Tasavvuf DÜŞmanlarina Cevaptir.!

mimar_23

Üye
Katılım
20 Ocak 2007
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
bursa
Web sitesi
www.dostsever.com
besmele.gif

Özellikle şerî bir denetim mekanizmasına sahip olmadığımız şu dönemlerde tasavvuf ve tarikat konularında kafaları karıştıran, içinden çıkılması müşkil bir çok problem baş göstermiştir. Tefrikalar ve fitneler zihinleri teşviş etmiş, yaşla-kuru birbirine karışmış, dine saldıranlar bu alanı boş bulmuş, insanları dinden soğutmak için her türlü desise ve hileleri kullanan küfr, nifak ve fitne çevreleri en tesirli malzemeyi bu sahada bulmuştur

İşte bu düşüncelerle bu konuyu ilmî tetkikler merceğine almaya çalıştım.

Mefhumlarını Kur’an’dan alan zikr, fikr, marifetullah, nefs, kalp, ruh ve sofî ıstılahında kullanılan seyr, tarikat, tasavvuf, mürşid-i kâmil, intisab, fena, vecd, makamat gibi konularda binlerce cilt eserler kaleme alınmıştır.

Selef-i salihin döneminde tasavvuf ,temel kaynakları zühd, takva, nefsi tezkiye, kalbi selim, ihlas kavramlarıyla hayatın her alanında kendisini gösteriyordu. Bu konuda İmam Gazali der ki: “İlk asırda fakih denilince ahiret yolunu, nefsin afetlerindeki incelikleri, davranışların mefsedetlere götürenlerini, kalpte korkunun yerleşmesini bilen kimseler kastedilirdi. Yoksa Arapçanın furûunu ve fetva hükümlerini bilenler değil.”(1)

Nasıl ki her ilim dalında yüzyıllar geçerken kendine has ıstılahlar neşv-ü nemâ bulmuşsa aynen marifet ilimlerinde de ıstılahlar gelişmiş(2), mukarrebûndan olan Allah dostları zühd, ihlas, tevekkül, marifet gibi konularda fıkıh âlimlerinin fıkhî konularda ictihadı gibi ictihad etmişlerdir. Allah’a yaklaşma yolunda vacip olan ve müstehap olan durumlar vardır. Hepsi kitap ve sünnetten alınmıştır. Süluk yolları ve usûlleri akaid meseleleri gibi kitap ve sünnette mevcuttur.(3)

İslam’ın ilk asırlarında fakihler, muhaddisler ve sûfîler arasında bir dostluk, sevgi ve bilgi alışverişi vardı. İbn-i Teymiyye ki tasavvufa dair bir çok eserin sahibidir. Evliyaullah adlı eserinde, tabiinden sonra sûfî şeyhlerini sayar ve onların yoluna uymaya çağırır.(4)

Kendine has literatürle gelişen tasavvufu Hasan el-Benna İslam’ın özü diye nitelendirerek der ki: “Seyr-u sülûk denilen bu terbiye metodu İslam’ın özüdür. Ruhun tedavi ve terbiyesinde onun katettiği mesafeyi hiçbir hareket katetmemiştir. Çünkü mutasavvıflar şeriatı uygulamada, Allah’a yönelmede insanları planlı bir pratik uygulamaya sevketmişlerdir. Bu

sülûk yolu şüphesiz kalplere, nefislere en büyük etkiyi yapmıştır. İlk devirlerden sonra tarikat dediğimiz bu düşüncenin fiilî teşkilatlanma dönemine girilmiştir. Bunların kendilerine has usülleri oldu. Şüphesiz bu ekollerin İslam’ın Asya, Afrika (ve Avrupa-Amerika) da yayılmasında müstesna bir yeri olmuştur. Eğer yanlış düşünce ve hareketler bu yollara karışmışsa bilinsin ki düzelmeye, hataları terketmeye en yakın olanlar bunlardır. Yapılacak iş şudur: İhlaslı âlimler bu toplulukları inceleyip, sağlamlığına katkıda bulunsun, uyarıcı olsunlar.(5)

Merhum Said Havva da bu babta şu güzel açıklamaları yapar: “Çok denedim, çok gördüm. Ama İslam esaslarına uygun temiz bir tasavvufî terbiye almış kişiler dışında nefiste kemâl, sülûkta ihsan ve akıllıca muamele gücüne sahip nadir kimseler görebildim. Tasavvufî tecrübeden faydalanmadan hayat seyrini ve asrın hastalıklarının çoğunu tedavi etmemiz mümkün değildir.”(6)

Bu durumda tasavvuf olayını tek kalemde ve tek boyutta alıp hemen bir tek fıkhî hükmün içerisine sokmanın mümkün olmadığını görüyoruz. Ebu’l-Hasan en-Nedevi’nin dediği gibi keşke buna tasavvuf yerine zühd, fıkh-ı batın yahut rabbani hayat, gibi terimler kullanılsaydı kafaların karışmaması için belkide daha sağlam bir yol olurdu. Fıkhî hükmünü açıklamakta bu durumda daha çok tafsilata ihtiyaç duyduk. Evvela tasavvuf ile tarikatın hükümlerini ayırmamız gerekiyor. Çünkü birincisinin sahası daha geniş fıkhî mülahazalara konu olurken, bir çok farz, sünnet, haram konularına mahal olurken, ikincisinde daha dar bir fıkhî alan sözkonusudur.

Farz ciheti:

Tasavvufun ehem konularından olan ihlas, zühd, takva, sadakat, ahde vefa gibi güzel huylarla nefsin bezenmesi ve riya, kibr, ucb, hased, gıybet, dünya sevgisi, şehvet gibi kötü huylardan nefsin arındırılması ve kalbin zikrullah ve marifeti ilahî ile temizlenmesi gibi hususlarda her müslüman için kapalı bir fıkhî hüküm yoktur. Yani bunların farz olup, her müslümanın selamet-i diniyyesindeki önemi tartışma götürmez bir gerçektir.

Bu meyanda Said Havva der ki: “Nefsani hastalıklardan ancak bu seyr-i ilallah ile ve güzel ahlakla kurtulunur. Buna göre bu seyr, kabiliyetlerin değişikliğine göre vaciptir. (Ancak her müslüman için asgari manada düşünülmesi gerektiğinden) bunun illa tarikat vasıtasıyla olmasına farz diyemeyiz. Şüphesiz tasavvuf ve fıkıh birbirini tamamlayan iki ilimdir. Bütün insanlar için asgari ölçülerde zarurîdir (farzdır). Fakat her ikisinde derinleşmek ümmet için farz-ı kifaye her müslüman için ise mendubtur.7

İbn-i Teymiye de bu hususta: “Bazı sufilerin haller ve makamlarla açıkladıkları kalbin amellerinin bir kısmı Allah ve Rasulünün farz kıldığı iman gibi hususlardandır. Bazıları da müstehab cinsindendir. Birincisi her mü’mine gerekli olan iman cinsindendir. Kim bununla yetinirse iyilerdendir. İkincisi ise tarikat tâlimini kasdetse gerek sabikûn ve mukarrebûn için gerekli olup genele müstehab hükmündedir.” diyor.8

İmam Rabbani de: “Şeriat ve tarikatten her biri diğerinin aynıdır. Ancak icmal ve tafsil, istidlali olan yakînî keşfe ulaştırma, itikada yakîni artırma ve fıkhın gereklerini yerine getirmeyi nefse kolaylaştırmak için tarikat yoluna süluk edilir. Başka değil.”(9)

Sofiyye yoluna sülukun vücubu istihsanî olmuştur.Yani itikad ve fıkıh gibi iki asla bağlı olarak. Bu iki asıl esastır. Sofiyye yolu ise İslam’ın esasına değil kemâline dahildir.(10)

Şu halde tarikatte olsun olmasın hiçbir müslümanın bu farzı ayn olan nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi gereklerinden müstağni kalması düşünülemez.

Öte yandan “Allah’ı çokca zikredin”, “sadıklarla beraber olun” gibi mü’minlere emir sigasıyla gelen ayetleri de gözönüne alırsak her müslümanın bu vazifelerini asgari sınırlarda da olsa ifa edebilmesi için bu husustaki ilmihalini bilmesi zaruridir.

Müstehap ve lüzum ciheti

İmam Rabbani, öncelikli meselenin ve farz olma cihetinden zaruri olanın şeriat olduğunu şöyle belirtir: “Peygamberler kainatın en faziletlisi olarak, insanları ancak şer’î işlere davet etmişlerdir. Hayırların en büyüğü şeriatın tevchine çalışmaktır. Bilhassa İslam esaslarının yıkılmaya yüztuttuğu şu zamanda (1600’lü yıllar Y.H.) Allah yolunda binlerce sadaka verilse şer’î meselelerden birini yerine getirmeye eşit olmaz. Zira bunda Peygamberlere uyma ve onlarla bir ortaklık kurma vardır. İlim talibi nefsinin esiri bile olsa yaratılışların necatının sebebidir. Şer’î tebliğ onun vasıtasıyladır. Sofî ise yalnız kendini kurtarır. (Bu yüzden ilim talibi sofinin önüne alındı.) Ancak kişi hem sofi olup hem de davet vazifesini deruhte ederse zahirî ve batınî şeriatle süslenip masivadan temizlenirse bu paha biçilmez bir saadettir.”

İmam Rabbani sözün devamında muhlis ile muhlas’ı ayırır. Herkesin muhlis olabileceğini yani umum manada avama da ihlasın tahakkuk edeceğini ancak ihlasa erdirilen zümre anlamında muhlas olmanın ancak sofiye tarikine bağlılıkla mümkün olacağını belirtir.(11) Şöyle der: “İlim ve amelden sonra Yüca Sultan Allah’a yakınlık derecelerini katetmek için kamil ve mükemmil şeyhin teveccühü (terbiyesi) gerekir. Onun nazarı kalbe şifadır.”(12)

Aliyyu’l-Havass da şeriatin kemâli açısından mürşide bağlılığın gereğini şöyle belirtir: “İlim talibi, bir mürşide bağlanmadıkça kemale eremez. Çünkü ilim onu mağrur eder. Mürşid ise onu nefsin tuzağından

kurtarır.”

İmam Şa’ranî de bu hususta: “Ehl-i tarik, insanı Allah’ın huzuruna kalp huzuruyla çıkmaktan meneden kötü sıfatlardan temizlenmeye irşad edecek bir müşid-i kamile intisabın zarurî olduğunda icma etmiştir.” der. Ancak mürşidin âlim, kâmil ve mükemlil olması gerekir. Bu terbiyeye girmeyen kişi kin, hased, ucb, kibr, dünya sevgisi, nifak gibi hallerden (tam anlamıyla) kurtulamaz.

Şeyhul İslam Zekeriyya el-Ensari de der ki: “Ehlullah ile bir araya gelmeyen fakih, katıksız kuru ekmek gibidir.”

Cenab-ı Hakk’ı taleb eden her şeyi kendi mürşidi bilir. Bütün eşyadan dersini almaya çalışır. Uyanık olur. Eğer sadık olursa Allah’a vasıl olur. Yoksa bin mürşid bir araya gelse bile bu adamı vuslata erdiremez. Görmezmisin ki Rasulullah (s.a.v.) ekmel-i mürşidin olduğu halde bir kısım ona sadakatle bağlandı, diğer kısım münafık oldu veya yüz çevirip helak oldu.(13)

Şah-ı Nakşibend der ki: “Tarikat şeriatın hadimidir. Abdest, temizlik, taharet namaza hazırlık olduğu gibi, tarikatte kalbi temizleyip huzura hazırlar.”

Tarik ikidir.

Tarik-i ibadet ki şeriattır (İmam Rabbani buna şeriatın zahiri der) ibadet, taat, zikir, fikir vs.

Tarik-i terakki ise tarikattır (İmam Rabbani bunu da şeriatın batını der)

Şeriat ile yakınlık ve muhabbet hazır olur. Tarikat ile fena makamları.

(Birincisinde olmasa da) ikincisinde tefeyyüz için sahih bir icazetle Efendimiz (s.a.v.)’e ulaşan bir mürşid-i kamile ihtiyaç vardır. Naib-i Rasul olan bir zat bulmak elzemdir. Şeriatın müctehidleri oluduğu gibi tarikatın müctehidleri de gelmiş. Nakşibendî, Kadirî, Bedevî, Rifaî hazeratı gibi müctehidleri zikir icra etmişeldir. (Daha sonra) tarikatleri kendilerine izafe edilmiş. Hepsi haktır, hedef birdir.(14)

Kimi, Allah dalalete sevkederse onun için veli (yardımcı) bir mürşid bulamazsın’ (Kehf s.) ayetiyle ilgili olarak Said Havva şu değerlendirmeyi yapar: “Ayetten anlıyoruz ki hidayete erdirme de en son güç veli bir mürşiddir. İnsan elini bir mürşid-i kamile verirse hidayet konusunda en iyisi açığa çıkar. Onlar Peygamber varisidir. Ancak zevki ve (keşfî) olmasa da ilmi bir marifetle Allah hakkında bilgiye ulaşmak zaruretin sınırıdır. Yani herkesi özel bir şeyhle ilzam etmek milyonlarca müslümanı Allah’ı tanımadan ölmüş sayacaktır. şu halde fetva zamana ve şahsa göre değişir. Endülüs müctehidleri fakihlerin kitaplarla yetinmesi hususunda 3 görüş serdeder.

1) Durumuna bakılır, becerikli, akıllı, tâlim işini bilen kitaplarla yetinir. Dindar insanın nasihatı şeyhin yerini tutabilir. Ama bu azında azı için geçerlidir. En iyisi bir şeyhten almaktır.

2) Talibin haline bakılır. Aptal ve tembel kişilerin terbiyesi için şeyh gereklidir.

3) Takva için şeyhe ihtiyaç şart değil. Ancak istikameti tam göstermede keşf ve terakki için mücahede de şeyh zaruridir.

Şu halde şeyh insana intisab ettiği yolu kısaltır. Kâmil şeyh bu yolda salikin düşeceği hatalardan onu kurtarır. İnsanın belli farzları yapması ve haramlardan kaçması belli yerlere devamıyla mümkünse onu yapması vacip olur. Şeyhi kamilden istifade nasların işaret

ettiği bir husustur. Bir şeyhin etrafında toplanmak ilim, zikir, halkalarına katılmak bu atmosferde özel kardeşliği(ihvan) teşkil etmek dünya ve ahirette yararlı bir çok maslahatın oluşmasını sağlar.(15)

Bediüzzaman, Mektubat’ında tarikat konusunu akıllara çok güzel takrib eder, der ki: “Kalbi işletmenin en büyük vasıtası velayet mertebelerinde zikr-i ilahi ile tarikat yolunda iman hakikatlerine yönelmektir. Velayet ve tarikat şeriatın hücceti ve delilidir.(16)

Tarikat ve hakikatın en yüksek mertebeleri şeriatın hükümleridir. Yoksa şeriat kışır olup tarikat öz demek doğru değildir. Bu yüzden İmam Gazali ve İmam Rabbani der ki: “Bir tek sünneti seniyyeye uymanın derecesi, yüz adab ve nafile ile elde edilemez. Bir farz bin sünnete tercih edildiği gibi, bir sünnette bin adaba tercih edilir.”(17)

Meşreblerin farklılığı

Her ümmet için bir şeriat ve minhac tayin ettik.’ Maide/48 ayetinin tefsirinde Fahreddin Razi der ki: “Şira’: Mutlak manada şeriat yolu, minhaç ise; şeriatın güzelliklerinin bütünü demektir. Şeriat yolun başı tarikat ise devam eden yoldur.&#8221 18

Alusî’de bu ayetin tefsirinde: “Allah’a giden yollar mahlukatın nefesi adedince denmiş. Ebu Yezid bundan maksadın mutlak değil şahsi yol olduğunu söyler. Bu da milletin meşreb ve mesleklerinde iltilaf etmesinin tabiiliğini gösterir. Böylece Cenab-Hak Ebrar ile mukarrabini ayırır. ‘Her topluluk kendi meşrebini (su kaynağını) tanıdı.’ Bakara s.

‘Eğer Cenab-ı Hak dileseydim sizi bir tek ümmet (topluluk) yapardım.’ Yani meşreb ve mezhepte tek topluluk olurdu. Ancak sizi verdiği imkanlarla istidadınıza göre imtihan için ayırdı. O halde hayırda yarışın.19

‘Zaman tarikat zamanı değil.’ sözü kendi namına sık sık kullanılan Bediiüzzaman bilahere şöyle tashihte bulunur: “Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp böyle demiştim. Fakat şimdi, sünnet dairesinde bu nur dairesi içine her tarikat ehli girmeli.”(20)

İman Şa’rani de Tabakat-ı Kübra’sında der ki: “Hiçbir veli yeni bir din getirmez. Yeni bir anlayış getirir. Ayet ve hadise dair kendisinden öncekilere nasip olmayan bir mana ve irfan yolu açar. Bu yolun ehlini tanımayanda bu manaları garipser ve der ki: -Evet, biliyoruz, Allah’ın veli kulları var ama! Nerede?

Her velinin fitneden bol nasibi vardır. Diğer ümmetlere parça parça verilen imtihan ve mihnetler tümden bu ümmete verildi.”21

Tasavvuf ekolleri istidadı olup kabul olunan hak erlerinin yetiştirme okuludur. Bu yüzden bazılarının taassubî ve mübalağalı konuşmalarıyla ölçülmemelidir. Bu ya aşırı bağlılık ve sevgiden doğan gayrî ihtiyarî samimiyetten ya da ölçüyü yakalayamayanların bilinçsizliklerindendir. Tasavvuf tarihi, bir köşede tenbel tenbel oturmak, herkese el açmak, sadece tesbih ve tefekkür etmek değil, zikir, fikir, hizmet, gayret ve cihad yolunda yakıt mesabesindedir.22


İbn-i Teymiyye de şeyhin kendi meşrebindekilerle alakasını şöyle ön plana çıkarır: “Şeyh odur ki, Allah onu kalbinin nuru ve ahlakının güzelliği ile ihvanına ve onların ailelerine ve genele yaptığı nasihatlerle hizmetteki niyetinin sağlamlığı ile onu müeyyed kılar.23

Bid’at ve dalalet cihetinden bazı değerlendirmeler

Ali Havas der ki: “Hakikatın şeriata muhalif olduğunu düşünen cahildir. Çünkü muhakkıklar indinde şeriata muhalif bir hakikat yoktur.”

Denirse ki, eğer sofilerin söylediği kitap ve sünnete uygunsa zaten bunlar elimizde yok değilse zaten merdud değil mi?

Alusi buna şu cevabı verir: “Kitap ve sünnetin elimizde olması yeni şeylerin ondan istinbat edilip manalar ve hikmetler çıkarılmasına mani değildir. Neden bunları sadece öncekilerin görüşleriyle sınırlandırıp kapatalım. Allah’u Teala birtakım has kularına neden fakih ve müfessirlerin ulaşamadığı bir anlayış ve idrak vermemiş olsun. Oysa ictihadda da sonra gelenler öncekilere muhalefet edip durmuyor mu? Burda da durum böyle. Zira ümmetin bütün bunu aykırı görmez.

Muhakkıkların tam mutabakatıyla anlıyoruz ki, bidat, hava ve ilhadi görüşler eğer tasavvuf adı altında bunların arasına karışmışsa elimizde ki şeriat ölçüsü zaten bunları reddetmiş ve bizzat büyük müctehid meşayih ve âlimlerin mücadeleleriyle bunlar gün yüzüne dökülüp, ayıklanmışlardır. Fakat şüphesiz zamanların geçmesiyle bid’at görüşler, bu kapıyı daha önce aşındırdığı gibi toplum arasında yayılmaya en müsait kapı olarak burayı zorlamaktadırlar. İşte bu noktada görüşlerine itimad edilen âlimlerin müdahelesi ve uyarısı kaçınılmaz oluyor.

Bayezid Bestami veli olduğu söylenen birini ziyaret gitti. Adamın mescidden çıkmasını bekledi. Mescidden çıkarken adamın yere tükürdüğünü görünce, selam bile vermeden dönüp giderken dedi ki: “Bu adam Rasulullah’ın edeplerinden birini yerine getiremiyor. Nerde kaldı Hakkın sırları hususunda ona itimat edilsin.)(25)

Delillerden yüz çevirenleri ve kendi mezhep (ve meşreb)lerinde taklidine cevaz vermedikleri hususlarda onları taklide yeltenenleri hem şer’î deliller hem de fıkhî görüşler hemde sufilerin kuralları red ve zemmetmiştir. müteşabih nevinden malumat hususunda ihtiyatlı olan ve ince düşünen dinini tehlikeye atmamış olur. Zira büyükler usul-i şeriyye muhalif hususlarda hep akran ve ashabını sakındırmışlardır.(26)

Fetva kitaplarında şöyle bir soru geçer: “Biri ilim öğrenmek niyetiyle hicret etti. Kendisini zühde davet

eden birisini duydu. O da nefsin afetlerinden kurtulamamaktan korkuyor. Bu durumda nefsin ilacı hangisi. Zühd mü? İlim mi? Uzlet mi? Seyahat mi?

Cevap: Cahillerin zühdü gibi değil de âlim ve mürşidlerin zühdü ölçüdür. İlmi talep eder. Başkasına muhtaç olmamak için sebeplere tevessül elder. İnsanlardan kaçmayıp sıkıntılarına katlanır ki bu Enbiya Aleyhimüsselam, Hulefa-i Raşidin ve Mütteki İmamlar yoludur. Nefsiyle ilmin edebi ve koruyucu zırhıyla mücadele eder. Yoksa aslı olmayan zühd kılıfındaki şekli merasimlerle mücadele olmaz.(27)

Yine birçok tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarında, bazı sofi gruplarında görülen, tedaviyi rızaya aykırı görme, rızık talebinin tevekküle aykırı olduğunu savunma, gibi yanlış düşüncelere dikkat çekilmiştir. 28 Bir kısım zahir uleması ve siyaset ehlinin tarikat içinde gördükleri birtakım suistimalleri ve hataları bahane ederek karşı çıkanlara Bediüzzaman şöyle karşılık verir: “Bu bahenelerle ab-ı hayat dağıtan bu kevser menbaını kurutmaya çalışıyorlar. Oysa eşyada kusursuz meşreb ve meslek az bulunur. Zira ehil olmayan bu işe girerse suistimaller olacaktır. Hem galip tarafı hasenat olan makbuldür. Hem görülürki sapık fikirlerin yayıldığı demlerde kendilerini zahiri mütefenninden daha ziyade bu taife koruyabilmiştir. O muhabbet zevkiyle imanını korur. Bu yol alem-i küfrün saldırılarına karşı sarsılmaz kalelerden biridir.

Tarikat ve hakikat vesilelikten çıkmamalıdır. Eğer maksudu bizzat hükmüne geçerse şeriatın hükümleri resmî şekli hükmünde kalır. Kalp öteki tarafa yönelir. Mesela, namazdan ziyade zikr halkasını düşünür. Günahlardan ziyada tarikat adabına muhalif olmaktan daha ziyade kaçar. Halbuki şeriat hükümlerinden bir tanesine tüm tarikat adabı denk olmaz. Tekke, camideki namazın huzuruna vesile olmalı.29

Silsile de bu meyanda kişi ahiret yolculuğunda tarikat silsilelerinden birine iltihak edip o nuranî kervan ile ünsiyet kurmak evham ve şüphelerin hucumlarından onların icmaına dayanıp, istinad edip kurtulmak vesilesidir.30

Bu meyanda Bediüzzaman ehl-i hakkın iltilaflarının menşelerini çok vecizane sebeplerle izah eder. Tafsilat için bk. 20. Lem’a

Adap kitabında bu babda şu hususa dikkat çekilir: “Biline ki mürid, şeyhini muradı ve matlubu görürse şirke düşer. Gerçek maksud ve murad Allah’tır. Böyle bir mürid Allah’ın değil, şeyhinin suretinin mürididir. Ve onun şeyhi işte o zaman şeytan olmuş olur. O işlerde Allah’ı görmez de şeyhini görür. Böyle bir mürid Allah’dan kopmuş, uzaklaşmış muradı masiva olmuştur.(31)

Hülâsa..

İmam Rabbani’nin de özellikle belirttiği bir husus genel olarak müslümanların bu konudaki durumunu açıklar. Buna göre; namaz, oruç, zekat, sadaka, yardımlaşma gibi şeriatın emirleriyle, içki, kumar, zina, hırsızlık, yalan, gıybet gibi şeriatın nehiylerinin herbiri nefsin ıslahını ve terbiye edilmesini temin eder. Binaenaleyh umum müslümanlar için bir sofiye yoluna girmese de umum manada bir ihlas ve zühdi hayat tahakkuk eder.

Mamafih, ‘sözü dinler ve en güzeline uyarlar’ ayetinin mefhumu gareği, sadıklarla beraber olma, zikir, fikir, tezkiye ve ihsan gibi çok mühim vazifelerde her müslüman için çeşitli imkan, vasıta ve usuller vardır. İlim meclisleri, nasihatler, kitaplar, cemaat hareketleri en azından asgari sınırda bunların eğitimini verir. Ama sözün en güzeline uymak isteyenler içinde, âlim ve arif olan meşayihin öğretileri ve terbiye halkaları, yüksek anlayışlardan istifade etmek, imanda yakîn, huzurda yakınlığı, marifette derinliği ziyadeleştirmek isteyenler için vazgeçilmez bir vasıtadır. Nefsin vartalarından korunmak için en sâlim yoldur.



Kaynaklar

1) İbn-i Ahmed er-Ramlî el-Ensârî, Şerh-u Zübed-i İbn-i Raslân, Beyrut

2) Sadîk b. Hasen el-Kanûcî, Ebcedu’l-Ulûm, c. 2, s. 155, Beyrut, 1978

3) Ahmed Abdülhami b. Teymiyye el Harrânî, Kütübü ve Fetâvâ, İbn-i Teymiyye fi’l-fıkh, c. 19, s. 274, Mektebet-ü İbn-i Teymiyye

4) Tıblâvî M. Said, İbn-i Teymiyye’de Tasavvuf, s. 48, İnsan Yay.

5) Hasan el-Benna, Risaleler, c. 9, s. 121-122, Hikmet Yay.

6) Said Havva, Ruh Terbiyemiz, s. 333-347, Kayıhan Yay.

7. Said Havva, Ruh Terbiyemiz, s. 340

8. Tıblâvî M. Said, a.g.e., s. 185

9) İmam Rabbani, Mektubat, 207. ve 84. Mektup, Merve Yay.

10) İmam Rabbani, Mektubat, 71. Mektup

11) İmam Rabbani, Mektubat, 48. Mektup

12) İmam Rabbani, Mektubat, 286. Mektup

13) Muhammed b. Abdullah Hânî, Adâb, Mukaddime, Erkam Yay.

14) Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musahabe, c. 6, s. 131-134, Erkam Yay.

15) Said Havva, a.g.e.

16) Bediüzzaman S. Nursi, Mektubat, 29. Mektup

17) Bediüzzaman S. Nursi, Mektubat, 29 .Mektup, 9. Telvih

18. Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, c. 9, ayet: Maide s. 48, Akçağ Yay., Ankara 1990

19) Alûsî Ebu’l-Fadl, Ruhu’l-Menânî, Maide 48, Beyrut

20) Bediüzzeman, Emirdağ Lahikası

21) İmam Şa’rani, Tabakatü’l-Kübra, Mukaddime, Erkam Yay.

22) Sadık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri I, ‘Tasavvuf ve Marifetullah’, Erkam Yay.

23) Tıblâvî M. Said, a.g.e., s. 32

24) Alûsî, a.g.e., c. 6, s. 192

25) Abdurrahman b. Ebî Bekr es-Suyûtî, Miftahu’l-Cenneh, s. 72, Medine, h. 1399

26) Salih b. Muhammed b. Nuh el-Umerî, İykazü’l-Himem, c. 1, s. 90-91, Beyrut, 1328 h.

27) Osman b. Abdurrahman eş-Şehrazevî,Fetava İbn-i Salah, s. 195, Beyrut, h. 1407

28.Şerhun-Nevevî alâ Sahihi-i Müslim, c. 14, s. 191, Beyrut, 1392 h.

29) Bediüzzeman, 29. Mektup, 7 telvih

30) Bediüzzeman, 29. Mektup, 9. telvih

31) Muhammed b. Abdullah Hani, Adab, Mukaddime
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Zümer 32: Allah'a karşı yalan söyleyenden ve kendisine gelmiş olan gerçeği yalan sayandan daha zalim kimdir? Kafirler için cehennemde bir karargah olmaz olur mu?

Allah razı olsun abim.. Kafa karışıklıklarını giderebilecek türden bir yazı nakletmişsiniz.. Bu yazıyı özellikle Sufi Selefi konularını bir arada görmeye çalışanlar okumalıdır..
 
Üst