Taha Kıvanç - Gerçekler meydan okursa fena...

girdap

Ordinaryus
Katılım
8 Şub 2007
Mesajlar
2,541
Tepkime puanı
252
Puanları
0
Geçmiş zaman olur ki...

Ankara'da kulaklarına fısıldanan her iddiayı Washington'daki üstlerine 'istihbarat bilgisi' olarak sunmuş ABD'li diplomatlar için 'kof' veya 'çapsız' ifadesini kullananlar çıkıyor. Öyle ya, elmalarla armutları karıştırmış adamlar (veya kadınlar), en uçuk kaçık söylentilere kulak vermiş, üstelik hiç üşenmemiş, oturup bunları rapor haline de getirmişler...

Öyle mi acaba?

Cevapta acele etmemeniz için size şu alıntıyı sunuyorum:

"Bana gayet doğal gelen bu durumun, 'bazı dostlarını' hükümette görmek isteyen Amerikalıları şaşırttığına ise yüzde 100 eminim... Ankara'daki Amerikan Büyükelçiliği, 'içlerinden geçeni' seslendirenleri dinliyor epeyden beri; bu yüzden de Washington'a sürekli yanlış değerlendirmeler gönderiyor... Amerikan deyimiyle 'wishfull thinking' egemen elçilik değerlendirmelerine; aykırı görüş seslendirenlere çok kızılıyor... İleride bu günleri yazacak olanlar, ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nin Washington'a gönderdiği yazışmalara ulaşabilirlerse, hiç kuşkum yok, 'Bu kadar da diplomatik saflık olur mu?' diye saçlarını başlarını yolacaklardır..."

Yukarıda okuduğunuz satırları 16 Mart 2003 tarihli Kulis'te yazmıştım; "Hadi canım" diyenleriniz internetten kolayca erişebilirler. 1 Mart (2003) tezkeresi öncesi ve sonrasında Ankara'daki Amerikan Büyükelçiliği'ne tam bir 'zihin tutulması' egemen olmuş, öfke ve intikam ilkel duyguları öne çıkmış, akıl ve mantık Büyükelçilik kapılarından kovulmuştu.

Diplomatların en faal olduğu dönemdi o günler Amerika için; Meclis'te, gazete bürolarında cirit atıyordu Amerikalı diplomatlar... 1 Mart öncesinde, "Geçmezse Türkiye için hiç iyi olmaz" tehdidini savuranlar, tezkere Meclis tarafından reddedildikten sonra, tehditlerini "Bunu fazlasıyla ödeteceğiz" biçimine çevirmişlerdi.

Nereden mi biliyorum?

Şuradan: Şimdilerde kendisinden 'pop sosyolog' diye söz ettiğim kişi ve birkaç cephe arkadaşının yazıları, gazetelerine attıkları manşetler, o günlerde Amerikan diplomatlarının ruh halini birebir yansıtıyordu. Kendisini 'koltuk diplomatı' haline dönüştürmüş ve 1 Mart tezkeresi geçmeden önce ölesiye bir mücadele vermişti 'pop sosyolog' yönettiği gazeteyle; tezkerenin malum âkıbetinden sonra ise zehirli kalemini benim gibileri yok etmek için kullanmaya başlamıştı...

Tabii, yanına doğal müttefiklerini de alarak...

Katıldığım bir TV programında, benimle aynı platformda bulunmayı göze alamadığı için telefonu kullanarak, tam üç kez, "Stratejik müttefikimiz Amerika'ya söz verdik ve toplum olarak karakter sınavında sınıfta kaldık" cümlesini sarf etmişti 'koltuk diplomatı'...

Türkiye çoğu Amerikalı yabancı gazeteciyle kaynıyordu o sıralar ve neredeyse hepsi benimle de görüşmek istiyordu. Sonunda Christian Science Monitor muhabiri Ilene Purisher'in odağına beni oturttuğu "O yazıyor, güçlüler dinliyor" başlıklı makalesinde "ABD'nin Ankara Büyükelçiliği tezkerenin reddini de ona bağlıyor" cümlesini okuyunca, ilginin sebebi, kafama dank etmişti.

Hiç unutmayacağım bir anekdot da şudur: 1 Mart tezkeresine gidilen günlerden birinde, ABD Büyükelçisi Robert Pearson'un evinde verilen milletvekili ağırlıklı bir yemekte, sonradan yazılarımla hayli hırpaladığım, Wikileaks'in gözler önüne serdiği raporlarıyla şimdilerde adı bir kez daha hatırlanan bir diplomat, uzaklardan yanıma kadar gelerek, "Neler yazıyorsun öyle; sabahın köründe kalkıp Yeni Şafak'a bakma ve yazılarını okuma güdüsüyle güne başlıyorum" demişti.

Uyduruyorum sanmayasınız, ayniyle vâkidir.

Uzunca bir süre karalama kampanyasının hedefindeydik. O günlerde "Türkiye'nin en çok satan gazetesi" olmakla övünen gazetede çıkan dokundurmaların bini bir paraydı. Zahmete katlanacaklar için internette hepsi duruyor. 2003 yılının Mart ayında Hürriyet'te çıkmış yazılara ve manşetlere göz atarsanız göreceksiniz: Nasıl bir hınçla yazıldıkları bugün beni bile şaşırtan bir dizi yazının konusuydum.

Bazıları "Tamamen duygusal sebeplerle" iddiasındaydılar, ancak ben Amerikalı diplomatların "Bundan sonra buradayız, önümüzü kesmek isteyenlerle ölümüne hesaplaşacağız" tehditlerinin üzerlerinde etkili olmasına da bağlıyordum bu yayınları... Ayakta kaldık ve bugünleri görebildik. Çok şükür, görebildik...

Türkiye büyük bir badire atlattı o günlerde. Wikileaks belgeleri öykünün yalnızca küçücük bir bölümüne ışık tutuyor. Hayır, 'belge' diye sunulan raporları yazan diplomatlar 'kof' veya 'çapsız' değillerdi; içleri intikam hisleriyle doluydu ve kinlerini raporlarına geçirmişlerdi.

Kendilerini sürekli fiştekleyen birilerinden duydukları tezvirat ve iftiralara kulak vermelerinin sebebi budur.

Ne yazmışım o günlerde bir daha okuyalım mı: "İleride bu günleri yazacak olanlar, ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nin Washington'a gönderdiği yazışmalara ulaşabilirlerse, hiç kuşkum yok, 'Bu kadar da diplomatik saflık olur mu?' diye saçlarını başlarını yolacaklardır..."

O yazışmalar elimizde şimdi, ibretle okuyoruz.

Taha Kıvanç
Yenişafak
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Taha Kıvanç - Anneme artık ‘gazeteci’ olduğumu söyleyebilirsiniz

Anneme artık ‘gazeteci’ olduğumu söyleyebilirsiniz
http://www.ihvanforum.org/http://www.ihvanforum.org/http://www.addthis.com/bookmark.php...1&pre=http://www.timeturk.com/tr/makale/&tt=0http://www.addthis.com/bookmark.php...1&pre=http://www.timeturk.com/tr/makale/&tt=0


Kim ne derse desin, konuyu nereye çekmeye çalışırsa çalışsın, Org. Işık Koşaner’e ait olduğu söylenen sesin yaptığı açıklamalardan şahsen memnunum. Resmettiği tablo hoşuma gittiği, ya da güçlü olması gereken bir kurumun zaaflarla malûl olduğunu öğrendiğim için değil... Gazetecilik mesleğini yeniden yüceltme fırsatı sağladığı için...

İki gün üst üste internete konulan kayıtlarda ele alınan ve eleştirilen hemen her konu, son birkaç yıldır basında haberleştirilmişti. Alnından vurulan askerden komutanların özel işlerinde kullandığı erlere kadar... İnsansız Hava Araçlarının (İHA) yanlış değerlendirilmesinden, karakolların sahipsiz, mayınların kontrolsüz olmasına kadar...

Hepsi, hepsi gazetelerde çıkmış haberler bunlar...

Bakmayın siz, basın mensupları için, “Bunlar analarını bile satarlar” gibi ilk bakışta ‘sövgü’ gibi duran cümleler sarf edilmesine; son yıllarda duyduğum en övücü sözler onlar... Sözlerin sahibi kendi mesleğinin mensuplarını en kırıcı ifadelerle kıyasıya eleştirirken, eleştirdiği konularda çıkan ısrarlı yayınlar sebebiyle gazetecilere hayranlık besliyormuş gibi geldi bana.

Uzun zamandır ilk kez bütün zahmetlerine ve yıpratıcılığına rağmen gazetecilik uğraşını onurla sürdüren meslektaşlarımla yeniden gurur duydum.

Olur olmaz yerlerde kullanılan ‘milât’ sözcüğü için en uygun fırsat aslında bu son gelişme; birilerinin yapışıp kalması amacıyla üzerlere boca etmeye çabaladığı ‘yandaş medya’ yakıştırmasını iflâs ettireceği için...

Demek ki, onca zaman haberleştirilen, o haberlerden hareketle yorumlanan yanlışlıklar, gerçeği yansıtıyormuş...

Göstermeye çalışıldığı gibi, iktidarı kollayıp askerleri zor duruma düşürme amaçlı uyduruk kaydırık şeyler değilmiş, yazılanlar, çizilenler...

‘Ergenekon’ yapılanmasını hiyerarşi dışı bir oluşum diye biliyorduk; öyleymiş... ‘Balyoz’ davasına temel teşkil eden belgelerin Karargâh tarafından yok edildiği bilgisine sahiptik; o bilgi de doğruymuş... Gazetelere yansıyan haberlerin kaynağı dışarıda bir yerlerde değil yanlışlıkların olup bittiği Karargâh’taymış... Paraflanmış her kâğıda imza atılan bir ortam varmış; yani bizler ‘ıslak imza’ tartışmalarıyla boşuna vakit geçirmişiz...

Taraf refikimizi tebrik ediyorum; bütün yayın kadrosunu, yazarlarını, özellikle konuları sürekli gündemde tutan Mehmet Baransu’yu... Taraf’ın başlattığı habercilik yarışında geri kalmamak için olağanüstü çaba gösteren Star’ı, Zaman’ı, Sabah’ı, Yeni Şafak’ı, Bugün’ü de... Haberleri geniş kitlelere duyuran, tartıştıran, yarışın içinde kalma mücadelesi veren televizyon kanallarını da...

O çabalar sayesinde bugün önümüzü görebiliyoruz.

Mesleği dar bir alana kıstırmaya çalışan, ciddi konulara girilmesini istemeyen, siyasilerin her söylediğine -evrensel hakikatler bile olsa- kuşkuyla yaklaşırken rütbelilerin fısıltılarını manşetlere taşıyan, yıpranma ve yıpratılma pahasına gerçeklerin peşinden ayrılmayan meslektaşlarına her türlü tezviratı reva gören ‘gazeteci’ kılıklılar da var, biliyorum.

Ülke ortaya dökülen hazin gerçeklerle sarsılmışken başka konuları gündemde tutarak salvoyu atlatmaya çalışan da var aralarında; konuşmanın internete düşmesi ayrıntısını öne çıkarıp “Bu bir suç” diye bağıran da; mahcubiyeti kendisini “Bir Genelkurmay Başkanı nasıl olur da başka komutanlarla birlikteyken yaptığı konuşmalarının dinlenmesini engelleyemez, bu ne gaflet” türü şaşkınlıklara sürükleyen de...

Doktrin gazeteciliğini marifet sayanlar açısından zor bir döneme giriyoruz bu ‘milât’ ile...

Ne yapacaklar bundan böyle? Özellikle de komutanın “Bunlar analarını bile satarlar” cümlesini sarf ettiğini kulaklarıyla işittikten sonra? Artık itiraf edildiği için ‘kaziye-i muhkeme’ halini almış olan yanlışlıkların önünde göğüslerini siper ediyor, en ufak bir eleştiri karşısında derhal saldırıya geçiyorlardı.

En üst düzey komutan, işte gördük, kimseyi ayırmadığına göre, arkalarından “Bunlar analarını bile satarlar” diye düşünüyormuş...

Hiç bıkıp usanmadan Ergenekon ve bağlı davaların güvenilirliğini sarsmak üzere internet ortamını kullananlar vardı. “Şimdi ne diyecekler?” merakımı gidermek için onlardan birine baktım dün. Sarsılmışlar. Yanlış yorumlar yapılıyormuş... Komutan ‘sahte’ belgelerden bahsetmiyormuş; seminer belgelerinin dışarıya sızdırılmasından, bu şekilde kötü niyetli kişilerin amaçlarına hizmet edilmesinden yakınıyormuş...

Yanmasın diye kazı çevirmişler, ama kazın yine de yandığını görmüş olmalılar ki, “Bir şey biliyorsa, mahkemede dinlensin” demişler öfkeli komutan için... Bir de şunu: “Bir dava gizlice kaydedilip istendiği zaman medyaya servis edilen kayıtlar üzerinden yürümez.”

İyi ama, aynı yöntemle elde edilmiş bilgi ve belgelere dayalı haberler internete düşen bu son dinleme kaydı ile doğrulanmış olmadı mı? Oldu, oldu...

Bir yere yazın, bu olay mesleğimiz açısından gerçek bir ‘milât’...
 

Dua Nur

Kıdemli Üye
Katılım
29 Nis 2007
Mesajlar
37,459
Tepkime puanı
247
Puanları
0
Fehmi Koru'dan CHP'ye İktidar Tüyosu...

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun onuruna verilen iftar davetinde ağırlık dinadamlarındaydı; bu normal. Eski Diyanet başkanı, müftüler, vaizler, imamlar olmayacaktı da iftarda kimler olacaktı? CHP’liler de az değildi; bu da normal. “Kimler geldi?” merakımı gidermek için davetli listesini gözden geçirdim, isimleri not da ettim..

Sadece birkaç gazetede yer aldı iftarın değerlendirmesi... Özellikle CHP ile ‘candaşlık’ ilişkisi kurulabilen gazeteler görmemişti iftarı ve orada konuşulanları... “Bu ne iştir?” diye sorunca karşıma ilginç bir tablo çıktı: Bazılarının ‘candaş’ dediği gazetelerden ya kimse davet edilmemiş, ya da davet edildiyse bile gelmemişti...

“Kimler geldi?” sorusuna cevap olsun diye elime tutuşturulan listeden gazeteci isimlerini not etmediğime pişmanım.

Ne kadar göğsüm kabardı, bilemezsiniz... Star’da iftarla ilgili birden fazla yazı ve değerlendirme yer aldı dün; Zaman da, Yeni Şafak da görmüştü iftarı... Yani CHP’li medyanın ‘yandaş’ dediği gazeteler... Buna karşılık, CHP’li kitlenin okuduğu gazetelerde iftardan ve konuşulanlardan tek satır yoktu... Oysa, böyle bir etkinliğin düzenlendiğini ve oy verdikleri partinin geniş kitlelere açılmaya çalıştığını bilse, CHP’lilerin büyük çoğunluğunun mutlu olacağından eminim...

Geldiler de mi yazmadılar, yoksa iftara davet mi edilmediler, bilmiyorum... İki şıkkın da kötü olduğunu ise biliyorum... Geldiler ve yazmadılarsa da, davet edilmedilerse de merak ederim: Neden?

Bu olay, bana, yıllar önce, dönemin Genelkurmay başkanı ile yaptığım mülâkatın başına geleni hatırlattı.

Aslanlı Kapı’dan o mülâkat için geçtiğimiz gün zihnimde sanki dünmüş gibi berrak. PKK ile mücadelede yeni bir safhaya girildiğini duyurma ihtiyacıyla gazetelerle görüşülmeye başlanmıştı. Bir-iki gazetede çıkan haberlerde, ‘üst düzey askeri kaynak’ olduğu belirtilen birinin ağzından, yürütülen mücadelenin ‘asitmetrik savaş’ olduğuna dair geniş bilgiler aktarılıyordu.

O dönemin Genelkurmay basınla ilişkiler başkanı tarafından karşılanmış, genel sekreteri tarafından makama alınmıştık. Ben ve Tamer Korkmaz... Yalnız bizler değil, genel sekreter Hurşit Tolon da not tutuyordu. Görüştüğümüz kişi, Genelkurmay başkanı Org. Doğan Güreş’ti.

İlk anda uyarılmıştık: Görüşmeyi Org. Güreş’e atfen veremeyecek, ‘üst düzey askeri kaynak’ gibi muğlak bir ifadeye sığınacaktık... Tek şart buydu. Hoş bir görüşme oldu. Söylemek istediklerini dinledikten sonra bizler de sorularımızı yönelttik. Her sorumuza açık yüreklilikle cevap verdi Paşa; sözlerinin kendisine mal edilmeyeceği güvencesiyle...

Şarta uyduk. Muğlak kaynağa atfederek yazdım görüşmeyi. Söylenmemiş tek bir cümle eklemediğim gibi, anlamsız bulsam da söylenenlerin tümünü gazetenin manşet yaptığı yazıma yansıttım.

Haberin çıktığı gün kıyamet koptu. Hayır, açık kaynak verildiği veya haberde bir yanlışlık yapıldığı için değil... Yapılmamıştı çünkü... Aynı haber, aynı kaynağa atfedilen biçimiyle ve Zaman gazetesine verilen bir mülâkat olduğu da belirtilerek aynı gün Hürriyet’te de çıktığı için...

Kimbilir hangi sebeple haberi kaleme aldığım gün tesadüfen aramıştı Hürriyet yayın yönetmeni; her zaman olduğu gibi gazetesinin ‘şoven’ politikasını telefonda eleştirirken, “Bak” demiştim, “Yarın bizim gazetede manşet olacak mülâkatında ‘üst düzey askeri kaynak’ ne diyor?” Ve aynen aktarmıştım Org. Güreş’in sözlerini: “Ben annemle Çeçence konuşan biriyim, nasıl olur da insanların ana dillerini serbest bırakacak girişimlere karşı çıkarım?”

Hürriyet’inısrarı üzerine gazetenin yayın yönetmeninden izin alarak gönderdim mülâkatın metnini ve görüşme Zaman’la aynı gün Hürriyet’te de manşet oldu.

Gürültü de bu yüzden koptu. Beni havaalanında bulan Genelkurmay genel sekreterine “Neden mesele ediyorsunuz?” diye sorduğumda, “Paşa o sözleri yalnız Zaman’da çıkacağını düşünerek söylemişti” cevabını almıştım.

CHP lideri Kılıçdaroğlu‘muhabbet sofrası’nda bizlerle paylaştığı ve gazetelerimizin yansıttığı görüşlerini herkesin duymasını sağlamalı.

Taha Kıvanç - Star
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Amerikalılar Türkiye siyasetine meraklıdır

Beğenerek okuduğum zihin açıcı romanlardan biri İngiliz Frederick Forsyth'ın 'Icon'udur...
21. yüzyıla dönüşüm günlerinde Rusya'da geçer roman: Başkanlığa oynayan Igor Kamarov 2000 yılı başında yapılacak seçimin en şanslı adayıdır. Kazanması mutlak gibidir. Tek sorun, ofisinden çalınan bir belgenin istenmeyen ellere geçmesi tehlikesidir.... İktidarı ele geçirdiğinde yapacaklarını yazıya döktüğü belgeyi çalanı yakalamak için büyük bir operasyon başlatır Kamarov...
Romancı muhayyilesi ne olacak; Forsyth 1997'de yayımladığı 'Icon'da hayalinin ürünü politikacının 'Kara Manifestosu' olarak şunları kayda geçirmişti: Rusya'yı tek parti devleti haline dönüştürmek... Muhaliflerini yok etmek... Eski Sovyet cumhuriyetlerini yeniden ülkeye katmak... Etnik ve dini azınlıklara soykırım uygulamak... Gulag benzeri esir kamplarını yeniden açmak...
Kırım ve Ukrayna ile okuduğum haberler bana 'Icon' romanını hatırlatmakta...
Hatırlayınca, kitaplığımda romanı aramaya koyuldum. Epeyce aramama rağmen bulamayınca aklıma geldi: Bir tanışma ziyareti için Ankara'daki ofisime uğrayan, önceki görevi Moskova'da geçmiş Ian Kelly isimli Amerikalı bir diplomat, kendisine 'Icon'dan söz ettiğimde kitabı benden istemiş, karşılığında çok sevdiğini söylediği Bostonlu Robert B. Parker'in bir romanını bana yollamıştı.
Kütüphanemde 'Icon' yok, Parker'in romanı var...
Zihnim sonradan dışişleri bakanlığı sözcülüğü yapmış, kariyerinin bir döneminde ülkemizde bulunmuş diplomata gidince, "Şimdi nerede acaba?" sorusunun cevabını aradım doğal olarak... Merkezi Viyana olan OSCE örgütünde ülkesini temsil etmekteymiş şimdilerde... Bu bilgiyi edindiğim kaynak, Ian Kelly'nin Rusça, İtalyanca, Sırpça, Hırvatça ve Türkçe bildiğini de kaydediyor...
"Nereden nereye?" diyeceksiniz, ama insan zihni böyle bir şey işte. 'Icon' romanı beni Kelly'e yönlendirdi ya, oradan da onun kısa süreliğine işgal ettiği 'dışişleri bakanlığı sözcülüğü' görevinin şimdiki sahibiyle de gazete sayfalarında karşılaştırdı. Meğer o koltukta şimdi yine yabancımız olmayan biri oturmaktaymış...
Douglas Frantz'la da yollarımız İstanbul'da kesişmişti. New York Times'ı (NYT) İstanbul'da temsil ediyordu Frantz; kendisi gibi gazeteci olan eşi Catherine Collins de Chicago Tribune'ü... İkilinin İstanbul'da ikamet ettikleri iki yıl (2005-2007) 'Struma faciası'nı anlattığı için bizi de yakından ilgilendiren bir eserle nihayetlenmişti: 'Death on the Black Sea' (Karadeniz'de Ölüm)...
ABD dışişleri bakanlığı profesyonel bir gazeteciyi basın sözcüsü yapmış demek ki...
Çeşitli dost ortamlarında beraber olmuştuk Frantz-Collins çiftiyle. Ülkemize samimi hislerle ilgi duyduklarını biliyorum. Nitekim, kendisinden söz edilen ansiklopedi maddesinde, Douglas Frantz için, "NYT'nin İstanbul temsilciliğini üstlendiği dönemde Türk hükümetiyle yakın ilişkiler geliştirmişti" ayrıntısına yer veriliyor.
Frantz'ın erkenden İstanbul'dan ayrılmasında, ülkemizdeki Ak Parti karşıtı çevrelerin gazeteye ilettikleri tezviratın rol oynadığı o sıralarda hayli konuşulmuştu.
Bakanlık internet sayfasında yayımlanan 'Twitter yasağı'yla ilgili yazısında da nispeten mülâyim bir üslup kullanmış Frantz; "Biz de fikir özgürlüğü konusunda pir-ü pâk değiliz" diyor meselâ; ama yasağı geçmişin 'kitap yakma' yanlışlığına benzetmekten de kendisini alamıyor...
Hay Allah, zihnim şimdi de bir başka Amerikalı'ya gitti...
YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN...
Taha KIVANÇ
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Yazıcıoğlu olmadı, Baykal'a ne dersiniz?

Bu seçim, sonunda herkesi 'komplocu' yapacak...

Siyasetle ilgilense bile ilgisini yabancı dizilere kadar uzattığını bilmediğim bir dostum, önceki gün, pattadanak "Bilmem 'House of Cards'ı izledin mi?" diye soruverdi. Garip bir soru yönelttiğini hemen fark edip "İzlemişsindir" diye ekleyerek...
'House of Cards' şimdilerde ABD'yi sarsan bir televizyon dizisi... Orada yalnızca abonelere hizmet sunan 'Netflix' sitesi üzerinden izlenebiliyor. Parayla girilen sitenin abone sayısında dizi sayesinde patlama yaşandı. İsteyen, dizinin iki sezonunun bütününü bir oturuşta da izleyebiliyor...
İlk sezonun 13 bölümünü iki gecede bitirmiştim geçen yıl; bu yıl hepsini birden izlemedim, dört geceye ayırdım.
Dizide ön planda çok ihtiraslı bir politikacı var ve onun zirveye tırmanışı sırasında yaşananlar sergileniyor... İzlerken "Hadi canım sen de, bu kadarı da olmaz" dedirten nice akıl almaz olay yaşanıyor... Politikacılar bile izliyormuş diziyi... Obama, "Bu gece beni kimse aramasın, dizinin bütününü bir oturuşta izlemeye kararlıyım" diye twit atmıştı...
Dostum kaçak indirmeye izin veren bir siteden indirerek izlemiş diziyi; ben Netflix'ten izlemiştim...
"O halde, 25 Mart olayı neydi?" diye sordu dostum...
'Altın vuruş' olarak planladıkları bir olay hazırlığı içerisindeydi 30 Mart seçimiyle ilgili senaryoyu yazanlar; ellerine yüzlerine bulaştıracaklarını ve bütün kurgularının çökeceğini anlayınca oyunu sahneye koymaktan vazgeçtiler. Onun yerine daha az riskli olanı ertesi gün sergilediler...
Tezim özetle bu...
Esas senaryo, beş yıl önce 25 Mart günü bir helikopter kazasında hayatını kaybeden Muhsin Yazıcıoğlu'na 'suikast' olayıyla ilgiliydi. Suikastı Tayyip Erdoğan'a yıkma üzerine oturuyordu senaryo. Tayyip Bey'devletin âli çıkarları için' gerekçesiyle Muhsin Bey'in öldürülebileceği fetvasını bir din bilgininden alıyor ve "Yapıla" emrini MİT'e veriyor, MİT de infazı gerçekleştiriyor... Hiçbir cihaz araya girmeden sesleri taklit edenler de var, bizdeki Yavuz Seçkin gibi, ama onları zahmete sokmaya lüzum yok; Hollywood'a 'Gravity' (Yerçekimi) gibi Oscar ödüllü görüntü ve ses şaheseri filmleri armağan eden türden stüdyoların geceli gündüzlü proje üzerinde çalıştıklarına eminim. Tayyip Erdoğan'ın sesi... Muhsin Yazıcıoğlu'nun sesi... Hayrettin Karaman'ın sesi... Hakan Fidan'ın sesi... Varolan kayıtlardan yararlanılarak istenilen sesler mutlaka üretilmiştir...
Vazgeçildiyse, bu kadar çok kişinin sesi yeniden üretilerek yapılan düzmece kaydın kulaklarda 'çakma' duygusu yaratacağını düşünmelerindendir...
Mutlaka son ürünü izleyenler "Olmamış" raporu verdiği için 'Yazıcıoğlu senaryosu'ndan vazgeçilmiştir... Yoksa '25 Mart' tarihi üzerinde neden bu kadar durulmuş olsun?
"Yazıcıoğlu olmadı, ama Baykal'a ne dersiniz?"
Bir defa 'ortam dinlemesi' biçiminde tasarlandığı için Tayyip Bey ile danışmanının seslerinin çok net ve belirgin olması gerekmiyor... Sonra iki kişi arasında geçeceğinden üretilmesi de çocuk işi... Dahası, helikopter kazası hakkında çok konuştuğu için, elde özellikle Tayyip Erdoğan'a ait hayli konuşma bandı da var...
İyi bir ses mühendisinin eliyle inanmaya hazır olanları kandırmaya yarayacak bir 'fake' (çakma) kayıt üretmek olağanüstü kolay...
Yazının tamamı için tıklayınız
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Gerçekler meydan okursa fena...

Ülkemizin medya patronlarından Aydın Doğan kendi gazetelerinin yazarlarını okuyor mudur acaba? Mesela Radikal'de dün seçimlerin sürekli yenileni üzerine tarihi bir tablo çizen Avni Özgürel'i...

Herhalde Radikal'i okumuyor... Okusaydı, Tarhan Erdem'in yazılarından seçimin yenilenleri arasına gireceğini vaktinden önce öğrenirdi...

Avni Özgürel'in ‘Medyaya dair' yazısının girişi şöyle: "Gazetecilikle yetinmeyip, medya ile siyaset sahnesinin tanzimine heveslenmek kaybettirdi hepsine... /Oturmadığı koltuğun yetkilerini kullanmak, faturayı başkasının ödeyeceğine güvenerek sofra donatmak, kendisi dövüşecek olsa asla göze almayacağı kavga için meydan okumak.."
Faturayı hep patronlar öder bizim ülkemizde...
Sabah ilk işi gazetelere göz gezdirmek olanlar, adı verilmeden sözü edilen tiplerin kimler olduğunu biliyor... Kendi gazetelerini okuyorsa, Aydın Bey de onları biliyordur; bilmiyorsa kendisine yardım edebilirim.

Biri, 20 yılda amiral gemisinden filikaya dönen gazetenin bu duruma düşmesinin baş-sorumlusu... Seçim sonuçlarından morarmış yüzüyle, başka gazetelerin yöneticilerini küçümseyen bir yazıyla yüreğini serinletme telâşını satırlara dökmüş... Sandıktan zaferle çıkan partiyi desteklemiş gazetelerin yöneticilerine, "Neden sizin satışlarınız yüzde 43 değil?" diye sataşıyor çok bilmiş bir edayla...

Aydın Beybu yazarına şu soruyu yöneltebilir: "Arkadaş, sen de sürekli Ak Parti'ye oy vermemiş olanlara sahip çıkıp duruyorsun, neden 20 yıl boyunca yönettiğin, şimdi de yarım sayfasını işgal ettiğin gazeteyi, hiç değilse o insanlara şirin göstererek, toplam tirajların yüzde 50'sine çıkartamadın?"
Çıkartmak ne demek, "Aşağının aşağısına çakılmasına neden göz yumdun" diye de sorabilir Aydın Doğan...
1 Mayıs 1969 tarihinde Hürriyet'in satış rakamı 1 milyonu aşmıştı... Daha sonra neler olduğunu yuvarlanmış rakamlar ve beşer yıl aralıklarla tabloya dökeyim:
1980'de 500 bin... 1985'te 646 bin... 1990'da 519 bin... 1995'te 537 bin... 2000'de 540 bin... 2007'te 580 bin...
HABERİN DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ
 
Üst