Şuayip Pişkin / Ateş Soylu Kelimeler

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
KitapYeni_KB31638916660.JPG


Azad kabul etmezim

Say ki ben,
susuz,
kıraç topraklarda,
bir çekirdeğim.
Ve sen...
Bana yol bulan,
beni yeşerten,
rahmetim.
Aşkındır,
hayat iksirim.
Hasretindir,
nefes nefes,
ciğerlerime çektiğim.
Damarlarımda dolşaşan sıcaklık,
hayat kaynağım kan değil,
sensin.


Gözlerin,
bir çift kelepçe;
tutukludur yüreğim.
Azad kabul etmezim,
en mesud köle benim
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ŞUAYİP PİŞKİN’E MEKTUP
26480.jpg

Bir şair ölmüş diyeler
Senin için "Okul müdürü domuz gribinden öldü" diye yazdı gazeteler.


Say ki ben,
Susuz,
Kıraç topraklarda,
Bir çekirdeğim.
Ve sen…
Bana yol bulan,
Beni yeşerten,
Rahmetim.
Aşkındır,
hayat iksirim.
Hasretindir,
Nefes nefes,
Ciğerlerime çektiğim.
Damarlarımda dolaşan sıcaklık,
Hayat kaynağım,
Kan değil,
Sensin.
‘Azâd Kabul Etmezim’ şiirinde böyle demişti şair.

Ne kadar uzağız dostlar; haberlerini haberlerden alıyoruz!
“Okul Müdürü Domuz Gribinden Öldü!” haber bültenlerinde böyle duyuruldu ölümün.
Senin bir şair olduğun, bir baba olduğun, bozkırın yüreği denli sıcak bir insan olduğun, yoğun bakıma alındığın gün nasıl da güldüğün, genç olduğun, üç ay sonra doğacak oğlunu göremediğin, iki kızının mürüvetini göremeyeceğin… söylenmedi. Çünkü bunları söyleyecek olanlar çok meşguldüler ve senin şiir kitabını bir kenara bırakmış, gülen yüzünü unutmuş, dünyada tartışacak, kavga edecek, peşinde koşacak belki de fındık kabuğunu doldurmayacak işler peşinde koşuyorlardı. Senden asıl bahsetmesi gerekenler dünyanın çarkları arasında çoktan ezilmişlerdi!
Sen öldüğün gün Franz Fanon üzerine çalışıyordum. Ardından da Kırşehir’in delilerini anlatacaktım bir yerlerde. “Franz Fanon otuz altı yaşında, Şuayip Pişkin otuz sekiz yaşında öldü. Ben kaç yaşında öleceğim?” diye çok sordum kendi kendime. Bu sorunun cevabını bizler bilmeyiz, biliyorsun Şuayip.
Damarlarında dolaşan sıcaklık olmasaydı, katlanmazdın bu dünyaya biliyorum. Rahmet, seni zahmetli yollara koşturmuştu. Bu yüzden soğuk memleketlerde üşümedin.
Çiçekdağı’ndan ötesi soğuk Şuayip. Yıldızeli kadar soğuk.

Bozkırdan dünyaya kalkan trene ne garip çocuklar bindi; cesaretle.

Biliyor musun, bozkırdan yorganını sırtına alıp da yola çıkan çocuklar nedense hep gurbette ölüyorlar. Yanlarında kardeşleri, akrabaları değil de gurbeti yurt bellemiş diğer gurbetlikler oluyor. Senin de yanında gurbetlikler var mıydı? Ellerin üşüdü mü? Hani, gurbet soğukları insanın içine işler ya; senin de yüreğin buz kesti mi Sivas’ta, o hastane odasında yatarken?
Hatırlıyorum, ninem dualar ederdi şehre okumaya gittiğim yıllarda. Minibüsün kapısını tutar, başıma bir tuz çevirir, benim elim değil Meryem anamızın eli bu, der tuzlu parmaklarını sırtımda, başımda dolaştırırdı. Ağlayasım gelir, yüreğim kabarır ama ağlamaz, Ninem bana dokundukça, dokunduğu yerlerde bir ferahlık, su değmesi gibi bir serinlik olurdu. Sahi, senin ninen de sana hiç tuz çevirdi mi? ‘Benim elim değil, Meryem Anamızın, Hatice Anamızın, Asiye Anamızın elidir bu el,’ diye dua etti mi? Ya hiç, “Muhammet Mustafam olsun yoldaş, Ali efendimiz olsun yoldaşın,” diye kulağına fısıldadı mı hiç? Biliyorsun bozkırdan şehirlere okumaya ya da çalışmaya giden çocukların yanında görünmez bir ordu, heybelerinde ağır yükler olurdu. On bir yaşında, daha bıyıkları terlememiş çocuklar, koca adamlar gibi düşerlerdi yola… Ama bir de dönüp dönüp harman yerine, yeni sürülmüş tarlalara, köyün içinden gökyüzüne sızan, bacalardan ipil ipil ince iplikler gibi gökyüzüne ağan dumanlara bakıp için için ağlarlardı ya, hatırlıyorsun değil mi o günleri? Anamızdan ikinci defa göbek bağımızın koparıldığı o günü. Hani, anamızın elini uluorta yerde öpemediğimiz o günleri. Kadıncağız evin bir köşesinde bekler, kayınbabası, kaynanası, kaynı görmeden gurbete yolladığı bir “gımık” oğlunu doyasıya öpmek için beklerdi ya...

Bazı çocuklar öldüklerinde dönerler evlerine

Analarımızın kokusu ne kadar da benziyor birbirine: Sıla kokusu. Sıla demek ana demek, ana demek doyasıya sarılamamak demekti o yıllarda. Sonralarını acısını çıkarabildin mi? Hani analarımız yaşlanmaya, kaynana olmaya başlamışlardı ya… O yıllarda olsun sarılabildin mi anacığına? Sanmıyorum. Çünkü gurbet kanımıza girmişti. Bozkırın çocukları doğdukları topraklara ancak öldüklerinde dönerlermiş! Tıpkı senin gibi. Gurbeti mesken tuttun. Dünya ile savaştın. Şiirini yazdın firakın. Müslüman’ın imanına küfredenlerin revaçta olduğu zamanlarda varıp imanına sarıldın. Bir de serde Anadolu delikanlısı olmak vardı. Yani bizler gasp edilmiş bir hakkımız için değil daha fazlası için, daha fazla cephede olmak zorundaydık. Müslüman’dın, gurbetliktin, bozkırlıydın, varıp şehre, yönetmeliklerin ve paranın ve iktidarın ve dünyaya tamahın kalbine ayaklarını bastın. Hem de o gülümseyen yüzünle. Şehre, okumak için gönderilen binlerce çocuk gibi cesur, muzip, garip ama gülümseyen yüzünle baktın dünyaya.

Ağır hikayeler dinleyen çocuklar ağır yük taşırlar

Sen de Hoca Ahmed Yesevi’nin torunlarının hangi yollardan gideceğini belleyerek büyüdün. Senin köyünde de bir Hamzaname, Hz Ali Cenkleri, Ahmed Horasani anlatıcısı vardı. Üzerine bir de Arap Mustafa- Zahide hikayesini nakşeden dertli kadınlar vardı. Kulağına ve kalbine tüm o can alıcı hikayeler gelip boyun kırıp girdiler. Sen iflah olmayacaktın! Biz iflah olmayacaktık! Yesevi, Hz Ali cenkleri, Zahide türküsü birleştiğinde sıkıysa dur durduğun yerde! Vardın reddedilen, dışlanan, hakir görülen, siz ne anlarsınız deyip meclisten tard edilen insanların yozlaşan rejimin içinde en sıkı insanlar olduğunu gösterdin, tüm göstermelik adamlara. Bu yüzden yazdın, bu sebepten varıp sendika temsilcisi oldun, bu yüzden birçok jakobenin beceremediği yöneticiliği üzerine aldın. Bu yüzden diyorum, belki de hata ediyorum. Çünkü biliyorum ki bir Müslüman’ın “kendini” insanlara ispat gibi bir çabası yoktur. Sen, tüm garipliklerimizi bir kenara atıp Allah rızası için yaşadın. Buna şahidim dostum.
Ama, içimdeki o çocuk, hani, şehre varınca kendi gibi üç garip köylü çocukla bir gecekonduda kalıp, bulgur pilavı, yufka ekmek yiyip, gecenin bir vakti anasını özleyip yatağında için için ağlayan, sabah şişmiş gözleriyle beyaz tenli çocukların alaylı bakışları altında okula giden çocuk var ya, o çok içleniyor senin ölümüne. Öyle ya köylüm ölmüş gibi, kardeşim ölmüş gibi, bir garib ölmüş gibi üzülüyorum. Ataullah İskenderi “ölüme ağlama, kalbe bak!” dese de kalbime bakıyorum ve senin ölümünde kendimi görüyorum. Öyle ya, benden üç ay küçüktün. Hele ki haber bülteninde “Okul müdürü, domuz gribinden öldü!” diyen bir haberle ölümünü öğrenecek denli birbirimizden habersiz isek, işte kıyamet tam da orada kopmuştur.
Sen gittin ya Şuayip, bizleri, hani o gurbette ölen çocukları oyunun tam ortasında bıraktın ya; aşk olsun sana! Takım oyuncularımız sahayı zamansız terk ederse biz bu maçı nasıl alırız hiç aklına geldi mi? Genç ölenlerimizle övünemem. Gittikçe azalmamıza da yerinemem. Şimdi senin bilmediğin bir Şuayip boşluğu var dostlarının kalbinde. O boşluğu, kentlere yürüyen, yanında görünmez ordular olan, sırtlarında kendilerinden daha ağır sorumluluklar taşıyan çocuklar bilir. Bir de Cahit Koytak’ın “Futbol oynayan Çocuklar” şiirindeki sana bana benzeyen çocuklar bilir…
“Gittikçe artıyor yalnızlığımız.”
Şuayip Pişkin; Şair, Eğitimci, Hoca Ahmed Yesevi torunu, 15 Nisan 2011 tarihinde otuz sekiz yaşında öldü. Rahmetle.


Zeki Bulduk, haber bültenlerinde öğreniyorsak dostların ölümünü, işte o vakit öldük, dedi
 
Üst