Süt sağan halife

iskender

Üye
Katılım
4 Ocak 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bir mayıs günü ağaçların özsuları köklerden dallara doğru tırmanırken minberin merdivenlerinde yükseliyordu O. Söylediği her sözü gönül mahfazalarında bir mücevher gibi saklayan sahâbîler dikkat kesilmiş bekliyordu. On bir yıl geçmişti hicretin üstünden ve efendileriydi kalplerini çarptırarak minberde yükselen. Heyecanları ölçülemeyecek kadar büyüktü. Çünkü her yükseliş yeni haberler getiriyordu gökten. Rahmetin yıllardır yağdığı bu ravzada çıt çıkmıyordu yine. Ta ki Hz. Ebu Bekir’in kalbine bir yıldırım düşene kadar minberden. Hz. Peygamber (sas), yüce Allah’ın bir kulunu dünya ile kendi yanında olandan birini tercih etmekte serbest bıraktığını, o kulun da Allah’ın yanında olanı tercih ettiğini söylediğinde olan olmuş, Hz. Ebu Bekir önce hiç kimsenin duymadığı bir gök gürültüsüyle sarsılmış ve arkasından yaşlar boşanmıştı gözlerinden. Hastalandığını herkes bilse de ilk o hissetmişti ayrılık vaktini. Anlamıştı, o kuldu Resûl-i Ekrem. Hz. Peygamber (sas) hıçkırıkların susmasını istemiş, Ebu Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını emretmişti. Ardından İslâm’a ondan daha yararlı bir kimse tanımadığını belirterek insanlar arasında bir dost edinecek olsa Ebu Bekir’i tercih edeceğini söylemiş, namaza çıkamayacak kadar şiddetlenince hastalığı, imamlığı Ebu Bekir’e terk etmişti. Hz. Peygamber’in yerine geçmek… O, istemeseydi tahammül edemezdi. Yükü ne kadar ağırdı! Ve ne kadar sevinmişti bir sabah namaza durduğunda yanında! Şükür Peygamber (sas) iyileşmişti! Sevinç yeniden dalgalandı ravzada. Sahâbîler yeniden canlandı. Ebu Bekir izin aldı Resûl’den evine gelmek için. Birkaç saat sonra tam gidecekken evine o haber ulaştı kendisine: Ayrılmıştı. Kavuşmak için Rabb’ine.

Hz. Ebu Bekir son peygamberin evine koşuyor. Efendisinin yüzünü açıp öpüyor son kez alnından. “Ölümün de hayatın gibi güzel ve temiz!” diye inliyor. Omuzlarını çatırdatan sorumluluğu olmasa hiç ayrılmayacak. Halbuki onu bekleyenler var mescitte peygamber nasıl ölür diye şaşıran! Yetişmeli Ebu Bekir, acının yanlış sözler söyletmesine izin vermemeli. Bunun için yarasını küreyip kükremeli gerçek adına: “Kim Muhammed’e tapıyorduysa, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Her kim ki Allah’a tapıyorsa Allah bâkî ve ebedîdir!” İşte bu söz ve peşinden okuduğu âyet yatıştırıyor ruhları. Ebu Bekir’i ezen sorumluluktan onlar da paylarını alıyor. Zaman akmakta ve yapacak çok şey var. O halde geç kalmamalı. Şûradan Ebu Bekir çıkıyor. Peygamberin cennetle müjdelediği yol arkadaşı! Ve çıkıyor Ebu Bekir kutlu minbere… “Ey insanlar! En iyiniz olmadığım halde yönetiminizi üstlenmiş bulunuyorum. İyi yönetirsem bana yardımcı olunuz; kötü yönetirsem beni uyarınız ve düzeltiniz.” diyerek başlıyor konuşmasına, başa geçenlerin söylemekten korkacağı sözlerle. Sonra şöyle devam ediyor iktidarı, yani gücü tanımlayarak: “Zayıflarınız benim nezdimde kuvvetli sayılır, onun hakkını başkalarından alıveririm. Güçlüleriniz bana göre zayıf demektir, onlardan başkalarının hakkını alırım!”
Söylediklerini yapıyor Ebu Bekir. Hz. Peygamber’in Suriye üzerine göndermek istediği orduyu O’nun tayin ettiği genç komutan Üsâme’nin atının yanında yürüyerek uğurluyor aldırmayarak itirazlara. “Gençtir, azatlı kölenin oğludur.” diyenleri, “Peygamber uygun bulmuştur!” diye cevaplıyor. Zekâtını vermeyen bedevilere fakirlerin hakkı için, Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra türeyen yalancı peygamberlere gerçek için savaş açıyor. Ancak savaşırken bile ilkelerine sahip çıkmasını istiyor Müslümanların. Yeryüzünün bütün komutanlarına sesleniyor Üsâme’nin zâtında: “Zulmetmeyiniz. Kimsenin azasını kesmeyiniz. Çocukları, ihtiyarları, öldürmeyiniz. Ağaçları kesip yakmayınız. Yemiş veren ağaçlara dokunmayınız. Hayvanları gıdadan başka bir maksat için kesmeyiniz. Yolda manastırlara çekilmiş adamlara rast geleceksiniz, onları kendi hallerinde bırakınız.”
2 sene, 3 ay, 10 gün sürüyor Ebu Bekir’in halifeliği. Bu kısa zamanda fitneler bastırılıyor, fetihler yapılıyor, hafızların gazalarda şehâdetiyle Kur’an’dan bir şeyler kaybolur korkusuyla sayfalara yazılı olan âyetler başta vahiy katipleri olmak üzere büyük sahâbîlerden oluşan bir heyetin nezaretinde toplanıp mushaf haline getiriliyor. Devlet malı titizlikle korunuyor. Övgüden hoşlanmıyor Ebu Bekir ve kendisini övenleri duyduğu zaman şöyle yalvarıyor Rabb’ine: “Allah’ım! Beni benden iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan iyi tanırım. Beni onların zannettikleri gibi hayırlı bir kul yap!” Fakat hepsinden öte süt sağıyor halife! Halife olmadan önce yaptığı gibi. Halife olduktan sonra mahallenin kız çocuklarından birinin “Artık bize süt sağmaz!” dediğini işitince, “Yine sağıveririm kızım!” diyor gülümseyerek. Ve ekliyor: “Mevkiin beni eski halimden ve gidişatımdan ayırmamasını Allah’tan dilerim.” “Sana doktor çağıralım!” diyorlar ölüm döşeğinde. “Tabip beni gördü!” diyor, “Ben istediğimi yaparım!” dedi.

Bütün oklar Medine’yi gösteriyordu. İşaret verilmiş, yol hazırlıklarına başlanmıştı. Sırası gelenler tarihin ve takvimin seyrini değiştirecek bu yolculukta yerlerini alıyordu. Mekke’nin basıncı o kadar yükselmişti ki, bir pencere açılmasa nefes alıp vermek mümkün olmayacaktı. Kendisi için de vaktin geldiğini düşünüyordu lakâbı “Çok samimi” ve “Çok sâdık” olan.

Samimiyetinin ve sadâkatinin gereği kapısını çaldı O’nun ve izin istedi yolculuk için. O ise “Dur bakalım, belki Allah sana bir arkadaş nasip eder.” diyerek erteledi bu yolculuğu. Ta ki bilgisizlik ve karanlık evrene gönderilen ışığı söndürmek için sözleşene kadar. Bu kez kapısı çalınan “çok samimi” ve “çok sâdık” olan, gelen ise O’ydu. Demek birlikte yola çıkacaktılar! Demek yol arkadaşıydı! Bir peygamber! Ebu Bekir Sıddîk sevinçten ağlıyordu...
Peygamberliğini açıklar açıklamaz inanmıştı O’na. Bir an bile tereddüt etmemişti. O söylüyorsa doğruydu. Kendisine, “Arkadaşın akıl almaz şeyler söylüyor, Kudüs’e bu gece gidip geldiğini, göklere çıktığını anlatıyor.” dediklerinde, “O mu söylüyor bunu?” diye sormuş, “Evet!” cevabını alınca “O söylüyorsa doğrudur!” demiş ve soluğu Hz. Peygamber (sas)’in yanında almıştı. O sırada Hz. Peygamber (sas) Mescid-i Aksa’yı anlatıyordu. Sözünü tamamlayınca Hz. Ebu Bekir (ra), “Doğru söylüyorsun ya Resulallah!” dedi heyecanla. Ve o günden sonra “Sıddîk” denildi Hz. Ebu Bekir’e; yani “Çok samimi” ve “Çok sâdık” olan! Kudüs’e gitmenin lafı mı olurdu, o daha büyük hususlarda tasdik ediyordu arkadaşını. Gökten vahiy geliyordu O’na gece gündüz! O söylüyorsa doğruydu!
Hz. Ebu Bekir Habeşistan’a hicret için yola çıktığı günü hatırladı. Yolda İbnu’d-Dağne’ye rastlamış, Mekke’nin Ebu Bekir gibi değerli bir kişilikten mahrum kalmasına gönlü razı olmayan İbnu’d-Dağne, Müslüman olmamasına rağmen Ebu Bekir’i himaye ederek Mekke’ye geri dönmesini sağlamıştı. Ancak bir şartı vardı müşriklerin, ibadetini evinde yapacak, dışarıda Kur’an okumayacaktı. Zira onu dinleyen insanlar etkilenip Müslüman oluyordu. Başlangıçta bu şartı yerine getirdiyse de bir süre sonra dayanamayıp evinin bahçesinde Kur’an okumaya başlamış, bu yüzden İbnu’d-Dağne’nin uyarısına maruz kalmıştı. Seçimini yapmalıydı. Ya himaye, ya Kur’an. Hiç tereddüt etmeden şu cevabı vermişti ona: “Himayeni iade ediyorum. Ben Allah’ın ve peygamberinin himayesine razıyım!”
İşte Allah’ın ve Peygamberi’nin himayesinde başladı büyük yolculuk. Peşlerindeydi bilgisizlik. Hem de bir servet vaat ederek bulanlara. Halbuki bir gerçeğe tanık olmuştu üç gün, üç gece saklandıkları mağara. Yalnız değillerdi. O her dediği doğru olan Peygamber (sas) söylemişti: “Lâ Tahzen! İnnallahe Maanâ!” O halde kimse dokunamazdı O’na. Rahat bir nefes aldı Ebu Bekir. İlk önce o girmişti mağaraya peygamberine bir şey olur diye. Elbisesiyle tıkamıştı topraktaki delikleri yılan olur korkusuyla. Elbisesi yetmemişti de, topuğuyla tıkayıp geçirmişti geceyi. Himaye, mağaradan sonra da devam etmiş peşlerine takılan bir atlı tam onları yakalayacakken batmıştı kumlara. Nasıl bir peygamberdi O! Ne muhteşem koruma!
Sonunda Medine’ye doğdu ay. Hz. Ebu Bekir, o cömert arkadaş yanında getirebildiği dirhemlerle satın aldı yetimlerden Peygamber Mescidi’nin arsasını. Nasıl da severdi bu yolda harcamasını! Müşriklerin kızgın taşlar altında ezdiği Bilal’i beş ukiyye altın karşılığında kurtarıp azat etmişti de, “Bir ukiyye altın versen onu yine satardık!” demeleri üzerine, “Şayet yüz ukiyye isteseydiniz, onu yine alırdım!” demişti. Tebük Savaşı’ndan önce dört bin gümüş dirhemle Peygamberinin huzuruna gelmiş, Hz. Peygamber (sas)’in “Ev halkına ne bıraktın?” sorusunu “Allah ve Resulünü!” diyerek cevaplamıştı. Zira o dünyayı değeriyle ölçebiliyor, düşman ordusundan değil, nefsin üzerine yürüyüp kuşatmaya çalışan dünyadan korkuyordu Müslümanlar için. “Gördüm ki dünya size doğru gelmekte. Niçin geliyor! Kuşatmak için sizi! Bana öyle geliyor ki, sizler de ipekten perde ve döşemeler, atlastan yastık ve şilteler edinecek ve yün yataklarda yatmaktan, diken üzerinde yatıyormuşçasına acı duyacaksınız.” diyor, “Gençlikleriyle övünen delikanlılar nerede? Medâin şehrini kurup etrafını surlarla çeviren krallar nerede? Nerede savaş meydanlarında zafer kazananlar? Zaman onları yok etti. Şimdi onlar, mezarlarının karanlığındadırlar. Acele etmelisin acele! Kurtulmaya bak, kurtulmaya!” diye haykırıyordu. Ve bu yüzden Hz. Ömer şu olayı anlatıyordu: “Medine’nin dış mahallelerinden birinde âma bir ihtiyar kadın vardı. Her gün ona uğrayıp yardım etmek isterdim. Fakat ne zaman gitsem, benden evvel birinin uğrayıp her işi yaptığını görürdüm. Merak ettim, her gün bu sevabı işleyen kimdir diye. Bir gün çok erkenden yanına uğradım ihtiyarın. Ne göreyim! Bu hayrı işleyen Ebu Bekir değil mi!”
 
Üst