Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir?”

seyyah_1

Asistan
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
714
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Mehmet Akif, yakın dostlarının da ifade ettiği gibi, utangaç mizaçlıdır. Günlük yaşantısında son derece mütevazı ve sessizdir. Sessiz yaşadığını kendisi de ifade etmektedir: “Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir?” Her ne kadar Mithat Cemal, bunun Akif'in hayatında söylediği tek yalan olduğunu ve bu yalanı ona söyletenin de mütevazı gönlü olduğunu söylüyorsa da onun günlük yaşantısında bir sükut adamı olduğu gerçektir. Mithat Cemal, Akif'in spordan hafız-ı Kur'anlığa, birkaç lisan bilmekten veterinerliğe çeşitli alanlarda nasıl başarılı çalışmalar yaptığının altını çizmek ve biraz da sanatkârane söylemiş olmak için böyle söylüyor zannımca.



Nitekim yine Mithat Cemal, Akif'in yedi çeşit sükutundan söz eder (Mehmed Akif, 4. basım, Mayıs 2005). Buradan anlıyoruz ki Akif, günlük hayatı içinde birçok durum ya da vakaya susarak tepki gösteriyor. Ateşli kişiliğini alçakgönüllülüğü ve sabrı ile örtüyor, daha doğrusu dizginliyor. Akif'in suskunlukları farklı sebeplere dayanır, onun için türlü türlüdür. Mesela kendisine takdim edilen kişiden hoşlanmamışsa derin, uzun bir sessizliğe gömülürmüş üstad. İnancına aykırı bir söz karşısındaki suskunluğu hakaret ifade edermiş. Şair dostları eserlerini okuduklarında onları sevimli bir sükut içinde dinlermiş. Yanında biri çekiştirildiğinde de susarmış; bu sefer amaç istiskal etmektir…



Yaşarken (Büyük Millet Meclisi'nde bile) genellikle susmayı tercih eden Akif, yazarken bunun tam tersini yapar. Safahat'ta sürekli fert ve cemiyetteki hastalıkları gösterir, halkı uyarır ve kah inler, kah kükrer.



Şüphesiz Akif'in karakterinin ve fikrî, edebî kişiliğinin oluşmasında aile ortamının ve yaşadığı dönemin etkisi büyüktür. Sezai Karakoç, Akif'teki birbirinin karşıtı gibi duran bazı özellikleri aileye bağlar (Mehmed Akif, 2. basım 1974). Akif'in duyarlık, sağduyu, kendini bir ülküye adayış, şairlik gibi özellikleri anne çizgisinden gelmiştir. Ataklık, savaşkanlık, gözüpeklik, dönmezlik, umutsuzluğa düşmemek gibi özellikler de baba çizgisinden. Akif, bu iki farklı çizgiden aldıklarını bir potada eritmiş ve hayatıyla sanatının birlikte yol alacağı tek çizgi haline getirmiştir.



İşte bu tek çizgiye dönüştürmede yetişme tarzı kadar, belki ondan da fazla, yaşadığı dönemin şartlarının etkisi vardır. Başlangıçta dönemin edebî anlayışına uygun, bazıları âşıkane şiirler yazarken bunları yırtıp yok ederek kalemini cemiyetin emrine vermesi bundandır. Akif, sanatla hayatı halhamur etmeyi bir zaruret olarak görmüş ve bunun için duygularına gerektiğinde gem vurmaktan sakınmamıştır. Hasan Basri Çantay'ın naklettiği bir anekdot, Akif'in şiirine nasıl bilinçli bir şekilde yol çizdiğini göstermektedir (Akifname, 1966). Akif, kendisini İstanbul'da ziyaret eden Hasan Basri Bey'e mistik-lirik şiirleri arasında sayılan “Gece”yi okur. Şiiri dinleyen Hasan Basri Çantay, “Hazret, siz vadiyi değiştirmişsiniz!” deyince; Akif, “Benim asıl vadim bu idi. Ben şiirlerimi cemiyete faydalı olsun diye yazdım” der.



Akif, koskoca bir devletin parçalandığı, yıkıldığı ve küllerinden yeni bir devletin doğduğu zamanlarda yaşadı. Siyasi çalkantıları, bozgunları, felaketleri, yasları çocukluktan itibaren en yakından gördü, bazen ta içinde bulundu. Sezai Karakoç'un ifadesiyle, “Çağ güç, çetin bir çağ, bir batış çağı…”



Ciddi bir dinî terbiye görmüş, vatansever, duyarlık sahibi, şuurlu, sorumlu bir şairin yangının ortasındaki bir millete sırt çevirmesi düşünülebilir mi? Unutmamalı ki Akif'in çocukluğu Fatih'te geçer. Sezai Karakoç, bu dönemin Fatih'i için şöyle der: “Acı günlerin yasları en çok burada, bu semtte yüzlerde okunurdu. Devletin yürek halkı, yürek köşesi burasıydı.”

Acıları bu “yürek köşe” de, bu “yürek halk “arasında yaşayan Akif'ten şiirini imana, topluma, hakka adamaktan başka bir şey beklememek gerekir. Bu arada müspet ilim alanında öğrenim görmesinin ve böylece gerçekçi bir gözle görme, sağlıklı gözlem yapma becerilerini geliştirmesinin yol belirlemesindeki rolü de göz ardı edilmemelidir. Bu sebeplerledir ki Safahat baştan sona uyarılarla ve yakarışlarla doludur. Safahat'a girmemiş bir kıtasında yaşadığı devirle şiiri arasındaki alakayı açıkça ortaya koyar:



Vîrânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,

Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu!

Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;

Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?...



Birinci Safahat'ta daha çok “hayat-ı hakikiye sahneleri” var. Birey ön plandadır. Toplumdaki hastalıklar, insanların yaşadıkları tablolaştırılarak verilmeye çalışılıyor. Sefaletin, cehaletin, ilgisizliğin, yozlaşmışlığın resimleri çizilip sunuluyor. Akif, bu aşamada okuru, göstererek uyarma yöntemi kullanıyor. Kimi araştırmacıların belirttiği gibi “teşhis” noktasındadır. Yakarış da “Fatih Camii” şiirindeki gibi ibadet aşkıyladır. “Göğüsleri parçalayan yalvarma iniltileri”, Allah'ın rahmet kalbini sızlatacak güçtedir. “Tevhid yahud Feryad” şiirinde de coşkulu, karmaşık bir ruh hali içinde Allah'a yakarılmaktadır. Akif, burada yalnız inananlar için değil, inanmayanlar içinde Allah'a yalvarmaktadır:



Müminlere imdada yetiş merhametinle,

Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle.



Üst üste gelen felaketler; milliyetçi, ırkçı çabaların devleti sürüklediği kötü durum, Akif'i derinden sarsar. Onu daha derin düşünmeye ve daha etkin olmaya zorlar. O dönemdeki üç fikri eğilim içinde İslam birliği ülküsünü ( diğerleri: batıcılık, milliyetçili) çözülmeyi engelleyecek en doğru hareket olarak görür. Yaşanan acılar da ondaki sorumluluk duygusunu pekiştirir, onu halkı bilinçlendirme hususunda biler. Bu bakımdan Birinci Safahat'tan sonraki kitaplarında onun uyarıcı sesini daha net ve yüksek olarak duyarız. Felaketler ve İslam toplumundaki gerilik, çürümüşlük de onun sesini bazen hıçkırıklara, bazen feryada çevirir. Bu uyarıcı haykırışlar, yakarışlar heyecanını, umudunu yitirmiş göründüğü “gönüllü sürgünlük” döneminde yazdığı şiirlerde bile ( Yedinci Safahat: Gölgeler) bütünüyle kesilmez.



Safahat'ın ikinci (Süleymaniye Kürsüsünde) ve dördüncü (Fatih Kürsüsünde) kitaplarında, adlarından anlaşılacağı gibi, “kürsü”den seslenilmektedir. Halkı uyarmak için kullanılan en yaygın ve etkili yollardan bir olan “vaaz” üslubu tercih edilmektedir. Bu kitaplardan birincisinde, bir giriş bölümünden sonra, İslam coğrafyasını ve Japonya gibi ülkeleri gezmiş, dünya Müslümanlarının yaşadıklarına tanık olmuş bir seyyah konuşur. Anlattıkları Akif'in İslam birliği ülküsü ile bağdaşan fikirlerdir. Gözlemler ve yorumlar var. Ancak vaiz cemaati yana yakıla uyarır kimi zaman:



Ey cemaat, uyanın, elverir artık uyku!

Yok mu sizlerde vatan namına hiçbir duygu?

Her iki kitabın sonundaki yakarış mısraları da şiirin biçim ve tekniğine, konusuna ve devrin sosyal şartlarına uygundur. Vaazların sonunda yapılan duaların bir benzeridir. Şairin gerçekçiliğine, hayatı şiire olduğu gibi taşıma gayretine örnektir:



Ya İlahî bize tevfikini göster!...

-Âmin!

Doğru yol hangisidir, millete göster!...

-Âmin!

Ruh-ı İslâmı şedaid sıkıyor, öldürecek,

Zulmü tedib ise maksud-ı mehibin, gerçek,

Nâra yansın mı beraber bu kadar mazlumîn,

Bî-günahız çoğumuz… Yakma İlahî!

-Âmin!



Akif, Safahat'ın büyük bir kısmında uyarıcı olmayı şiar edinmiş. Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı acılarının tesiriyle yazılan “Hakkın Sesleri” ve “Hatıralar”da uyarılar ayet ve hadislerin ışığında yapılmaktadır. Irkçılığın, bölünmenin doğurduğu tehlikeler anlatılmakta, yaşanan musibetler hatırlatılarak bunlardan ibret alınması istenmektedir. “Hatıralar”daki şiirlerden birinin adı “Uyan”dır ki Müslümanları içinde bulundukları ölüm uykusundan uyanmaya çağırıyor:



Baksana kim boynu bükük ağlayan?

Hakk-ı hayatın senin ey Müslüman!

Kurtar o biçareyi Allah için,

Artık ölüm uykularından uyan!



“Hakkın Sesleri”nde ve “Hatıralar”daki bir bölümde Akif'in sesi büsbütün çığlığa dönüşür. Uyarı, feryat ve yakarış birbirine karışır. Feryat ve yakarışlar zaman zaman isyan sınırına yaklaşır. Öyle ki yakın dostu Mithat Cemal, onun şiirleri için “iman ve isyandan ibarettir” diyebilecektir. Ancak güçlü imanı her defasında onu adeta uçurumun kenarından çevirir:



Tecelli etmedin bir kerre Allah'ım, cemalinle

Şu üç yüz elli milyon ruhu öldürdün celalinle!

Oturmuş eğlenirken senin -haşa- zevalinle,

Nedir ilhadı imhalin o samit infialinle?

Nedir İslam'ı tenkîlin bu müsta'cel nekâlinle?



Tam bu noktada rücu eder Akif. “Sus ey divane!” diye uyarır kendini ve yaradılışın hükümlerini, insanın sorumluluğunu, çalışmanın önemini hatırlatır. Müslümanların yaşadığı felaketlerin infialiyle, İslam'ın ayaklar altında böyle sürünmesinin, ona bunca hüsranın, zilletin yaşatılmasının, mazlumun ezilmesinin, ezdirilmesinin sırrına akıl erdiremez ve “Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahî? / Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlahî” diye haykırır. Ancak burada da “ağzım kurusun” sözüyle yakarışıyla isyan arasına bir hat çeker.



Safahat bir devrin, bu devri ören ya da çözen hayatların, fikirlerin aynasıdır. Ondaki teşhis, uyarı ve öneriler Akif'in hayatı ve devri kucaklayan sorumlu, donanımlı, disiplinli, sağlam karakterinin ürünleridir; inleyişler, kükreyişler, yakarış ve çığlıklar ise günlük hayatında susturulmuş, ateşli, merhametli, hakşinas Müslüman ruhunun şiire vurmuş akksidir.
 
Üst