SIR / Mustafa KUTLU

kebîkec

İhvan Forum Üye
Katılım
21 Eyl 2007
Mesajlar
8,080
Tepkime puanı
1,922
Puanları
113
Tekkenin Dünyalığı, Dünyanın Ahretliği



Kitap ile aynı ismi taşıyan ilk hikâye olan Sır, “Gecenin bir vaktinde kapı çalındı, gidip açtım. Karşımda efendim duruyordu. Yüzünün nurundan etrafa aydınlık saçılıyordu.” (s. 7) cümleleri ile başlıyor. Bu sözler hikâyenin başkarakterine, daha sonra şeyhin yerine geçecek olan rençbere ait. Bir gün şeyhi kapısını çalıyor ve artık posta onun oturacağını söylüyor. Efendisinden geleni emir sayan isimsiz kahramanımız da tarikatın yeni efendisi olarak evinin yanına bir tekke kuruyor. Ancak Kutlu, ilerleyen sayfalarda ne olacağının ipuçlarını, efendisinin el verdiği müridine söylediği şu sözlerle anlatıyor belki de bize: “Bize âlem-i manada böyle göründü… Emaneti sana tevdi ettik… Bir emr-i hak vuku bulursa, fitne zuhur ederse zinhar tasa etmeyesin, her daim birlikte bulunduğumuzu gönülden çıkarmayasın, himmet dileyene usulünce himmet edesin.” (s. 10)

Gel zaman git zaman tekkede yer sıkıntısı baş gösterir. Tekkeyi genişletme kararı alınır. Gelen giden çoktur. Yazarın tabiriyle “Mercedes denilen arabalarıyla gece demeyip gündüz demeyip sürüp gelen” (s. 13) insanlar bir süre sonra hizmetten rahatsızlıklarını dile getirir hale gelirler. Yerlerin perişanlığından yenilen yemeklere, edilen sohbetlerin lezzetine kadar pek çok konuda artık “eski tadın” olmadığını söylerler. Efendinin el verirken söylediği üzere “fitne zuhur etmiştir” artık. Burada bir kez daha dikkat etmemiz gereken, tasavvufun asıl amacının ne olduğudur şüphesiz. Bir kuru ekmeğe talim edebilecek olan sözde tasavvuf ehli, bunu yapmamakla kalmayıp yemekten, içmekten, oturulacak ve yatacak yerden dahi şikâyet eder hale gelmiştir. Kutlu’nun gösterdiği madalyonun öteki yüzü, tokat gibi şiddetli bir şekilde çarpmaktadır yüzümüze. Anlatımındaki aşırılıktan uzak ifadeleri, Kutlu’nun tasavvufa / tekkeye bakış açısındaki bu olumsuz değerlendirmesini de daha realist bir zemine oturtmaktadır.
En sonunda yukarıda bahsettiğimiz bu ve benzeri sebepler gösterilerek şehre taşınılır ve şehirde yeni bir düzenin içine girilir. Bir kez daha söylememiz gerek, burada Kutlu’nun anlatmaya çalıştığı, dünyalık olmayan amellerin dünyalıklar üzerine kurulmaya çalışılmasının ironisidir. Tasavvufun bozulması, çemberin dışına çıkılması meselesi ile ilgilidir. Bu çember, aslında malın mülkün giremeyeceği, siyasetin-ticaretin karışamayacağı bir çemberdir. Ama fıtratı bozuk, niyeti sağlam olmayanların işin içine girmesiyle, bir küçük barakada dahi kalabilecek olan tasavvuf ehli, sırça köşklere taşınmaya başlar. Yani dünyalıklar bir nevi esir almaya başlar bu insanları. “Sır, tasavvufun nasıl bozulup dejenere, asli fonksiyonlarını yitirip bir menfaat, ticaret odağına dönüştüğünü abartmadan, olanca gerçekliği ve açıklığı ile gözler önüne serer. Kimi insanların tasavvufu bir arınma yerinden çok, ‘kullanma’ yeri olarak gördükleri vurgulanır.” (Necip Tosun, Türk Öykücülüğünde Mustafa Kutlu, Dergâh Yayınları, 2004: 15)
Bu “dünyalık” meselesi eserde pek çok yerde karşımıza çıkar. “Yediğimiz bulgur aşı, içtiğimiz ekşi ayran” (s. 12) diyen şeyh, etrafında olan bitene kulak kabartmış ve fitnenin alıp başını gittiğini görmüştür. Posta oturmuş olmasına rağmen rençberlikle de uğraşan şeyhin bu davranışı dahi göze batar. “Hele ki kimseden bir kaşık yağ, bir tutam ot, bir kuruş akçe hediyedir diye kabul etmememiz dillere destan oldu. Tekkemizin adı fukaraya çıktı.” (s. 14) serzenişinde bulunan şeyh, etrafındakilerin dünyalıklara nasıl daldığını da vurgulamış olur aslında bizlere. Köyde artık durulamayacağı, şehre yerleşme zamanının gelmiş olduğu fikrine ihvanı da ortak olur şeyhin. “Bu şehir yerlerine nakil işi kalbime yakın gelmiyor bir türlü.” (s. 16) dese de, inşaatın başlamış olduğunu ve şehre taşınmamın kaçınılmaz olacağını da görür. Ama şeyh, bütün bu kendi isteği dışında gelişen olaylara karşı isteksizdir, yine de bunların bir “imtihan” olduğunu da unutmaz. Ya da öyle olduğuna inanmak ister.
Sır’da, ihvanı ile birlikte şehre gidiş de “Mercedes” arabalar ile olur. Kutlu, arabaların markasını da lüksüne paralel olarak özellikle belirterek, “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” çıkarımını yapmasını da kolaylaştırır okurun. Şehirde inşa edilen tekke de bu “dünyalık” meselesinin çok önemli bir görüntüsü olarak gözümüze çarpar. Şeyh, şehirdeki yeni tekkeyi görünce bir hayli şaşırır ve şaşkınlığını şöyle ifade eder: “Yerler silme halı… Ayağın basacak olsan içine gömülecek. Duvarlar kaplama tahta. Abdest mahalleri mermerin en iyisinden. Zikire ayrılan odanın bir ucundan öteki ucu nerdeyse görünmüyor. Görmemişlik zor zenaat.” (s. 17) Abdest alınacak yerlerin bile mermerin en iyisinden yapılması, nasıl bir yozlaşma içine girildiğini gösterir bize aslında. Helalinden akan bir çeşme yetecekken abdest almaya, etraf gösteriş meraklısı tekke ehlinin elinin değmesiyle tasavvufun özüne de görünüşüne de aykırı olan bir şekil alır. “Şehirde tasavvuf bir gönül yolundan çok menfaat odağı olarak fonksiyon görmeye başlar. Özellikle ticaret-siyaset ekseninde, aslından kopmuş birilerinin “kullandığı” bir kuruma dönüşmüştür. Geleneksel anlamda tasavvuf, benlikten, eşyadan, neftsen vazgeçme iken, şehirde “sahip olma”, şan-şöhret kazanma fonksiyonu görmektedir. Daha da acısı artık o siyaset ve ticaret için bir “sıçrama tahtası”dır. Kısaca kent sonunda tasavvuf kurumunu da bozmuştur.” (Tosun: 55) İşte Kutlu bu fikirler üzerine bina ettiği tezini de böylece sunar bizlere. Bu durum, tasavvufun (daha geniş bakarsak ‘islamın’ da diyebiliriz belki) kapitalistleşmesinden ya da belli olguların metalaş(tırıl)masından başka bir şey değildir.
Zaman içerisinde, şehir hayatına, daha doğrusu şehirdeki tekke hayatına ister istemez şeyh de ayak uydurur. “Başta ben olmak üzere hane halkımız da elini sıcak sudan soğuk suya vurmaz oldu.” (s. 19) diyen şeyhin görünüşünde de belli başlı değişiklikler meydana gelir. “… kuş sütü kuru üzüm ile beslendiğimizden iyice şişmanlayıp nefes darlığı çekmeye başladım.” (s. 20) sözlerinden anladığımız üzere, sanki eski, rençber, tarlada geceyi gündüz eden o adam gitmiş yerine bambaşka bir adam gelmiştir. Maddi rahatlık tekke içindeki herkese olduğu gibi şeyhe de yansımıştır artık. Ancak paralarını, mallarını, mülklerini harcadıkları yerin doğru yer olup olmadığına dahi çoğu zaman dikkat etmez tasavvuf ehli. Çünkü bütün yaptıklarını kendilerince belli bir mantık çerçevesine oturtmuşlardır. “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.” (Bakara, 274) ayetinde buyrulduğunun aksine, Kutlu’nun anlatmaya çalıştığı, malların hayra sarf edilmesinden ziyade, israf yoluna verilmesidir. Aslında bu, en başta Kur’an’ın hükmüne bile aykırı bir durumdur ancak tekkedekiler, belli ki mallarını doğrudan değil, kendilerine göre dolaylı(!) yoldan Allah yolunda harcamayı tercih etmişlerdir…
Gel zaman git zaman dünyalıklara iyice dalmış olan tekke, siyasete de bulaşır. “… iş sonunda döndü dolaştı siyaset kapısına dayandı.” (s. 21) diyen şeyh çok haklıdır. Tekkenin içinde bir siyaset dalgasıdır döner. Yeni yapılacak seçimlerde falanca partiye oy vermek için sıraya girmişlerdir ve hatta bununla da kalmayıp liste başlarına adını yazdırmaktan dahi çekinmemişlerdir. Siyaset her ne kadar günümüzde de, eski zamanlarda da hayatın her alanında kendini hissettiren bir kurum olsa da, işin doğrusu siyasetin bazı alanlara nüfuz edememesi gerekliliğidir. “Müslümanın sağcısı solcusu olur mu?” (s.20) diyen ve dini hayatın içerisine siyaset girince, çıkar çatışması, maddi-manevi kar elde etme arzusu gibi durumların da işin içerisine gireceğini bilen şeyh, bu durumdan bunaldığını da anlatır bizlere. Ama ihvanı durmaz: “Denildi ki bu partinin başkanı da gelsin, hiç olmazsa efendimizin bir kaşık çorbasını içip, elini öpüversin; her neresinden bakılırsa bakılsın bu işte sayısız faideler vardır; hem tekkemizin itibarı artar, hem ihvanın işleri daha bir yoluna girer.” (s. 21) diyerek parti başkanını birkaç adamı ile birlikte misafir eden tekke sakinlerinin, “işlerini nasıl yoluna sokacağı” konusunda da kafalarda soru işareti oluşur. Ayrıca tekkenin nasıl bir “itibar”a ihtiyacı olduğuna da akıl erdiremeyiz biz okurlar olarak. Dünya işlerine o kadar karışılmıştır ki artık, ister istemez çevrede de bir itibar oluşması adına çaba gösterilir. İşte Kutlu’nun ironisi burada da açık bir şekilde kendini gösterir. Olması gerekenle olan arasında kurduğu köprü üzerinden okura mesajını veren Kutlu, “durum böyledir ama aslında böyle olmaması gerekir(di)” der bizlere.
Hikâyenin sonunda Kutlu, “ayna” metaforunu kullanarak, hem şeyhin maddiyatının dışında manevi olarak da kendisini görmesini, hem de okurun şeyhin kendisini görmesine tanıklık etmesiyle birlikte, Sır’rın sırrına varmasını sağlar. “Bir boy aynasında kendimi gördüm. Sarıklı, cübbeli, sakallı, heybetli bir adam. Lakin artık güngörmemekten olacak çehresi iyice beyazlaşmış, yanakları pembeleşmiş. Ellerime baktım, tombul tombul olmuş. Aynada bakarken kendime, nasıl bir fütuhat olmuş ki, kalbimin içini de görüverdim.” (s. 22) diyerek kendi sırrına ulaşan şeyh, cübbeyi, sarığı bırakır ve tekkeyi terk eder. Bu terk ediş, aslında sadece tekkeyi değil, kendini de terk ediştir bir bakıma. Şeyh, cübbesini, sarığını çıkarmakla şeyhliğinden bir şey kaybetmez ancak birer imge olarak cübbenin ve sarığın kullanılması, geride bırakılanın ne olduğunu anlamamız açısından da önemlidir. Aslında geride kalan tekke ya da tasavvuf fikriyatı değil; o fikrin sözde yeni, görünüşte modern ama özünde yozlaşmış olan bu tekke kültürüdür. Bu noktada cübbenin, sarığın atılması aslında bir bakıma dünyaya ait olanın da bırakılması gerekliliğini gösterir bize. Aynada görünen kalp kirliliğini ancak bu şekilde temizleyebileceğimizi de anlamış oluruz bizler okur olarak.
Şeyh, tekkeyi terk ettikten sonra, geride kalanı, olanı biteni diğer hikâyelerde biraz biraz öğreniriz biz de. Durum pek parlak değildir aslında. Şeyh de bundan haberdardır. Zaten “Sır” da şeyhin bu durumdan haberdar olduğunu belirttiği cümleleriyle son bulur: “Ardımdan “efendi sırroldu” demişler. (…) Bizim bir tekkeden, birkaç tekke daha doğmuş.” (s. 22)



Sır’rın Diğer Hikâyelerdeki “Dünyalık” Konusu Üzerine Bazı Dikkatler



Yukarıda anlattığımız noktaların tamamı, kitaba da ismini veren ilk hikâye Sır’ra ait. Ancak tabi ki eser bu kadarla bitmiyor ve bunun dışında yedi tane daha hikâye barındırıyor içerisinde. Bu hikâyeler de yine ilk hikâye gibi tasavvufun bozulmuşluğuna emsal teşkil edecek hikâyeler. Kişileri, mekânı, zamanı farklı olsa da konu aynı. İşte biz de ilerleyen satırlarda, o hikâyelerdeki “dünyalık” konusuna değinmeye çalışacağız biraz da.

Bir insanın çıkmazı olarak okuyabileceğimiz Tarihin Çöp Sepeti’nde, aslında ülkedeki belli sorunlara hassasiyetle eğilmek isteyen ve iyinin peşinde olan bir gazetecinin tekke ile olan münasebeti gözümüze çarpıyor. Ancak burada da (gazetecinin kendi isteği dışındaki bir patron yönlendirmesi ile de olsa) samimiyetsiz ve dünyevi bir tutum görüyoruz tekkeye ve şeyhe karşı. Aslında gazeteci içinden, “Efendiye gitmenin yaşadığımız hayatta gerçek bir dönüşümü, bir devrimi başlatmış olması gerekir.” (s. 26-27) şeklinde geçirirken, dışarıdan bakan bir insanın da tekke ile ilgili neler düşünmesi gerektiğini gösterir bize ama gazeteci bu fikir çerçevesinde olsa da aynı çerçevede hareket etmez ya da edemez. Efendiye bağlı olan patronu onu tekkeye bir toplantıya gönderirken, “Üzerinde gizli bir ses alma cihazı olsun. Konuşulanları tespit etmenin sayısız faydaları var.” (s. 27) diye yönlendirir. Gazeteci itiraz bile edemeden ona iş ile duygularını karıştırmaması gerektiği hatırlatılır yine aynı patron tarafından. Kutlu’nun bahsettiği “dönüşüm / devrim” böyle gerçekleş(e)meyecektir şüphesiz ki. Duygusal yönden efendiye bağlı ama işini de yapması gerektiğinin farkında olan gazeteci de bunu bilir. Ama “Nasıl?” sorusuna bir cevap bulamayız. Belki de cevabı olmadığı için Kutlu bilerek bir çözüm getirmemiştir bu duruma ki doğrusunun da bu olduğunu düşünüyorum hikâye kurgusunun gerçekliği açısından. Dünya işi yine baskın çıkmıştır ve bu hikâyede de tasavvufun bozulmuşluğu, tekke dışındaki birisinin gözlerinden gösterilir bize.


http://kirmizibisiklet.wordpress.co...irrinda-dunyalik-meselesi-mavi-yesil-72-sayi/
 

levent48

Kıdemli Üye
Katılım
12 Şub 2012
Mesajlar
3,518
Tepkime puanı
142
Puanları
0
Anadolu'da bir şehirde eski bir camii haziresinde küçük bir kulubede yaşayan bir mana eri var...Terketmiş dergahını ihvanını,postunu...Hikaye tıpkı o zatın hikayesi....
 

kebîkec

İhvan Forum Üye
Katılım
21 Eyl 2007
Mesajlar
8,080
Tepkime puanı
1,922
Puanları
113
Şeyhin sır olması beni cezb eden. Sırlara karışmaya niyeti olanlar için ekledim. Sırra kadem basmak deyimi de burdan geliyor galiba...
 

kebîkec

İhvan Forum Üye
Katılım
21 Eyl 2007
Mesajlar
8,080
Tepkime puanı
1,922
Puanları
113
Hayati iskaliyorum galiba. Yaştan mi kumaştan mi ? Yolda kaybolan arkadaştan mı? Sırların sırrına ermek için yapılan anahtar nerede....?
 

türkü

Kıdemli Üye
Katılım
18 Tem 2007
Mesajlar
4,973
Tepkime puanı
975
Puanları
0
alnımıza 'ya tahammül ya sefer' yazılmış der mustafa kutlu..ordan bakmışsa. işte sanat, felsefe hakikate giden yolda yardımcı ama son durak hep dindir.
 

Cenan

Ordinaryus
Katılım
13 Eyl 2007
Mesajlar
3,059
Tepkime puanı
1,751
Puanları
113
İstiyorlarki köşelerine çekilsinler, karınlarını doyuracak kadar kazansınlar, etraflarınada 9-10 mürid toplayıp ibadet ve zikirlerine devam etsinler, ruhban sınıfı gibi dünyadan ellerini çeksinler.

Sahih tarikatlerin bugünkü faaliyetlerini biliyor muyuz?

Aş Evleri
Erzak ve gıda yardımları
Ayni ve nakdi yardımlar
Cami, mescit, yurt, okul, yetimhane
Acil yardım üniteleri (deprem, yangın, sel v.b felaketlerde yardım)
Yurtdışı yetimhane, Kur'an kursları, ilahiyat fakülteleri
Yurtdışından öğrenci getirip burslu üniv. okutmaları
Su kuyuları
Kurban v.s

Bunlar nasıl yapılıyor? Maddi durumu iyi olan dervişlerin, ihvanların katkılarıyla.
Derviş dediklerim gariban memurlar değil, atadan zengin, Rabbim vermiş onlarda emaneti sahiplerine veren vakıf insanları.

Gelelim Allah Rasulüne; Peygamberin içtimai hayatı nasıldı? Yazmaya gerek yok.

İmamı Âzam Hazretleri’ne; “Ya İmam! Ben fakir bir insanım. Üç beş tane hayvanım var. Sen ise zenginsin. Belki sayısını bile bilemeyecek kadar sürülere sahipsin. Nasıl oluyor da sen benden daha takvalı, Allah’a daha layık olabiliyorsun?” diye sorduklarında buyurmuşlar ki; “Ben hayvanlarımı ahıra bağlıyorum. Sen ise onları gönlüne bağlıyorsun.”

Tarikat-i Hâcegân’ın büyüklerinden Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin de zenginliği dillere destandır. Ziraatle uğraşmışlar. Binin üzerinde tarlaya sahip olduğu rivayet edilir ki bazı tarlalarında da binden fazla kimse çalışırmış. Bir gün yanında değerli birkaç kitap bulunan bir molla Hazret’in medhini çok işittiğinden onu ziyaret etmek ister. Dergâha geldiğinde büyüğümüz onu da yanına alıp işlerini kontrol etmek, gezmek için yürümeye başlar. Molla bir taraftan Ubeydullah Ahrar Hazretleri gibi büyük bir velinin bu kadar mal mülk edinmesini anlayamazken bir taraftan da dergâhta bıraktığı o değerli kitaplarının akıbetini merak edip durur. “Acaba başlarına bir iş geldi mi, yerinde duruyor mu?” diye sürekli bir al-ver içinde dönüp durur. Hazret; “Belki bu kadar malımız mülkümüz var amma biz onu hiç gönlümüze sokmadık. Allah’la aramıza girmesine müsaade etmedik. Sen ise iki kitaptan vazgeçemedin, onları gönlünden çıkaramadın.” buyuruyorlar. Önemli olan ne olursa olsun sahip olduklarımızın Allah ile ilişkimize halel getirmemesidir. Büyüklerimizin ifadeleriyle “El kârda olsa da gönlün Yâr’dan ayrılmamasıdır.”
 

kebîkec

İhvan Forum Üye
Katılım
21 Eyl 2007
Mesajlar
8,080
Tepkime puanı
1,922
Puanları
113
Yaşıyorsak umut var demektir. Arabayı gönlüne değil de garajına koyan dervişlerden oluruz inşallah. ..
 
Üst