Sünnet ve hadislerde Kur'an-ı kerim gibi korunmuş mudur?

Ehl-i Sünnet

Kıdemli Üye
Katılım
5 Şub 2011
Mesajlar
3,061
Tepkime puanı
139
Puanları
0
Soru: Sünnet ve hadislerde Kur'an-ı kerim gibi korunmuş mudur?

Cevap: Öncelikle Hadis ile Sünnet arasında fark bulunup bulunmadığı meselesini, İslamî ilimler açısından ele aldığımızda ortaya şöyle bir manzara çıkar: Kelam âlimleri bakımından Sünnet, "bid'at"in zıddıdır. Fıkıh âlimleri bakımından farz ve vacibin altında, müstehabın üstünde yer alan amelî bir kategoridir. Hadisçiler bakımından ise Hz. Peygamber (s.a.v)'den nakledilen kavil, fiil ve takririn müradifidir. Şu halde Hadisçiler'in yaklaşımı esas alındığında Sünnet ile Hadis arasında fark yoktur. Şüphesiz Sünnet'i bize nakleden en önemli vasıta hadis’tir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in bir "peygamber" olarak –hatta bir "beşer" olarak– yaptığı ve söylediği ne varsa bize kadar Hadis kanalıyla gelmiştir. Hadis'i görmezden gelerek Sünnet'e ulaşmak mümkün değildir (1).

Sünnet’i ve hadisleri Mü’minler’in hayatından çıkarmaya azimli çevrelerin, oluşturmayı hedefledikleri “boş alan”ı heva ve hevesleriyle doldurma arzusuyla kıvranırken dillerine doladıkları bir argüman var: “Allah Teala Kur’an’ı koruyacağını bildirmiştir (el-Hicr 15/9), ancak Sünnet ve hadisler için böyle bir garanti yoktur. Şu halde elimizde güvenilir din kaynağı olarak sadece Kur’an vardır” diyorlar.

Burada işaret edilen ilahi garanti, “Muhakkak ki Zikr’i biz indirdik; onun koruyucusu da biziz.” (el-Hicr 15/9) ayetinde ifadesini bulmaktadır. Ne var ki, bu ayete yakından bakıldığında durumun hiç te Modernistler’in ileriye sürmeye çalıştıkları gibi olmadığını görüyoruz (2).

Birincisi: Bilincimize bu virüsü musallat edenler, "uydurma hadis" diye bir vakıa bulunduğunu herkesin itiraf ettiğini, ancak "uydurma Kur‘an" diye bir şeyin hiçbir zaman söz konusu olmadığını, olamayacağını kabul etmemizi isterler.

Evet, Kur‘an‘ın ilahî garanti altında olduğunda şüphe yok. Ancak bu gerçek iki noktada manipüle ediliyor:

1. Kur‘an‘ın korunmuşluğu, "Kur‘an" adı altında birtakım metinlerin uydurulmadığı/uydurulmayacağı anlamına gelmez. Birkaç yıl önce "el-Furkânu‘l-Hakk" isimli uydurma bir kitabın ABD‘de peydahlanıp piyasaya sürüldüğü haberi hafızalarımızdaki tazeliğini henüz kaybetmiş değil. (Kur‘an surelerine nazire tarzında kaleme alınmış sureler ve pasajlar ihtiva eden bu müzevver kitap, bekleneni vermemiş olacak ki, gündemden çabuk düştü!)

Daha önemlisi var: Hindistan‘ın Bankipore şehrindeki Genel Şark Kütüphanesi‘nde bulunan nüsha, tam anlamıyla bir "uydurma Kur‘an"dır. Nüzul sırasına göre tertip edilmiş bulunan bu nüsha, sadece kimi ayetlerin içine serpiştirilmiş eklemelerle temayüz etmez; sonunda bulunan iki "sure" de onu farklı kılmaktadır. Bu "sure"lerden birisi, "Sûretu‘n-Nûreyn" adını taşımaktadır. Kırk bir cümleden müteşekkil olan bu "sure", Efendimiz (s.a.v) ve Hz. Ali (r.a)‘den bahsetmektedir. Diğeri ise Şii Hüseyin b. Muhammed Takî en-Nûrî et-Tabersî‘ye ait Faslu‘l-Hitâb fî İsbâti Tahrîfi Kitâbi Rabbi‘l-Erbâb‘da zikredilen Sûretu‘l-Velâye‘dir (3). (Bu "sure", Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî‘nin oğlu Şah Abdülazîz‘in kaleme aldığı Muhtasaru‘t-Tuhfeti‘l-İsnâaşeriyye isimli eserde de zikredilmiştir.)

Şu halde, nasıl ki "Kur‘an" adı altında uydurulmuş birtakım metinlerin mevcudiyeti Kur‘an‘ın korunmuşluğuna gölge düşüremezse, "hadis" adı altında uydurulmuş birtakım metinlerin bulunması da bütün olarak Hadis sahasını itham altına sokmaya yetmez!.

2. Kur‘an‘ın korunmuşluğu, ne dediği okuyana göre değişen 6 bin küsur cümlenin korunmuşluğu değildir. Yani "metnin/delilin korunması", "muradın/medlulün korunması" anlamına gelmemektedir. Bilakis Kur‘an‘ın korunmuşluğu, Kur‘an‘ın bizden ne istediği konusundaki netliğin de korunmuşluğu demektir. Yani Allah Teâlâ Kur‘an‘ı göndermekle iman, ahlak, tefekkür, tasavvur ve amel olarak nasıl bir çizgi izlememiz gerektiğini biz kullarına iletmiştir. Eğer Kur‘an‘daki 6 bin küsur cümle muradullahın tecellisi için bu noktalarda yeterli olsaydı, "Kur‘an‘ın beyanı" gibi hayatî bir rolün Sünnet‘e -yine bizzat Kur‘an tarafından- verilmesinin hiçbir anlamı olmazdı!

Kur‘an, Efendimiz (s.a.v)‘e iki görev yüklemiştir: Tebliğ ve Beyan. Ve bize de ihtar etmiştir ki, Kur‘an, Sünnet‘in beyanına/açıklamasına ihtiyaç gösteren ayetler ihtiva etmektedir.

Öyleyse şunu söylemek zorundayız: Eğer Allah Teâlâ’nın bizden ne istediğini Efendimiz (s.a.v)‘in beyanı olmadan anlayamıyorsak, Kur‘an‘ın sadece "tebliğ"inin değil, aynı zamanda "beyan"ının da korunmuş olması gerekir! Aksi halde Kur‘an‘ın sadece "tebliğ"inin korunmuş olmasının pratik hiçbir anlamı olmayacaktır (4).

İkinci olarak: mezkûr ayetteki “Zikir” kelimesinin, metluvv olsun, gayri metluvv olsun her türlü vahyi anlattığını söyleyen İbn Hazm gibi âlimlerin (5) bu görüşünü dikkate alalım ve bu kelime ile -sadece- Kur’an’ın kastedildiğini kabul ede*rek so*ralım:


  1. Bu ayetten yola çıkarak Kur’an dışında başka hiç*bir şe*yin ilahî koruma altında bulunmadığını söyle*mek doğru mudur? Eğer bu doğruysa şunu söylememiz mümkün hale gelecektir: Bugün Müslümanlar’ın kıldığı namazlar, Kur’an’ın emrettiği ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in mahiyetini Kur’an dışı vahiy kanalıyla öğrenerek kıldığı namazın aynısı olmayabilir. Aynı şeyi hacc, oruç, zekât vd. ibadetler için de söylemek pekâlâ mümkün olmalıdır.

O zaman Allah Teâlâ’nın Kur’an’da emrettiği bu iba*det*ler, murad-ı ilahî hilafına icra ediliyorsa Kur’an’ın bu konudaki ayetlerinin fiilen ilahî koruma kapsamının dışında kaldığını söylememizin engeli nedir?


  1. Yine bu ayette geçen “Zikir” kelimesinin -sadece- Kur’an’ı anlattı*ğını varsayarak söyleyelim: Kur’an, ayetlerin açıklama*sının Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından yerine getirileceğini bildirdiğine (el-Kamer 54/25, el-Hicr 15/6, en-Nahl 16/44) ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu açıklamaları da bize kadar hadisler kanalıyla geldiğine göre, eğer hadislere güvene*meyecek isek şu sorunun cevabını kim verebilir: Hz. Peygam*ber (s.a.v)’in, ilahi ga*ranti altındaki beyan fonksiyonu hakkında böyle bir şüphe mevcut iken Kur’an ayetlerinin sa*dece lafızla*rının koruma altında olmasının ne manası vardır? Onu bize en güvenilir şekilde beyan eden Sünnet şüphe al*tında bulu*nuyor*ken ve Kur’an’ı Sünnet mevkiinde beyan ede*cek ikinci bir kuv*vet de mevcut değilken, Kur’an ayetlerini di*leyenin dilediği gibi yorumlamasının önüne nasıl geçebiliriz? Böyle bir durum tahrif kapsamına girmez mi? (2).

Sünnet korunmamışsa Kur'an'ı açıklamak ve haram ve helal kılmak için gönderilen Peygamber (SAV) yalnızca sahabeye gönderilmiş demektir. Onlara yaptığı Kur'an açıklamaları ve helal haram kıldığı şeyler Allah koruması altında değilse sonrakileri bağlamaz. Bu sahabenin ayrı bir şeriatla, tabiunun ve sonrakilerin ayrı ayrı şeriatlarla mükellef olmaları manasına gelir. Malumunuzdur ki bu batıl görüşler yüzyıllar boyunca hiçbir şekilde gündeme bile gelmemiştir. Dinin bir kısmı sahabeden sonraki nesillere ulaşmamışsa din tahrif edilmiş demektir. Ki bu da küfürdür (6).


  1. Yine yukarıdaki ayette geçen “Zikir” kelimesinin -sadece- Kur’an’a münhasır olduğunu varsayarak soralım: Kur’an’ın ko*runması ne suretle olmuştur?

Bu soruya, “onu ezberleyerek kitlesel rivayet ha*linde ne*silden nesile aktaran hafızlar vasıtasıyla olmuş*tur” şeklinde cevap verilirse buna şöyle mukabele ederiz: Burada işin içine beşer unsurunun girmesi nasıl Kur’an’ın ilahî korunmuşluk niteliğine halel getirmiyor ve hatta bu korunmuşluğun yegâne vasıtası oluyorsa, aynı unsur hadisler konusunda niçin mutlak olarak “za*yıf nokta” olsun? (2).
Diğer taraftan, acaba Sahabe Kur’an ve Sünnet’i ezberleyip, ardından yazıya geçirip kendilerinden sonra gelenlere aktarmasa ve onları da aynı hassasiyeti gösterme konusunda eğitmeseydi Kur’an ve Sünnet bize kadar intikal eder miydi?

Bu soruya Kur’an’ın muhafazasının bizzat Yüce Allah tarafından garanti altına alındığı söylenerek (Hicr, 9) cevap verilebilir mi? Bu soruya “Hayır” diyoruz. Zira yukarıda da söylediğimiz gibi ilâhi takdir “sebepler” vasıtasıyla tecelli etmektedir. Şu halde doğrusu, Allah Tealâ’nın, Kur’an’ı Sahabe vasıtasıyla korumuş olduğunu söylemektir.

Aksi durumda ne olurdu? -…Tevrat ve İncil’in başına gelenler…- (7).

Modernistler tarafından Sahabe’nin Kur’an’ın naklinde üstlendiği kilit rol, “Kur’an’ın korunmuşluğu” ile perdelenmek istenirken Sünnet konusunda böyle bir ilahî vaat bulunmadığı gerekçesiyle Sünnet’in otoritesi zedelenmekte, böylece Sahabe’nin konumu da dolaylı biçimde örselenmiş olmaktadır! Oysa şu sorunun cevabı verilmeden bu konudaki tereddütlerin haklılığı hiçbir zaman ispatlanamayacaktır: Eğer Kur’an’ın korunmuşluğu Sahabe neslinin yeri doldurulamayacak gayret ve hassasiyeti üzerinden sağlanmış ise –ki öyledir– ve dahi Sahabe, Kur’an’ı, –muhal farz– korunacağını bildiren ayet olmasa da aynı hassasiyetle koruyacak idiyse –elhak bu da öyledir–, aynı gayret ve hassasiyetin Sünnet hakkında da cari olduğunu niçin söyleyemeyelim? (8).

Basit bir hadis usulü kitabını incelediğinizde bile, hadislerin korunması için ne kadar hassas davranıldığına şahit oluyorsunuz. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)’den alınan bu kutsal emanetler, öylesine hassas ve titizlikle kurulmuş sistem tarafından denetleniyor ki, değil uydurma hadis, zayıf olanlar bile tek tek belirlenebiliyor.

Hadislerin korunması ve muhafaza edilmesi yöntemleri şunlardır:

• Ezberleme
• Müzakere
• Pratik
• Yazı

1. Ezberleme: Öncelikli olarak Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)’in ashabı, mübarek ağızlarından sadır olan hadisleri hemen ezberliyorlardı. Çünkü efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) “Benim Sözümü işitip de ezberleyen ve onu işittiği gibi tam olarak başkalarına nakleden kimseye Allah canlılık versin” [9] diye buyurmuştu. Özellikle “Ashab-ı Suffe” olmak üzere Sahabeler, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)‘den gelen bu müjdeye nail olmak için, hadisleri ezberlemek için büyük bir çaba sarf ediyorlardı.

Bilindiği üzere, Araplar hafızalarının güçlü olması ile tanınırlar. Hatta bazıların hafızalarında yüzlerce beyitlik şiirleri ezbere bildikleri rivayet edilmektedir.

Ezberleme hadisesi, insan üzerinden geliştiği için, hadis ilmi altında, ravilerin incelendiği ve hayatlarının her alanının dikkatle takip edildiği, “Rical” ilmi ortaya çıkmıştır. Hadis ravilerinin, hafıza gücü, olaylara yaklaşımı, güvenirliliği, kimlerle muhatap olduğu ve birçok hususta hayatlarının didik didik incelendiği bu ilim, hatıra-gönüle bakılmadan işlevini görüyordu. Tarih içerisinde yazılan ve en fazla müracaat edilen İmam Buhari’nin et- Tarihul- Kebir’i (ravi sayısı 13781), İbn Ebi Hatim’in el- cerh ve’t- ta’dil’i (ravi sayısı 18050), Hafız İbn Hacer’in Tehzibu’t- Tehzib’i (ravi sayısı 12455) ve Lisanu’l- Mizan’ı (ravi sayısı 5991), Zehebi’nin Mizanu’l İ’tidal’i (ravi sayısı 11053) ve el-Muğni fi’d- duafa’ı (ravi sayısı 7854), İcli’nin es- Sikat’ı (ravi sayısı 2116) gibi rical kitaplarında ravilerin kısa hayat hikâyelerinin yanında hocaları, öğrencileri, hayatındaki önemli olayları onların güvenirliliği gibi konular işlenmektedir. Ki bu ilim dalında, ne kadar hassas olunduğunun bir örneği olarak ünlü rical âlimi Ali b. El- Medini’ye babası hakkında soru sorulmuş, cevaben babasının zayıf bir ravi olduğunu söylemiştir. Yine Kütüb-i sitte müelliflerinden, İmam Ebu Davud’un oğlu Abdullah hakkında soru sorulduğunda oğlunun “büyük bir yalancı “ olduğunu söylemekten çekinmemiştir.

2. Müzakere: Hadislerin muhafaza edilmesinin ikinci yolu, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizden duyulan hadislerin, Sahabeler tarafından birbirlerine nakledilmesi idi. Bu yol ile nakledilen hadis, bir kez daha başka sahabeler tarafından da teyit edilmiş oluyordu.

3. Pratik: Malum olduğu üzere, bir bilgiyi veya bir ilmi öğrenmenin ve bu bilgiyi pekiştirmenin en uygun yolu, o bilginin pratiğe dökülerek uygulanmasıdır. Sahabeler Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)‘den aldıkları hayat ölçülerini, hemen uygulamaya başlayarak korunmasını sağlıyorlardı.

4. Yazı: Kur’an’ı kerim vahyinin başlangıcında, Sahabeler, Kur’an üslubuna, tam olarak vakıf olamamışlardı. O günlerde, bazı sahabeler hem Kuran ayetlerini, hem de hadisleri birlikte yazıyorlardı. Bundan dolayı, Kur’an ayetlerinin ve hadislerinin birbirine karışması endişesi doğmuştu. Bu endişeden dolayı, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) “Benden (duyduklarınızı) yazmayın. Kim benden kuran dışında (duyduğu) bir şeyi yazmışsa, onu imha etsin. Benden (duyduklarınızı) başkalarına nakledin, bunda beis yok. Kim kasten bana yalan isnat ederse, cehennemdeki yerini hazırlansın.” [10] buyurarak yasaklamıştır.

Çünkü o dönemde, yazı malzemesi çok sınırlıydı ve elde bulunan sınırlı malzemelere Kur’an ayetleri yazılıyordu. Hadislerinde yazılması durumunda, bunların birbirinden ayrılmasında güçlük çekilecekti. Ancak bu durum, Sahabenin Kur’an üslubuna tam manası ile vakıf olmasından sonra, Rafi b. Hadic, Enes, Ebu Rafi, Abdullah b. Amr b. el As (r.anhum) gibi sahabilere, hadislerin yazılması serbest bırakılmıştır. Hatta bu sahabeler den, Abdullah b. Amr b.el As’ın hadisleri yazmasına engel olunmuş, durum Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) ‘e intikal edince “Muhammed’in canını elinde tutan (Allah)a yemin ederim ki, bu iki (dudağın) arasından haktan başka bir şey çıkmaz. O halde yaz” [11] buyurarak yazmasını emretmiştir.

Hülasa; Rasulullah (s.a.v.)'in sünnetinin (kaybolmaktan) korunmasının alâmetlerinden olan; zeki İslâm âlimlerinin, sünnetin toplanması, yazılması, rivâyetini düzenleyen, kabul edilib - edilmemesini belirleyen ve hadisleri nakleden râvilerin hallerini araştıran birtakım kâideler konulması gibi hususlarda göstermiş oldukları bıkmak - yorulmak bilmeyen azimli çaba ve gayretleridir. Dolayısıyla Allah Teâlâ, elçisi Muhammed (s.a.v.)'in sünnetini korumak için bu râvileri sünnetin emrine ve hizmetine vererek sünneti koruma görevini bizzat kendisi üstlenmiştir.

Hâfız İbn-i Receb (rahimehullah) bu konuda şöyle demiştir: "Allah Teâlâ sünneti korumak ve muhafaza etmek için sünnete giren yalan, vehim ve yanlışları ayırt eden topluluklar görevlendirmiş, bu topluluklar, son derece güzel bir şekilde sünneti kontrol altına almışlar ve onu mükemmel bir şekilde ezberlemişlerdir." (Tefsir İbn-i Receb el-Hanbelî; c: 1, sf: 605).

Özetle; Allah Teala Kur‘an‘ı ve sünneti/hadisleri gökten indirdiği melekler vasıtasıyla ya da bir başka şekilde korumuyor. Bu ümmetin hafızları ve hafgızası vasıtasıyla koruyor. Tıpkı Kur’an-ı Kerim’in korunmasında hayati rolü olan sahabe ve sonraki kuşak âlimler Rasulullah (s.a.v.)'in sünnetini de, İslâm ümmetinin sünnetten ihtiyaç duyduğu her şeyi naklederek, kalblerde ezberlemek ve satırlarda yazmak sûretiyle korumuşlardır (12). Allah hepsinden razı olsun.

Şüphesiz en doğruyu Allah (cc) bilir.


Ebu Taha bin Mahmud
05 Rebiülevvel 1438
(m. 05 Aralık 2016)


Kaynaklar:
1. Ebubekir Sifil, Hadis/Sünnet, Cevşen, Keşif. 6 Kasım 2016, Milli Gazete.
2. Ebubekir Sifil, Sünnet’in Korunmuşluğu. (http://sahniseman.org/sunnetin-korunmuslugu/ erişim tarihi: 05.12.2016).
3. Geniş bilgi için bkz. Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I, 406 vd.
4. Ebubekir Sifil, İstikamet Yazıları I, Korunmuşluk açısından sünnet. s. 54-6.
5. İbn-i Hazm, el-İhkam fi Usuli'l-Ahkâm, I, 121-2.
6. Önder Nar, Kurana Göre Sünnetin Korunmuşluğu ve Delilleri. Eski Eserler Dergisi 5. Sayı, Makale No: 2104; 1998.
7. Ebubekir Sifil, Sahabe Kuşağının Dindeki Yeri. Semerkand Dergisi, Haziran 2006.
8. Ebubekir Sifil, İslam ve Modern Çağ-3, s.245-6.
9. Tirmizi; ilm,7, Ebu Davud; ilm 10, İbn Mace; Mukaddime 18.
10. Müslim, Zühd,72.
11. İbn Sa’d, Tabakat, IV,262 – Ebu Davud, İlm,3.
12. Raif Koçak. Sünnet delil olur mu? Hadisler nasıl korunmuştur? (http://www.musellem.net/sunnet-delil-olur-mu-hadisler-nasil-korunmustur/ erişim tarihi: 07.11.2016).
 
Üst