mugayir bir vaziyette camiye girişini gördüğünde hemen orayı terk ediverir.
Tabii, merak bu ya, etraftan neyin nesi diye sorduklarında, Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) cevaben şöyle der:
— Baksanıza şu övdüğünüz adamın haline, İslam’ın en basit âdâbını bile uygulamaktan aciz biri. Birde kalkmış bana habire onu övüp duruyordunuz. Şimdi sorarım size, bu adam camiye sağ ayakla girileceğinin adabını da mı bilmez. Siz siz olun bir daha böylelerine asla itibar etmeyin.
İşte üçüncü kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Malum, Osmanlı döneminin meşhur Şair Nabi’miz var ya, kendisi Eyüplü Rami Mehmed Paşa ile birlikte Hac yolculuğuna koyulduklarında tam Medine’ye yaklaşacakları sırada gördüğü lüzum üzere uykuya dalmış Paşayı ‘Terki edepten sakın, burası Rasulullah’ın beldesidir…’ manasına gelen beyitleri okuyarak uyandırır.
Paşa uyanır uyanmasına uyanır ama doğrusu sormadan edemezdi:
—Allah aşkına sen ne vakit fırsat bulup yazdın da şimdi bülbül gibi bunları bana şaklıyorsun?
Nabi:
—Paşam inanın şu an içimden geldi, böyle okudum.
Paşa nezaketen şöyle der;
— Madem öyle, bu okuduğun aramızda sır kalsın.
Amma velâkin kafile iyiden iyiye Medine’ye yaklaştığında müezzinler minarelerden Paşanın aramızda kalsın dediği o beyitler minarelerden müezzinler tarafından okunduğunda ortada artık sır mır kalmayacaktır.
Tabii, hem Paşa hem de Nabi bu durumda şaşkındırlar. Hemen Mescidi-i Nebevi ’de kıldıkları namazın akabinde ilk işleri müezzini sıkıştırmak olacaktır:
—Allah aşkına söylesenize o beyitleri nereden öğrendiniz de okur oldunuz?
Müezzin cevaben şöyle karşılık verir:
—Merakınızı anlıyorum. Ancak bu gece garib bir şeyler oldu. Öyle ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) müezzinlerin rüyasına girip şöyle buyurdular: Biliniz ki, ümmetimden Nabi isimli biri ziyaretime gelecek. Onu bizatihi benim için yazdığı şu beyitleri okuyarak karşılayın. İşte yücelerden gelen bu emir üzere bize de okumak düştü elbet.
İşte Nabi, bu ya, müezzinin ağzından çıkan Peygamber övgüsü sözler karşısında ‘ben kim övgüye mazhar olmak kim hissiyatı içerisinde kendinden geçip bayılır da. İşte edeb, âdâb, hayâ budur.
İşte dördüncü kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
İmam Malik Medine-i Munevvere’de bulunduğu sürece hayvana hiç binmezmiş. Kendilerine bunun nedenini sorduklarında cevaben şöyle der:
—Rasulüllah (s.a.v)’in bulunduğu belde de hayvan üzerinde toprağı çiğnemekten hayâ ederim.
Hakeza Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Han’ın Hicaz demiryolu projesinde dikkat çeken özellikli bir ayrıntı vardı ki, tıpkı bu da İmam Malik hassasiyetinde olduğu gibi projenin Medine’ye yaklaşan kısmında Efendimiz (s.a.v)’in merkadına hürmeten tiren şehre gürültüsüz girsin diye raylara keçe döşenme inceliğinin düşünülür olmasıdır. Ne diyelim, işte hassasiyet, işte incelik, işte âdâb, işte hürmet budur. Yine Osmanlının Kâbe’nin etrafındaki revakları Kâbe duvarını geçmeyecek şekilde alçakta yapması da bir bambaşka düşünülmüş incelik ve hürmetin göstergesi şahika bir eserdir.
Anlaşılan o ki; ‘âdâb-usul-erkân’ her alanda uygulanması gereken bir husus. Madem uygulamak gerekiyor, o halde ilk evvela uygulamasını kendimizden başlayıp sonrasında hayatımızın her alanını ‘âdâb-usul-erkân’ üzerine tanzim etmekte fayda var. Şayet edebi olmayan adapsızlardan, adabı olmayan edepsizlerden olmak istemiyorsak ‘adab-usul-erkân’ üzere hayatımızı idame etmeye mecburuz da. Keza aynı mecburiyet ‘necip bir millet’ olmak içinde geçerli bir kaidedir. Aksi halde edebi olmayan bir milletin edebiyatı da olmayacağı muhakkak. Örnek mi? İşte atalarımızdan bize yadigâr kalan o müthiş edebi eserlerin her biri millet olmanın en bariz örneğini gösterir zaten. Nitekim gelinen noktada şuan halen edebiyattan söz edebiliyorsak hiç kuşkusuz bunu büyük ölçüde atalarımızdan miras kalan o edebi eserlere borçluyuz.
SELİM GÜRBÜZER
Hani kıssadan hisse almak gerekir denilir ya hep, aynen öyle de aşağıda sunacağımız her bir kıssa tasavvufi âdâbın ne demek olduğunu ortaya koyması açısından fırsat olacaktır elbet.
İşte birinci kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Bir adam geldi, Ebû’d-Derdâ’ya ibadet ve taat yaptığım halde hiç tad alamadığından dert yandı. Bunun üzerine Ebû’d-Derdâ şu tavsiyede bulunur:
—Şayet hasta ziyareti yapar, cenazelere katılır ve kabirleri ziyaret etmeyi ihmal etmezsen gönlün yumuşamasıyla birlikte derdine çare olacaktır elbet.
Adam denilenleri yapar yapmasına ama yine durum vaziyet aynıdır, kendinde hiçbir değişiklik olmaz, bu durumda tekrar Ebû’d Derdâ’nın kapısını çalıp şöyle der:
— Efendim yine hiç bir değişiklik olmadı, ne buyurursunuz?
Ebû’d-Derdâ bu kez şu tavsiyede bulunur:
—Hasta ziyaretine gittiğinde şayet kendini hastanın yerine koyarsan, cenaze defnedildiğinde şayet kendin defnedilmiş gibi düşünürsen, kabir ziyareti yaptığında şayet mezarda yatan mevta kendinmiş gibi hissedersen, işte ancak o zaman yapacağı ibadet ve tatlarda huşu elde edebilirsin.
Gerçekten de adam Ebû’d-Derdâ’nın tarif ettiği ‘âdâb-usul-erkân’ üzere hareket etiğinde kendinde bir takım değişiklikler olup olduğu ibadetlerinde huşu halini yakalar da.
İşte ikinci kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’e sürekli bir zattan bahsettiklerinde en sonunda dayanamayıp şöyle der:
— Madem öyle hadi gidelim, o zat neymiş bir görelim der.
Gittiklerinde, Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) o övdükleri zatın âdâba mugayir bir vaziyette camiye girişini gördüğünde hemen orayı terk ediverir.
Tabii, merak bu ya, etraftan neyin nesi diye sorduklarında, Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) cevaben şöyle der:
— Baksanıza şu övdüğünüz adamın haline, İslam’ın en basit âdâbını bile uygulamaktan aciz biri. Birde kalkmış bana habire onu övüp duruyordunuz. Şimdi sorarım size, bu adam camiye sağ ayakla girileceğinin adabını da mı bilmez. Siz siz olun bir daha böylelerine asla itibar etmeyin.
İşte üçüncü kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Malum, Osmanlı döneminin meşhur Şair Nabi’miz var ya, kendisi Eyüplü Rami Mehmed Paşa ile birlikte Hac yolculuğuna koyulduklarında tam Medine’ye yaklaşacakları sırada gördüğü lüzum üzere uykuya dalmış Paşayı ‘Terki edepten sakın, burası Rasulullah’ın beldesidir…’ manasına gelen beyitleri okuyarak uyandırır.
Paşa uyanır uyanmasına uyanır ama doğrusu sormadan edemezdi:
—Allah aşkına sen ne vakit fırsat bulup yazdın da şimdi bülbül gibi bunları bana şaklıyorsun?
Nabi:
—Paşam inanın şu an içimden geldi, böyle okudum.
Paşa nezaketen şöyle der;
— Madem öyle, bu okuduğun aramızda sır kalsın.
Amma velâkin kafile iyiden iyiye Medine’ye yaklaştığında müezzinler minarelerden Paşanın aramızda kalsın dediği o beyitler minarelerden müezzinler tarafından okunduğunda ortada artık sır mır kalmayacaktır.
Tabii, hem Paşa hem de Nabi bu durumda şaşkındırlar. Hemen Mescidi-i Nebevi ’de kıldıkları namazın akabinde ilk işleri müezzini sıkıştırmak olacaktır:
—Allah aşkına söylesenize o beyitleri nereden öğrendiniz de okur oldunuz?
Müezzin cevaben şöyle karşılık verir:
—Merakınızı anlıyorum. Ancak bu gece garib bir şeyler oldu. Öyle ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) müezzinlerin rüyasına girip şöyle buyurdular: Biliniz ki, ümmetimden Nabi isimli biri ziyaretime gelecek. Onu bizatihi benim için yazdığı şu beyitleri okuyarak karşılayın. İşte yücelerden gelen bu emir üzere bize de okumak düştü elbet.
İşte Nabi, bu ya, müezzinin ağzından çıkan Peygamber övgüsü sözler karşısında ‘ben kim övgüye mazhar olmak kim hissiyatı içerisinde kendinden geçip bayılır da. İşte edeb, âdâb, hayâ budur.
İşte dördüncü kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
İmam Malik Medine-i Munevvere’de bulunduğu sürece hayvana hiç binmezmiş. Kendilerine bunun nedenini sorduklarında cevaben şöyle der:
—Rasulüllah (s.a.v)’in bulunduğu belde de hayvan üzerinde toprağı çiğnemekten hayâ ederim.
Hakeza Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Han’ın Hicaz demiryolu projesinde dikkat çeken özellikli bir ayrıntı vardı ki, tıpkı bu da İmam Malik hassasiyetinde olduğu gibi projenin Medine’ye yaklaşan kısmında Efendimiz (s.a.v)’in merkadına hürmeten tiren şehre gürültüsüz girsin diye raylara keçe döşenme inceliğinin düşünülür olmasıdır. Ne diyelim, işte hassasiyet, işte incelik, işte âdâb, işte hürmet budur. Yine Osmanlının Kâbe’nin etrafındaki revakları Kâbe duvarını geçmeyecek şekilde alçakta yapması da bir bambaşka düşünülmüş incelik ve hürmetin göstergesi şahika bir eserdir.
Anlaşılan o ki; ‘âdâb-usul-erkân’ her alanda uygulanması gereken bir husus. Madem uygulamak gerekiyor, o halde ilk evvela uygulamasını kendimizden başlayıp sonrasında hayatımızın her alanını ‘âdâb-usul-erkân’ üzerine tanzim etmekte fayda var. Şayet edebi olmayan adapsızlardan, adabı olmayan edepsizlerden olmak istemiyorsak ‘adab-usul-erkân’ üzere hayatımızı idame etmeye mecburuz da. Keza aynı mecburiyet ‘necip bir millet’ olmak içinde geçerli bir kaidedir. Aksi halde edebi olmayan bir milletin edebiyatı da olmayacağı muhakkak. Örnek mi? İşte atalarımızdan bize yadigâr kalan o müthiş edebi eserlerin her biri millet olmanın en bariz örneğini gösterir zaten. Nitekim gelinen noktada şuan halen edebiyattan söz edebiliyorsak hiç kuşkusuz bunu büyük ölçüde atalarımızdan miras kalan o edebi eserlere borçluyuz.