Zaman değişiyor. Mekanlar değişiyor. Meraklar, ilgi alanları... Dün görmediğimiz ya da görmezden geldiğimiz pekçok şey bir anda en merak edilen husus haline gelebiliyor...
Olmaz mı? Hayat dediğimiz şey bu olsa gerek.
Bunu neden söylüyorum..
Elbette ki Sibel Eraslan'dan dolayı bütün bu girizgahı yaptığım bir gerçek.
Şöyle ki..
Ne Sibel Eraslan ismi yeni bir isim ne de bir anda ortaya çıkmış birisi...
Ertuğrul Özkök'ün yeni keşfettiği bir isim olabilir bizlerde bunu anlayışla karşıyalabiliriz.
Tanımamasını da, yazdıklarını, geçmişte yaptıklarını es geçmiş olabilir..
Sonuçta on yıl öncesindekini Ertuğrul Özkök'ten bahsetmiyoruz ama Sibel Eraslan ismi yirmi yıl öncesinde de vardı yirmi yıl sonrasında...
Ne yazdıkları değişti, ne ilgi alanları ne de kendisi...
Hukukçu ve başörtülü olduğu için alanında çalışamamış diplomasını duvarına asmış bir isim...
Refah Partisi döneminde Hanımlar Komisyonu Başkanlığını yaptı. Ama nasıl derler bizim camiada kendisi "abla" olarak bilinir..
İslamcı kadın harekatının öncülerindendir...
Timaş Yayınları'ndan çıkan Siret'i Meryem isimli Hz. Meryem'in hayatını hikayeleştirdiği, şimdilerde de ikinci baskısı olarak yeniden okuyucuya sunulan kitabı vesilesiyle, Ertuğrul Özkök'ü ziyaret etmiş kendisi. Hem yayımlanan kitabını götürmüş hem de ziyaret etmiş...
Peki bu ziyaret sonucunda ne oldu?
Bir anda Ertuğrul Özkök'ün Sibel Eraslan'la tokalaşıp tokalaşmadığı, elinin havada kalıp kalmadığını merak eder olduk...
Memleket meselesi haline dönüştü yani...
Lamı cimi yok ben de merak ettim, Ertuğrul Özkök bunu yazının başlığı olarak sununca okurlarına...
Siret'i Meryem'i konuşmak için Sibel Eraslan'la randevulaştık. Güzel bir tesadüfki kitabın isim babası Ömer Lekesiz de ordaydı...
Hem Siret'i Meryem'i konuştuk. Hem de şu merak edilen Ertuğrul Özkök'ün elinin havada kalıp kalmadığı meselesini...
BİZDE SİRET-İ YAZMAK BİR GELENEK
Siret-i Meryem ne demek?
İsmini Ömer Lekesiz koydu. Siret yolculuk demek. Yani yolculuğun hikâyesi ve bizde Siret-i yazmak bir gelenek. Siret bizim bibliyografya dediğimiz şeyin daha geniş anlatımından ibaret. Yani bir tür özel tarih anlatımı. Serüveni de içerir ama bu serüven sadece yapıp ettikleriyle değil aynı zamanda dünyaya verdikleri şekiller ile de bir anlatım tarzıdır. O bakımdan da daha çok Rabbani ya da ruhani tutumları olan insanların hayatlarına ilişkin anlatılara İslam kültüründe siret adı verilir.
Hz. Meryem’in hayatıyla ilgili çok eser olmadığını biliyoruz. Olmamasını neye bağlıyorsunuz?
Bu hem Türkiye’nin edebi, sosyolojik macerası ile ilgili hem de Hz. Meryem’e genelde insanlığın duyduğu saygı ile alakalı. Çünkü biz saygı duyduğumuz şeyleri aynı zamanda kutsarken biraz hayatın içinden uzaklaştırıyoruz. Yukarılarda uzak bir yerlere koyarız. Saygın bir yere yükseltiriz ama bu saygın yükseltme eylemi aynı zamanda bir tür unutmaya, bir tür hayattan dışlaşmaya tekabül eder. Kutsalın modern hayatın içinden adım adım bu şekilde uzaklaşarak, sisli puslu bir bulutun arkasına, bir tülün arkasına gizlenmesi gibi bir şey. Bir de Türkiye’deki edebi kamunun seküler tarzda kendini var etme girişimiyle de ilgili. Yani kutsal ya da mistik kahramanlara edebi kamu içerisinde bir anlam izdüşümü olamamıştır maalesef. Böyle bir seküler dayatma ile karşı karşıyasınız. Bu sizi bir tarihçi kılabilir. Mesela benim bir edebiyatçı olarak en korktuğum şeydir. Tarihçi değilsiniz, tarihçiliğin o insanı tahrik eden ve çağıran yoluna da düşmemeniz gerekir. Çünkü siz bir edebiyatçısınız. Öte yandan bir din vaizi, din öğreticisi de değilsiniz çok ince bir çizginin üzerinde yürüyerek ilerlemeniz gerekiyor. Tüm bu zorluklarla Hz. Meryem’i edebi olarak okumamızı geciktirmiştir diye düşünüyorum.
HZ.MERYEM BİZANSLILARIN AZİZESİYMİŞ GİBİ ALGILANIYOR
Meryem ismi aslında Türkiye’de çok yaygındır. Ama Hz. Meryem bilinmez. Hep mesafe vardır. Neden?
Haçlı Seferleri ile ilgili Doğululara has bir tedirginlik ve antipatik muhalefet var. Haçlı Seferleri’nde Haçlı ordusunun kullandığı simgelerden, yeminlerden, flamalardan şövalyelerin korunmak için kullandıkları ikonalara kadar hep Meryem sembolleri vardır. Meryem biraz bizde sanki Bizanslıların, Haçlıların azizesiymiş gibi algılanıyor. Bu yanlış algıyı da biz tashih etmek zorundayız.
Son dönemin dikkat çeken kitabı Siret-i Meryem'in yazarı Sibel Eraslan,
arkadaşımız Nursel Tozkoporan'ın sorularını cevapladı, Hazreti Meryem'i anlattı...
KURANI KERİM'DE HZ. MERYEM İLE İLGİLİ 34 AYET VAR
Hz Meryem Kur’an-ı Kerimde nasıl anlatılıyor?
Hz. Meryem Allahu Teala’nın son sözüdür. Kur’an-ı Kerim’de iffetiyle, yüksek ahlakıyla fedakârlığı ve feragatiyle kadın - erkek insanlığa örnek gösterilen nadide insanlardandır. Hz. Meryem ile ilgili 34 ayet vardır. Kanonik İncillerde sadece 19 ayet var. Sanki zihnimizde klasifikasyon var ve işte Meryem Hıristiyanlara, Haçlılara, Bizans’a ait bir şeydir. Mesela İstanbul’da da Hz. Meryem ile ilgili birçok ikonayı görebiliyorsunuz. Veya Şam’a, Halep’e gittiğinizde Meryem annemizin o figüratif desenlerinin ne kadar etkin olduğunu görürsünüz. İtalya’da, ispanya’da keza görüyorsunuz. Ama bizim hürmetimiz ve sevgimiz bambaşka. Hıristiyan dünyasından daha aşağıda, daha soluk, daha sönük, daha düşük bir Meryem yok. Bizde mesela Hz. Peygamberimiz, kızı Hz. Fatıma’yı bir konuda güzel bir cevap verdiği zaman, “Benim sözü de yüzü de Meryem’e benzeyen güzel evladım” diye seviyor ve alnından öpüyor. Hz. Fatıma çok akıllı, fetanet sahibi bir kadın. O’nun her hailini Efendimiz niçin Meryem’e benzetiyor? Çünkü Kuran’da da çok güçlü bir Meryem örnekliği var.
SON 15 YILIM BU HADİSİ ŞERİFİ ÇÖZMEKLE GEÇİYOR
Bir Hadisi Şerifte Peygamber Efendimiz cennetin sultanı olan kadınları sayıyor…
Evet. Efendimiz bir gün eline bir hurma dalı alıp yere 4 uzun çizgi çizdi. Arkadaşlarına 4 uzun çizginin ne olduğunu sordu. Onlar da, “Siz söyleyin “dediler. Hz. Peygamberimiz; “Hz. Asiye, Hz. Meryem, Hz. Hatice ve Hz. Fatımadır. Bunlar cennetin sultanı kadınlardır” diyor. Niçin cennetin sultanı dedi? Ben bunun üzerinde çok durdum. Son 15 yılım bu Hadis-i Şerifi çözmekle geçiyor.
Neden dünyanın sultanı demedi?
Cennet daha uzak, daha gelecekte, daha atide, hatta spekülatif yani şu anda bilmediğimiz bir yer. Zaten cennetin Arapça’da gizlilik gibi de bir anlamı var. Cennete atıf yaparak aslında bütün zamanları kastediyor. Yani dünyanın biten zamanından sonra da ileriki yeni zamanın cennete, ahrete dair o zamanın içinde de bu kadınların bir temelini atmıştır. Dolayısıyla o 4 sütün gibi olan 4 kadın büyük kadınlardır. Dünyanın kaidesini taşırken aynı zamanda o kaidenin bir ucu da ahrette. Bu demektir gibi tüm zamanların en önemli sütunu o kadınlar. Ben onların izdüşümlerinin peşine düştüm.
Hz. Meryem’im hayatını yazmayı belki hep düşünmüşsünüzdür ama ilk yazmaya başlamanız nasıl oldu?
Çok iradi olduğunu söyleyemem. Çalışmam önce Hz. Fatıma ile başladı. Sıralama kronolojik olmadı. Sonra sıra Hz. Meryem’e geldi. Meryem beni Hatice’ye itti. Birinin elinden diğerinin eline gönderildim gibi adeta. Bu aslında bana da uyuyor. Yani tarih ve kronolojik anlatım erkek zihninin yazıya döktüğü bir şablondur ve düzdür. Eksi istikametinden artı istikametine doğru gider, hiç kırılmaz. Ama benimkisi hep kırılmalarla dolu, sondan başlamışım Hz. Fatıma ile sonra ikinci kadın Hz. Meryem ve üçüncü kadın… Şimdi birinci kadını çalışıyorum. Normalde bir erkeğin zihni böyle çalışmazdı. Hz. Asiye’den ve Mısır tarihinden başlar ve diğer kadınlarla devam ederdi.
35‘DEN SONRA ERKEKLERİN ELİNİ HAVADA BIRAKMIYORUM
Ertuğrul Özkök ile tokalaştınız mı?
Evet. Ben 35 yaşından sonra bana elini uzatan erkeklerin elini havada bırakmıyorum.
Ertuğrul Bey elini uzattı mı?
Evet. “Hoş geldiniz” dedi.
Peki daha önce görüşmüş müydünüz?
Daha önce de Hz. Hatice kitabında görüştük. Bu ilk görüşme değildi. Yayınevleri Genel Yayın Yönetmenlerine kitap gönderiyorlar. Bazılarına ben eşlik ediyorum. Taha Akyol, Ertuğrul Özkök gibi yazarlara ben gittim. İkisi de çok nazik karşıladılar ve ağırladılar.
Ertuğrul Özkök bir yazısında “İslami kesimin kadınları içlerindeki aşkı korkmadan söyleyebiliyorlar” diye yazmıştı. Gerçekten de öyle mi?
Tabii bu dışarıdan bir izlenim. Öyle görmüş olabilir. Ben sosyolog değilim. Ayrıca aşk çok rahat söylenebilecek bir şey de değil. Benim aşkın etrafında dönmem, edebiyat, tasavvuf bağlamında veya ontolojiyi anlama açısından baktığımda yaratılışın başlangıcında“bilinmeyi istedim” var. Yani Cenab-ı Hak bilinmek istedi, onun üzerine “Ol” dedi ve oldu”. Bilinmeyi istemek ile aşkı çok iç içe düşünüyorum. Dolayısıyla benim bakışımla ve etrafında dolandığım aşk kelimesi ile bugün sosyologların ya da gazetecilerin daha popüler düzeyde yaklaşımları arasında bir tını farkı var.
BİZ SEVGİLİYE HÜRMET EDEN BİR GELENEKTEN GELİYORUZ
Yazısının devamında da; “Kadınların bu rahatlığı İslami kesimin erkeklerini ürkütüyor” diyor. Ürkütüyor mu peki?
Doğu insanlarında uzaktan sevme hadisesi diye bir şey vardır. Biz iki gözümüzü birden dikip ele geçirmeci, keşfedici veya analitik düzeyde bakamayız. Doğulular olarak daha mahcup kişileriz. Bu bizim Türk filmlerinde de vardır ya da Leyla ile Mecnun’da, eski okuduğumuz menkıbelerde, şiirlerimizde de vardır. Uzaktan sevilen birisidir sevgili, incitilmez, ona çok kolay dokunulmaz, nazar değmesinden korkulur. Ve nazar değmesin diye iki gözümüzü dikerek ona yöneltemeyiz. Yani biz sevgiliye hürmet eden bir gelenekten geliyoruz.
Dolayısıyla bu konuda erkekler mi yoksa kadınlar mı daha atak?
Bu çok üstte ve benim sözümün dışında bir tartışma. Doğrusunu isterseniz bilmiyorum. Çünkü her okuduğum aşk hikâyesi, aşka dair her şiir her defasında karşıma farklı bir şekilde çıkıyor. Erkekler mi yoksa kadınlar mı daha atak? Böyle bir ayrım yapamıyorum. Fakat yeni olan her şey tabii ki bir tedirginlik doğurur. Muhafazakâr kesimde kadınların yazması ve konuşması yeni bir şey olduğu için konuştukları konunun içeriği ne olursa olsun zaten hem merak hem de tedirginlik uyandırıyor. Bu bağlamda aşk bahsi de bunun içinde olabilir ama doğrusu isterseniz aşk konusunda kadınlarda ve erkekler ciddi bir tartışmanın olduğunu da düşünmüyorum.
AKİT, PİRİ REİS'İN KORSAN GEMİLERİNDEN BİRİSİ GİBİ
Ertuğrul Özkök’ün size övgüler yağdırması kendi çevrenizde nasıl karşılandı?
Bana ciddi olarak bir tepki gelmedi. Ama muhakkak garip bir durum olarak hissedilmiştir. Çünkü ben Vakit Gazetesi’nde yazıyorum. Ertuğrul Bey Hürriyet Gazetesi’nde çok uzun yıllar genel yayın yönetmenliği yaptı. İki gazetenin birbirine karşıt duruşları var. Hürriyet çok güçlü bir amiral gemisi gibi. Bizim Vakit biraz böyle Piri Reis’in korsan gemilerinden birisi gibi. İki ayrı uçtan insanların birbirlerine selam vermeleri veya birbirlerini kısa bir süre de olsa saygı ile dinlemeleri insanlara garip gelebilir. Böyle takım tutarcasına insanların birbirlerine yüksek sesle bağırmaları benim hoşuma gitmiyor. Bu aynı zamanda prim yapan, reyting getiren bir şey. Dolayısıyla bir karşılığımın olmadığını görüyorum, farkındayım.
Medya kurallarına göre hareket etmediğinizi mi söylüyorsunuz?
Ben kendimi medyacı olarak görmüyorum, zaten değilim de. Ama Hürriyet ve Vakit’in tabi ki politik duruşları, dünyaya bakış açıları farklı ama bu bir kural değil. İnsanlar birbirlerini anlamaya çalışabilirler ki Ertuğrul Özkök’ün Umre’ye gitmesi benim için çok önemliydi. Mesela annem gibi bir kadın okuyucu bunu çok önemsedi. Çünkü anlamaya dair, Doğu’ya dair kutsalı çözmek için bir adımdı.
ÖZKÖK’ÜN YALIN AYAK GÖRÜNTÜSÜ BENİ ALLAK BULLAK ETMİŞTİ
Ertuğrul Özkök ile Umre’yi konuştunuz mu?
Geçen yıl görüştüğümüzde zaten Umre dönüşüydü. Mesela hem Ertuğrul Özkök’ü hem Hasan Karakaya’yı Umredeki resimleriyle düşünmek çok ilginçti. Ben en son Umre’ye Hasan Karaya ile birlikte gittim. Hasan Bey’den kız kardeşim çok çekiniyordu. Okumalarda çok cevval birisi olarak göründüğü için çekiniyordu. “Hep ben örtülü değilim, orada örtüneceğim ama Hasan Bey bana kızar mı? diyordu. Orada Hasan Bey’in çok kibar, jest sahibi olduğunu gördü. Salon kurallarını bilir ve uygular. Mesela Hasan Karakaya ağlıyordu, birlikte fotoğraflarını çektim. Hem çok sert, mücadeleci bir adam ama diğer yandan naif, kırılgan, tavaf ederken ağlamaktan gözleri kızarmış fotoğrafları vardır ben de. Ertuğrul Özkök’ün de çorapsız ve terliksiz fotoğrafı vardı. Böyle Kabe’nin önünde oturmuş, kollarıyla dizlerinden tutmuş. Onun o çorapsız, yalın ayak görüntüsü beni çok allak bullak etmişti. Kâbe böyle bir yer. Yani üzerimizdeki bütün fazlalıkları atıyoruz. Orada acizliğimizi, küçüklüğümüzü, dünyanın kocaman bir şey olduğunu, kâinatın, evrenin ve O’nun yaratıcısının azameti karşısında bizim çok küçük insanlar olduğumuzu görüyorsunuz. Bütün güç apoletlerinden, rütbelerinizden, üst kimliklerinizden sıyrılıyorsunuz. Ve orada tavaf eden binlerce insanın içine karışıp kumsaldaki bir kum gibi siz de o dönüşün içine katılıyorsunuz. Bu çok etkileyici bir deneyim. O savaş lideri gibi duran insanların apoletsiz, rütbesiz fotoğrafları benim için çok etkileyiciydi.
Bu konuyu birebir konuştunuz mu?
O kadar yakın bir konuşmamız olmadı. Ama ayakkabısız ve çorapsız fotoğrafının çok etkileyici olduğunu söyledim.
Peki, siz bunu neye bağlıyorsunuz?
Bunun benim darmadağınıklığımla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bir yönü parçalanmışlıklarımla, ahir zamanda yaşıyor olmamla, bilgisizliğimle, yetimliğimle yani kimsesiz ve parçalanmış olmamla ilgili. Bir yönü de takdir-i ilahi yani bu annelerin, kadınların kendi aralarında da çok ciddi bir ilişki var. Ve onlar kendilerine yaklaşmak isteyen kişileri böyle bir sandal gibi birbirlerinden birbirlerine gönderiyorlar gibi bir hisse kapılıyorum. Tasarruflarını hissetmemek imkânsız. Baktığım bütün kız kardeşlerimizde, annelerde, kadınlarda dünyadaki kadın hareketlerine dair bütün performanslarda hepsinin iz düşümlerini okumama imkân sağladı.
“KEŞKE YAZMASAM, KESKE YAKINLAŞMAYA ÇALIŞMASAM” DEDİM
Endişe taşıdınız mı?
Tabii ki taşınmaz mı?
Endişelerinizde haklı çıktınız mı?
Beynim yanıyor yani. Mesela bu sabah namazından sonra çok ciddi bir şekilde; “Keşke yazmasam, keşke yakınlaşmaya çalışmasam” dedim. Hata mı ettim? Kutsiyetlerine dair bir hürmetsizlik mi ettim? Tabii bunları düşünüyorum. Sabah namazından sonra Hz. Meryem’i düşünüyordum ve Onunla ilgili bir şeyler yazıyordum. Kendimi çok ezik hissettim. “İnşallah hürmetsizlik etmiyorumdur” diye defalarca ruhaniyetlerinden de özür dileyerek yapıyorsunuz bu işi. Çünkü çok yüksekler, çok güzeller, çok kâmiller. Allah’ın seçtiği hele ayette Hz. Meryem için; “Allah Onu özenle yetiştirdi, bir çiçek gibi” diyor. Şimdi siz bu kişiye nasıl yanaşacaksınız? Hangi eksik, aciz halinizle, nasıl yanaşacaksınız?
Ama bir şekilde de anlatılmalı…
Tabii ki edebiyatın içine de çağrılmalı. Çünkü ben kendi kimliğim ve benliğimi biraz büyükannelerimin fotoğrafları üzerinden bakarak kurmaya çalışıyorum. Her çocuk büyükannesini merak eder. Onun en doğal hakkıdır. Bu kadınlar da bizim büyükannelerimiz. Onların sözleriyle, dualarıyla, ninnileriyle öğreniyoruz. Tarihin içerisinde açtıkları çığır, feragat ve fedakârlığa dair o yarılmanın vektörel açısı içerisinde bugünlerde yaşıyoruz. Ama yine de insan çok tedirgin oluyor. Çünkü Hz. Meryem Hz. İsa’nın da hikâyesi demektir biraz. Hz. Fatıma’nın, Hz. Hatice’nin hikâyesi biraz sevgili Peygamberimizin de hayat hikâyesi demektir. Bu yakınlık ister istemez yazarı çok ciddi bir sorumluluk altına itiyor.
MÜSLÜMAN BİR KADININ YAZMASI İLGİ UYANDIRIYOR
Kitabın çevirisi yapılıyor mu?
Evet. Hem Hz. Hatice hem de Hz. Meryem çeviri aşamasında. Tabii ki ilgi uyandırıcı bir şey de. Müslüman bir kadının ve özelliklede İstanbul’dan bir kadının yazması ilgi uyandırıyor. Çünkü İstanbul Ayasofya ile ilişkilendirilmiş, Batı’dan bakıldığında Meryem ikonasıyla da çok eşleştirilmiş bir yer.
BATI'DA MERYEM ÇOK CİDDİ BİR SANAT MENŞEİDİR
Hıristiyan dünyasında Hz. Meryem ile ilgili kitap var mı?
Bütün şairler, felsefeciler Hz. Meryem’in etrafında dolanırlar. Mesela Goethe bunlardan birisidir. Veya işte Kristi Vana’nın son metinleri Hz. Meryem üzerinedir. Rönesans resmi dediğimiz şey baştan sona Meryem resmi demektir. Batı’da Meryem çok ciddi bir sanat menşeidir.
Peki siz kaynak olarak nerelerden yararlandınız?
Kur’an-ı Kerim, hadis kitapları var. Bunun dışında da İnciller. Kanonik İnciller arasında mesela Yuhanna’yı severim. Kanonik olmayan İncillerden Barnabas’ı, Saint Tomas’ı severim. Özellikle Saint Tomas’ı Ahmet Yüksel Özemre dilimize çevirmiş ve tefsir etmiştir. Çok hikmetli öğretiler, çok hikmetli hikayeler vardır. Hz. Meryem Taberi tarihinde geçer. Muhyiddin-i Arabi Hz. Meryem ve Hz. İsa bahsini çok önemsemiştir. O’nun öğretisinde çok önemli bir mihenk taşı gibidir. Şimdi Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin divanını okuyorum. Mesela Hz. Meryem ve Hz. Asiye çok atıf yapılan iki kadın figürü.
Bu ön çalışma ne kadar sürdü?
Hz. Fatıma’dan itibaren hep okuyorum. Masiyon mesela önce Hz. Fatıma’yı okumaya başlamıştı. Ama Masiyon hep Meryem ile kıyaslayarak ortaya koyar. Aslında 1999’da ben Hz. Fatıma’yı okurken Meryem’i de okumaya başlamıştım. Bunu sonradan fark ettim. Yazmam iki yıl sürdü.
MERYEM DÖNEMİN EN İYİ HAFIZIYDI
Hz. Meryem kadınlar için ne ifade etmeli? Kadınlar Hz. Meryem ile nasıl bir empati kurmalılar?
O’nun yaşadığı her şeyle çepeçevre sarılıyız. Meryem Filistin, Gazvelidir. Filistin’in ilk mültecileri Meryem ve oğlu İsa’dır. İlk onlar Filistin’den sürüldüler. Hala devam eden bir kaderidir bu Filistin’in. Filistin’in kaderi Meryem annemizden bu yana değişmemiştir. Orada hep bir hüzün, hep bir keder, hep bir yerinden yurdundan çıkarılma olmuştur. Sürgün yoluna düşmüş kadınlar, bebekler var. Hz. Meryem Mısır’a sürgüne gidiyor. Orada tarla işçiliği yapmıştır. Çocuğuna hem ana hem baba olmuştur. Bugün bizim sürdüğümüz modern hayatın o kadar benzeri ki. Bütün zorlukları orada yaşamış. Çünkü bir kolunda çocuğu, bir kolunda tarlayı biçtiği aletler… Bir gün boyunca o halde biçti. Bir sap buğday veriyorlardı, onu alıp evine götürüyordu.
6 BİN ERKEK ÖĞRENCİNİN ARASINDA TEK BAŞINA BİR KADIN
Keza kadınların okumasının yasak olduğu bir dönemde Hz Meryem’in okuması da çok önemli…
O dönemde kadınların Beyti Makdis’e girmeleri yasak, merdivenlere dahi çıkamıyorlardı. İlim öğrenmeleri okumaları yasak. Çünkü İsrailloğulları’nın kadınları çok ciddi muhalefet geliştirebilecekleri bir dile sahip. Tevrat da o dili kışkırttığı için o dönemdeki hahamlar Tevrat’ı okumalarını istemiyor. Ama Meryem döneminin en iyi hafızı ve en iyi hattatı. Düşünün yani 6 bin civarındaki erkek öğrencinin arasında tek başına bir kadın orada okuyor. Bu dönemin üniversitesi gibi düşünün. O dönemde Beyti Makdis’in okuldan mezun olanlar hattat oluyorlar aynı zamanda fıkıh âlimi oluyorlar. Veya öğretmen yani tebliğci vaiz oluyorlar. Hz. Meryem’in bu iki mezuniyeti de vardır. Döneminde hem en iyi hatiptir hem de en iyi fakihtir, en iyi hattattır. Okulun bir numaralı öğrencisi olarak mezun oluyor.
Haber 7