Tahta Kulübecik

seyyah_1

Asistan
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
714
Tepkime puanı
3
Puanları
0

Elinde gümüş bir iğne, gönlüne mayaladığın ak sevdaları işleyecek kadife yüreklileri ararken, eni boyu iki metre tahta bir kulübecik çıkmıştı karşına. Tefekküre kapalı, değil ayağından tâ yüreğinden prangalı şehrin kocaman ve şımarık binaları, ne kadar da küçük ve hantaldı Sen’in küçük kulübenin yanında. Birçoklarının yabancı kaldığı bir sıcaklık sızıyordu içeriden dışarılara, gönülleri içine düştüğü kışların ayazından kurtarmak azmiyle. Garip kalıyordunuz kuru kalabalıkların ortasında Sen ve tahta kulübeciğin; Dâru’l-Erkamların bu asırdaki izdüşümü olarak. İlk Gariplere benzer bir hâliniz vardı. Olsun, Fatih’i sinesinde saklayan anne karnı da zâhirde küçüktü; ama içinde çağ kapayıp çağ açacak bir küheylanı saklıyordu.

Tahta kulübeye yüklediğin mânâyı, ne işleri oluruna bırakanlar, ne de Sen’i kıskananlar anlayabildi. Ne şan ve şöhret, ne de dünyalık bir beklentin vardı. Gül Devri’ni soluklayan bir dertliden ve dört duvara işlenen dertlerinden başka bir şey yoktu tahta kulübecikte. İklimine Ağrı Dağı’na eş dertlerle gelenler, dertlerini Sen’in yanında boşaltır, oradan muştu yüklenir giderlerdi dertli gönüllerle paylaşmak için.

Gönülleri ikliminde ateşlenen ruhlar için, bir gün bir füze rampası oluverdi tahta kulübecik. Kelebekler gibi özlediğin diyarlara uçup gittiler, öğrettiğin sevgi mesajlarıyla.

İçin kan ağlarken etrafındakiler hep gülen yüzüne şahit oldu. Gülen ufuklar inşa etme yolunda koştururken, zaman ve zeminin merhametsizliğine aldırdığın yoktu. Bir itfaiye eri gibi ebedî hayatları kasıp kavuran, çağı girdabında boğan yangınların peşindeydin. Ayağına takılan taşlara, önüne çıkan dağlara aldırdığın yoktu. "Yâ sabır"lı cümleler vird-i zebânın olmuştu. Su almak veya terini silmek icap ettiği zaman, saraylara denk tuttuğun tahta kulübeciğine koşuyordun. Yuttuğun kaktüslerin sinende açtığı yaraları bir Sen bildin, bir de tahta kulübecik. Sakladın acılarını, hasırlara sarılıp yakılan sahabenin, sırtındaki yaraları sakladığı gibi.

Duvarlardan sızan talebe sesleri, ruhunu saran yegâne huzur kaynağıydı. En korktuğun şey, bir gün onların büyülü dünyasından ayrı düşmekti. Bu korkularla yaka paça olduğun bir demde, zamana ’Dur!’ deyip, tarihe not düştün Ebû Eyyûb el-Ensârî gibi: "Ölürsem, beni tahta kulübeciğimin bahçesine gömün, Gül Devri’nin şarkıları ile coşan öğrencilerin seslerini kabrimden duymak isterim."

Saraylara girmek zorunda kaldığında, çıkarıp kurdun "onu" sarayların en debdebeli köşelerine. Saraylarda bile kulübe hayatı yaşadın. Yüzünde hep eski günlerin, tahta kulübenin tevazuuna şâhit olduk. Dünden kalma ekmekleri yemeye devam ettin. Odanın karardığını gören olmadı. Dünün aydınlığını yarının aydınlığına bağlıyordun âdetâ. Devr-i Zülkarneyn’in inşasına uyanan Ashab-ı Kehf Mağarası’na çevirdin odalarını.

Ne uyuyanların yanında oturdun, ne de oturanların yanında uyudun. Bir sevda türküsünü kuğular gibi arzın en son noktasına ulaştırma azmiyle söyleyip durdun. Tahta kulübende saçtığın tohumcuklar çoktan meyveye durdu. Başaklar bire bin verdi; ama mânâya kapalı gözler anlayamadılar. Lezzet içre saraylarda yaşayanlar, lezzetleri yok edenin (ölümün) mekân tuttuğu tahta kulübeciği nasıl anlayabilirlerdi ki!

"O gün sen dağlara baksan onları yerinde durur sanırsın, hâlbuki onlar bulut geçişi gibi geçip giderler." buyurmuştu ya Yerin Göğün Sahibi. Vehimlerine kul köle olanlar yerinde sayarken, sen bulutlar gibi aşıp gittin aşılmaz sanılan dağları tahta kulübenle beraber.
 
Üst