Bu ayet, esirlerle ilgili hüküm hakkında gayet açıktır. Bu, şu birkaç yönden dolayı belirlenmiş hükümdür:
- Bu sarih/gayet açık nass Muhammed süresinde geçmektedir. Bu sûre ise savaş hakkında indirilen ilk süredir. Bu sürenin indirilmesi Rasulün Mekke’den Medine’ye varışından sonra olmuştur. “Kıtal süresi” olarak da isimlendirilmiştir. Bu süre Hadid süresinden sonra Bedir savaşından önce indirilmiştir. Dolayısıyla bu süre, herhangi bir çarpışma olmadan ve esirler olmadan önce esirlerin hükmünü açıklamıştır. Buna ilaveten denilebilir ki; bu ayet, esirlerin ne yapılacağı hususunda gayet açık bir şekilde açıklanan tek ayettir. Bu da onun, esirlerin hakkında bir nass olduğunu ve bu nassın bu hususta asıl olduğunu, esirler hakkındaki diğer bir nassın ona döndürüldüğünü açıklamaktadır.
- Bu hükmün esirler hakkında olduğunu belirleyen yönlerden birisi de şudur: Esirlerin hükmünün içinde geçtiği ayet, إما –“Ya” sigasıyla gelmiştir. Bu da üçüncüsü olmayan iki şey arasındaki seçeneğe delâlet eder. Zira diyor ki; الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاءً حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا “Bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin.”[SUP] (Muhammed 4)[/SUP] إما -edatı iki şey arasında geçtiğinde ikisinde seçeneğe hasredilir, ikisinden başkasının olması men edilir. Böylece iki şey arasındaki (إما) edatı ile seçeneğin sınırlandırılmasından, esirlerin hükmünde Kur’an’ın serbest bıraktığı husustan başkasının olmasının caiz olmadığı açığa çıkmıştır. Bunu Rasulullah [SUP]Sallallahu[/SUP][SUP] Aleyhi Vesellem[/SUP]’in Yemâme halkının lideri Sumâme b. Usâl’ı, Ebu İzzet Eşşâir, Ebu el-Âs b. Rebi’i karşılıksız serbest bırakması ve Bedir esirleri hakkındaki şu sözü teyit etmektedir: لَوْ كَانَ الْمُطْعِمُ بْنُ عَدِيٍّ حَيًّا ثُمَّ كَلَّمَنِي فِي هَؤُلاءِ النَّتْنَى لَتَرَكْتُهُمْ لَهُ “Mut’im b. Adiy sağ olup o pis kokulu kişiler hakkında benimle konuşsaydı, onları onun için serbest bırakırdım.” (Buhari, K. Fardu’l Hamse, 2906) Rasulullah [SUP]Sallallahu[/SUP][SUP] Aleyhi Vesellem[/SUP], yetmiş üç kişi olan Bedir esirlerini bir adama iki adam karşılığı serbest bıraktı.
- Aişe’den şöyle dediği rivayet edildi: “Mekke yöneticileri, esirlerinin fidye karşılığı bırakılması için haber gönderdiğinde, Zeyneb Ebu el-Âs’ın fidye karşılığı serbest bırakılması hakkında bir mal ile gönderildi. Bu hususta Zeyneb, Hatice’nin yanında olan kendisine ait bir kolye ile gönderildi. Ebu el-Âs’a karşılık o kolye de Zeyneb ile dahil edildi. Rasulullah [SUP]Sallallahu[/SUP][SUP] Aleyhi Vesellem[/SUP] Zeyneb’i gördüğünde ona çok nazik davrandı. Ve şöyle dedi: إِنْ رَأَيْتُمْ أَنْ تُطْلِقُوا لَهَا أَسِيرَهَا وَتَرُدُّوا عَلَيْهَا الَّذِي لَهَا فَقَالُوا نَعَمْ “Size ona ait olanı ona geri vererek onun için esirini kurtarmayı mı uygun gördünüz? Onlar; Evet, dediler.” (Ebu Davud, K. Cihâd, 2317)
- Umran b. Husayn’dan şöyle dediği rivayet edildi: “Nebi [SUP]Sallallahu[/SUP][SUP] Aleyhi Vesellem[/SUP], Benu Akil müşriklerinden bir adam karşılığı iki Müslüman’ı fidye karşılığı kurtardı.”
- İbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet edildi: “Bedir günü, fidyeleri olmayan bir takım esirler vardı. Rasulullah [SUP]Sallallahu[/SUP][SUP] Aleyhi Vesellem[/SUP]onları Ensar’ın çocuklarına yazmayı öğretmelerine karşılık serbest bıraktı.”
Ayet ile birlikte bu Hadisler, esirlerle ilgili hükmün ya karşılıksız serbest bırakmak ya da fidye karşılığı serbest bırakmak olduğuna açık bir şekilde delâlet etmektedirler.’ [SUP](Şahsiye c.2)[/SUP]
Bu meselede içtihad değil hangisinin daha uygun veya hangisinin daha evlâ olduğu konusu vardır. Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP], daha uygun olanı veya daha evlâ olanı seçebilir veya seçmeyebilir. Daha önce esirler konusunda şu ayet nazil olmuştu:
الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاءً حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا “Bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin.”[SUP] (Muhammed 4)[/SUP]
Rasulullah [SUP]Sallallahu[/SUP][SUP] Aleyhi Vesellem[/SUP] kafirlerden yetmiş kişi öldürülünce fazla katlin (öldürmenin) gerçekleştiğini gördü. Rasulullah[SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] bunu takdir etmişti. Zira çok öldürmekten maksat düşmanı korkutmaktı.
Böylece Müslümanlar için, bu şekilde hareket etmek Şer’î bir mesele olur. Ki o da, daha evlâ ve daha uygun olanı arayıp seçmektir.
Şu var ki, Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP], bundan sonra birçok savaşlarda çok öldürme işi yapmadan da esirler aldı. Allahû Teâlâ, Rasûlü'ne bunun daha evlâ olup olmadığına hakkında ayetler indirmedi. Dolayısıyla diğer savaşlarda esir alınmasında hükmen hiçbir engel yoktu ve evlâ olan da bu idi. Çünkü Bedir savaşı, kafirlerle yapılan ilk savaştı. Onları korkutmak gerekirdi.
-Ölen münafıklar üzerine cenaze namazı kılma meselesine gelince:
Rasûlullah[SUP] Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] onların üzerine cenaze namazı kılıyordu. Münafık Abdullah b. Ubey ölünce Ömer [SUP]Radıyallahu Anh[/SUP], ölen münafıklar üzerine Rasûl'ün namaz kılmasına itiraz etti.
İbn-i Ömer [SUP]Radiyallahu Anh[/SUP] anlatıyor: Abdullah İbn-i Ubey İbn-i Selul öldüğü zaman oğlu Rasulullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]'in huzur-i âlilerine çıkıp, mübarek gömleklerini babasına kefen olarak vermesini talep etti. Rasulullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] talebi kabul edip verdi. Bunun üzerine, babasının cenaze namazını kıldırıvermesini talep etti. Rasulullah [SUP]Aleyhissalatu Vesselam[/SUP] bu talebi de kabul etti ve namaz kıldırmak üzere kalktı. Ancak, Hz. Ömer [SUP]Radiyallahu Anh[/SUP], kalkarak Rasulullah [SUP]Aleyhissalatu vesselam[/SUP]'ın elbisesinden tuttu ve; "Ey Allah'ın Rasulü, Rabbin seni, ona namaz kılmaktan men etmişken, sen nasıl ona namaz kılarsın?" diye müdahale etti. Rasulullah[SUP]Aleyhissalatu Vesselam[/SUP]: "Allah beni muhayyer bırakmıştır. Zira; استغفر لهم أو لا تستغفر لهم إن تستغفر لهم سبعين مرة فلن يغفر الله لهم "Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme, birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır."[SUP](Tevbe, 80)[/SUP] buyurmaktadır. Ben yetmişten de fazla bağışlama talebinde bulunacağım" dedi. Hz. Ömer [SUP]Radiyallahu Anh[/SUP]: "Ama, o münafıktır!" dedi.
Rasulullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] buna rağmen onun ardından namaz kıldı. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk şu ayeti inzal buyurdu: ولا تصل على أحد منهم مات أبدا ولا تقم على قبره إنهم كفروا بالله ورسوله وماتوا وهم فاسقون “Onlardan (münafıklardan) ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma (cenazeye katılma)! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkar ettiler ve fâsık (dinden çıkmış) olarak öldüler.” [SUP](Tevbe 84)[/SUP] [SUP](Buhari, Cenaiz 85, Tefsir, Berae 12; Muslim, Fedailu's-Sahabe 25, (2400), Sifatu'l-Munafikin 3, (2744); Tirmizi, Tefsir 3096 H.; Nesai, Cenaiz 69, (4, 68).[/SUP]
Tirmizi'nin rivayetinde Şu ziyade var: "Resulullah [SUP]Aleyhissalatu Vesselam[/SUP] bu ayetten sonra münafıkların cenaze namazını kılmadı."
Burada iddia edildiği gibi, ‘Rasûlullah içtihad yapıp yanıldı ve Allah onu düzeltti’ konusu yoktur. Zaten böyle bir şeyin olması söz konusu değildir. Tevbe suresi 80. ayette geçen hükme göre önceleri onların cenaze namazlarını kılmaktaydı. Tevbe suresinde gelen 84. ayet nazil olduktan sonra bir daha kılmadı. Burada İçtihad değil bir ayetin nesh’i var.
-İçki meselesi de iddia etikleri gibi değildir.
Hz. Saad b. Vakkas ile Sahabe-i Kiram’dan bir zatın, sarhoşken kavga ettikleri, bunun üzerine Hz. Ömer[SUP] Radıyallauhu Anh[/SUP]’ın; içkinin haram kılınması için dua ettiği zikredilmektedir. Bu vakıadan sonra Ömer [SUP]Radıyallahu Anh[/SUP] Rasûl'e gelip içki konusunu şikayet etti, Allah'ın bunu haram kılmasını diledi.
Başka bir rivayette; Ömer[SUP] Radıyallauhu Anh[/SUP] dedi ki; "Allah’ım, içkiyle ilgili bize tam şifa verici bir hüküm belirt. Çünkü malı ve aklı götürür." Bunun üzerine "içki ve kumar hakkında sana sorarlar..." ayeti nazil oldu. Ömer[SUP] Radıyallauhu Anh[/SUP] çağrıldı ve bu ayet ona okundu. Ömer şöyle dedi: "Allah’ım içki hakkında tam şifa verici bir hüküm belirt." Bunun üzerine;
"Ey iman edenler! sarhoş iken namaza yaklaşmayın...." Ömer [SUP]Radıyallauhu Anh[/SUP] çağrılıp bu ayet ona okundu. Fakat şöyle dedi : "Allah’ım içki hakkında bize tam şifa verici bir hüküm belirt." Bunun üzerine;
"Şüphesiz ki içki, kumar, putlar ve fallar şeytanın amellerinden birer pis işlerdir. Onları terk edin...." Ömer (r.a) çağrıldı ve ona okundu. "...öyleyse bunlardan vazgeçmeyecek misiniz?" kısmına varınca Ömer [SUP]Radıyallauhu Anh[/SUP] şöyle dedi: "Evet, vazgeçtik, vazgeçtik." [SUP](ibni Hanbel, Tirmizi, Nisai ve Ebu Davud)[/SUP]
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
ياأيها الذين آمنوا إنما الخمر والميسر والأنصاب والأزلام رجس من عمل الشيطان فاجتنبوه لعلكم تفلحون[SUP](90)[/SUP]إنما يريد الشيطان أن يوقع بينكم العداوة والبغضاء في الخمر والميسر ويصدكم عن ذكر الله وعن الصلاة فهل أنتم منتهون “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi? [SUP](Maide 90-91)[/SUP] Bu ayetler indikten sonra içki haram kılındı.
Burada ne Resulullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem’[/SUP]in içtihad yaptığı sözkonusudur ne de tedricilik vardır. Çünkü içki haram kılındıktan sonra onu helala kılan hiç bir delil yoktur. Önce mübah olan hüküm daha sonraharam kılınmıştır. Ne Resulüllah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] döneminde, ne sahabelerin döneminde, ne de tabiin veya tabeittabiin dönemlerinde hiç bir zaman serbest bırakılmadı. Bu ümmetin müçtehitlerinin ve büyük alimlerinin fıkıh kitaplarında içkiyi haram kılmak için tedricilik bahsi bulunmaz.
-Tebük Vakıasında ise; bazı kişiler savaşa gitmemek için bahane göstererek Rasûlullah[SUP] Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]'den izin istemeye geldiler. [SUP]([/SUP][SUP]Buhârî, Megâzî 79; Müslim, Tevbe 53. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre ) [/SUP]Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] onlara izin verdi.
Bunun üzerine Allahû Teâlâ, şu ayeti indirdi:
عفا الله عنك لم أذنت لهم حتى يتبين لك الذين صدقوا وتعلم الكاذبين “Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?” [SUP](Tevbe 43)[/SUP]
Burada da içtihad yoktur. Sadece bir vakıa için daha evlâ olanı seçme konusu vardır. Çünkü, savaşa katılmamak için izin isteyene veriliyordu. Tebük Vakıası Rasûlullah[SUP] Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]'in hayatında son savaştı. Daha önce, izin verme/müsaade ilgili ayet nazil olmuştu.
Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
فإذا استأذنوك لبعض شأنهم فأذن لمن شئت منهم واستغفر لهم الله "Bazı işleri için senden izin istedikleri zaman onlardan dilediğine izin ver."[SUP](Nur 62)[/SUP]
Buna göre, Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] istediği zaman istediği kimseye izin veriyordu. Tebük Vakıasında Rasullulah [SUP]SallallahuAleyhi Vesellem[/SUP] bunu uyguladı. Fakat, Allahû Teâlâ ‘daha evlâ olanın’ onlara izin verilmemesi olduğunu Rasûl'ene bildirdi.
-Bir âmâ'ya (kör'e) yüzünü asma vakıasında da içtihad yoktur.
"Bir gün Allah Resulü [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] Kureyş'in servet ve makam sahibi bazı büyükleriyle (onları hidayet etme amacıyla) sohbet ederken, a'ma olan Abdullah İbn-i Ümm-ü Mektûm, meclise girmiş ve ısrarla Allah Resulü'nden, Allah'ın öğrettiği şeylerden kendisine öğretmesini istemiş; Resulullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] ise, Kureyş büyükleriyle olan sohbetini yarıda kesen Abdullah'ın bu tavrından rahatsız olarak, ona surat asmış ve sırtını ona dönerek Kureyşlilerle olan sohbetine devam etmişti." [SUP] (Tirmizî ve Ebû Ya'la'dan naklen, Ed-Dürr-ül Mensûr, C.6, S.314 )[/SUP]
Mâlik dedi ki: Hişam b. Urve, kendisine Urve´den rivayetle şöyle dediğini zikretti: "Yüzünü ekşitip, çevirdi" âyeti İbn Um Mektûm hakkında inmiş*tir. Peygamber [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]’e gelerek: Ey Muhammed beni yanına yaklaştır, deme*ye koyuldu. Peygamber[SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]’in yanında da müşriklerin büyüklerinden birisi bulunuyordu. Peygamber [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] yüzünü Abdullah´tan çevirip, öbürüne dön*meye koyuldu ve; "Ey filan! Sen benim bu söylediklerimde bir sakınca gö*rüyor musun?" diyordu. O da: Hayır, putlara andederim ki senin söyledikle*rinde bir sakınca görmüyorum diyordu. Bunun üzerine yüce Allah: "Yüzü*nü ekşitip, çevirdi.." buyruğunu indirdi. [SUP](Tirmizi, V, 432; Muvatta, I, 203.)[/SUP]
Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] herkese tebliğ etmekle emrolundu. Bununla ilgili birçok ayet vardır. Fakat, Rasûlullah [SUP]SallallahuAleyhi Vesellem[/SUP] Kureyş'in liderlerine tebliğ ederken âmâ olan Abdullah İbn-i Ümm-ü Mektûm geldi, Rasûlullah'tan İslâm'ı öğrenmek istedi. Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] o anda başkalarıyla konuşuyordu ve bunların Müslüman olmalarını diliyordu. O anda âmâ’nın gelmesi Rasûlullah'ı rahatsız etti. Onun için Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP], yüzünü (suratını) astı.
Bunun üzerine Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
عبس وتولى[SUP](1)[/SUP]أن جاءه الأعمى[SUP](2)[/SUP]وما يدريك لعله يزكى[SUP](3)[/SUP]أو يذكر فتنفعه الذكرى[SUP](4)[/SUP]أما من استغنى[SUP](5)[/SUP]فأنت له تصدى[SUP](6)[/SUP]وما عليك ألا يزكى[SUP](7)[/SUP]وأما من جاءك يسعى[SUP](8)[/SUP]وهو يخشى[SUP](9)[/SUP]فأنت عنه تلهى[SUP](10)[/SUP]كلا إنها تذكرة[SUP](11)[/SUP]فمن شاء ذكره “(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü. (Resûlüm! onun halini) sana kim bildirdi! Belki o temizlenecek, yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek. Kendini (sana) muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin. Fakat koşarak ve (Allah'tan) korkarak sana gelenle de ilgilenmiyorsun. Hayır bu, (Kur'an) bir hatırlatmadır, dileyen onu düşünüp öğüt alır." [SUP](Abese:1-12)[/SUP]
Burada da içtihad konusu yoktur. Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] o anda Kureyş'in bazı ileri gelen kişileriyle meşguldü. Onları hidayete davet ediyordu. Allahû Teâlâ, Rasûlü'ne; “Hayır! Şüphesiz bunlar (âyetler), değerli ve güvenilir kâtiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde (yazılı) bir öğüttür; dileyen ondan (Kur'an'dan) öğüt alır.” [SUP](Abese 11-16)[/SUP] diye bildirdi.
Burada, Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] hakkında; ‘bir hata yaptı da sonra Allahû Teâlâ onu veya onun içtihadını düzeltti’ diye bir konu yoktur. Evla olanı tercih etme konusu mevcuttur.
İşte, bu vakıalarda, Rasûlullah[SUP] Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]'in içtihad yaptığına dair herhangi bir işaret yoktur. Dolayısıyla Rasulullah[SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]’in Şeriatça ve aklen içtihad yapması doğru değildir. Böyle bir isnatta bulmakta büyük hatadır. Çünkü, Rasulullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]’in getirdikleri vahydir, kendisine vahy edilendir. Rasulullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem’[/SUP]e vahy; ya Allah'tan lafız ve mana olarak gelir ki; bu Kur'an’dır. Ya da; mana Allah'tan, lafız, amel ve susma Rasûlullah'tan olur ki; bu Sünnet’tir. Bunun dışında hükmü bilinmeyen, yeni husus hakkında Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] vahy gelene kadar hiç bir şey söylemiyordu. Herhangi bir hususta veya yeni konularda ya ayet gelirdi, ya da rüya görür yahut da ilham edilirdi.
Eğer müçtehid olsaydı, hükmü bilinmeyen husus için içtihad yapmakta hiç tereddüt etmezdi. Bilinmeyen bir mesele hakkında kendisine vahy gelene kadar bekliyordu. Mesela şu konuda olduğu gibi:
İbn-i Abbas [SUP]Radiyallahu anh[/SUP] anlatıyor: "Hilal Ibn-i Umeyye [SUP]Radiyallahu Anh Rasulullah Aleyhissalatu Vesselam'in[/SUP] yanında, hanımının Serik İbn-i Sahma ile zina yaptığını söyledi. Rasulullah [SUP]Aleyhissalatu Vesselam[/SUP]: "Ya delil getirirsin ya da sırtına hadd tatbik edilir." dedi.
Hilal: "Ey Allah’ın Rasulü! Birimiz, hanımı üzerinde bir adam görse, koşup delil mi arayacak?" dedi. Rasulullah [SUP]Aleyhissalatu Vesselam[/SUP]önceki sözünü tekrar ediyordu: "Ya delil getirirsin ya da sırtına had uygulanır."
Bunun üzerine Hilal: "Seni hak üzerine gönderen Zat'a kasem olsun doğru söylüyorum. Mutlaka Allah sırtımı hadden kurtaracak bir vahiy gönderecektir." dedi. Cibril [SUP]Aleyhisselam[/SUP] indi ve şu vahyi indirdi: والذين يرمون أزواجهم ولم يكن لهم شهداء إلا أنفسهم فشهادة أحدهم أربع شهادات بالله إنه لمن الصادقين[SUP](6)[/SUP]والخامسة أن لعنة الله عليه إن كان من الكاذبين “Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lânetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir. [SUP](Nur 6-7).[/SUP]
Rasulullah [SUP]Aleyhissalatu Vesselam[/SUP] oradan ayrıldı. Onlara adam gönderdi. Hilal geldi (lanet okuyarak) şehadette bulundu. Rasulullah[SUP]Aleyhissalatu Vesselam[/SUP]: "Allah biliyor ki, ikinizden biriniz yalancısınız, tevbekar olanınız var mı?" dedi.
Sonra kadın kalktı, o da şehadette bulundu. Kadın beşinci şehadette iken kadını durdurdular ve: "Beşinci şehadet, (yalancı olduğun takdirde) şiddetli azab gerektirir." dediler.
İbn-i Abbas der ki: Bunun üzerine kadın durakladı ve sükut etti. Öyle ki, yeminden rücu edeceğini sandık.
Sonra: "Hayır, vallahi kavmimi bundan böyle mahcup hale düşürmeyeceğim" dedi ve yeminini tamamladı.
Rasulullah [SUP]Aleyhissalatu Vesselam[/SUP]: "İyi bakın, eğer bu kadın gözleri sürmeli, kabaları iri, bacakları kalın bir çocuk doğurursa bilin ki bu çocuk Serik İbn-i Sahma'dandır" buyurdu. Gerçekten de bu evsafta bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Rasulullah [SUP]Aleyhissalatu Vesselam[/SUP]şöyle söylediler:
"Eğer, Allah'ın Kitabı'nda kadının yemini ile haddini düşeceği hususunda hüküm gelmemiş olsaydı, (çocuktaki bu benzerlikten hareketle kadının zaniliğine hükmederdim ve) onun benden göreceği vardı."
[SUP](Buhari, Tefsir, Nur 3, Sehadet 21, Talak 28; Ebu Davud, Talak 27, (2254); Tirmizi, Tefsir, Nur, 3178)[/SUP]
Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] vahyden haber gelene kadar beklemiştir.
-Yine bir kadın (Havle binti Sa’lebe [SUP]Radıyallahu Anhâ[/SUP]) Rasûlullah'a gelip bir meselenin hükmünü tartıştı. Bu mesele; kocası kendisine "Sen benim anam gibisin." demişti.
İslâm’da ilk Zıhar’ı yapan Ubâde bin Sâmit [SUP]Radiyallahu Anh[/SUP]’ın kardeşi Evs bin Sâmit [SUP]Radiyallahu anh[/SUP]’dır. Kendisi ihtiyarlamış ve hırçın bir yapıya sahip olmuştu. Kızdığı zaman aklı gider gelirdi. Amcasının kızı Havle bint-i Sa’lebe [SUP]Radiyallahu Anhâ[/SUP] ile evli bulunuyordu.
Bir gün hanımından bir istekte bulundu, isteği yerine getirilmeyince de öfkelendi ve: “Sen bana anamın sırtı gibisin!” deyiverdi.[SUP](Ebu Dâvud)[/SUP]
Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] şikayet konusu olan zihar hakkında Allahu Teala’dan vahy gelene kadar bekledi ve öyle cevap verdi.
Allahu Teala şöyle vahyetti:
الذين يظاهرون منكم من نسائهم ما هن أمهاتهم إن أمهاتهم إلا اللائي ولدنهم وإنهم ليقولون منكرا من القول وزورا وإن الله لعفو غفور “İçinizden zıhâr yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin bir laf ve yalan söylüyorlar. Kuşkusuz Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır.” [SUP](Mücadele 2)[/SUP]
Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] müçtehid olsaydı bu meseleleri düşünüp rahatlıkla bunlar hakkında bir hüküm verilebilirdi. Buradan da anlaşılıyor ki Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] müçtehid değildir. O ya vahyden haber bekler, ya ayet nazil olur, ya rüya görür ya da kendisine ilham edilirdi.
-Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]; "Bir kadınla evlenmeyle emr edildiğim zaman onu Cebrail bana rüyamda gösterir." derdi. Bunun için Hz. Muhammed [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] İslâm'dan önce evlâtlık edindiği Zeyd'in karısı olan Zeyneb'le kocası boşadıktan sonra evleneceğine dair rüya gördü. Rasûlullah bu rüyayı kimseye anlatamadı, çok çekindi. Çünkü, Zeyd onun evlâtlığı idi, kimse evlâtlığının -yani oğlunun- boşanmış karısıyla evlenemezdi. Büyük o günkü örfe göre büyük ayıptı. Fakat Allahû Teâlâ, evlâtlık edinmeyi haram kılmak ve artık evlâtlık edilenlerin gerçek evlâtlar olmadığını da göstermek istedi. Allahu Teala bu işi Rasûl'ü üzerinde uygulamak istiyordu. Rasulullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem’e [/SUP]bu daha önce rüya yolu ile bildirilmişti. Allah’ın Rasulunün kendisine vahyedileni uygulamaktan başka hiç bir seçeneği yoktur. Gizlemeside mümkün değildir. Uygulamada vahyin dışında ona seçenek hakkı tanınmamıştır.
Bu hususta Hz. Aişe [SUP]Radıyallahu Anhâ[/SUP] demiştir ki: "Eğer Hz. Peygamber [SUP]Aleyhissalâtu Vesselâm[/SUP] kendisine inen vahiyden bir şey gizleseydi şu âyeti gizlerdi: "(Habibim) hatırla o zamanı ki; Allah'ın kendisine -İslâm'la- nimet verdiği ve senin de yine kendisine lütufta bulunduğun zâta sen: وإذ تقول للذي أنعم الله عليه وأنعمت عليه أمسك عليك زوجك واتق الله وتخفي في نفسك ما الله مبديه وتخشى الناس والله أحق أن تخشاه فلما قضى زيد منها وطرا زوجناكها لكي لا يكون على المؤمنين حرج في أزواج أدعيائهم إذا قضوا منهن وطرا وكان أمر الله مفعولا "Zevceni uhdende tut. Allah'tan kork" diyordun da Allah'ın açığa çıkarıcısı olduğu şeyi içinde gizliyor, insanların (dedikodusundan) korkuyordun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha lâyıktı. Şimdi madem ki Zeyd o kadından ilişiğini kesti, biz onu sana zevce yaptık. Tâ ki oğullukların, kendilerinden ilişkilerini kestikleri zevceler(ini almakta) mü'minler üzerine günah olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir." [SUP](Ahzâb, 37)[/SUP] Nitekim Hz. Peygamber [SUP]Aleyhissalâtu Vesselâm[/SUP], Zeyneb'le evlenince: "Oğlunun helâllığıyla evlendi" dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk şu meâldeki âyeti indirdi: ما كان محمد أبا أحد من رجالكم ولكن رسول الله وخاتم النبيين وكان الله بكل شيء عليما"Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkiyle bilendir.'' [SUP](Ahzâb, 40)[/SUP] Rasûlullah [SUP]Aleyhissalâtu Vesselâm[/SUP] Zeyd'i küçükken evlât edinmişti. Büyüyüp delikanlı oluncaya kadar yanında kaldı. Herkes onu Zeyd İbn-i Muhammed diye çağırıyordu. Bu sebeple Cenab-ı Hakk şu meâldeki âyeti inzal buyurdu:ادعوهم لآبائهم هو أقسط عند الله فإن لم تعلموا آباءهم فإخوانكم في الدين ومواليكم "Onları babalarına nisbet ederek çağırın. Bu, Allah indinde daha doğrudur. Eğer babalarının (kim olduğunu) bilmiyorsanız o halde (esâsen) dinde kardeşleriniz (olmakla beraber) dostlarınızdır da." [SUP](Ahzab, 5) Tirmizî, Tefsir, Ahzâb (3206); Müslim, İman 287, (177);Buhârî, Tevhid 22.[/SUP]
Eğer Rasulullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] müçtehid olsaydı bu zor durumdan çıkmak için içtihada başvururdu. Görüyoruz ki o ancak vahye tabi oluyor.
Rasûlullah'ın şahsi adetlerine gelince:
Müslümanlar Rasulullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem’[/SUP]in şahsi adetlerine/sadece Rasule has olanlara uymak zorunda değildirler. Yürüyüş, oturuş, kalkış şekilleri ve buna benzer hususlar, Rasûlullah[SUP] Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]'in şahsi adetlerindendir. Bunları uygulamak için hiçbir kimseye emir vermedi ve kimseyi de uygulamaları için teşvik etmedi. Müslümanlar bunlarla mükellef değiliz.
Böylece, Rasûlullah[SUP] Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]'in sözü, ameli ve bir şeye karşı susması olan Sünnet'in, Allah'tan vahy olduğu kesinleşir. Bunda herhangi bir şüphe yoktur. Ayetler bunu kesin şekilde göstermektedir. Bu ayetleri başka şekilde te'vile kalkışmak büyük günahtır. Ayetler aynen olduğu gibi anlaşılmalıdır.
Bazı kişiler; "Sünnet Rasûl'ün bir içtihadı olup Rasûl yanılınca Allah onu düzeltiyordu. Ona rağmen biz Rasûl'e uyarız. Çünkü Allah bizden ona uymamızı istedi." derler.
Öyleyse ise neden Allah, Rasûl'e uymayı zorunlu kıldı?! Demek ki Rasûl'ün Sünneti'nin bir özelliği vardır. Bu özellik ise Sünnet'in vahy olmasıdır. İçtihad olsaydı, Sünnet'e uymak zorunlu kılınmazdı. Böylece Rasûl ile diğer müçtehidler arasında fark da olmayacaktı. Nitekim, içtihad yeni şeylerde -yani hükmü bilinmeyen şeylerde- olur. Rasûlullah'ın yeni şeylerin hükmünü vahyden beklediğini yukarıda açıklanan izahlarda gördük. İçtihadla karıştırılan husus hükmü bilinen hususlarda ‘daha evlâ’ veya ‘daha uygun’ olanı seçme meselesidir.
Bazıları; "Öyleyse neden Buhari, Müslim bazı hadisleri almadı? Müçtehidlerden bir kısmı bazı hadisleri alırken, aynı hadisleri başka müçtehidler neden almadı?" diye sorarak bu sorulara yine kafalarına göre hemen cevap vermeye kalkıştılar: "Demek ki Sünnet vahy değildir." dediler.
Buna cevap olarak deriz ki; her imam ve müçtehidin hadisleri kabul etme hususunda bir yolu/usulü vardır. Bu yolla hadisi kabul ediyorlar ve bunu yaparlarken zann-i galiple hadise yaklaşıyorlar. Diyorlar ki; ‘bu hadisin sahih olduğu zannıma galiptir.’ Yani; ‘bu zannı galibime göre vahydir’ diyorlar. Onun için bu hadislere zan-i delil denildi. Eğer mütevatir derecesine ulaşırsa o hadis kati/kesin delil olur.
Böylece, Buhari bir hadisin sahih olduğu veya vahy olduğu zannına galip gelince kabul ediyordu. Diğer imam ve müçtehidler de öyle hareket ettiler.
Rasûlullah [SUP]Sallallahu Aleyhi Vesellem’[/SUP]den tek kişinin rivayeti haber-i ahad veya zanni delil kabul edildi. Sahabeler onunla amel ettiler. Burada aranılan şart; rivayet edenlerin güvenilir (fasık olmayan) kişilerden olmasıdır. Fasık olanın rivayeti asla kabul edilmez.
Kur'an'da buna şöyle işaret edildi:
ياأيها الذين آمنوا إن جاءكم فاسق بنبإ فتبينوا "Ey iman edenler! Bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın." [SUP](Hucurat 6)[/SUP]
Dolayısıyla fasık olmayan bir kişiden gelen haber kabul edilir demektir. Allahû Teâlâ bu ayette, fasık olmayan tek kişiden gelen rivayetin kabul edileceğini gösteriyor. Bundan dolayı imamlar ve müçtehidler, hadisleri rivayet eden kişilerin hallerini inceliyorlardı. Yalan söyleyen, töhmetli/suçlu, bid'at sahibi, günah işleyen/fasık veya cahil olan kişinin rivayeti kabul edilmez. Çünkü, bu vasıfları taşıyan kişilerde güvenilirlik kalkmıştır.
Bunların dışında başka hususlarda vardır. Bu; kişinin hafızasıyla/zabt etmekle ilgilidir. Bunlar beş kısımdır:
1-Büyük hata işlemek,
2-Büyük gaflete düşmek,
3-Evhamlı olmak,
4-Ezberliliğin çok kötü olması,
5- Güvenilir kişilerin rivayetlerine muhalefet etmesidir.
Bir kişi bu vasıflardan birine sahipse onun rivayeti kabul edilmez. Çünkü, güvenilir ve iyi zabd eden kişi olması gerekir. Bunun yanında gizli ve aşikâr hali bilinmeyen kişinin rivayeti de kabul edilmez.
Buna göre, hadis kabul veya reddedilirken onun vahy olup olmadığına zann-ı galibin gerçekleşmesi gerekir.
Özetle;
Sünnet Kur'an gibi şeriatın bir kaynağıdır. Bir şey hakkında Şer’î hüküm göstermek istendiğinde bunlara dönülür.
İslâm Hilâfet Devleti'nin anayasası ve kanunları, iç ve dış siyaseti bu iki kaynaktan çıkartılan hükümlere göre olur.
İcmaı sahabe ise, Sünnet'e dayanır. Sahabelerin İcmaı, Rasûlullah[SUP] Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP]'in bir sözünü, fiilini veya susmasını ortaya çıkartır. Yani delili keşiftir.
Şer’î kıyas da, Kur'an ve Sünnet'e dayanır. Kur'an'da ve Sünnet'teki illetler (teşri etmenin sebebi) olunca kıyas yapılır.
Bir devlet, eğer İslâm Devleti olduğunu iddia ediyorsa; anayasası, kanunları ve siyasetinin Kur'an, Sünnet, sahabelerin icmaı ve Şer’î kıyasa dayalı olduğunu ispatlaması gerekir.
Yine bir hizb, cemaat veya parti İslâmi olduğunu iddia ediyorsa; onun bütün fikirlerinin bu kaynaklardan aldığını ispatlaması gerekir.
Şeriatı Rasûlullah[SUP] Sallallahu Aleyhi Vesellem[/SUP] 'in şu sözünde geçtiği gibi kabul etmeliyiz; “Bana Kur’an’la birlikte onun bir benzeri verildi.” [SUP]Ebû Dâvûd, sünne 5; İbn Hibbân, Sahîh, I, 173.[/SUP]
Onun için, şeriat hususunda Kur'an ile Sünnet arasında ayrım yapılmaz. Yukarıda izah ettiğimiz gibi hareket edilmelidir.
Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
إن الذين يكفرون بالله ورسله ويريدون أن يفرقوا بين الله ورسله ويقولون نؤمن ببعض ونكفر ببعض ويريدون أن يتخذوا بين ذلك سبيلا “Allah'ı ve peygamberlerini inkar edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız" diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; İşte gerçekten kafirler bunlardır. Ve biz kafirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır." [SUP](Nisa:150-151)[/SUP]
İşte; Kur'an ve Sünnet, Müslümanlar için düşünce ve siyaset kaynağı olup bunların açısından düşünür ve hareket eder ve etmesi de gerekir. İslâmi fikirleri buradan alıp hayat sahasına indirmek inananların üzerine fardır. Bunları pratik hayatta uygulamakla Müslümanlarda belli bir tefekkür metodu doğar. Ümmette bu metod yerleştikten, hayatına ve davranışına hakim olduktan sonra kalkınma/fikri yükselme pratik şekilde gerçekleşir. Bu kalkınmanın semeresi ilerlemedir. Bu ilerleme, hayatın bütün meydanlarında görülür; ilmi, teknoloji ve sanayi devrimleri gerçekleşir.
Kafirler, Kur'an'la ve Sünnet'le savaşmakla İslâm ümmetini fikirsiz bir ümmet haline getirmek istiyorlar. Ki böylece, ümmet üzerinde Kıyamet Günü'ne kadar hakim olsunlar. Onlar İslâm ümmeti ve Devleti'ni böyle hezimete uğrattılar ve ona galip geldiler. Onu fikirsiz hale getirip kendi fikirlerini karma karışık şekilde vererek kendi açılarından zaferi gerçekleştirdiler. Günümüzde de bu konumlarını ebedileştirmek istiyorlar. Bundan dolayı da Kur’an’ı ve Sünnet'i ortadan kaldırmak istiyorlar.
Kur'an'la yıllarca uğraşmalarına rağmen Müslümanların Kur'an'a güvenlerini sarsamadılar. Bu nedenle Sünnette yöneldiler. Sünnetle uğraşıyorlar, Müslümanların Sünnete olan güvenini sarsmak istiyorlar. Şunu biliyorlar ki; Sünneti hayattan uzaklaştırırlarsa İslam dini pratik hayattan uzaklaştırılacak, Kur’an istedikleri gibi tevil edilecek ve İslam bir felsefe olmaktan ileri gidemeyecektir. Günümüzde bütün çabalarını bu noktaya odakladılar.
Günümüzde kafirlerin ve onların yerli sözcülerinin bu oyunlarına çok dikkat edilmelidir.
Sünnet konusu iyi bir şekilde Müslümanlara izah edilmeli ki onların zihinlerinde Sünnet berrak bir şekilde yer alsın, karışıklığa uğramasın.
Aynı anda kafirlerin hakimiyetini yıkarak Kur'an ve Sünnet'in hakimiyetini kurmak için her Müslüman’ın çalışması farzdır.
Böylece, İslâmi Hilâfet Devleti kurulsun. İslâmi hayat yeniden başlasın...