Tarikatların Dejenere Oluşu!

melami

Paylaşımcı
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
238
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
İSTANBUL
Tarikatların Dejenere Oluşu!


Allah’ı

Gelecekte mezarlığın ötesine koymak,

peygamberi de

1400 sene evvel öldürmek gafletine düşmeyin!.




Tarîkatların Dejenere Oluşu!..

Seyr i Sülûk Etmek İsteyen Kardeşime!

Akl-ı selîminle dinle ve düşün. Hiçbir varlık size engel olmasın, hedefinizden alıkoymasın. Sûret ve şekil dikkat et aldatmasın!

İnsanlar sarhoştur, makâm, şan, şöhret sarhoşu. Yükseldikçe mesûliyetini kaybediyorlar. Kendilerini derleyip toparlayamıyorlar. Akıntıya kaptırıyorlar kendilerini. Şeyhlikler de böyle oluyor.

Şeyh, mânen görevli olandır. İlhâm tecellîsinin mazharı. İlhâm kaynakları çalışan, etrafına mânevî ruh verebilendir. Bütün hâl ve harekatı kontrollü, sözü sohbeti murakabelidir.

Bu mânevî makama yükselen kişilerin ilhâm kaynağı, tenezzül ve tevazusu olacak. Aynı zamanda ihvân olacak, dervişân olacak. Onları sevmek, gönüllerine girmek, gönüllerini fethetmek, o sevgiyle mânevî tedavilerini yapabilmek maddeden mânâya, mukayyetten mutlağa geçirebilmek, üzerine almış olduğu mânevî mesuliyeti büyük görevin idrâki, anlayışı içerisinde olmak...

Hani derler ya ki: “Şeyh uçmaz da müridan şeyhini uçurur!” onu efsaneleştirir. Bilmediği, zevk edemediği, gerçek mânâsını müdrik olmadığı hâl ve hareketlerini vasıflandırırlar:

- Aman efendim, ben böyle değilim!” dese de,

- Estağfirullah, sen daha büyüklere lâyıksın. Ne tenezzül ne tevazu efendim...” diyerek riyakâr, şımarık, bu riyakârlığı ile kendisine pay arayanlar, kısa zamanda da kendilerini birer şeyh olarak görürler.

-Ah, bizim efendi gibi var mı!..”

En çok metheden, parsayı toplar. İşte tarîkatların dejenere oluşu...

Şeyhlerin şeyh olmayıp da olmak, ermek, bilmek hastalığına yakalanmaları...

Geçmiş velilerin kitaplarından hikayeler, nakiller, bazı harikulâdeliklerden bahsederek kendilerini esrarengiz perde arkasına sokmaya çalışanlar...

Bunlar doğrudan doğruya tevhîd düşmanları! Gerçek ehl-i tevhîdin yolunun engelleri, taş attıranlar... Erkân ve âdâbın dışında, Kur’an-ı Kerîm’in ve Hadîs-i Nebeviye’nin haricinde hedefe ulaşmak mümkün mü!?

İşte ehl-i kemâlin sözü:

Uydun zındık sözüne

Mürşit dedin kendine

Senden derviş olanlar

Bir kızıl şeytan olur.” buyrulduğu gibi.

Aman Rabbim, safsatalar, bâtıl itikatlar, ifrat ve tefritler, hayâl ve evhamlar, gerçeklerden uzak bir sürü lâf ve güzâflar...

Bunları tevhît gibi gösteremeye kalkan bir sürü sahte ve riyâkârlar... Bunların hâl ve hareketleri ihvânımıza, Hak yolcularına ders olmalıdır. Ne kadar tenezzül tevazu göstersek, şükren secde etsek az! Ne mutlu hakiki mürşidi bulana!

O mürşid-i hakiki ki, her okuyuşta Kur’an’ın hikmetiyle dolmuş, rehber Kur'an-ı Kerîm’i göstermiş, fenâfillâhta erimiş, nâm u nişânı kalmamış, bekâ-yı vahdette ilhâm tecellîsinin mazharı. Zâhiri halk ile bâtını Hak şuhudu içerisinde tevhîdi mutlaktan almakta ve vermekte.

“Festakîm kema ümirte” [1]âyetinin gerçek sahibi. Velâyet ve Nübüvvetin tasarrufunda liyâkat sahibi. Vâris-i Nebi, Nâib-i Hak! Kenz-i mahfinin mahremiyet üyesi.

Rabbim, bu yüce inanları aramızdan eksik etmesin.

Bu zât-ı muhteremlerin nefhasında hayat-ı ebediye vardır. Dirileri fenâfillâh .. Ölülere ruh nefhederler, hayat bahşederler. Bu Hak dostları müridânını, dervişânı yan etkenlerden, nefsaniyetten, geçmiş ve gelecek evhâmından hâle getirirler.

Aman Rabbim! Gerçek mühür sahibi bu mümtaz zât-ı muhteremlere hizmet, kelâmını Hak’tan duymak, hürmet ve saygıda eksiklik etmemek ne büyük mutluluk!

Ruhu şâd olsun Efendi Hz.’lerimiz, efendisi Hasan Fehmi’si hakkında “Şeyhim benim, Efendim benim, cânım benim! Ayniyetim benim, herşeyim benim!..” Efendisine eksiksiz inandığını defalarca ifade eder, gözü yaşarırdı.

“Varmazsa yolum şeyhime

Sürmezse merhem yâreme

Vâ fırkatâ va hasretâ”

Koca Mevlâna:

“Ey dünyanın dengesini değiştiren, güneşi, ayı başka hâle sokan, ey Tebriz’den doğan hakikat güneşi! Doğmasaydın âleme sen, karanlıkta kalırdı cihan. O zaman ne sen olurdun ne de ben!”

Gerçek aşk tecellîsinin mazharı olan ilâhî nûrun pervaneleri devr-i âlem oldular. İfade edecek lisân bulamadılar. Bildiler, bildiremediler. Aklı fikretmez o hâli fehm ü hâl!

Efendimiz Hazretleri-Ruhu şâd olsun!-:

“Tevhîd ilmini toprağa gömmeyelim; alın alın. Size mutlaktan tevhîdi verebilmek için fenâfillâhta eridik, ender fenâda hayat bulduk. Kelâm-ı Hak’la sohbet edebilmek için telkîne riayet, emre itaat, sadâkat ve samimiyetimizde eksiklik etmemek için azamî gayret sarfettik.

Dinleyin beni. Arkamdan karanlıklarda bir şey aramayın. Hayâl, evhâm ile Allah, Muhammed evhâmına kapılıp nefsinize göre taklidinize göre tevhîd etmeyin. Ona tevhît denmez.

Tevhît , îmân-ı kâmilde, gerçek telkîne riâyet etmede. Ol bir pirden mü’minin kalbine ilka olur.

Sultanlar sultanı tenezzül tevazuda erimiş, gerçek insanlığın örneğini göstermiş, yokluk âleminde, yoklukta saltanat kurmuş, gerçek kendisini tanıyanlara hayat-ı ebediye bahşetmiş. O tarife sığmaz. O sultan, o sultan tarife sığmaz.

“Şeyhim şahâdet verdirir.

Sırat, mîzândan geçirir.

Dostun nikabın açtırır.

Cânım kurban cânânıma.”

Rabbim! Zât-ı Hakk’ın mazharı olan üstadlarımızın himmetlerini üzerimden eksik etme. İlhâm tecellîne mazhar kıl. “Emir senden söz senindir / Şeyhim delil oldu bana” anlamı, şuhûdu ve yaşantısı içerisinde zevkiyap olmak bize ve dostlarımıza nasip et.

Dua ve niyazımızı kabul et. Bizi bize bırakma. Habibin Muhammed’inin ahkâmıyla, âdâbıyla, güzel ahlâkıyla haşreyle bizi. Sana lâyık lisânla Allah demekten mahrum etme. O lisânı bizlere nasip et.

Amin! Amin! Vel hamdü leke ya Rabbe’l-Âlemin!

“Cuma sabahının ilhamı. İhtiyacımız olan muhabbetin tecellî etmesi.

Çocuklarımıza -it ısırır, kurt parçalar, ateş yakar, su, sel boğar- bunları göstermek bizim görevimizdir. Yavrularımızı felâketlerden koruyabilmek, muhafaza edebilmek ne mutluluk!..http://www.tasavvufdernegi.com 'dan alınmıştır. PAYLAŞALIM UYARALIM İSTEDİM.
HAKLA KALIN HAKİKATLE KALIN..[/url].
 
S

SaLtan

Guest
izin verirseniz bende bu alıntıyı paylaşmak istiyorum:
Kuran’ın dinini ve uydurulan dini ayırt etmeye çalışırken tarikatlara mutlaka değinmeliyiz. Yüzlerce tarikat olmasına ve her tarikatın Kuran’ın İslam’ından sapışı farklı noktalarda olmasına rağmen biz yerimiz yetmeyeceği için şeyhlerin aşırı yüceltilmesi, tartışılmaz kabul edilmesi gibi ortak ve temel olan noktalara değineceğiz.

Peygamberimiz’in tek mürşit olduğu, tartışılmaz tek kişi olarak yaşadığı dönemde İslam’ın tek kurumu cami idi. İbadetler, eğitim ve hizmet tüm yeryüzüne yayılan bir faaliyetti, kurum olarak ise bu faaliyetler camide gerçekleştirilirdi. Peygamber’in sağlığında, hatta 4 halife döneminde cami dışında tekke, dergah, zaviye gibi başka kurumların oluşturulmadığı bu tekkelerin, dergahların üyelerinin bile ortak kabulüdür. İlk tekkenin hicri 150, miladi 760 yılları civarında Şam yakınlarında kurulduğu genel kabullerden biridir. Fakat tekkelerin yayılması yüzlerce yıl sonraya rast gelecektir. Tekkelerin ilimler akademisi, askeri hizmet, hatta hastaların tedavisi gibi birçok güzel hizmette kullanıldığı da bir gerçektir.
Tekkelerin ortaya çıkışı hicri 150. yıl olsa da, bugünkü manasıyla bildiğimiz tarikatların kurumsal yapılar olarak ortaya çıkışı hicri 600’ler civarındadır. Kurumsal karaktere sahip olduğu kabul edilen ilk tarikat Kadiriliktir, kurucusu Abdülkadir Geylani vefatı hicri 562’dir.Diğer birkaç örnek şöyledir: Rifailik; Ahmed er Rifai, vefatı hicri 578. Bektaşiye; Hacı Bektaş Veli, vefatı hicri 669. Mevleviyye; Mevlana Celaleddin Rumi, vefatı hicri 672. Halvetiyye; Ekmelüddin el Haveti, vefatı hicri 750. Nakşibendiyye; Bahauddin Nakşibend, vefatı hicri 791.

ŞEYTAN ACABA KİMİN MÜRŞİDİ?

“Tarik” Arapça “yol” demektir. Bundan türetilen “tarikat” ise “yol, yöntem, usul, tarz” manalarına gelir. Tarikatlar Allah’a gitmek için bir yoldur, bir mecburiyet değildir şeklinde yumuşak izahlarla tarikat bağlılığını açıklayan tarikatçılar vardır. Fakat birçok tarikatçı “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.” uydurma hadisiyle tarikata girmeyi, tarikatın şeyhini mürşit kabul etmeyi dini bir vecibe, kurtuluşun bir şartı gibi sunmaktadır. Şimdi sormak lazım yüzlerce yıl tarikatların yokluğunda Müslümanlar eksik Müslümanlar olarak mı yaşadılar? Tarikat şeyhlerinin yaygın olmadığı bu dönemde Müslümanların mürşidi şeytan mıydı? Kuran’ın izahları bu yıllara kadar Müslümanların manevi gelişimine rehberlik etmekte yetersiz mi kaldı ki tarikatlara ihtiyaç doğdu? Kuran’a göre Kuran din adına her şeyi açıklamaktadır. Peygamber’imiz ise Kuran’ın uymamız konusunda kefil olduğu tek insandır. Oysa tarikatların ürettiği birçok şeyh tartışılmaz kişi ilan edilmiş, bu şeyhlerin etrafındakiler kurtulanlar, diğer kimseler cehennemlik olanlar olarak sınıflandırılmış, bu şahıslara uymak dinin en önemli şartı gibi kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bu tarikatların birçok liderinin Mehdi veya İsa ilan edilmesi sadece geçmişteki tarikatların değil, günümüzdeki birçok tarikatın da bir gerçeğidir. (Mehdi ve İsa’nın gelişi ile ilgili inançlar için 20. Bölümü okuyunuz.) Her şehirde, kasabada veya mahallede bahsettiğimiz tiplere rastlayabiliriz. Bunların çoğu paranoyak hezeyanları olan, insanların hem ruh dünyasını, hem de kesesini zarara uğratan kişilerdir. Bu tavırlarıyla Kuran’ın bize anlattığı sahtekar Musevi ve Hıristiyan din adamlarının dinimizdeki karşılığı bu şeyhlerdir.

Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla yerler.

9 Tevbe Suresi 34

ŞEYHE KÖRÜ KÖRÜNE İTAAT

Tarikatların en önemli kurallarından biri müridin kendisini şeyhine ölünün kendini ölü yıkayıcısına bıraktığı gibi bırakmasıdır. Kuran’ın aklımızı çalıştırmayı emretmesine rağmen tarikatlarda körü körüne itaat esastır. Tarikat üyelerine akıllarını bir kenara bırakıp şeyhlerine tabi olmaları, aklın bu yolda yürümeyeceği anlatılır. Bu prensibi kabul edip şeyhe tabi olan kişiye şeyhin Mehdiliğinin veya İsalığının inandırılması, şeyhin dünyadaki en üstün insan olduğunun iknası, kişinin maddi açıdan sömürülmesi, dine yapılan ilave ve eksiltmelerin yutturulması gayet kolay olmaktadır. üstelik kişi aklı kenara bırakma prensibini kabul ettikten sonra üniversite bitiren okumuş müritle; cahil, okuma yazma bilmeyen mürit aynı mertebeye gelmektedir. Bu yüzden bizi tarikatlardaki okumuş kişilerin tavrı şaşırtmamalıdır. çünkü bu kişiler tarikatların yapısı gereği aklını kenara bırakmış ve şeyhe teslim olmuşlardır. Bu tavrın neticesi ise cahil ile okumuşun, bilen ile bilmeyenin farkının kalmamasıdır. Araştırma yerine yutturma, düşünme yerine taklit esas olunca, tarikattaki herkesin inancı, hayata bakış açısı ve dini değerlendirişi tamamen şeyhiyle aynı olmaktadır. Hatta birçok zaman “aklı bırakma prensibi” kabul ettirildiği için şeyhten çok daha bilgili ve kültürlü bir kişi bile “ Ben bilmem, şeyhim bilir. Şeyhim diyorsa vardır bir hikmeti.” izahlarıyla şeyhin en saçma izahlarını bile yutmaktadır. Yakın zamanlardan trajikomik birkaç izaha yüzlerce tarikat bağlısının sırf şeyhleri dedi diye nasıl inandıklarını örnek verebiliriz. Birinci şeyhin Amerika’ya kızıp nasıl uzay mekiğini düşürdüğünü şeyhin müritleri büyük bir gururla anlatıyorlardı. İkinci şeyhin ise Kıbrıs’ta duyulan ve başta nedeni çözülemeyen gürültüyü ejderha ilan etmesini en okumuş müritleri bile hemen kabul etmişlerdi. üçüncü şeyh ise nefislerinizi terbiye edeceğim diyerek müritlerine cinsel organını öptürüyor, cinsel organı öpecek mürit tören havasında “Muz yemeye” parolasıyla şeyhin cinsel organını öpmeye götürülüyordu. Tarikatların yapısını ve şeyhe bağlılığın felsefesini bilmeyenlere; okumuş, kültürlü müritlerin bile bu saçmalıklara inanmasını anlamak çok zor gelmektedir. Fakat eğer tarikata girenlerin baştan akıllarını kenara bırakıp, çoğu zaman yarı veya tam kaçık şeyhlere tabi oldukları ve düşünme yerine taklidi ön plana aldıkları anlaşılırsa bu hareketleri de anlaşılabilir. Tarikatlara girenlere verilen tarikat terbiyesini anlamak için bir tarikatta müride uymasının zorunlu olduğu yedi madde diye eline verilen listeyi görelim:

1) Mürşidine (şeyhine) tam teslim olmak ve hiç kimseyi mürşidinden üstün bilmemek.

2) Zeki ve idrak kabiliyeti yüksek olmak.

3) Şeyhinin hizmetinde hareketli ve atılgan olmak.

4) Sözünde sadık ve güvenilir olmak.

5) Malı ve mülkünü şeyhinin hizmetine vermek.

6) Mürşidin (şeyhin) ve tarikatın sırlarını gizli tutmak.

7) Canını şeyhi yolunda vermeye her an hazır olmak.

SAĞILACAK MÜRİTLER

Biz tarikat mantığı içinde tüm bu maddeleri anladık da bir tek ikinci maddeyi anlayamıyoruz. Hep aklı kenara bırakıp, şeyhe tabi olunmasını isteyen tarikatlar, neden acaba zeka ve idrak kabiliyeti istiyorlar. Herhalde burada beşinci maddede belirtilen mal ve mülkün daha çok elde edilmesi için kullanılacak zeka kastediliyor olsa gerek. Ne de olsa mürit ne kadar kazanırsa, o kadar sömürülebilir!

Muhammed İkbal bu manzaraya “şeyhperestlik” manasına gelen “pirizm” adını takmıştır. Bununla “Allah ne istiyor? Kuran’da ne geçiyor?” mantığı yerine “Şeyh efendi nasıl buyurdu? Bizim tarikatımızda nasıl açıklandı?” yı geçiren zihniyeti anlatmaktadır. İkbal’in diğer bir izahı ise şöyledir: “Tekkelerde benliği yaratmak ve yetiştirmek imkanı kalmamıştır. Bu rutubetli alev, kıvılcım saçmaz.”

Muhakkak ki her tarikat ve her şeyh bir değildir. Bizim asıl karşı olduğumuz tarikatlardaki genel zihniyettir. Kuran’da, bilmediğimiz bir şeyin ardınca gitmememiz, bundan sorumlu olduğumuz geçer (17İsra Suresi36). Oysa en düzgün tarikatta bile kişiler şeyhlerine tabi olurlar ve tarikatların akıbeti şeyhin kişiliğine, insafına kalır. İnsanlar bilginin değil, taklidin uygulayıcıları olurlar. Mantık aklı bir kenara bırakmak olunca, saydığımız en kötü örneklerin ortaya çıkışı hiç de sürpriz değildir.

TARİKATLARDA MASALLAR

Şeyhe kayıtsız şartsız itaat tarikatın en önemli şartı olduğundan, bunun sağlanması için müritlere hikayeler anlatılır. Örneğin: “Bir şeyh bir müridine ‘Git babanın kafasını kopar bana getir’ der. Mürit de görünürde çok garip olan bu isteği şeyhine olan güveninden dolayı “Bir hikmeti vardır” diyerek yerine getirir. Bir de bakar ki annesiyle yatarken kopardığı baş babasının değil. Annesiyle zina yapan başka birine ait. Şeyh uzaktan, kerameti sonucu bu olayı görüyor ve müridini denemek için hikmetini açıklamadan böyle bir emir veriyor.” Bu örnek hikayeyle görüldüğü gibi şeyh müride haramı emretse bile onun emrine itaat edilmesi, çünkü bunun muhakkak bir hikmeti olacağı telkin edilir. Oysa bir Müslüman’ın böyle bir şey iddia eden kişiye “Ben böyle bir haramı niye işleyeyim? Allah cana kıymayı haram etmişken benden böyle bir şeyi nasıl istersin?” demesi gerekir. Oysa tarikatlarda şeyhe bu şekilde karşı çıkışlar, normal olmanın değil, imanı zayıf bir kimse olmanın belirtisi sayılır. Hikayelerle müridi şeyhin robotu yapma tarikatlarda çok sık kullanılan bir yöntem olduğu için meşhur bir hikayeyi daha örnek verelim: “Bir gün Hacı Bektaş Veli’nin çok müridi olmasından rahatsız olan devrin yöneticileri Hacı Bektaş’a gelip bu rahatsızlıklarını, müritlerinin çokluğunu hatırlatıp dile getirmişler. Hacı Bektaş da ‘Rahatsız olmayın benim sadece bir buçuk müridim var.’ demiş. Gelenlere bunu ispat için içeride bir koyun kesen Hacı Bektaş kanını dışarı akıtmış. Müritlerini ise dışarıda toplamış ve tüm müritlerini kesmesi gerektiğini ve sırayla gelmelerini söylemiş. Bir kadın ve bir erkek dışında herkes kaçmış. Erkek bir, kadın yarım sayıldığı için gerçek müritler işte bu bir buçukmuş.” Bu kıssa anlatılıp müritlerden bu gerçek müritler gibi olup şeyhi öldürecek olsa bile kendilerini teslim etmeleri gerektiği öğretilir. Aklı bir kenara bırakan, şeyhi haram olan bir şeyi istese bile vardır bir hikmeti deyip boyun eğen kişiler olarak yetiştirilen müritler, artık şeyhleri nasıl Müslüman olmalarını isterse öyle Müslüman olabilmekte, Allah’ın kitabı yerine şeyhlerine tabi olmaktadırlar. Bu halleriyle şeyhler halkın parasını haksızlıkla yediği söylenen hahamlara ve rahiplere Rab edinilme hususunda da benzerlik göstermektedirler.

Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da Rabler edindiler.

9 Tevbe Suresi 31

Şeyhe tabiyet Kuran’a tabiyet ile nasıl bağdaşır? Kuran yerine şeyhe tabi olanlar, Kuran’ı ancak ölülerin arkasından hem de bilmedikleri bir dilde okuyanlar, Kuran’ın manası yerine melodisine önem verenler ne yazık ki bu ayetlerdeki uyarıyı anlamamakta, Kuran’ı rehber kitap olarak değil ölülerin arkasından okunan okuma kitabı olarak görmektedirler.

RABITANIN ABUKLUĞU

Tarikatlardaki en garip olaylardan biri de şeyhe rabıtadır. Türkiye’mizde en yaygın tarikat olan Nakşibendiliğin de en önemli uygulamalarından biri olan rabıta şöyle yapılır: Mürit abdestli olarak, kıbleye dönerek yere oturur. Şeyhinin iki kaşının ortasını hayalinde canlandırarak Allah’ı zikreder. Rabıtayla şeyh ile mürit arasındaki sürekli beraberlik sağlanır. Fotoğrafın icadından sonra rabıtayı fotoğrafa bakıp yapan modern (!) Nakşibendiler de mevcuttur. Bu uygulama kadar acayip olan bir izah ise şöyledir: “Rabıtasız zikir yerine, zikirsiz rabıta tercih edilir. Zikir ve rabıtadan birini terketmek zorunda kalırsak zikri terketmek daha uygundur. çünkü zikirsiz rabıta erdirir, fakat rabıtasız zikir erdirmez.” Günümüzde yaygın olarak yapılan bu uygulama, tarikatlar konusunu niye ayrı bir başlıkla incelediğimizin sebeplerinden biridir. Bize göre en kibar ifadeyle saçmalık olarak değerlendirdiğimiz bu uygulama, Kuran’ın diniyle hiçbir şekilde bağdaşmaz.

Tarikatlarda kullanılan bazı temel deyimlerin Kuran’daki kullanılışlarına baktığımızda, aradaki uçuk farkı, alakasızlığı farkederiz. Örneğin “şeyh” kelimesi Kuran’da “ihtiyar adam” manasında kullanılmıştır (Bakınız 11Hud Suresi 72, 12Yusuf Suresi 78, 28Kasas Suresi 23,40Mümin Suresi 67). Kuranı Kerim’de “veli” kelimesi ise “dost, yakın” gibi manalarda kullanılır. “Evliya” kelimesiyse bu kelimenin çoğuludur. Kuran’a göre her Müslüman Allah’ın velisidir, Allah da onların velisidir (Bakınız 2Bakara Suresi 257,3Ali İmran Suresi 68, 5Maide Suresi 55, 7Araf Suresi 196,9Tevbe Suresi 71). Kafirler ise şeytanın velisidir, tüm kafirler de birbirinin velisidirler (Bakınız 4Nisa Suresi 119, 4Nisa Suresi 76, 7Araf Suresi 27, 16Nahl Suresi 16). Mutlak anlamda gerçek dost sadece Allah’tır. Tüm dostlar ona nispetledir. O halde ondan başka gerçek veli yoktur (Bakınız 2Bakara Suresi 107, 9Tevbe Suresi 116, 25Furkan Suresi 18, 39Zümer Suresi 3, 42Şura Suresi 9). Görüldüğü gibi Kuran’da 80’den fazla yerde geçen “veli” veya “evliya” kelimeleri hiçbir yerde günümüzde halka takdim edilen süpermen insanlar manasında kullanılmamıştır. Bu evliyaların, şeyhlerin gösterdiği olağanüstü haller manasında “keramet” kelimesinin kullanıldığına da Kuran’da rastlamıyoruz. Bu kelimeyle aynı “KRM” kökünden bir çok fiil Kuran’da geçer ve bu kelimelerle Allah’ın cömertliği, verdiği rızıkların bolluğu anlatılır ama süper adamların süper olağanüstülükleri anlatılmaz (Bakınız 27Neml Suresi 40, 8Enfal Suresi 4, 17İsra Suresi 70, 36Yasin Suresi 11).

Tarikatlardaki dönmelerin, semanın, musikinin dinin bir parçası olduğu iddia edilmediği sürece hiçbir zararı olmadığı kanaatindeyiz. çünkü Kuran bunları ne yasaklamıştır, ne de emretmiştir. Yeter ki bu uygulamalar ibadet olarak takdim edilmesin. Fakat ne yazıktır ki birçok tarikatta bu tarz uygulamaların adeta dinin bir uygulaması gibi tanıtıldığına tanık olmaktayız. Bizim de karşı olduğumuz budur. Yoksa Müslümanlar elbette ki vakıflar, dernekler gibi kurumsal yapılar kurabilir, bunların içinde bir hiyerarşi oluşturabilirler. Tüm bu kuruluşlarda şiir okunması, müzik dinlenmesi, sema, sanat, toplantı, gösteri yapılması da normaldir. Fakat anormal olan insanları tartışılmaz ilan etmeleri; ister iyi, ister kötü olsun tarikatların kendilerini ve Kuran’da yer almayan uygulamalarını dinin bir parçası gibi göstermeleridir.

Tarikatların diğer bir zararı ise dinimizi bir çile dini gibi tanıtmaları olmuştur. Hindu anlatımlarını ve Hindu tarikatlarını andıran suni çilelerle, müritleri terbiye edeceğini söyleyen tarikatlar; insanları karanlık odalarda uzun süre aç, susuz bırakıp, onlara acı çektirip, bir çok kişinin ruh dengesini bozmuşlardır. Ruh dengesi bozulan bu insanların gördüğü halusinasyonlar ise, bu kimselerin üstünlüğüne, evliya olduklarına yorumlanmıştır. Oysa Kuran’da hiçbir Peygamber’in, hiçbir kimsenin, kendisine böyle suni çileler çektirip, kendi kendine işkence etmesi geçmez. Kuran’a göre Allah gerekirse imtihan için zorluk verir ve bu zorluk her ne olursa olsun Müslüman buna katlanır. Fakat bu zorlukları Allah hayatın doğal akışında insanın karşısına çıkarır; yoksa çile olsun diye, zorluk olsun diye insanın kendisine işkence etmesine dinimizin tek kaynağı olan Kuran’da rastlamayız.

EFENDİLERİN KUYRUĞUNA TAKILMA

Ve derler ki: “Rabbimiz biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de, böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.”

33 Ahzab Suresi 67

Geleneksel İslam’ın uygulayıcısı, atalarından miras kalan mezhebine hiçbir akılsal kritere dayanmadan uyar. Mezhebin bu tabileri, mezhep büyüklerinin ne kadar zeki, ne kadar üstün ahlaklı olduklarına dair hikayeler anlatarak bağlılıklarını meşrulaştırmaya çalışırlar. Bu şahıslara göre büyükleri (mezhep imamları) her şeyi düşünmüştür. Onlara uymak yeterlidir, onların karar verdiği bir konuda düşünmek, tartışmak, sorgulamak edepsizliktir. Geleneksel İslamcıların dini direkt öğrendiği bir kaynaksa tarikattaki şeyhleridir. Tarikattaki bu şeyhlere de çoğu zaman “efendi”, “efendi hazretleri”, “hocaefendi” gibi lakaplar takılır. Vefat etmiş mezhep imamlarına karşın bu efendiler yaşayan dini kaynaklardır. Bu büyüklere ve efendilere uymaktaki temel mantık aynıdır: Düşünmeden tabi olmak, sorgulamamak, aklı çalıştırmadan onların aklına güvenmek. Oysa Kuran’ın alıntıladığımız ayetinde görüldüğü üzere, birçok insanın doğru yoldan sapmasının sebebi büyüklerine, efendilerine körü körüne bağlanmalarıdır. Aklı çalıştırmanın yerine taklidi ön plana çıkartan; atalara uyarak yol bulmanın, çoğunluğun tercihine bakarak yol bulmanın ve efendilere, büyüklere teslim olarak yol bulmanın hiçbirini Kuran kabul etmemektedir. Kuran dinin kaynağı olarak kendisinden başka ne bir efendiyi, ne bir mezhebi, ne bir hadisi, ne de herhangi bir tarikatı belirtmez. Kuran’a göre doğruya ulaşma aklı dışlamayla değil; aklı kullanma, düşünme faaliyetiyle gerçekleşir.

Kuran’ı okuyup düşünmüyorlar mı?

4 Nisa Suresi 82

Ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.

38 Sad Suresi 29

... Size ayetlerimizi açıkladık, belki akıl erdirirsiniz.

3 Ali İmran Suresi 118

ŞEYHLERİ UÇURAN MüRİTLER

Ölen şeyhlerin kabirlerinde yapılan garip hareketler, bez bağlamalar,eğilmeler, secdeler de başlı başına bir rezalet tablosudur. Şeyhlerin bir kısmının ölmeden tarikatın devamını oğluna, damadına, kardeşine bırakıp, bu manevi ve maddi sömürü çarkının aile tekelinde tutulması da sayısız garipliklerin bir halkasıdır. Oysa dinimize göre emanet ehline verilir, kan bağı olana değil. Müritlere bile layık görülen evliyalık mertebeleri, şeyhlere çok daha abartılı bir şekilde verilir. Şeyhlerin kerameti diye öyle hikayeler anlatılır ki; Kuran’da anlatılan birçok Peygamber mucizesinin bile bu kerametler kadar olmadığı görülür. “Şeyh uçmaz, mürit uçurur.” deyimiyle halkın arasında ifadesini bulan bu gerçek, ayrı tarikatın müritlerinin birbirlerine karşı hava atma mekanizmalarıdır. En çok ve en büyük kerameti gösteren şeyhin müridi olmanın gururunu tatmak isteyen müritler, böylece her seferinde şeyhlerini diğer şeyhten biraz daha fazla uçurarak bu yarışı karşılıklı devam ettirirler. Hayvanları, insanları canlandıranlar; denizlerin, okyanusların üstünde yürüyenler; aynı anda bir sürü yerde gözükenler; neler vardır, neler... Süpermen şeyhler kalpleri bilir, uzaktan kumandalı yönlendirmelerde bulunur, bir bakışıyla hidayete erdirir, dilediğini cin veya diğer yöntemleriyle çarpar, üfürüğü, tükürüğü, nefesi ile şifalar saçar, dokunuşlarıyla alemlere nurlar yağdırırlar! Şeyhler bunları yapınca müritlerin ne haddine düşer şeyhe itiraz, şeyhin lafını tartışma, aklını kullanma! Müridin en iyisi gözü kapalı itaat eden ve itaati en çok olandır.

Müslümanlığa geçişinin en başında bu tarikatlara kapılan Türk halkı, ne yazık ki hala araştırma, akletme yerine taklidi, tabi olmayı getiren bu tarikatların düşünceye vurduğu zincirlerden kurtulamamaktadır. Körü körüne itaat, hayatın zevklerinden kendini soyutlama, az gülme, bireysel zekayı az geliştirme gibi özellikler tarikatların verdiği zihniyetin sonuçlarıdır. Hatta tahminimizce bir araştırma yapılsa; bugün halkımızın, belli liderleri tartışmasız önder kabul etmelerinin kökündeki sebeplerinden biri olarak tarihimizde uzun ve derin etkisi olan tarikatlara, şeyhlere körü körüne uymayı buluruz. “Karı gibi gülmek” gibi hayattan gülerek zevk almayı, neşeli olmayı hoş karşılamayan deyimlerin çıkış sebeplerinde de Osmanlı döneminde yıllarca devam etmiş tarikat terbiyesini bulabiliriz. Kanaatimizce tarikatların verdiği bu terbiye geleneğe dönüşerek, günümüzde tarikatla alakası olmayanların bile yaşamlarında, farkında olmamalarına rağmen derin etkiler bırakmıştır. çilede medet ummayı ve bir insanı aşırı yüceltip, araştırmadan o insana bağlanmayı gerektiren tarikatlar, Kuran’ın istediği aklını çalıştıran insan modelinin önünde en önemli engellerdir. Kuran’a gidip, Kuran dışında tüm dini kaynakları, hadisleri, ilmihal kitaplarını, mezheplerin dinini Kuran’ın önünden süpürmek, nasıl Kuran’ın dininin ortaya çıkmasının bir şartıysa, aynı şekilde tarikatlar da Kuran’ın dininin ortaya çıkıp, dini, şeyhlerin tekelinden kurtarmak için, süpürülmesi gerekenler listesine dahil edilmelidirler. Böylece dinimizin bağlıları Peygamberimiz’in ve daha sonra 4 halifenin döneminde olduğu gibi, Kuran dışında kaynak kitabı olmayan, cami dışında tekke, zaviye gibi alternatif kutsal kurumları olmayan, şeyh gibi Allah’la kul arasında aracılık yapan ruhban sınıfı tanımayan, Allah dışında hiçbir varlığa teslim olmayan, kalple beraber aklını da çalıştıran; salt Allah’a kul olan kullar olacaklardır.

Haberin olsun, halis din yalnızca Allah’ ındır. O’ndan başkalarını evliyalar edinerek “Biz bunlara yalnız bizi daha fazla Allah’a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz.” diyenlere gelince, Allah tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmünü verecektir. Şu bir gerçek ki Allah yalancı, inkarcı kişiyi doğru yola iletmez.

39 Zümer Suresi 3

Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka evliyaların ardına düşmeyin. Siz ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.

7 Araf Suresi 3

kaynak: www.kurandakidin.com
 

Bedrin_Aslanı

Profesör
Katılım
20 Haz 2006
Mesajlar
1,792
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Çok uzun ve çok boş bir yazı eklemişsin... Daha iki hafta oldu olmadı, körü körüne bağlanma olayını konuşmuştuk birşeyde dememiştin. Hatta sormuştum bunde ne sakınca var diye dinimize aykırı birşey var mı diye ses yok. Kendi kafanıza göre bir tarikat kuruyorunuz ve onu eleştirmeye başlıyorsunuz. Siz tarikat nedir bilimiyorsunuz. Ve Şeyhin her dediğini yapma konusunda ilk önce aynaya bakın bir zahmet...
 
S

SaLtan

Guest
Çok uzun ve çok boş bir yazı eklemişsin... Daha iki hafta oldu olmadı, körü körüne bağlanma olayını konuşmuştuk birşeyde dememiştin. Hatta sormuştum bunde ne sakınca var diye dinimize aykırı birşey var mı diye ses yok. Kendi kafanıza göre bir tarikat kuruyorunuz ve onu eleştirmeye başlıyorsunuz. Siz tarikat nedir bilimiyorsunuz. Ve Şeyhin her dediğini yapma konusunda ilk önce aynaya bakın bir zahmet...
körü körüne bağlanma çünkü kişi islamiyeti tek başınada yaşayabilir. şeyhsiz islam pekala olurda; yaşanılırda. cemaatleşmede rahmet vardır. ancak bu tür sonradan eklemeli tekniklerle din belirsiz yönlere kayıyor. her tarafta köyde, kasabada, şehirlerde şeyhler var ve hepsinin tarzları farklı. en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsine müritleri tarafından bazı imgeler ve yüceltici misyonlar yükleniyor. örneğin rabıta. nerde var sadece tarikat ehli olanlar yapıyor. islami bir şey olsaydı dünyada bir buçuk milyar insanın bunu yapması gerekiyordu. yada cami cemaatlerinin hepsi.
ŞEYHE KÖRÜ KÖRÜNE İTAAT

Tarikatların en önemli kurallarından biri müridin kendisini şeyhine ölünün kendini ölü yıkayıcısına bıraktığı gibi bırakmasıdır. Kuran’ın aklımızı çalıştırmayı emretmesine rağmen tarikatlarda körü körüne itaat esastır. Tarikat üyelerine akıllarını bir kenara bırakıp şeyhlerine tabi olmaları, aklın bu yolda yürümeyeceği anlatılır. Bu prensibi kabul edip şeyhe tabi olan kişiye şeyhin Mehdiliğinin veya İsalığının inandırılması, şeyhin dünyadaki en üstün insan olduğunun iknası, kişinin maddi açıdan sömürülmesi, dine yapılan ilave ve eksiltmelerin yutturulması gayet kolay olmaktadır. üstelik kişi aklı kenara bırakma prensibini kabul ettikten sonra üniversite bitiren okumuş müritle; cahil, okuma yazma bilmeyen mürit aynı mertebeye gelmektedir. Bu yüzden bizi tarikatlardaki okumuş kişilerin tavrı şaşırtmamalıdır. çünkü bu kişiler tarikatların yapısı gereği aklını kenara bırakmış ve şeyhe teslim olmuşlardır. Bu tavrın neticesi ise cahil ile okumuşun, bilen ile bilmeyenin farkının kalmamasıdır. Araştırma yerine yutturma, düşünme yerine taklit esas olunca, tarikattaki herkesin inancı, hayata bakış açısı ve dini değerlendirişi tamamen şeyhiyle aynı olmaktadır. Hatta birçok zaman “aklı bırakma prensibi” kabul ettirildiği için şeyhten çok daha bilgili ve kültürlü bir kişi bile “ Ben bilmem, şeyhim bilir. Şeyhim diyorsa vardır bir hikmeti.” izahlarıyla şeyhin en saçma izahlarını bile yutmaktadır. Yakın zamanlardan trajikomik birkaç izaha yüzlerce tarikat bağlısının sırf şeyhleri dedi diye nasıl inandıklarını örnek verebiliriz. Birinci şeyhin Amerika’ya kızıp nasıl uzay mekiğini düşürdüğünü şeyhin müritleri büyük bir gururla anlatıyorlardı. İkinci şeyhin ise Kıbrıs’ta duyulan ve başta nedeni çözülemeyen gürültüyü ejderha ilan etmesini en okumuş müritleri bile hemen kabul etmişlerdi. üçüncü şeyh ise nefislerinizi terbiye edeceğim diyerek müritlerine cinsel organını öptürüyor, cinsel organı öpecek mürit tören havasında “Muz yemeye” parolasıyla şeyhin cinsel organını öpmeye götürülüyordu. Tarikatların yapısını ve şeyhe bağlılığın felsefesini bilmeyenlere; okumuş, kültürlü müritlerin bile bu saçmalıklara inanmasını anlamak çok zor gelmektedir. Fakat eğer tarikata girenlerin baştan akıllarını kenara bırakıp, çoğu zaman yarı veya tam kaçık şeyhlere tabi oldukları ve düşünme yerine taklidi ön plana aldıkları anlaşılırsa bu hareketleri de anlaşılabilir.
var efendim var. türkiyenin her tarafında bu tür anlayışlara rastlamak mümkün. siz yok diyorsanız ya kendinizi kandırıyorsunuzdur. yada görmüyorsunuz/görmek istemiyorsunuzdur.
bir şeyh nasıl kendisinin hayel edilmesine musade edebilir. nasıl olursda göklerde uçmadığını bildiği halde müritlerini tarafından uçurulma söylentilerini kulak ardı edebilir. bilgeliğind, alimliğin, şeyhliğinde kıtabına uymaz bunlar.
en son mehdiliğini ilan edenlerde oldu, Allah'tan ayet aldığını, Rasul olduğunu iddia edenlerde oldu..
 

Nevfal

Üye
Katılım
28 Eyl 2006
Mesajlar
102
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Sahte doktorlar var diye tıp ilmi kötülenemez. Burada kötü örnekler vererek tarikatlar üzerine gidilmesin lütfen.

Medyada her gördüğünüze de inanmayın.
 

Sofuoglu

Ordinaryus
Katılım
29 Tem 2006
Mesajlar
4,603
Tepkime puanı
254
Puanları
83
bi kere su yukardaki verdiginiz link,(saltan adli tarikatlara mualif uyenin )
mezhepsiz sapik vahabilerin ehli sunnete ,iclerindeki zehiri kusduklari bir sitedir,

kurandaki dinmis,bi siz anladiniz o diniya,la havle....

verdiginiz kaynaga bakin Allah(c.c) askina

bu linkde bu husus ile ilgili bir konu ekledim,orda sadece kuran diyenlere delileri ile sunduk insaAllah

http://www.ihvan-forum.com/showthread.php?t=7484

akletmek size kalmis,

mursidlere,velilere,sadiklara,alimlere dil uzatanlara gelince.........!!!!!

Allah-u Teâlâ lütfundan, ikram ve ihsanından olarak, Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’den sonra da vekillerini gönderdi ve onları da peşpeşe gönderdi.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır.” (Fâtır: 32)

Hayır yarışlarında öne geçenler ümmet-i Muhammed’e yol gösterici olur. İşte asıl vâris-i enbiya olan öncüler bunlardır.

“İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir.” (Fâtır: 32)

Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın hem nurunu, hem de vekâletini yani emanet-i ilâhî’yi taşır. Hazret-i Allah’ın tecelliyatgâhı olan insan-ı kâmil’dir. İlimleri vehbidir, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir.

“Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık.” (Fâtır: 32)

Bunlar nadiren gelenlerdir, yüz senede bir defa gelirler.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)

Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.

Hepsi de ayrı ayrı gönderilmişlerdir.



Allah-u Teâlâ öncüleri tasvir ederken, onların büyük bir kısmının öncekilerden, bir kısmının da sonrakilerden olduğunu beyan buyurmaktadır:

“Onların büyük bir kısmı eski ümmetlerdendir. Bir kısmı da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 13-14)

Önceki ümmetlerden öncülerin çok olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Çünkü Âdem Aleyhisselâm’dan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zamanı saâdetlerine gelinceye kadar yüzyirmidörtbin peygamber gelip geçmiştir.

Binaenaleyh “Kimi öncekiler”den maksat, geçmiş ümmetlerdir, sonrakiler ise bu ümmettir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Bizler en sonra gelmişken, kıyamet gününde en başa geçecek olanlarız.” (Buhârî)

Bu sâbikûn yani öncüler Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın nurunu ve vekâletini taşıyan mukarreblerdir. Bunlar mârifetullah ehlidir.

Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

Her asırda benim ümmetimden ‘Sâbikûn=önde gelenler’ vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki ilâhî inâyet ve merhamet o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için geleceği tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (Nevâdirü’l-usûl)

Enbiyâ-i izam Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk’a dâvet ederler.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhârî)

Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.

Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, onu dilediği vazifede memur kılar. Her birisini ayrı vazifelerle, ayrı bilgilerle, ayrı tecelliyatlarla ayrı ayrı göndermiştir. Birine verdiğini diğerine vermemiştir.

Sevdiği ve seçtiği kulunu kendisine çeker, yüzüne yüzü ile tecelli eder, dilediğini lütfeder.

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:

“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”

(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu)

“Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)


Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:

“Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir.” (Ebu Nuaym, Hilye)

Onlar şu Âyet-i kerime’nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:

“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.

Onlar hem ahkâm-ı ilâhiyi tebliğ ederler, hem de Allah-u Teâlâ’nın onlara hususi duyurduğu ilmi yayarlar.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)




Onlar Hazret-i Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır.

Onların ahiretteki hâl ve şanları bizim her türlü takdirimizin fevkinde güzeldir. Uğur ve bereketleri gerçekten de gıpta edilecek bir durumdur. Nâil olacakları nimetlerden dünyada haber vermek mümkün değildir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İşte onlar Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır. Naîm cennetindedirler.” (Vâkıa: 11-12)

Bunlar, Hazret-i Allah’ın zâtına seçtiği, hıfz-u himayesine, tasarruf-u ilâhiyesine aldığı, sevip beğendiği, hem nuru ile hem de kudsi ruhu ile desteklediği, sıddıkıyet makamına çıkardığı has ve hususi kullarıdır.

İşte bu öncü olan zâtlar naim cennetlerinde olacaklardır. O pek büyük ve yüksek cennetlerde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, maddi ve mânevi hikmetlerle devamlı huzur ve lezzet içindedirler.

“Muttakiler için Rabb’leri katında Naîm cennetleri vardır.” (Kalem: 34)



Dünyada iken Allah-u Teâlâ’ya tam bir teslimiyetle bağlanan, ahidlerinde duran, akitlerini samimiyetle yerine getiren sıddıklara ahirette büyük müjdeler vardır.

“Allah şöyle buyurur: Bu, sâdıkların sadâkatlerinin fayda vereceği gündür.” (Mâide: 119)
Kâfirlerin küfrü, müşriklerin şirki, fâsıkların fıskı kendilerini esfel-i sâfiline indirirken, sâdıkların sadâkati onları a’lây-i illiyyin’e çıkaracaktır.

“Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.” (Mâide: 119 - Beyyine: 8

Bütün gönüllerin aradıkları kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızâdır. Ulviyeti her türlü tasavvurların fevkindedir.

Âyet-i kerime’de:

“Allah’ın hoşnut olması en büyük şeydir.” buyuruluyor. (Tevbe: 72)

Rıdvanın zevkine tamamen ermiş bulunurlar. Haklarında tecelli eden böyle bir lütuf ve ihsandan dolayı fevkalâde mahzun olarak kalben müsterih, lisanen de arz-ı şükranda bulunurlar.

“Bu, Rabb’inden şiddetle korkan kimseye mahsustur.” (Beyyine: 8)

Haşyet; korku mânâsına gelen “Havf”dan daha şiddetli bir korku demektir. Bütün kemâlât işte bu Haşyetullah’ın içindedir.

Azamet-i ilâhi karşısında bu haşyete sahip olanlara büyük müjdeler vardır:

“Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 62)

“İşte büyük kurtuluş budur.” (Mâide: 119)

Bu, daha büyüğü olmayan bir kurtuluştur.



Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:

“Vallahi Allah sevdiği kulunu cehenneme atmaz.” (Münâvî)

Allah-u Teâlâ sevip seçtiği, zâtına çektiği, kendisine yaklaştırdığı öncülerin cennetteki durumlarını ise şöyle haber vermektedir:

“Cennet muttakilere yaklaştırılır. Zaten uzak değildir.” (Kâf: 31)

Cennete yaklaştıkça oranın nefis kokusunu için için duyarlar, her nefes alıp vermede şevkleri ve ümitleri bir kat daha artar. Gözler görmedik, kulaklar işitmedik, beşer gönlünden geçmedik şeyler görürler.

Ve taraf-ı ilâhî’den taltif olunurlar:

“İşte bu cennet; Allah’a yönelen, O’nun buyruklarına riâyet eden, görmediği halde Rahman’dan korkan, Allah’a yönelmiş bir kalp ile gelen sizlere, hepinize vaad olunan yerdir. Oraya esenlikle girin!” (Kâf: 32-33-34)

Sanki yaratıldıklarından beri orada oturuyorlarmış gibi, yollarını şaşırmadan ve hiç kimseye yol sormadan konaklarına giderler.

Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem– Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki kadar aydın, onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız gibidir.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1343)

Sehl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Muhakkak ki ümmetimden, cennete yetmişbin veya yediyüzbin kişi girecek. Öyle ki sonrakiler girmeden öndekiler girmeyecektir. (Saf hâlinde girecekler.) Yüzleri ayın ondördü gibi olacaktır.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1344)

Bunlar kimlerdir?

Bunlar, Allah-u Teâlâ’nın şefaat izni verdiği kimselerdir. Bu, derece derecedir. Onlara bahşedilen bu şefaat sayesinde, en son neferini toplayıp cennete koymadıkça kendisi girmeyecektir.

“Altın ve mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Onların üzerine karşılıklı olarak yaslanırlar.” (Vâkıa: 15-16)

Allah-u Teâlâ kullarının anlamalarına kolaylık sağlamak için o nimetleri dünya nimetlerinin isimlerini anarak zikrediyor.

Yoksa bunların vasıflarını bütünüyle anlamamız ve kavramamız imkânsızdır. Cennetteki nimetler, orada bulunan herkesi doyasıya ihata eden nâmütenahi nimetlerdir.

Bu öncü olan zâtlar altından örülmüş, inciler ve yakutlar ile süslenmiş o güzide tahtların üzerinde birbirlerine kemâl-i hürmetle nazar ederler.

“Tahtlar üzerinde karşılıklı oturmaktadırlar.” (Sâffât: 44)

Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.

Müteakip Âyet-i kerime’lerde öncülerin Allah-u Teâlâ’nın sonsuz ihsan ve ikramlarına nâil olacakları temsillerle beyan buyuruluyor:

“Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır.

Akıp giden şarap kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.

Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.” (Vâkıa: 17-18-19)

Bitip tükenmelerinden ve boşalmalarından yana endişeleri olmayacak şekilde akıp duran ırmaklar şaraplarla doludur.

Güzel yüzlü, tatlı sözlü, yaşlanmayan, tazelik ve zerafetini kaybetmeyen inci görünümlü gençler hizmet ederler.

Başağrısı yapmayan, şuuru zedelemeyen, aklı gidermeyen ve neşe veren içecekler sunulur.

Bu nimetlerin ne sonu, ne bitimi vardır. Sermedi ve ebedi olarak devam eder.

“Onlara canlarının istediği meyveden ve etten bol bol veririz.” (Tûr: 22)

Cennette arzu edilen nimetler her an hazır olduğu için hiçbir sıkıntıları olmaz.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz İbn-i Mes’ud -radiyallahu anh-a:

“Sen cennette iken canın kuş arzu edecek, o da senin önüne kızarmış olarak düşüverecektir.” buyurmuşlardır.

Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın hoşnut kalacağı ameller işlemişlerdir.

“İşledikleri amellerine karşılık olarak, gün görmemiş inciler gibi ceylan gözlü huriler vardır.” (Vâkıa: 22-23-24)

Hurilerin vasıfları anlatmakla tükenmez, tarif de edilemez.

Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Cennet ehlinden derecesi en düşük olanın seksenbin hizmetçisi, yetmişiki zevcesi vardır.” (Tirmizî: 2565)

Öncülere verilen bir ikram-ı ilâhî’dir.



''Allah u Teala buyuruyor ki :
Kim velilerimden (dostlarımdan) birine düşmanlık ederse, şüphesiz ona harp ilan ederim.'' (Kudsi Hadis/ Ebu Hureyre)

son olarak tasavvuf tarikatlara dil uzatanlara su ayet yeterlidir sanirim

İşte siz böylesiniz. Haydi biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız, ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.(Al-Imran 66)

Bu tur fikirler nedense devamli mezhepsizler tarafindan ortaya atilmaktadir,
bunlar , tasavvufu ve tarikatı âliyyeyi tamamen inkâr ederek, yüzyıllardır din-i mübin-i İslâm için her birisi birer sirâc olan mutasavvıfların ve bu yolun büyüklerinden müslümanların bağını koparabilmeye çalışmakta ve bu sapıklıkta başarılı olmaya çalışmaktadırlar.(Zaten bize asıl garip ve çok tuhaf gelen bir husus da budur ki , Vehhabilerin ve Mezhepsizlerin başını çektiği bu tür sapıklıkların, kendilerini ehl-i sünnet vel cemaat yolunda olduklarını sananların da kısmen sahiplenmeleridir.)



suphesiz herseyin dogrusunu Allah (c.c) biliyor,bizleri kendi taatina cevirsin,insaAllah dogru yolundan ayirmasin

selametle
 
S

SaLtan

Guest
bi kere su yukardaki verdiginiz link,(saltan adli tarikatlara mualif uyenin )
mezhepsiz sapik vahabilerin ehli sunnete ,iclerindeki zehiri kusduklari bir sitedir,

kurandaki dinmis,bi siz anladiniz o diniya,la havle....

verdiginiz kaynaga bakin Allah(c.c) askina

bu linkde bu husus ile ilgili bir konu ekledim,orda sadece kuran diyenlere delileri ile sunduk insaAllah

http://www.ihvan-forum.com/showthread.php?t=7484

akletmek size kalmis,

mursidlere,velilere,sadiklara,alimlere dil uzatanlara gelince.........!!!!!

Allah-u Teâlâ lütfundan, ikram ve ihsanından olarak, Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’den sonra da vekillerini gönderdi ve onları da peşpeşe gönderdi.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır.” (Fâtır: 32)

Hayır yarışlarında öne geçenler ümmet-i Muhammed’e yol gösterici olur. İşte asıl vâris-i enbiya olan öncüler bunlardır.

“İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir.” (Fâtır: 32)

Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın hem nurunu, hem de vekâletini yani emanet-i ilâhî’yi taşır. Hazret-i Allah’ın tecelliyatgâhı olan insan-ı kâmil’dir. İlimleri vehbidir, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir.

“Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık.” (Fâtır: 32)

Bunlar nadiren gelenlerdir, yüz senede bir defa gelirler.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)

Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.

Hepsi de ayrı ayrı gönderilmişlerdir.



Allah-u Teâlâ öncüleri tasvir ederken, onların büyük bir kısmının öncekilerden, bir kısmının da sonrakilerden olduğunu beyan buyurmaktadır:

“Onların büyük bir kısmı eski ümmetlerdendir. Bir kısmı da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 13-14)

Önceki ümmetlerden öncülerin çok olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Çünkü Âdem Aleyhisselâm’dan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zamanı saâdetlerine gelinceye kadar yüzyirmidörtbin peygamber gelip geçmiştir.

Binaenaleyh “Kimi öncekiler”den maksat, geçmiş ümmetlerdir, sonrakiler ise bu ümmettir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Bizler en sonra gelmişken, kıyamet gününde en başa geçecek olanlarız.” (Buhârî)

Bu sâbikûn yani öncüler Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın nurunu ve vekâletini taşıyan mukarreblerdir. Bunlar mârifetullah ehlidir.

Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

Her asırda benim ümmetimden ‘Sâbikûn=önde gelenler’ vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki ilâhî inâyet ve merhamet o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için geleceği tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (Nevâdirü’l-usûl)

Enbiyâ-i izam Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk’a dâvet ederler.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhârî)

Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.

Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, onu dilediği vazifede memur kılar. Her birisini ayrı vazifelerle, ayrı bilgilerle, ayrı tecelliyatlarla ayrı ayrı göndermiştir. Birine verdiğini diğerine vermemiştir.

Sevdiği ve seçtiği kulunu kendisine çeker, yüzüne yüzü ile tecelli eder, dilediğini lütfeder.

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:

“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”

(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu)

“Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)


Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:

“Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir.” (Ebu Nuaym, Hilye)

Onlar şu Âyet-i kerime’nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:

“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.

Onlar hem ahkâm-ı ilâhiyi tebliğ ederler, hem de Allah-u Teâlâ’nın onlara hususi duyurduğu ilmi yayarlar.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)




Onlar Hazret-i Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır.

Onların ahiretteki hâl ve şanları bizim her türlü takdirimizin fevkinde güzeldir. Uğur ve bereketleri gerçekten de gıpta edilecek bir durumdur. Nâil olacakları nimetlerden dünyada haber vermek mümkün değildir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İşte onlar Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır. Naîm cennetindedirler.” (Vâkıa: 11-12)

Bunlar, Hazret-i Allah’ın zâtına seçtiği, hıfz-u himayesine, tasarruf-u ilâhiyesine aldığı, sevip beğendiği, hem nuru ile hem de kudsi ruhu ile desteklediği, sıddıkıyet makamına çıkardığı has ve hususi kullarıdır.

İşte bu öncü olan zâtlar naim cennetlerinde olacaklardır. O pek büyük ve yüksek cennetlerde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, maddi ve mânevi hikmetlerle devamlı huzur ve lezzet içindedirler.

“Muttakiler için Rabb’leri katında Naîm cennetleri vardır.” (Kalem: 34)



Dünyada iken Allah-u Teâlâ’ya tam bir teslimiyetle bağlanan, ahidlerinde duran, akitlerini samimiyetle yerine getiren sıddıklara ahirette büyük müjdeler vardır.

“Allah şöyle buyurur: Bu, sâdıkların sadâkatlerinin fayda vereceği gündür.” (Mâide: 119)
Kâfirlerin küfrü, müşriklerin şirki, fâsıkların fıskı kendilerini esfel-i sâfiline indirirken, sâdıkların sadâkati onları a’lây-i illiyyin’e çıkaracaktır.

“Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.” (Mâide: 119 - Beyyine: 8

Bütün gönüllerin aradıkları kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızâdır. Ulviyeti her türlü tasavvurların fevkindedir.

Âyet-i kerime’de:

“Allah’ın hoşnut olması en büyük şeydir.” buyuruluyor. (Tevbe: 72)

Rıdvanın zevkine tamamen ermiş bulunurlar. Haklarında tecelli eden böyle bir lütuf ve ihsandan dolayı fevkalâde mahzun olarak kalben müsterih, lisanen de arz-ı şükranda bulunurlar.

“Bu, Rabb’inden şiddetle korkan kimseye mahsustur.” (Beyyine: 8)

Haşyet; korku mânâsına gelen “Havf”dan daha şiddetli bir korku demektir. Bütün kemâlât işte bu Haşyetullah’ın içindedir.

Azamet-i ilâhi karşısında bu haşyete sahip olanlara büyük müjdeler vardır:

“Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 62)

“İşte büyük kurtuluş budur.” (Mâide: 119)

Bu, daha büyüğü olmayan bir kurtuluştur.



Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:

“Vallahi Allah sevdiği kulunu cehenneme atmaz.” (Münâvî)

Allah-u Teâlâ sevip seçtiği, zâtına çektiği, kendisine yaklaştırdığı öncülerin cennetteki durumlarını ise şöyle haber vermektedir:

“Cennet muttakilere yaklaştırılır. Zaten uzak değildir.” (Kâf: 31)

Cennete yaklaştıkça oranın nefis kokusunu için için duyarlar, her nefes alıp vermede şevkleri ve ümitleri bir kat daha artar. Gözler görmedik, kulaklar işitmedik, beşer gönlünden geçmedik şeyler görürler.

Ve taraf-ı ilâhî’den taltif olunurlar:

“İşte bu cennet; Allah’a yönelen, O’nun buyruklarına riâyet eden, görmediği halde Rahman’dan korkan, Allah’a yönelmiş bir kalp ile gelen sizlere, hepinize vaad olunan yerdir. Oraya esenlikle girin!” (Kâf: 32-33-34)

Sanki yaratıldıklarından beri orada oturuyorlarmış gibi, yollarını şaşırmadan ve hiç kimseye yol sormadan konaklarına giderler.

Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem– Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki kadar aydın, onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız gibidir.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1343)

Sehl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Muhakkak ki ümmetimden, cennete yetmişbin veya yediyüzbin kişi girecek. Öyle ki sonrakiler girmeden öndekiler girmeyecektir. (Saf hâlinde girecekler.) Yüzleri ayın ondördü gibi olacaktır.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1344)

Bunlar kimlerdir?

Bunlar, Allah-u Teâlâ’nın şefaat izni verdiği kimselerdir. Bu, derece derecedir. Onlara bahşedilen bu şefaat sayesinde, en son neferini toplayıp cennete koymadıkça kendisi girmeyecektir.

“Altın ve mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Onların üzerine karşılıklı olarak yaslanırlar.” (Vâkıa: 15-16)

Allah-u Teâlâ kullarının anlamalarına kolaylık sağlamak için o nimetleri dünya nimetlerinin isimlerini anarak zikrediyor.

Yoksa bunların vasıflarını bütünüyle anlamamız ve kavramamız imkânsızdır. Cennetteki nimetler, orada bulunan herkesi doyasıya ihata eden nâmütenahi nimetlerdir.

Bu öncü olan zâtlar altından örülmüş, inciler ve yakutlar ile süslenmiş o güzide tahtların üzerinde birbirlerine kemâl-i hürmetle nazar ederler.

“Tahtlar üzerinde karşılıklı oturmaktadırlar.” (Sâffât: 44)

Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.

Müteakip Âyet-i kerime’lerde öncülerin Allah-u Teâlâ’nın sonsuz ihsan ve ikramlarına nâil olacakları temsillerle beyan buyuruluyor:

“Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır.

Akıp giden şarap kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.

Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.” (Vâkıa: 17-18-19)

Bitip tükenmelerinden ve boşalmalarından yana endişeleri olmayacak şekilde akıp duran ırmaklar şaraplarla doludur.

Güzel yüzlü, tatlı sözlü, yaşlanmayan, tazelik ve zerafetini kaybetmeyen inci görünümlü gençler hizmet ederler.

Başağrısı yapmayan, şuuru zedelemeyen, aklı gidermeyen ve neşe veren içecekler sunulur.

Bu nimetlerin ne sonu, ne bitimi vardır. Sermedi ve ebedi olarak devam eder.

“Onlara canlarının istediği meyveden ve etten bol bol veririz.” (Tûr: 22)

Cennette arzu edilen nimetler her an hazır olduğu için hiçbir sıkıntıları olmaz.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz İbn-i Mes’ud -radiyallahu anh-a:

“Sen cennette iken canın kuş arzu edecek, o da senin önüne kızarmış olarak düşüverecektir.” buyurmuşlardır.

Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın hoşnut kalacağı ameller işlemişlerdir.

“İşledikleri amellerine karşılık olarak, gün görmemiş inciler gibi ceylan gözlü huriler vardır.” (Vâkıa: 22-23-24)

Hurilerin vasıfları anlatmakla tükenmez, tarif de edilemez.

Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Cennet ehlinden derecesi en düşük olanın seksenbin hizmetçisi, yetmişiki zevcesi vardır.” (Tirmizî: 2565)

Öncülere verilen bir ikram-ı ilâhî’dir.



''Allah u Teala buyuruyor ki :
Kim velilerimden (dostlarımdan) birine düşmanlık ederse, şüphesiz ona harp ilan ederim.'' (Kudsi Hadis/ Ebu Hureyre)

son olarak tasavvuf tarikatlara dil uzatanlara su ayet yeterlidir sanirim

İşte siz böylesiniz. Haydi biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız, ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.(Al-Imran 66)

Bu tur fikirler nedense devamli mezhepsizler tarafindan ortaya atilmaktadir,
bunlar , tasavvufu ve tarikatı âliyyeyi tamamen inkâr ederek, yüzyıllardır din-i mübin-i İslâm için her birisi birer sirâc olan mutasavvıfların ve bu yolun büyüklerinden müslümanların bağını koparabilmeye çalışmakta ve bu sapıklıkta başarılı olmaya çalışmaktadırlar.(Zaten bize asıl garip ve çok tuhaf gelen bir husus da budur ki , Vehhabilerin ve Mezhepsizlerin başını çektiği bu tür sapıklıkların, kendilerini ehl-i sünnet vel cemaat yolunda olduklarını sananların da kısmen sahiplenmeleridir.)



suphesiz herseyin dogrusunu Allah (c.c) biliyor,bizleri kendi taatina cevirsin,insaAllah dogru yolundan ayirmasin

selametle
site vahhabilerin değil. öyle ise vahhebileri ve vahhabiliği tanımıyoruz. site tamamen objektif verilere dayalı olarak ehli sünnet perspektifinde hazırlanmıştır. doğru tarafları alınır, olmayan yönleri atılır. vahhabi
olsaydı arap milliyetçiliği olaylarına girmezdi sanırım..
muhammed ikbali'in görüşleri olayı açıklıyor ve özetliyor..
ancak tarikatlar eleştirildiğinde. eleştiren kişiyide nefiskar biri olduğunu düşünmedende edemiyoruz (sunuz)
''kur-an'daki dini'' senmi çok iyi anlıyorsun?
alimlere dil uzatılmıyor. zira her şeyh alim olmadığı gibi. bazı şeyhlerin durumları halkımız tarafından biliniyor:! fakat alim kriterleri göz önüne alındığında.. inanın tarikat ehli olmayan bütün alimlere dil uzatılması. bunların (gerçeklerin yanında) vız kalıyor..
tasavvuf anlayışı ile tarikatları karıştırıyoruz galiba..tasavvuf o an için en uygun hareket ne ise onu yapmaktır. bilinen en etkili karşıtının ibn teymiyye olduğu akımdır. ancak aralarında ibn haldun gibi sosyologlardan kevseri, ibn abidin gibi son dönem ulemasına kadar bir çok kişi tasavvuf'un din esaslarına aykırı olmadığı görüşündedir. ancak bu aykırılık iddiaları halen devam etmektedir. öyle ise bu alimler yanlış yoldalar! diyebilirmiyiz?
tarikatları konuşuyoruz. konuştukça verilecek örneklemeler çoktur. ayrıca tasavvufun batıdaki panteizmle örtüştüğü yönlerinide konuşabiliriz.
vesilelere yapışını diyor ayet'te. acaba bu vesilenin şeyh olması şartı da varmı?
nitekim gelişme adına namazda bir vesiledir. farzları eda edebilmekte..

bu konularda sürekli öğrenme eğilimindeyim. olaya birazda şöyle bir yaklaşım sergilemeliyim. insaflı olmakta fayda var zira derin konular ''tarikat mefhumunun bence doyurucu ve ispatlı açıklaması risale-i nur külliyatından mektubat kitabının yirmidokuzuncun mektup dokuzuncu kısımda mevcuttur samimi meraklılarına tavsiye ederim esas-ı tarikatın hak olduğunu islamiyetin bir hakikatı olduğu ispat edilmektedir. bütün meslek ve meşreplerin bazı zahiri efradında görülen kusuratı bütün bir fikre veya o meşrebin mensuplarının tamamına isnad etmek ilmi olmayan peşin hükümlü bir tavırdır.ispatı ve delili olmayan tenkit etmesin. yanlış gördüğü varsa ehline sorsun'' ehli de tarikat şeyhi değildir zira her tarikat şeyhi kendi meşrebini doğru gösterecektir!..

bir sırat-ı müstakim var (dosdoğru yol) bir de tarikatlar (diğer yollar) .
sırat-ı müstakim: Allah resulü'nden öğrendiği üzere kur-an-ı anlayanların gittiği yol.
tarikatler: kendi kültürel geleneklerini, şeyh'lerin rehberlikleriyle yoğurduktan sonra ana yola bağlamaya çalışırlar. %00.1 i bunu başarabilir. yani %00.1 i gerçek tasavvuf'u yaşıyodur. kimse yorumlayamıyor hakkıyla adına gizemler alemi denilen tarikatleri Fakat hiçkimse manasal elem ve kompoziyonları (Peygamberden hariç) bilemez Allahın neler anlatmak istedigini.. muhattab özdeki peygamberdir
 

mustafa

Profesör
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
1,972
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Ankara
sapkın tarikatlerde var bunu biliyoruz ama hepsi sapkın demek yanlış olur.
 
Üst