Size 6 Sır / Adem Güneş

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Eğitim, mekanik bir işleyiş değildir. Duyusal yanı vardır. Hatta kalıcı öğrenme “zihinsel” olarak değil, “duyusal” olarak gerçekleşir. Bunun içindir ki Batı’daki eğitim ekollerinden en başarılı olanları “ruhsal gelişmeciler”dir.
Mesela, Waldorf Eğitim Modeli ve Montessori Eğitim Sistemi, insanın duyuları ile öğrendiğini bilimsel olarak ispatlamış ve bu sahada dünyanın en gözde eğitim modelini ortaya koymuştur.
Çocukları “ceza” ile sindirmeden ve “mükâfat” ile kandırmadan, yetenek ve kabiliyetleri ne ise onları o sahada keşfedip kendilerini başarılı oldukları alanda geliştirmek için “rehberlik yapılan” eğitim modellerini artık ülkemiz Millî Eğitim’i artık keşfetmelidir.
İşte görüyorsunuz, daha 30’lu yaşlara ayak basmadan “Google” isimli projeyi ortaya koyarak dünyanın en büyük servet sahipleri arasına giren iki genç Sergey Brin ve Larry Page, böylesi bir eğitim sisteminin içinden geçmiştir…
Çok mu zekiydi Larry? Ya da Sergey çok mu hırslı idi? Kendilerini takip ederseniz göreceksiniz, öylesine “sıradan” ve en doğal hâlleri ile var olmayı becerebilmiş iki genç işte. Başkalarının beklentilerine cevap vermek için “kırk türlü numara” yapmıyorlar. Elde ettikleri bir güç var: Kendileri gibi olabilme gücü…
Kendilerine ‘Başarınızın sırrı nedir?’ diye soran bir gazeteciye, büyük bir sükûnet içinde tebessüm ederek, çocukluk dönemlerinde aldıkları bu eğitime vurgu yapıyorlar.
Yani ceza ile sindirilmemiş olmanın, mükâfat ile yönlendirilmemiş olmanın gücüne. Kendilerinin oldukları gibi kabul edilmiş olmalarının gücüne. İnsan olmanın keyfini çıkartarak aldıkları eğitimin gücüne.
Bu bir tesadüf mü?
Bence hayır. Sadece “Google”ın kurucularının değil, araştırın bakın, dünyanın en başarılı insanlarının ardında “cezasız” bir eğitimin yattığını görürsünüz.
Mesela, dünyanın en büyük internet satış şirketi olan Amazon’un sahibi Jeff Bezons da yine böylesi bir eğitim modelinden geçmiş biri… Dünya siyasetine yön veren Washington Post’un sahibi Katharine Graham, Prens William ve Prens Harry de öyle. Sadece bu kadar mı? Hayır. Bill ve Hillary Clinton’un çocukları da şu an cezasız ve mükafatsız bir eğitimin içinde yer almanın keyfini çıkartıyorlar. Bu eğitim sisteminin oluşmasına gönülden destek veren Thomas Edison, Jean Piaget, Alexander Graham Bell’den de bahsetmek gerek ayrıca.
Hâlbuki klasik eğitimde öyle bir müfredat var ki içler acısı. Öğretmenler, insan yetiştirme adına, karşısındaki çocuklar kim olursa olsun, hepsini aynı kalıbın içine sokmak için sinir bozucu bir harbe giriyor.
Mesela, illa da matematiği öğreneceksin…
- Yahu çocukta matematik öğrenecek yetenek yok; niye zorluyorsun?
- Zorlarım, çünkü matematiği öğrenmek zekâyı açıyormuş!
E, bu çocuk dünya çapında büyük projeleri ortaya koyabilecek sosyal zekâya sahip. Belki de dünya barışını tesis edecek insan!
- Umurumda değil bu özellikleri! Matematik ve fiziği yapamazsa, onun eğitim hayatına son veririm. Üniversite sınavında ortada bırakırım.
Geçenlerde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın karne notlarına baktım. Notları hep düşük.
Düşünüyorum da, acaba bir de ülkemizdeki çocuklar daha okul yıllarında keşfedilse ne olur diye… İçim heyecanla doluyor. Ki bizim tarihimiz, dünyaya örnek insanlar yetiştirmiş bir “insan fabrikası” gibi özelliğe sahip. Ama günümüzde maalesef bu fabrika kapanmış!
Çocukların ceza ile sindirildiği, mükâfat ile yönlendirildiği, belli bir kalıba göre yetiştirildiği ülkemiz, çocukların kendileri gibi olmalarının önüne geçen bir eğitim modelinde ısrar ediyor hâlâ.
Hâlbuki insan “ceza ile eğitilemez”…
Çünkü ceza bir “şiddettir”.
Toplumsal kabul görmüş şiddetin adıdır “ceza”.
İnsanın ceza ile eğitileceğini zanneden toplumlara bir bakın, hepsi “şiddet” girdabında kıvranıp duruyorlar. Canlı bombalardan tutun da terör olaylarına kadar, acı içinde toplumsal cinnet geçiriyorlar.
Ankara Üniversitesi ile TÜBİTAK’ın ortaklaşa yaptığı “Akran Şiddeti” isimli çalışmaya rast geldiniz mi bilmem. 10 bin lise öğrencisi ile yapılan bu çalışmaya göre, liselerde okuyan her 10 öğrenciden dokuzu şiddet mağduru.
Bu rakam ürkütücü ama şaşırmadım.
Ne zaman ki eğitim anlayışımız “ceza” ve “mükâfat”tan arındırılır ve kişinin özündeki yetenekleri bulmak ve onları geliştirmek için oluşturulan metodolojik yaklaşımlara geçilir, belki o zaman eğitimde çağı yakalayabiliriz.
Yoksa internette tıklanma rekoru kıran “Oğlum bak git!” videosunu izleye izleye “Bu çocukları bu hâle kim getirdi?” diye “Allah Allaaah!” çeker dururuz…

Aksiyon Dergisi:gul
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Her çocuk aynı olacak diye bir kaide yok
Cezanın disipline ettiği çocuklarda vardır
Sınırsız çocuk şımarık çocuktur.
Peygamberimiz kaba etlerine gerektiğinde vurmak gerektiğini hatta on yaşında namaz kılmazlar sa dövün
buyurduğunu biliyoruz,çocuklara topyekün ceza uygulayalım demiyoruz tabi ki ama bir çocuğa
sınırlarını anlatabilmek için yaptırım uygulamadan olmuyor kendi evinizde musamaha gösterseniz
başka evlerde muzdarip olursunuz.

Çocuk eğitimi ince iş vesselam...
Her çocuk ayrı bir dünya,her proje aynen işlemiyor...
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Bir çocuk 7’sinde ne ise 70’inde de o mudur?

İnsan yaşamının en önemli dönemi çocukluk yıllarıdır. Zira çocukluk, “hislerin” oluştuğu dönemdir.
Hisler, bir kişinin kişiliğini oluşturan en temel dürtü kaynağıdır.

Mesela, çocukluk yıllarında kendisine “saygıdeğer” olarak davranılmamış, kimi zaman küçük düşürülmüş, kimi zaman aşağılanmış ve ihmale uğratılmış bir çocuğun içinde “değersizlik hissi” oluşur. Böylesi bir hissin oluştuğu kişi, yıllar da geçse, içindeki bu histen kurtulmayı kolay kolay başaramaz.

Zira hisler kalıcıdır, söküp atılması oldukça zordur.

Hisler, kişinin huyunu oluşturur. Huyun kontrolü, aklın elinde değil, “duyguların” elindedir. Duygular hislerin artık şekle bürünmüş halidir.

Çocukluk döneminde “güvensizlik” hissi oluşmuş olan bir kişi, yetişkinlik döneminde kimseye kolay kolay güvenemez. Böylesi bir kişinin siz ne kadar aklına hitap etseniz ve güven dolu sözler söyleseniz de o kişinin “duygularını” değiştirmedikçe güvensizlik hissini yok edemezsiniz. Bir kişinin duygularının değişmesi ancak kendisine hitap eden kişiye “tam bir güven” duyması ile olur.

Yetişkinlik yıllarındaki psikolojik problemlerin birçoğunun kaynağı çocukluk hatıralarından edinilen böylesi hislerdir.

Kurtulunamamış hisler kişide psikolojik problemlere yol açar…

Çocuk zihni savunmasızdır.

Bir yetişkin çocuğa nasıl davranıyorsa, çocuk, kendisinin öyle davranılması gereken biri olduğuna inanır.

Kendisine yapılan kötü muameleyi, o yetişkinin insana “saygısızlığı” olarak değil, kendisinin “saygıya değmeyen biri” olduğundan kaynaklandığını zanneder.

Bu yüzden bir ebeveyn çocuğuna ne kadar kötü davranırsa davransın, çocuk ertesi gün yine de kendisine kötü davranan ebeveyninin yanına sokulur, ona yaranmak için “şımarmaya, yılışmaya” başlar. Bu, ebeveynine ihtiyacı olduğu için bir çıkar arayışı değil, değersiz olan kendisini ebeveynine yeniden kabul ettirme çabasıdır.

Bir anne kızgınlık anında çocuğunu “Geri zekâlı mısın nesin sen de be!” diye aşağılasa, bu sözü işiten çocuk daha çok gülmeye ve yılışmaya başlar.

Aslında bu bir çocukluk dramıdır.

Zira burada çocuk, annesinin kendisine hakaret ettiğini düşünmez, kendisinin aslında gerçekten geri zekâlı biri gibi olduğuna inanır. Ve geri zekâlı olan kendisini annesine sevdirmek için ekstra bir “sevimlilik” çabasına girişir; daha çok hoplar, daha çok zıplar, dil çıkartır, güler… Bu durum çocuk açısından kendini sevdirme çabası olsa da, yetişkin için çoğu defa çocuğun şımarması olarak yorumlanır…

Eğer çocuğun davranışlarının temelinde yatan hisler ebeveyni tarafından doğru olarak algılanmaz ve o hislerin onarımı için gerekirse çocuktan özür dilenmez ise çocuktaki bu hisler bir süre sonra kalıcı hale dönüşür.

Kendisinin geri zekâlı gibi olduğuna inanan bir çocuk, artık okulda da garip garip davranışlar sergiler, derste öğretmenini, teneffüste arkadaşlarını bunaltır… Aslında böylesi durumlarda çocuğun aradığı şey “değerlilik hissidir”. Ve bunu o çocuğa kim verirse, çocuk onunla sükûnete erer.

Bütün bu hislerin en yoğun kazanıldığı dönem, 6 yaş öncesi dönemdir. Atalarımız, “Bir çocuk 7’sinde ne ise 70’inde de odur” diye boşuna söylememiş olsa gerek…

 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Çocuklara düzen alışkanlığı nasıl kazandırılır? Anne babaların şikâyetçi oldukları konuların başında, çocuklarına kazandıramadıkları “düzen” alışkanlığı gelir.
Kimi ebeveyn, 10 yaşındaki oğlunun elbiselerini katlayıp dolabına yerleştiremediğinden, kimisi 12 yaşındaki kızının yatağını dağınık bırakıp okula öylece gittiğinden yakınır.
Aile içindeki düzensiz yaşam nedeniyle birçok evde çatışmaların ardı arkası kesilmez.
Hâlbuki düzen, öyle bir “ruhsal kazanımdır” ki çatışma arttıkça düzensizlik de artar. Bir çocuğun kendi yaşamını düzene koyabilmesi, ancak o çocuğun duygu dünyasının düzenli olması ile mümkündür.
Öte yandan düzen, çocuklarda “belli dönemlerde” ortaya çıkan bir ihtiyaç hâlidir. Eğer anne babalar, çocuklardaki bu ihtiyacın oluştuğu dönemleri bilir ve bunu karşılamak için rehberlik ederlerse, böylesi bir çocuk hiç zorlanmadan düzenli yaşamı kendinde bir tarz hâline getirebilir.
Düzen, üç ayrı yaş döneminde ortaya çıkar; bunların ilki 3 yaş, ikincisi 10 yaş ve üçüncüsü de ergenlik sonrası dönem, yani yaklaşık 19-20 yaş dönemidir.
Çocuklara en kolay düzen alışkanlığı kazandırılacak dönem, 3 yaş dönemidir.
Bu yaşlardaki çocuklar dikkatle izlenecek olursa, onların “içsel bir yöneliş” ile düzen oluşturma gayreti içinde oldukları gözlemlenebilir. Şöyle ki: Çocuklar bu dönemde düzeni sağlayabilmek için önce “alan” oluşturma çabası içindedirler. Zira düzen, ancak belirlenmiş bir alan içinde gerçekleşen eylemdir. Sınırları belli olmayan bir yerin tertip ve düzeni sağlanamaz.
İşte çocuklar 3 yaş döneminde garip bir şekilde kendilerine “alan” oluşturmaya başlarlar. Masaların altına girer, masaların kenarlarını yastıklarla kapatırlar. Arkadaşları ile oynarken onlara ve kendilerine sınır çizerler, “Buraya sakın geçme” diye birbirlerini ikaz ederler. Bu yaş dönemindeki çocuklara ev içinde bir oyun çadırı kurulacak olursa, çocuklar bu çadırın içinde kendi yaşamlarını kurmaktan çok mutlu olurlar.
Çocuğun bu dönemde oluşturduğu alanlara ondan izinsiz girilemez, girilirse çocuk tepki verir.
İşte çocuğun kendi içsel yönelişi ile gerçekleştirdiği bu çaba fark edilemez veya engel olunursa, çocuk bir süre sonra artık masanın altına girmez olur, dolapların içine saklanmayı bırakır, kendi hayalî alanlarının sınırlarını kullanmaktan vazgeçer. Aslında bu trajik vazgeçiş, çocuğun kendini gerçekleştirmekten vazgeçmesi anlamına gelir.
Eğer ebeveynler bu dönemi kaçırırlarsa, bir sonraki düzen kazanım dönemi 10 yaş civarına denk gelir.
Bu yaş döneminde ise çocukta düzen ihtiyacı “kendi kişiliğini oluşturma mücadelesi” ile oluşur. Böylece, örneğin, kız çocukları, aynı annesi gibi çanta kullanmaya, erkek çocuklar babası gibi cüzdan taşımaya heves ederler. Çocuk böylesi bir döneme girdiğinde, onun kendi kişiliğinin oluşumunu da destekleyecek şekilde, çanta, cüzdan, gözlük kılıfı, kalemlik gibi gereçlerin temin edilmesi oldukça önemlidir.
Yine bu dönemde çocuğun sadece kendisinin kullanabileceği bir odası olursa, düzen alışkanlığı “aidiyet hissi” ile de pekişir, daha bir kalıcı olur. Ancak çocuğa verilen oda evdekiler tarafından “izinsiz” kullanılıyor, annesi çamaşırları o odaya seriyor, baba kendince odada değişiklikler yapıyor, girip çıkıyor ise böylesi bir çocuk “aidiyet duygusu ile düzen oluşturma gücünü” yitirir.
Eğer bu dönemde de ebeveyn çocuğuna gerektiği gibi rehberlik yapmadı ise, artık bir sonraki düzen ihtiyacının oluşacağı dönem beklenmelidir. Çocukla tartışmak, onu aşağılamak, baskı altına almak, cezalandırmak geçici düzen oluştursa da, uzun vadeli olarak bakıldığında çocuğun düzen hissini derinden bozar.
Çocukların ergenlik döneminden sonra oluşturduğu düzen, içsel bir düzen değil, dış dünyaya düzensiz görünmemek adına düzendir.
Arkadaşları odasına girdiğinde, akrabaları onun çamaşırlarını ve pijamalarını yerlerde gördüğünde oluşan “mahcubiyet” hissi ile başarmaya çalıştığı düzendir ki bu oldukça yorucu bir çabadır.
Bütün bu bilgiler ışığında bakıldığında, aslında ebeveynlerin çocukları ile çatışmasına gerek olmadığını görüyoruz. Eğer bir çocuk düzensiz ise bu onun bir kabahati değil, gelişim dönemlerinde kendisine yeterince rehberlik yapılamamış olmasının bir sonucudur.
Son bir not: Hangi dönemde olursa olsun, çocuğun düzenli olabilmesi, ancak o çocuğun kendisine saygı duyuyor olması ile mümkündür. Kendine saygıyı öğrenmemiş bir çocuğun duyarlılık dönemleri iyi geçse de o çocuk düzensizdir.
Aksiyon dergisi
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Okul ödevi zorunluluk mu, rica mıdır?

Akşamın geç vaktinde telefonum çaldı. “Hayırdır inşallah” diyerek telefonu açtım; 30’lu yaşlarda genç bir hanımefendinin; “bu saatte rahatsız ediyorum, ama…” diyen titrek sesini işittim.

spacer.gif
spacer.gif

spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
Zor durumda olmasa, bu saatte telefon etmezdi, diye düşündüm.
“Kendimi iyi hissetmiyorum hocam” diye başladı söze. “Biraz önce eşimle çok kötü tartıştık, söylenmemesi gereken sözler söyledik birbirimize. Eşim, ‘Dayanamıyorum artık seninle yaşamaya.’ diyerek evden çıktı gitti. Sinirden kızımı dövdüm, o da ağlayarak odasına gitti yattı. Sessiz evde yapayalnız kaldım.” diye ağladı.
“Üzülmeyin” diyebildim.
“Nedir sizi böylesi birbirinize karşı tahammülsüzleştiren şey?”
Cevap trajikti; “Çocuğumuz…”
“Nasıl yani?”
“Kızım bu yıl ilkokul birinci sınıfa başladı. Okulu ile ben ilgileniyorum. Bugün çok ödevi vardı. Akşama kadar oyalandı durdu, ödevini yapmadı. Ben biraz zorladım, masaya oturttum. Bu sefer de ‘uykum geldi’ demeye başladı. Sinir oldum… ‘Bu ödev bitmeden yatmak yok’ diye kızdım. Eşim, bağırmamdan rahatsız oldu; ‘Bağırmakla ödev yaptırınca ne faydası olacak, rahat bırak çocuğu gitsin yatsın!’ deyince kızım yüz buldu; ‘Yaşasın!’ diye babasına koştu. Tabii, babası için hava hoş; çocuk ödevini yapmadığı zaman, öğretmen, babasına değil bana telefon ediyor; ‘Kızınız bu gidişle okuma yazmayı öğrenemeyecek’ diye bana söylüyor. Sınıfın içinde en sonlarda olduğunu veli toplantısında ona değil bana duyuruyor.” diye anlatmaya devam etti.
Maalesef günümüz çocuklarının aile içinde zarara uğradığı en temel sorun, okulun eve taşmasıdır. Hâlbuki başarılı öğretmen, okul faaliyetlerini eve taşırmayan, bilgiyi okulda tamamlayabilendir. Ayrıca, modern eğitim sistemlerinde, ilkokulda, “ödev” bir “emir” değil, eğiticinin anne babadan bir ricasıdır.
Bu ricanın iki anlamı vardır;
1- Çocuğun öğrenmelerinin kendindenliğe erişmesi için okul-aile işbirliği ricasıdır. Bu rica, birinci sınıf öğrenciler için günlük 10 dakika, ikinci sınıflar için 20 dakika, üçüncü sınıf içinse yarım saattir. Bu sayede çocuk, okul vasıtası ile öğrendiklerini adım adım yaşam içinde kullanmayı öğrenecektir. Ailenin eğitime desteği, teorik değil, pratiktir.
2- Ancak zaman zaman, eğitici, anlatacağı konuları okul saatleri içinde yetiştirememiş olabilir. İnsanlık hali; o gün öğretmenin dikkati dağınıktır veya konuyu toparlayamamış olabilir ya da hastadır, rahatsızdır, öğrencilerine dikkatini verememiştir. İşte böylesi durumlarda, öğretmen veliden “işbirliği ricasında” bulunabilir. Okulda eksik bıraktığını düşündüğü konular için anne babalardan yardım talep edebilir.
Bunun haricinde, öğretmenin bir buyurganlık içinde öğrencisine ödev vermesi ve bunu yapmadığında da yaptırım uygulaması doğru değildir.
Ödev; öğrenmenin temel işlevi değil, zaruret halinde tamamlayıcı faktörüdür. Eğitimin tamamlayıcı bir faktörünü, eğitimin ana işlevi gibi göstermek ciddi bir pedagojik yanılgıdır.
Maalesef, çocuğunun eğitim durumunu merak edip öğretmenden bilgi isteyen velilerin birçoğu; ‘Ödevini yapmıyor ki!’ gibi şikâyetler işitiyor. Ve bu şikâyetler, çocuğun iyiliği ile değil, çoğu defa ebeveyn çocuk çatışmaları ile sonlanıyor.
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, ilkokul seviyesinde verilen ödevlerin öğrenmeye katkısı binde bir civarındadır. Gözlemlerimiz gösteriyor ki, çocukta, ödev yetiştirme kaygısı, eğitimden soğumanın nedenlerinden biridir.
Hâlbuki çocuk ödev yaparak değil, oynayarak gelişir.
Bunun da ötesinde, evde ebeveynlerden bir tanesinin bu kaygılar aile içi çatışmalara da sebep olmaktadır. Kimi zaman annenin ödev konusundaki baskısı babanın vicdanına dokunuyor, kimi zaman babanın öfkesi anneyi çocuğa karşı koruyuculuğa yöneltiyor.
Maalesef, birçok anne babanın da, öğretmen baskısından kurtulmak için anne babalık görevini bırakıp öğretmenlik yaptığının şahidiyiz.
Hâlbuki çocuk okulda bunaldığında evde anne babası ile rahatlamalı, teselli olmalıdır.
Okulda yorulan çocuğu, anne babalar rahatlatmalı; çocuk parkta kaydırağa binmeli, sokakta sek sek oynamalı ki eğitimde başarısı artsın.
Unutmamak gerekir ki, başarısız çocuklar, ödevlerini yapmayanlar değil, eğitimden soğumuş olanlardır...
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Özetlersek "Aksiyon Dergisi" yazarını referans alıp çocuk büyütenler ...
Aklı gönlü vicdanı otoriteye kiraya verilmiş , kariyer basamaklarını patır patır çıkan nesiller yetiştirirler ...
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Öğrenme zihinsel bir faaliyet midir?
Pedagojiye dair ilk bilgiler bize, öğrenmenin zihinsel bir faaliyet olduğundan bahsediyordu. Beyin üzerinde yapılan nörolojik çalışmalar göz kamaştırıcı bilgiler ortaya çıkarıyordu.Beyindeki nöronlar birer bilgi deposu olarak işlev görüyor, insan yaşamının her anı kayıt altına alınıyordu. İnsan ister yüz, ister bin yıl yaşasın, o küçücük beyin, neredeyse sınırsız bir kayıt cihazı gibiydi…Beynin hayranlık uyandıran bu yapısı, bir süre sonra eğitimcilerin de ilgisini çekti. Onlar, bir yandan beyni daha iyi çalışan “zeki” çocukların peşine düştükleri gibi, diğer yandan da zekânın nasıl geliştirilebileceğini araştırmaya başladılar.Yapılan çalışmalar gösterdi ki beyne birtakım “uyaranlar” verildiğinde, “dikkat artıyor”, öğrenme faaliyeti güçleniyordu. Bu uyaranlar arasında en güçlüsü “kaygı” idi. Kişiye belli düzeylerde kaygılar yaşattıkça, bireyin dikkati artıyor, artan dikkat öğrenilecek bilgiye yoğunlaşmayı sağlıyor, yoğunlaşılan bilgi kolaylıkla öğreniliyordu.Bu heyecan verici bulgular, eğitimciler arasında hızlıca yayıldı…
Özellikle okullarda öğrencilerin başarısının artırılmasında “kaygı oluşturma” etkin bir şekilde kullanılmaya başladı.
Öğrenciye, belli düzeylerde kaygı yaşattıkça performansın arttığı, derslere daha dikkat edildiği somut verilerle ortaya çıkmaya başladı.Dersini yapamamış öğrenciye ceza vermek, onda arkadaşlarının arasında “küçük düşme kaygısını” oluşturuyor, bu kaygı öğrencinin bir dahaki sefere ödevini tam getirmesini sağladığı gibi, sınıftaki diğer öğrenciler üzerinde de “benzer durum yaşamama kaygısı” meydana getiriyordu.Böylesi tutumu takip eden eğiticilerin sınıflarında başarı düzeyinin arttığı görülüyordu.Ya da, öne geçen çocuklara mükâfatlar verilmesi, geride kalanlarda “mahcubiyet, utanma, değersizlik” gibi hisleri oluşturuyordu. Öne geçme çabası içindeki öğrenciler birbirleriyle yarışıyor bu da başarı düzeyi artıyordu.
Bu bilgiler eğitimi oldukça kolaylaştırdı, öğrenme süreci kontrol altına alınmaya başladı.
Ancak bir süre sonra, enteresan bir gerçek ortaya çıktı.Kaygı ile öğrenilen bilgiler, “içselleşmiyor”, aksine, kaygı bittiğinde bilgiler silinip gidiyordu… Sanki bir virüs, gizlice beyne giriyor, nöronlara ulaşıyor ve kaygılı bilgileri siliyordu. “Unutma” da diyebileceğimiz bu silinme işinin nasıl ve kimin eliyle gerçekleştiğinin peşine düşüldüğünde, şaşkınlık verici bir bilgiye daha erişildi.Buna göre öğrenmenin sadece zihinsel bir eylem olmadığı, öğrenme işlevinde “ruh”un da rol aldığı görüldü.Aslında beyin, sanki “geçici bir depo” gibi çalışıyor, bu depodaki bilgilere bir süre sonra insan ruhu uzanıyor, kendi yapısına zarar vermeyecek olanları oradan alıyor, üzerine giydiriyor ve böylece bilgi içselleşiyordu. Bilgi artık kişinin kendi malı oluyor, unutulmaz bir yapıya bürünüyordu.Ruh nöronlarda eriştiği bilgilerden, kendisine zarar verecek olanları ise almıyor, zihinde bırakıp işlevsiz kılıyordu. Bu bilgiler bir süre sonra bilinçaltı dediğimiz bir bölgeye kaldırılıyordu. Bu sayede ruh kendi sağlığını da koruyordu.Ruhun zihinden elde ettiği bilgilere artık biz “öğrenilmiş bilgi” değil, “edinilmiş bilgi” diyoruz. Edinme; ruhun öğrenmesi, ruhun bilgiyi kendi bütünlüğüne dâhil etmesidir.Edinilmiş bilgiler, ruh sağlığı kaybolmadığı sürece unutulması neredeyse imkânsız hale dönüşüyor.
Bu yeni bilgiler, eğitimcileri şaşırttığı gibi, “ruhsal öğrenme” sürecine dışarıdan müdahale edilip edilemeyeceği sorusunu da beraberinde getirdi.
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
SİZE 6 SIR...
Ben 11 aylık bir kız çocuğu annesiyim. Ben, çocuğumun yapmış olduğu yaramazlık ve huysuzluklara çok sert tepkiler veriyorum, ona bağırıyorum ve biraz da vuruyorum. Sonra çok pişman oluyorum ve kendime kızıyorum, fakat aynı hataları tekrarlıyorum. Özellikle kızım geceleri 3-4 defa ağlayarak uyanıyor. Ben de uykusuzlukla ona bağırıyorum ve birkaç fiske atıyorum, bebeğimi hala emziriyorum gece kalkmasının sebeplerinden birisi bu olabilir mi? Kendime nasıl hakim olabilirim? Bebeğimi üzmek istemiyorum yapı olarak da biraz sinirliyim, gün içinde olan olayların acısını bebeğimden çıkarıyorum. Ne yapabilirim?
Size 6 sır vereyim...
Önceki gün arıcılıkla uğraşan bir arkadaş ile konuşmuştuk. Arıcılıkta en merak ettiğim şeyi sordum; “Çıplak elini kovana sokabiliyor musun?” cevap gecikmedi, “Eeee öğrenene kadar canım çok yandı, ama sonunda işin sırrını öğrendim” dedi. Merakla sordum, “Nedir bu işin sırrı?” dedim, o da “Sevgi ve sabır bu işin sırrıdır” dedi.
Bu soruyu okuyunca, arkadaşla yaptığım bu konuşma gözümün önüne geldi. Zira, çocuklar da arı gibidir. Onları kızdırmaya gelmez. Elinize sopa alıp arı kovanına ha bire vursanız ne olur? Arılar öfkelenir, kızar. Birden bire bir saldırıya geçerlerse, sizi neye uğradığınızı şaşırtırlar, değil mi? İşte çocuklar da öyle. Çocuğa şiddetle yaklaştığınızda, daha büyük bir şiddetle cevap alırsınız. Susturmak için kızarsınız, vurursunuz, döversiniz, ama nafile… Çocuğunuzun öfkesini artırmaktan başka bir işe yaramaz bunlar. Anneliğin sırrı, “Sabır”dır. Peki sabrınızı nasıl artırabilirsiniz? İşte size 6 sır daha…
Vücudunuzun günlük ritmini, bebeğinizinki ile uyumlu hale getirin. Yani –mümkün olduğu kadar- o yattığında siz de yatın, o uyandığında siz de uyanın.
Özellikle öğlen arasında mutlaka biraz uyuyun ama ikindi saatinde siz de bebeğiniz de uyumayın.
Aldığınız gıdalara dikkat edin; bir süre et yemeyin, sebzeye ağırlık verin, suni gıdalarda (chips, cola, kimyasal katkı maddeli yiyecekler v.s.) uzak durun. Bol bol süt için, sıvı tüketin.
Evinizde internet ve televizyon varsa bunları bir süre kesinlikle kullanmayın.
Çarşı ve pazar gezmelerini, konu komşu ziyaretlerini bir süre azaltın.
Bebeğinizle baş başa kaldığınız her anı, onunla son kez birlikte olduğunuzu hayal ederek geçirin.
Şimdilik size 6 sır… Bu arada, gece uyanmaların sebebi açlık olabilir, ama anne sütünü emiyor olması değildir. Sakın sütten kesmeyin yavrunuzu…
http://www.ademgunes.com/size-6-sir/
 
Üst