Son Nebİ

Yusuf41

Üye
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
26
Tepkime puanı
1
Puanları
0
.
Hâtem-ül Enbiyâ:

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şeref ve izzetini kıyamete kadar gelecek olan iman edenlere şöyle buyurmaktadır:

“Muhammed Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb: 40)

Bu Allah-u Teâlâ’nın kesin bir hükmüdür. Ondan sonra hiçbir peygamberin gönderilmeyeceğine dâir kesin bir delildir. Peygamberlik iddiasında bulunacak kimselerin yalancı oldukları bu Âyet-i kerime ile kesin olarak anlaşılır.

O hem peygamberler zincirini sona erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhî bir mühürdür.

Dünyanın sonuna kadar bütün insanların saâdet ve selâmetini sağlamak için gönderilmiştir. Kıyamete kadar kendisinden ışık alınan bir Nur’dur. Nur’u cihanı kucaklar, ebede kadar ışık saçar.

Bir güzel ki, güzellikler güzelliğini ondan almış.

Onun teşrifi ile nübüvvet ve risalet kemale erip son bulmuş, bu suretle İslâm dini de son ve ebedî bir din olmuştur. İslâm dini’nin inkıraza uğraması veya ortadan kaldırılması düşünülemez. Hiç bozulmadan aslî hüviyetinde devam edecek, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar bâki kalacaktır. Öyle bir din öyle bir kitap getirmiştir ki, beşeriyetin ondan başkasına artık ihtiyacı kalmamıştır.

Kendisinden önce gelen peygamberlerin getirdikleri dinlerin daha kemâllisini getirip tamamlamış, getirdiği din bütün dinlerin hükümlerini neshederek yürürlükten kaldırmıştır. Ümmeti ise bütün ümmetlerden üstün olmuştur. Hâtem’ül-enbiyâ sıfatı ile âlemlere rahmet olarak gelmesinde, gerek yüce şahsiyetine gerekse ümmet-i muhteremesine tâzim vardır.



Mümin Peygamber:



Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde İslâm dini’nin ulviyetini, Resulullah Aleyhisselâm’ın cahiliye devri müşriklerine yaptığı hitabını beyan buyurmaktadır:

“De ki: Ey insanlar! Eğer benim dinimden şüphede iseniz, ben Allah’ı bırakıp da sizin taptıklarınıza ibadet etmem. Ancak sizi öldürecek olan Allah’a ibadet ederim. Bana müminlerden olmam emrolundu.” (Yunus: 104)

Bu ilâhî beyan kıyamete kadar gelecek insanlara da şâmildir. Kim ki gerçekten iman ederse, Resulullah Aleyhisselâm’ın getirdiğini kabul ederse, Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a uyarsa, hiç şüphe yok ki kendi lehinedir, aksi de aleyhinedir.

“Ve: ‘Yüzünü hanif (muvahhid) olarak dine çevir. Sakın müşriklerden olma!’ diye (emredildi).” (Yunus: 105)

Allah-u Teâlâ’ya yönelenlerin kurtulduğu, yönelmeyenlerin müşrik olduğu beyan buyuruluyor.

“De ki: Ey insanlar! Size Rabb’inizden hak gelmiştir. Artık kim hidayeti kabul ederse, o ancak kendi iyiliği için hidayete ermiş olur. Kim de saparsa, o da ancak kendi zararına sapmış olur. Ben sizin üzerinize vekil değilim.” (Yunus: 108)

Ben sadece müjdeleyici ve korkutucuyum. Siz imana gelmedikçe, sizden dolayı sorumlu tutulacak da değilim.

“‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyesiniz.’ diye. Şüphesiz ki ben size O’nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.” (Hûd: 2)

İnkâr ederseniz azaba uğrayacağınızı size haber veriyorum, iman ederseniz saâdet ve selâmete ereceğinizi müjdeliyorum.



Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e teselli olarak bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:

“Andolsun ki senden önce gelen peygamberlerle de alay edilmişti. Ben de o kâfirlere önce mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Azabım nasıl oldu?” (Ra’d: 32)

Diğer peygamberlere de bu olmuştu. Kimini yalanladılar, kimini taşladılar. Sana muârız olanlar da bunu yapacaklar. Amma onların dönüşleri banadır.



Hak Peygamber:



Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hak bir peygamberdir, ona Rabb’inden hak gelmiştir, hakkı tebliğ eder, insanları Hakk’a çağırır.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Andolsun ki hak sana Rabb’inden gelmiştir.” (Yunus: 94)

Öyle bir haktır ki aklını kullanan hiçbir kimsenin en küçük bir şüphesi olamaz, kesin mucizelerle desteklenmiştir. Kim ki ona gelen hak ve hakikatı inkâr ederse, kendisine zulmetmiş olur.

Bir diğer Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“Bunda da sana hak ve müminlere de bir öğüt ve uyarı gelmiştir.” (Hûd: 120)

Çünkü müminler ibret dolu öğütlerden istifade ederler.

Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hitâben Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı olmaz.” (Bakara: 120)



Ücret İstemeyen

Peygamber:



Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getirirken, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.

Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Resul’üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia edenlerden de değilim.” (Sâd: 86)

Ancak sizin doğru yola gelmenizi, hidayete ermenizi, cehennemden kurtulup cennete girmenizi istememden başka bir arzu ve isteğim de yoktur. İsterseniz iman edersiniz kurtulursunuz, isterseniz iman etmeyip küfürde kalırsınız.

Hiçbir zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz halktan en küçük bir menfaat beklemiş değildir. İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin gidişatı da böyledir.

“Resul’üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Sadece Rabb’ine doğru bir yol tutmak dileyen kimseler olmanızı istiyorum.” (Furkân: 57)

Resulullah Aleyhisselâm’ın bir ücret talep etmek veya İslâm’a girenlerin kendisine sağlayacakları dünyâ hayatının geçici menfaatlerinden herhangi birisini elde etmek gibi hiçbir arzusu, hiçbir şahsi menfaati olmamıştır. Onun şân-ı nübüvveti bu gibi zanlardan müberrâdır.

“Resul’üm! Onlara de ki: Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah’a âittir. O her şeye şâhittir.” (Sebe: 47)

Âyet-i kerime iki cihetle Resulullah Aleyhisselâm’ın risaletini ispat etmektedir.

Birincisi; İslâm’ı tebliğ mukabilinde ücret istememesidir. Çünkü bu büyük vazife karşısında herhangi bir dünya menfaatı beklemeyip yalnız uhrevî menfaatını istemek elbette nübüvvetine delâlet eder.

Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.

İkincisi; Allah-u Teâlâ’nın her şeye şâhit olduğunu beyan etmesi, dâvâsında sâdık olduğunu gösterir. Bir kimsenin dâvâsının hak olduğuna Allah-u Teâlâ’yı şâhit göstermesinden daha büyük delil olamaz.

Aslında ücret değmez değildir. Resulullah Aleyhisselâm’ın tebliğ etmiş olduğu din; gerek dünya saâdeti gerekse âhiret selâmeti bakımından en büyük menfaattir. Dünya ve içindekiler ücret olarak verilse bile azdır. Lâkin böyle olduğu halde, şahsı için hiç kimseden az veya çok hiçbir ücret istememiştir. Aksine varını yoğunu bu uğurda harcamaktan zevk duymuştur.



Mânevi Destek:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın himayesinde büyümüştü. Âyet-i kerime’lerinde onu nasıl desteklediğini, nasıl barındırdığını, onu kudret eli içinde yaşattığını bize duyuruyor ve şöyle buyuruyor:

“O seni yetim bulup da barındırmadı mı? Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?” (Duhâ: 6-7-8)

Onu hıfz-u himayeye alan bizzat Allah-u Teâlâ’dır. Onun koruyucusu O’dur.

Onu hidayet nûru ile müşerref eden Allah-u Teâlâ, hakikatleri ona duyurduğunu beyan ediyor. Yani onun mualliminin bizzat Zât-ı akdes’i olduğunu arzediyor.

Onu kendi lütfuyla desteklemiş, mucizeler ihsan buyurmuş, hidayete nasibdar olanları, o mucizelerle hakikate erdirmiştir.



Allah-u Teâlâ onu göz alıcı mucizelerle, kesin delillerle desteklemiş, halkettiği yüce sebepler ve azim hikmetlerle onu korumuştur.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Resul’üm! Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde, gözetimimiz altındasın.” (Tûr: 48)

Zül-celâl vel-kemâl Hazretleri her zaman onun üzerine titrediğini, onu daima koruyup gözettiğini ve takip ettiğini ifade buyuruyor. O’nun bütün sevgilileri böyledir. O ise sevgililer sevgilisidir.

Bir kimsenin bir malı ne kadar kıymetli olursa, onu o derece muhafaza etmeye çalıştığı gibi; Allah-u Teâlâ’nın yarattığı mahlûkâtın içinde en kıymetlisi o olduğu için, onu bizzat hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhîyesinde bulunduruyor.

“Allah seni insanlardan korur.” (Mâide: 67)

Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’sinde Resul’ünün insanlara Hakk’ı tebliğ etmesine mukabil, onu anlayamadıklarını ve kendisine düşman kesildiklerini, fakat onu bizzat koruduğunu ferman buyuruyor.

“Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter.” (Enfâl: 64)

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yüzüsuyu hürmetine, ona tâbi olanları, hem dünyanın tuzaklarından, hem cinlerden, hem de ahirette gelecek tehlikelerden, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini koruduğu gibi koruyacağını haber veriyor.

Yani ona tâbi olanları da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden ayırmıyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Resul’üm! Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.” (Fetih: 1)

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a açık fetih ihsan etmiştir. O’nun verdiği haberler kesin olarak gerçekleşme hususunda, “Meydana gelmiş hadise” gibi sayılacağından, fetihlerin mutlaka gerçekleşeceğini önceden vâdetmiştir. Bu vaad Resulullah Aleyhisselâm’a ve müminlere büyük bir müjdedir.

Ve bu fetihler kıyamete kadar devam edecektir. Bu Âyet-i kerime’de fethin yüceliğini gösteren bir işaret vardır. Ayrıca ileride meydana gelecek birçok fetihler zincirinin başlangıcıdır.

Bu fetihler Resulullah Aleyhisselâm’a Allah-u Teâlâ’nın lütfudur, ihsanıdır, ümmet-i Muhammed’e de ikramıdır.

“Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola eriştirir.” (Fetih: 2)

Bu ilâhî hitabı yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir, başka hiç kimseye böyle bir hitap olmamıştır. Bu ise onun ne kadar sevildiğini, seçildiğini, fazilet ve meziyetini göstermektedir.

“Sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola eriştirir.” (Fetih: 2)

Resulullah Aleyhisselâm her hususta hiç kimsenin ulaşmadığı itaat, iyilik ve doğruluk üzeredir. Dünya ve ahirette mutlak olarak insanların en mükemmeli ve efendisidir.

Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı gibi, nimetini de tamamlıyor. O nimeti ancak Allah-u Teâlâ bilir. Bu şerefe de kimseyi nâil etmemiştir, yalnız Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine mahsus olan bir lütuftur.

“Ve sana kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde şanlı bir zaferle yardım eder.” (Fetih: 3)

Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ’nın ona yardımı anlatılmaktadır.



Allah-u Teâlâ Peygamber’ini yüceltmek, ona yapılan yardımın büyüklüğünü göstermek için Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:

“Hiç şüphesiz ki Allah bizzat Peygamber’in dostu ve yardımcısıdır. Cebrâil de, müminlerin sâlih olanları da. Bunların arkasından bütün melekler de ona yardımcıdır.” (Tahrim: 4)

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ı bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrâil Aleyhisselâm ve mukarreb meleklerle koruyacağını, sâlih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.

“Bütün melekler” ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında emir beklediği ifadesi çıkıyor.

Siz bu Âyet-i kerime’yi inkâr mı ediyorsunuz, iman mı ediyorsunuz? Eğer iman ediyorsanız Allah-u Teâlâ’nın dostuna uymanız gerekir, düşman olmak değil. İman etmiyorsanız küfürde olduğunuzu bilin.

“Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi.” (Tevbe: 40)

Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil ve diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul’ünü onlarla desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.



Şakk-ı Kamer Mucizesi:



Hicretten beş yıl kadar önce idi. Kureyş’in Ebu Cehil gibi, Velid bin Muğire, Âs bin Vâil gibi, Nadr bin Hâris gibi ileri gelenlerinden bazıları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e: “Eğer sen gerçekten peygamber isen ayı ikiye ayır.” dediler. “Eğer bunu yaparsam iman eder misiniz?” buyurdu. “Evet iman ederiz.” dediler.

Bunun üzerine ayın bedir halinde iyice göründüğü, yeni yeni yükseldiği bir gece Allah-u Teâlâ’ya sığınarak aya şehâdet parmağı ile işaret etti. Ay derhal ikiye ayrıldı, yarısı Safâ tepesi üzerinde, diğer yarısı da Safâ’nın mukabilinde olan Kaykaân tepesi üzerinde göründü, sonra tekrar eski vaziyetini aldı.

Allah-u Teâlâ onun sadâkatını halka bildirmek ve göstermek için bu hârikulâde mucizeyi de ona bahşetmiştir.

Resulullah Aleyhisselâm orada bulunanlara bu manzarayı işaret ederek:

“Şâhit olunuz!.. Şâhit olunuz!..” diye seslendi. (Müslim)

Fakat müşrikler bu apaçık mucizeyi gözleriyle gördükleri ve hayretler içinde kaldıkları halde inat ve inkârlarından vazgeçmediler. “Muhammed bizi büyüledi, sihir yaptı.” dediler.

Resulullah Aleyhisselâm’ın bu en parlak mucizesini inkâr etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerini inzâl ederek şöyle buyurdu:

“Kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer: 1)

Müminlere sevabın, kâfirlere cezânın vaad edildiği kıyamet vakti günden güne yaklaşmaktadır. Son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın en parlak mucizelerinden olan ayın yarılması mucizesi meydana geldi.

Bu mucize yalanlamaya imkân bırakmayacak şekilde fiilen gerçekleşmiştir. Eğer müşrikler yalanlamaya bir yol bulabilselerdi mutlaka yalanlayacaklardı. Halbuki onlar ancak “Büyülendik” diyebildiler.

Bu mucize mütevâtirdir. Kur’an-ı kerim’de delili mevcuttur. Buhârî, Müslim ve diğer sahih Hadis kitaplarında muhtelif rivayetler bulunmaktadır.

“Onlar bir mucize görseler, hemen yüz çevirirler ve: ‘Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür.’ derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her iş kararlaşmıştır. Andolsun ki, onları bu hallerinden vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir. O haberlerde hikmetin en üstünü vardır. Fakat uyarılar aslâ fayda vermiyor.” (Kamer: 2-5)

Hiçbir delili, hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da büyü deyip geçiyorlar. Halbuki büyü her ne suretle olursa olsun bâtıl olacağından, onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza düşmüş olduklarını göstermektedir.

Bir şey bildiklerinden veya bir delile dayandıklarından değil de, keyiflerine ve nefislerinin isteklerine uydukları için yalanladılar. Şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bâtıl yollara saptılar. Meydana gelen hadisedeki gerçeğin lüzumunu hesaba katmadılar.

Bu böyle olduğuna göre Resulullah Aleyhisselâm’ın hakikat ve yüceliği, şan ve şerefi zuhur edecek; karşı çıkanların gaye ve maksatları da günü gelince ortaya çıkacaktır.

Geçmiş nesillerin haberlerinin yer aldığı Kur’an-ı kerim’de kâfirleri küfürlerinden vazgeçirecek buyruklar gelmiş bulunmaktadır.

Aklını kullanan ve düşünen kimseler için Kur’an-ı kerim’de bulunan hikmetin ulaştığı dereceye hangi hikmet ulaşabilir? Fakat Kelâmullah’ı dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası dokunmuyor. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ’dan başka hiç kimse hidayete erdiremez.

“O halde sen de onlardan yüz çevir.” (Kamer: 6)

Çünkü onlar hakikata kulaklarını tıkamışlar, verilen öğütleri dinlemek istemiyorlar.



Kudret Eli:

Resulullah Aleyhisselâm’dan meydana gelen işleri Allah-u Teâlâ kendi zâtına izafe etmiştir.

Nitekim Bedir’de Cebrâil Aleyhisselâm’ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine atmıştı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.

Âyet-i kerime’de ise:

“Resul’üm! Sen atmadın, Allah attı.” buyuruluyor. (Enfâl: 17)



Şerefli Bir

Peygamber:



Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur’an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.

Şayet o, Kur’an-ı kerim’e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.

Kur’an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb’inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm’a izafe edilmiştir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur’an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür. O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!” (Hâkka: 38-42)

Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.

Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.

Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin “Dikkat edin!” mânâsına geliyor. Ona o şeref ve izzet Hakk’tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?

Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, kâfirlerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder.



Gönül Islâhı:

Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a indirilen gerçeklere iman edenlerin hâl ve ahvâllerini bizzat kendisinin düzelteceğini, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını, gönüllerini ıslâh edeceğini; ruh ile beden, madde ile mânâ, dünya ile ahiret arasında kopmaz bağlar kuracağını beyan buyurmaktadır:

“İman edip sâlih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size Allah’ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir.” (Talâk: 11)

Bütün kâinat cehâlet, dalâlet ve vahşet içinde yüzerken Allah-u Teâlâ, o an ve zamana göre hakikati indirmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından çıkmasına vesile olmuştur.

“İman edip sâlih amel işleyenlerin, Rabb’leri tarafından MUHAMMED’e indirilen gerçeğe inananların günahlarını Allah örtüp bağışlar ve hallerini düzeltip iyileştirir.” (Muhammed: 2)

Muhammed Aleyhisselâm’a indirilen gerçeğe inananların hallerini iyileştirecek, dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşturacak.

Tarih boyunca imanlarında sâdık olan müslümanların durumları da hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır.



Dinde Sebat:

Muhammed Aleyhisselâm’ın vefatı ile dininin terk olunmayacağı, dinden dönen kimsenin hiçbir şekilde Allah-u Teâlâ’ya zarar veremeyeceği, Allah’ın dinine sımsıkı sarılan, imanında sebat eden müminlerin güzel bir mükâfâta erecekleri Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulmaktadır:

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir.

Eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönecek olursa, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olamayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i imrân: 144)

Burada “Şükredenler”den maksat İslâm’da sebat ederek vazife yapanlardır. Onlar her durumda dinleri uğrunda mücadele ederler.



Şefkat Peygamber’i:

İnsanların iman edip hem dünyada hem ukbâda mesut ve bahtiyar olmalarına çok düşkündü. İnsanlara kendisini tüketircesine şefkat ve merhamet etmekteydi.

Onun bu hâlini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde haber veriyor:

“Gerçekten biliyoruz ki, söyledikleri şeylerden dolayı göğsün daralıyor, için sıkılıyor.” (Hicr: 97)

Hiç şüphesiz ki o zaman da münâfıklar vardı, şimdi de var. O zamanki münkirler de çeşitli sözler söylerlerdi, şimdi de söyleniyor.

O zaman üzülüyordun, şimdikileri de biliyorsun.

Merhametlilerin en merhametlisi olan ve ona bu şefkati bahşeden Allah-u Teâlâ onun bütün iç durumunu biliyor ve onu teselli ediyor.

O ise insanların dalâletten hidayete ermelerini, hakikatı bulmalarını, cehennemden kurtulup cennete girmelerini istiyor.

“İman etmiyorlar diye neredeyse kendini tüketeceksin Habib’im!” (Şuarâ: 3)

Kendisine inanmayanları, hakaret eden ve alaya alanları, yılmadan gece-gündüz İslâm’a çağırmış, hidayete ermeleri için gayret sarfetmiştir.

Ayrıca iman şerefi ile müşerref olan ümmetini; dünya ve ahiretin sıkıntılarından kurtarmak için, yasakları işlemekten sakındırmaya çalışmıştır.



Kadem-i Sıdk:

“İman edenlere Rabb’leri katında kendileri için bir Kadem-i Sıdk olduğunu müjdele.” (Yunus: 2)

Âyet-i kerime’sinde geçen “Kadem-i Sıdk” Muhammed Aleyhisselâm’dır.

Öyle bir “Kadem-i Sıdk” ki sâdıkların, sıddıkların rehberi; ümmetine doğruluğu sağlayan, duâsı ve şefaati red olunmayan yegâne Peygamber’dir.

Allah-u Teâlâ onu öyle bir önder, öyle bir yol gösterici, öyle bir Nur kılmış ki; o Zât-ı âli’yi, o Nur’u, o izi takip edenlerin, o izden ayrılmayanların saâdet-i ebedîye’ye ereceğini ve ahirette onun ile beraber olacağını müjdeliyor.



Leamrük:

Allah- Teâlâ onun hayatı üzerine yeminde bulundu:

“Resul’üm! Senin ömrüne andolsun ki!..” (Hicr: 72)

Allah-u Teâlâ onu o kadar seviyor ki, yaptığı iş ve icraatlarından ibadet ve taatlarından, istikametinden, adâletinden, şefkat ve merhametinden o kadar hoşnut ki onun ömrüne yemin ediyor. Bu yemin hoşnutluğundan ileri geliyor. Burada onun için yüce bir makam, büyük bir şeref vardır.

Ayrıca Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğup büyüdüğü, yaşadığı belde üzerine de yemin etmiştir:

“Ve bu güvenilir şehre andolsun ki!..” (Tîn: 3)

Bazı beldeler vardır bitki bitirir, bazı beldeler vardır bitirmez. Bazı beldeler vardır ilâhî rahmete mazhar olmuştur, bazı beldeler vardır ki olmamıştır. Dilediğine lütfetmiş, nazar etmiş, dilediğine vermemiş.

Mekke-i Mükerreme şehirlerin anasıdır, nurların özüdür. Allah-u Teâlâ Kâbe-i muazzama’yı orada kurdurdu, Nur’unu Arş’a kadar yükseltti. “Hacer-i esved” taşı cennet-i âlâ’dan getirilip bütün âleme şehâdet etmesi için Kâbe-i Muazzama’ya yerleştirildi.

Âlemlerin Nur’u orada doğdu. Nur-i Muhammedî orada tulû etti, bütün âlemlere oradan yayıldı.

Kur’an-ı Azîmüşân orada indirildi.

Allah katında şehirlerin en şereflisi ve en muteberi olduğunu, Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ’nın bu mübarek şehre yemin etmesi ile öğrenmiş oluyoruz.



Miraç:

Muhammed Aleyhisselâm Hicret’ten birbuçuk sene evvel Receb-i şerif ayının 27. gecesinde Miraç ile şereflenmiştir.

Mirâc-ı şerif hadisesi Kur’an-ı kerim’de şöyle anlatılmaktadır:

“Kulunu (Muhammed’i) gecenin bir anında Mescid-i Haram’dan alıp civarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Ona âyetlerimizden nicelerini gösterelim diye böyle yaptık. Şüphesiz ki Allah işiten ve görendir.” (İsrâ: 1)

Mescid-i Aksâ ile Mescid-i Haram’ın arasındaki mesafe uzak olduğu için Kudüs’teki mescide “Mescid-i Aksâ” denilmiştir.

Bu bir esrâr-ı ilâhî’dir. Allah-u Teâlâ yalnız ve yalnız onu seçti, onu çekti ve ona gösterdi. Ona gösterdiğini kimseye göstermediği gibi, mukarreb meleklerden olan Cebrail Aleyhisselâm’a dahi vâkıf ettirmedi. Bu şeref ile ondan başka hiç kimseyi müşerref etmedi.

Resulullah Aleyhisselâm bu gece göklerin ve yerin melekûtundan haberdar oldu ve Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametini gösteren âyet ve alâmetleri, harikulâde halleri gördü.

O kendisi Allah-u Teâlâ’nın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Bu şekilde miraç, Muhammed Aleyhisselâm’a âyet göstermekten daha çok, onun kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur.



Tevrat ve İncil’de

Muhammed Aleyhisselâm:



Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ism-i şerifleri ve vasıfları Tevrat’ta da İncil’de de yazılı bulunuyordu.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyarlar.” (A’râf: 157)

Gerçekten Allah-u Teâlâ Tevrat’ta da, İncil’de de, Resulullah Aleyhisselâm’ın vasfını bildirdiğinden, fazilet ve meziyetini duyurduğundan ötürü; gerek peygamberler, gerek onlara yakın olanlar bunu o anda kabul etmiş ve iman etmişlerdir. Hiçbir itirazları da olmamıştır.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde yahudi ve hıristiyanlardan, Kur’an-ı kerim’i indirildiği gibi okuyan müslüman bir grup olduğunu haber veriyor:

“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.” (Bakara: 121)

Onlar bütün hakları gözetirler, Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a gönülden bağlıdırlar. Emirlerine itaat ederler, yasaklarından kaçınırlar. Böylece dünyada huzur ve saâdet içinde yaşadıkları gibi, inşaallah ahirette de selâmette olurlar.

O hevâ ve heves sahipleri artık gerçek mânâsıyla kitap ehli değildirler.

Yahudiler Tevrat’ta hıristiyanlar İncil’de âhir zaman peygamberinin vasıflarını gördüler ve onun gelmesini beklediler. Her nesil bunu kendinden sonra geleceklere anlattı ve geldiği zaman inanmalarını tembihledi. Bu sebeple her iki zümre de bu peygamberin gelmesini dört gözle bekliyorlardı. Ancak beklenen peygamberin Araplar arasından ve bir yetim kimse olarak gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler. Halbuki onun gerçekten peygamber olduğunu, kendi oğullarını bilip tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.” (Bakara: 146)

Allah-u Teâlâ: “Bilmedik, bulmadık!..” dememeleri için Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini eksiksiz ve en güzel bir şekilde tanıtmıştır. Hatta onlar onu öz oğullarından daha iyi tanırlar. Çünkü tanıtan, onu yaratan Allah-u Teâlâ’dır.

“Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara: 146)

Fakat Allah-u Teâlâ’nın onu bu kadar açık tanıtmasına rağmen sırf kibirlerine yediremeyerek ona uymayanlar; Allah-u Teâlâ’nın emirlerine muhalefet ettikleri için, ebedî felâket ve azap içinde kaldılar.



Büyük Bir Müjde:

Ulül-azm bir peygamber olan İsa Aleyhisselâm, göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:

“Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.” (Saf: 6)

Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere; İsâ Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin geleceğini haber verdiği gibi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de İsâ Aleyhisselâm’ın geleceğini duyurmuştur.

Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini bütün peygamberlere ismiyle cismiyle nasıl tanıtmış ve bildirmiştir. Hiçbir yahudinin ve hiçbir hıristiyanın bu vebal altından kurtulması mümkün değildir. Çünkü açık bir fermân-ı ilâhîye var. Zira Allah-u Teâlâ ve Peygamber’i bildirip açıklıyor. Yani “Ben bilmiyordum, duymadım.” gibi bir itiraz kabul edilmeyecektir.

Bu o kadar büyük bir vebal ki, altından kurtulmak mümkün değildir
 
Üst