Senai Demirci Köşesi

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Allah razı olsun. Bu yorum beni kurs yıllarına götürdü.
Nasip olsada ayeti bir bir işlesek.
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Hüzünlerin ve sevinçlerin hangi dala asılı?…

sorrowlongingtearsbywest.jpg


Milyonlarca müminin, duamızı kabul edecek makamın öğrettiği o muhteşem duayı, Fatiha’yı, çağlayanlar gibi akan nefesleriyle “amiiiin” diye zarflayışının heyecanında yeniden tanıştım Mülk Sûresi’yle..
Sabahların hepsinde mahzun kalplerimize ebedî güneşler doğuran, mahcup gönüllerimizi sonsuz güzelliğe açan Haberci’nin (asm) huzurunda, sonsuzluğu nefeslenerek kılıyoruz sabahı. Sanki gafletlerden uyanmış yedi uyurlar gibiyiz. Sanki zulümleri susturmuş, zalimleri boğmuş zaman ırmağının öbür ucunda kurtuluşa uyanır gibiyiz. Sonsuz bir ‘şimdi’ kucaklıyor bizi. Ne telaş var ne koşturma. Bitimsiz an’ın pınarından yudumluyoruz kevseri. Secdeler sahici. Secdeler hiçe indiriyor bizi.
Sabah namazının iki rekâtına yayıyor ‘Tebareke’yi imamımız. “Tebârekellezi biyedihi’l mülk.” “Ne yücedir O mülkü elinde tutan…” “Hanginizin daha güzel işler yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmakta…” Mülkün Sahibi, sahip olmak/ol(a)mamak ekseninde kıvranıp duran insanlığa varlık manifestosunu en başında ilan ediyor. “Ölmeyi de yaşamayı da ciddiye alma…” “Ölmekle her şeyi yitiriyor değilsin. Yaşamakla da her şeye sahip oluyor değilsin.” “Mülk O’nundur; senin değil…” Sana her şeyi terk ettiren ölüm, bildiğin ölümlerden bir ölüm değil… Seni her şeye sahip eyleyen hayat da, o bildiğin hayatlardan değil. Ölüm de ödünç, hayat da. Ölmek de şimdilik. Yaşamak; zaten şimdilik.
Hem sonra, yaşaması kendinden olmayanın sahipliği ne kadar sahicidir ki? Sahip olduğunu sandıklarıyla sadece beraberdir. Sadece yakınında durmaktadır sahiplendikleri. Ve sadece şimdilik durmaktadır. “Bu benimdir” dedikleri elinden çıkacak bir gün. Eli de elinden gidecek bir gün. Ayette “ölüm”ün önce zikredilmesi belki bu yüzden. Kendini pürüzsüzce akıp giden hayatın ortasında bulan insana o beklenmedik kesintiyi en başından hatırlatmak için. “Varlığının kesintiye uğrayacağı o an her daim yanı başında bekliyor seni.” Varlığın ödünç. Sahiplenmen emanet. Ve sadece şimdilik. Varlık sende kalacak değil, sen de varlıkta kalacak değilsin.
Hemen ardından teselli ediyor ölüme doğru yürüyen, eskiyen/eksilen çaresiz insanı. Ölüm de sahipsiz değil. Üstelik senin Sahibin olan, sana varlığı sahiplendiren O’nun elinde. Ölümü o yarattı; O’na rağmen ölüyor değilsin. Ölümü O takdir etti; O’ndan habersiz gidiyor değilsin. Ölsen bile O’nun mülkündesin. Ölümün sınanmak için. Yaşaman sınanman için. Yani ölüm de hayat da bir oyun. Bir başka gerçekliğin yüzünü aralamak için bu oyun. Kazanman yaşamaya bağlı değil, kaybetmen ölüme endeksli değil. Bir başka gerçeğin eşiğinde vasıta sadece ölüm-kalım derdi. “Senin derdin ölüm-kalım derdinden büyük olmalı.”
Varlık manifestosu, bizi alışık olduğumuz eksenden çıkarıp, olmamız gereken eksene yerleştiriyor. Ölüm-kalım ekseninden iyi-kötü eksenine konuşlanıyoruz birden. Soruyorum şimdi kendime. Korkularım nerede konaklıyor? Sevinçlerim hangi vadide büyüyor? Hüzünlerimin müsebbibi neler? Kayıp ve kazanç terazimin kefelerine neler koymuşum? Örneğin, yanlışa savrulmaktan şarampole yuvarlanmaktan korkar gibi korkuyor muyum? Uçuruma düşmek gibi korkunç geliyor mu bana dilimin ve nefeslerimin boş söz ve yalanların kirli kuyusuna çekilmesi? Ateşe değiyormuşum gibi yakıyor mu damağımı dudağımı gıybetler, arkadan çekiştirmeler? Her an kırılabilir buzdan zemin üzerinde yürür gibi mi yürüyorum sözlerimin üzerine basarken? Çekinmelerim kimlerden, nelerden? Çamurdan pislikten sakındığım kadar sakınıyor muyum nankörlüğün, şükürsüzlüğün kokuşmuşluğundan? Allah’ı bir bilip de, O işitmiyormuş gibi konuşmak, O bilmiyormuş gibi eylemek, O görmüyormuş gibi davranmak, sağırlaştığım, körleştiğim, cahilleştiğim zifiri karanlıkta yürüyormuşum gibi ürkütüyor mu beni?
Sorumu tekrar ediyorum: Ölüm-kalım kaygımızı neye göre ayar etmişiz? Gafilce bir sözün kulaklarımıza aniden değmesi, kulağımızdan geçen bir kurşun vınlaması kadar betimizi benzimizi attırıyor mu? Tiksinir miyiz meselâ, bir kardeşimizin bize de gıybetini dinlettirip bir başka kardeşinin ölü etini didikleyerek yemesi karşısında… Namazı terk ettiği için ebediyen felç olmak üzere olan bir kardeşimizin, birden namaz için ayağa kalkmasını gördüğümüzde, bir felçlinin yürümeye başlamasını gördüğümüz kadar sevinç ve şaşkınlık yaşadık mı hiç? Namazsızları niyazsızları her gördüğümüzde, ebedî hayatının engelli ve özürlü olmasına aldırış etmemelerine bakıp da bir engelli görmüş gibi üzülüyor muyuz? Kur’ân’a uzak kalarak gözünü de gönlünü de köreltmiş kardeşlerimizin ara sıra elinden tutup ezilmesin diye “yol”un karşısına geçirmeye heveslendiğimiz oldu mu hiç?
Mülk O’nun olduğu halde, biz mülk kaygısındayız. Ölümü o var ettiği halde, biz yok yere yok etmeye çalışıyoruz ölümü. Hayatı o var ettiği halde, biz boş yere kendimize yüklüyoruz yaşamayı. Rızkı garanti ettiği halde rızık peşinde koşturuyoruz. Akıbetimizi garanti etmediği halde, akıbetimiz garantiymiş gibi endişesiz ve telaşsızız.
Sadece gözler değilmiş meğer körleşen, gönüller de kör olurmuş… Gözün gördüğü ölümden korkanlar, gözün gördüğü hayata tutunanlar, gönüllerinin korktuğu ölümlü amellere korkmadan yürüyorlar, gönüllerinin özlediği diri amelleri gözünü kırpmadan terk ediyorlar. Mülk O’nun… Ama kör gönlüm hâlâ daha “ölüm-kalım” derdinde.. “İyi-kötü” derdi sanki başkalarının derdi…

Senai DEMİRCİ
 

z£LaL

Börtecine
Katılım
12 Eki 2009
Mesajlar
3,828
Tepkime puanı
561
Puanları
0
Konum
izmit/istanbul
Senin yüzünden bu yazı..




Nedir ki insanın yüzü? İnsan bedeninin yüzölçümce en fazla yirmide biri. Yüzüne bir şey olursa, bedeninin yirmi kısmının ondokuzu kalır. Yüzünün deforme olması ayaklarını etkilemez sözgelimi; yürüyebilirsin, koşabilirsin de. Yüzünün dostlarınca bile tanınmayacak olması, ellerini tutmaktan, kavramaktan alıkoymaz.
Yüzölçümce yirmi parçandan sadece biri olan yüzün, kendi kimliğinin, kendinin hepsidir; yüzünle ölçerler varlığının hepsini. Yüzün yoksa, aynalardan yitiverirsin, dostça bakışların ucundan kayıverirsin, sevdiklerinin özlemlerinin ucunda yer bulamazsın kendine, varlıktan elini eteğini çekersin.
Yanmış ya da parçalanmış bir yüzle nereye yürürsen yürü kendine varamazsın, ne kadar çok koşarsan koş kendini bulamazsın. Yüzün o tatlı ve yumuşak ışığı söner; gözlerin uzağına savruldukça, gönüllere de ırak düşersin. Yüzün o aşina kıvrımları biter; tebessümün neşesi, gülücüklerin güneşi, gamzelerin işvesi bir türlü kapıdan içeri girmez.
Yüzün yoksa, bir şeye tutunamazsın, sevmeye hakkın olmaz meselâ, sevilmeyi umamazsın. Kalbinin her türlü kıpırtısını nokta nokta yansıtan, duygularının iniş çıkışlarına göre salınan o incecik ten kazınıp gitmişse yüzünden, kimliğin eski fotoğraflara asılı kalır, kendi içinde hapsolur sevinçlerin ve hatta kederlerin. Yüzün parçalanmışsa, dudakların erimiş ve yerlerinde biçimsiz bir gerginlik duruyorsa, burnunun ucu yok olmuş ve onun yerine kafatasının içine doğru ürkütücü bir karanlık açılıyorsa, gözlerinin üzerinden kaşların çekilmiş, kirpiklerin yanıp kavrulmuşsa, gözlerin sağa sola öylesine kıpırdayan biçimsiz taşlar gibi duruyorsa, gözyaşı bile dökemiyorsan, birbiri üzerine kapatılan demir kapıların sesini duyarak kendi bedeninin kuytularına hapsedilirsin.Yüzünün penceresinden ruhunu şöyle bir uzatamazsın.
Yüz nakli için bekleyen o hastayı görmeseydim, yüzümün her noktasına dokunan sonsuz rahmetin varlığını fark edemeyecektim. Üstelik, sözüm ona yüzümün varlığını, güzelliğini ve inceliğini farkedişimin aslında farkındasızlık olduğunu fark edemeyecektim. Yüzün küçük bir yangın sonrası neye benzeyebileceğini açıkça görünce, yüzümün nerelerden getirilip yüzüme yüz edildiğini gecikerek de olsa farkettim.
Korkarım ki, telaş ve meşguliyet yüzünden bu farkındalığımın heyecanı şimdiki kadar derin kalmayacak da... Göre göre varlığına alıştığımız yüzümüzün yokluğuna dair pek hesabımız yok. Var oldukça tükettiğimiz, yanımızda oldukça varlığını unuttuğumuz nice şey gibi, yüzümüzü de hep gözümüzün önünde bulduğumuz için fark etmiyoruz. Ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan, gerçekleşse bile başarısı hayli şüpheli olan, başarılı olsa bile kendisini bir başkasının, hem de ölüp gitmiş bir başkasının yüzüne mahkûm edecek olan yüz nakli için umutlanan o genç kız, beni sıkıcı ve yapışkan bir uyuşukluğun içinden çekip aldı.
Yüzümüzün belki de baka baka bıktığımız o görüntüsünün altında, onlarca kas, kemik, damar, sinir ve yağ dokusu saklanır. Yüzümüz onları hem saklar hem gösterir. Bu saklama ve gösterme arasında, her duygu durumumuzla değişen, sağa sola kayan ince bir denge vardır. Kaslar ve kemikler, bazen küçük tatlı dalgalanmalar gibi kabarırlar, varlıklarını utangaç bir çocuk edasıyla belli belirsiz hissettirirler, sonra usulca geri çekilirler. Elmacık kemiklerimizin yanağımızın tam ortasında durmalarına rağmen, hiç yokmuş gibi yapmaları seni de şaşırtmıyor mu? Göz çukurlarımız mesela. Hiç de bildiğimiz ürkütücü çukurlara benzemezler; gözler, kaşlar, kirpikler ve göz yaşlarıyla yüzümüzün güzelliğini zirveye çıkarırlar.
Nasıl da karanlığa düşer kederli bir yüz? Üzerine en parlak ışığı da tutsanız aydınlanmaz; gölgeden öte bir gölge siner kuytularına. Mütebessim bir yüz ise aydınlanır; sanki iki güneş birden doğar gözlerin karasından. Gülen bir yüzün her noktasında görünmez çiçekler açar; dokunamazsın ama sımsıcak elinde avucunda gibidir; göremezsin ama gözlerine batacak kadar oradadır.
Yüzünü kafatasının üzerine gerili bir bez gibi taşıyor değilsin. Yüzün seni senden öte taşır. Seni sevdiklerinin gözüne ve gönlüne taşır. Seni cümle muhabbetlerin kalbine taşırır. Seni nice tatlı öpücüklerin kıyısına taşır. Bir avuç kezzap yahut küçücük bir alev kadar yakındadır yüzünden ve kendinden sürgünlüğün. En fazla bir ölünün yüzünü taşımaktan umutlanmaya razı olacak kadar uzağa düşer güzelliğin.
Yüzündeki yara kimliğini yaralar; yaralı bir yüzle kendini taşıyamaz hale gelirsin. Yüzün sessiz mucizelerin yöresidir; yüzün rahmetin en çok yağdığı bahar ülkesidir.
Rahmet dokununca böyle dokunur işte; yüzünün her noktasındadır ama hiçbir yerde değil gibidir, varlığını hissettirmez. Yumuşacık ve incecik bir tül gibi sarar yüzünü. Rahmet hiç hissettirmeden dokunuyorsa yüzünün her noktasına, unutasın diye değil. Minnettarlığını hiç baskısız, hiç şikesiz ifade edesin diyedir.
Bir daha bak yüzüne... Bak neler göreceksin, bak neler göremeyeceksin.
 

z£LaL

Börtecine
Katılım
12 Eki 2009
Mesajlar
3,828
Tepkime puanı
561
Puanları
0
Konum
izmit/istanbul
Hüzünlerin ve sevinçlerin hangi dala asılı?

Milyonlarca müminin, duamızı kabul edecek makamın öğrettiği o muhteşem duayı, Fatiha'yı, çağlayanlar gibi akan nefesleriyle "amiiiin" diye zarflayışının heyecanında yeniden tanıştım Mülk Sûresi'yle..
Sabahların hepsinde mahzun kalplerimize ebedî güneşler doğuran, mahcup gönüllerimizi sonsuz güzelliğe açan Haberci'nin (asm) huzurunda, sonsuzluğu nefeslenerek kılıyoruz sabahı. Sanki gafletlerden uyanmış yedi uyurlar gibiyiz. Sanki zulümleri susturmuş, zalimleri boğmuş zaman ırmağının öbür ucunda kurtuluşa uyanır gibiyiz. Sonsuz bir 'şimdi' kucaklıyor bizi. Ne telaş var ne koşturma. Bitimsiz an'ın pınarından yudumluyoruz kevseri.

Secdeler sahici. Secdeler hiçe indiriyor bizi. Sabah namazının iki rekâtına yayıyor 'Tebareke'yi imamımız. "Tebârekellezi biyedihi'l mülk." "Ne yücedir O mülkü elinde tutan..." "Hanginizin daha güzel işler yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmakta..." Mülkün Sahibi, sahip olmak/ol(a)mamak ekseninde kıvranıp duran insanlığa varlık manifestosunu en başında ilan ediyor. "Ölmeyi de yaşamayı da ciddiye alma..." "Ölmekle her şeyi yitiriyor değilsin. Yaşamakla da her şeye sahip oluyor değilsin." "Mülk O'nundur; senin değil..." Sana her şeyi terk ettiren ölüm, bildiğin ölümlerden bir ölüm değil... Seni her şeye sahip eyleyen hayat da, o bildiğin hayatlardan değil. Ölüm de ödünç, hayat da. Ölmek de şimdilik.
Yaşamak; zaten şimdilik. Hem sonra, yaşaması kendinden olmayanın sahipliği ne kadar sahicidir ki? Sahip olduğunu sandıklarıyla sadece beraberdir. Sadece yakınında durmaktadır sahiplendikleri. Ve sadece şimdilik durmaktadır. "Bu benimdir" dedikleri elinden çıkacak bir gün. Eli de elinden gidecek bir gün. Ayette "ölüm"ün önce zikredilmesi belki bu yüzden. Kendini pürüzsüzce akıp giden hayatın ortasında bulan insana o beklenmedik kesintiyi en başından hatırlatmak için. "Varlığının kesintiye uğrayacağı o an her daim yanı başında bekliyor seni." Varlığın ödünç. Sahiplenmen emanet. Ve sadece şimdilik. Varlık sende kalacak değil, sen de varlıkta kalacak değilsin. Hemen ardından teselli ediyor ölüme doğru yürüyen, eskiyen/eksilen çaresiz insanı. Ölüm de sahipsiz değil. Üstelik senin Sahibin olan, sana varlığı sahiplendiren O'nun elinde. Ölümü o yarattı; O'na rağmen ölüyor değilsin. Ölümü O takdir etti; O'ndan habersiz gidiyor değilsin. Ölsen bile O'nun mülkündesin. Ölümün sınanmak için. Yaşaman sınanman için. Yani ölüm de hayat da bir oyun. Bir başka gerçekliğin yüzünü aralamak için bu oyun. Kazanman yaşamaya bağlı değil, kaybetmen ölüme endeksli değil.

Bir başka gerçeğin eşiğinde vasıta sadece ölüm-kalım derdi. "Senin derdin ölüm-kalım derdinden büyük olmalı." Varlık manifestosu, bizi alışık olduğumuz eksenden çıkarıp, olmamız gereken eksene yerleştiriyor. Ölüm-kalım ekseninden iyi-kötü eksenine konuşlanıyoruz birden. Soruyorum şimdi kendime. Korkularım nerede konaklıyor? Sevinçlerim hangi vadide büyüyor? Hüzünlerimin müsebbibi neler? Kayıp ve kazanç terazimin kefelerine neler koymuşum? Örneğin, yanlışa savrulmaktan şarampole yuvarlanmaktan korkar gibi korkuyor muyum? Uçuruma düşmek gibi korkunç geliyor mu bana dilimin ve nefeslerimin boş söz ve yalanların kirli kuyusuna çekilmesi? Ateşe değiyormuşum gibi yakıyor mu damağımı dudağımı gıybetler, arkadan çekiştirmeler? Her an kırılabilir buzdan zemin üzerinde yürür gibi mi yürüyorum sözlerimin üzerine basarken? Çekinmelerim kimlerden, nelerden? Çamurdan pislikten sakındığım kadar sakınıyor muyum nankörlüğün, şükürsüzlüğün kokuşmuşluğundan? Allah'ı bir bilip de, O işitmiyormuş gibi konuşmak, O bilmiyormuş gibi eylemek, O görmüyormuş gibi davranmak, sağırlaştığım, körleştiğim, cahilleştiğim zifiri karanlıkta yürüyormuşum gibi ürkütüyor mu beni? Sorumu tekrar ediyorum: Ölüm-kalım kaygımızı neye göre ayar etmişiz? Gafilce bir sözün kulaklarımıza aniden değmesi, kulağımızdan geçen bir kurşun vınlaması kadar betimizi benzimizi attırıyor mu? Tiksinir miyiz meselâ, bir kardeşimizin bize de gıybetini dinlettirip bir başka kardeşinin ölü etini didikleyerek yemesi karşısında...
Namazı terk ettiği için ebediyen felç olmak üzere olan bir kardeşimizin, birden namaz için ayağa kalkmasını gördüğümüzde, bir felçlinin yürümeye başlamasını gördüğümüz kadar sevinç ve şaşkınlık yaşadık mı hiç? Namazsızları niyazsızları her gördüğümüzde, ebedî hayatının engelli ve özürlü olmasına aldırış etmemelerine bakıp da bir engelli görmüş gibi üzülüyor muyuz? Kur'ân'a uzak kalarak gözünü de gönlünü de köreltmiş kardeşlerimizin ara sıra elinden tutup ezilmesin diye "yol"un karşısına geçirmeye heveslendiğimiz oldu mu hiç? Mülk O'nun olduğu halde, biz mülk kaygısındayız. Ölümü o var ettiği halde, biz yok yere yok etmeye çalışıyoruz ölümü. Hayatı o var ettiği halde, biz boş yere kendimize yüklüyoruz yaşamayı.
Rızkı garanti ettiği halde rızık peşinde koşturuyoruz. Akıbetimizi garanti etmediği halde, akıbetimiz garantiymiş gibi endişesiz ve telaşsızız. Sadece gözler değilmiş meğer körleşen, gönüller de kör olurmuş... Gözün gördüğü ölümden korkanlar, gözün gördüğü hayata tutunanlar, gönüllerinin korktuğu ölümlü amellere korkmadan yürüyorlar, gönüllerinin özlediği diri amelleri gözünü kırpmadan terk ediyorlar. Mülk O'nun... Ama kör gönlüm hâlâ daha "ölüm-kalım" derdinde.. "İyi-kötü" derdi sanki başkalarının derdi...
 

z£LaL

Börtecine
Katılım
12 Eki 2009
Mesajlar
3,828
Tepkime puanı
561
Puanları
0
Konum
izmit/istanbul
Delikanlı öyle olunmaz!


Delikanlı adamın gözleri ışıl ışıldır. Sınırların ve çizgilerin bir güzelliği tanımlamak için var olduğunu bilir. Çerçevelerin ve farklılıkların ayırmaya, dışlamaya, bölmeye, itmeye değil, yeniden tanımaya yaradığını öğrenmiştir. Öyle gözünü kat kat katarakt bağlamış gibi kendisine yakın olanları gözlerine kilitleyip, kendisi gibi olmayanları kirli, puslu, neşesiz bir grinin biçimsizliğinde eritmek yazmaz delikanlılığın kitabında.

Trabzonlu delikanlı ne kadar can parçası ise, Diyarbakırlısı da o kadar ana kuzusudur anasının gözünde. Yirmi küsür yıl kadar önce, yeni doğduklarında, beşik kertmesiyle “düşman” yazılmadılar birbirlerine. Delikanlı adamın yüreği pırıl pırıldır. Sevmenin, sevilmenin, aşık olmanın, sevgilinin gözlerinin içine bakmanın taraf tutmadığını bal gibi bilir. Aşk padişah fermanını tanımadığı gibi; cumhuriyetin “misak-ı millî” sınırlarını da hesaba katmaz. Kalp, siyasî haritalara göre açmaz kanatlarını. Politikacıların kalplerini masa altına saklayarak çizdikleri “masa üstü” çizgileri ciddiye almaz. Karşı köyden “sarı gelin” de olsa sevdiği, bizim köyün Mihriban’ının sarı saçlarına dolandığı gibi dolanır gönlü. Acıları, ayrılıkları, kayboluşları, ölümleri, yıkılışları adamına göre kategorize etmeler delikanlılığa sığmaz.

Delikanlı adam bileğinin hakkıyla elde eder asaletini. Öyle doğuştan ayrıcalıklara fit olmaz; şikeli başarılarla övünmez; hakkını vermediği etiketi yakasına takıp hava atmaz. Asaletin damarlarında dolaşan kanın biyokimyasına değil, Rabbine hakkıyla kul oluşuna bağlı olduğunu pekâlâ bilir. Hep hatırındadır ırkını kendisinin seçmediği. Kendisini ırkından, köyünden, babasından, dedesinden dolayı övenlere gülüp geçer. Eliyle emeğiyle tek bir taş koymadığı duvarlar üzerine basarak yükselmeyi kendine yakıştırmaz. Olsa olsa, asil dedelerinin torunu olmaya çabalar, güzel işlerle anılan milletine yakışır şeyler yapmaya özen gösterir. İlkokul yıllarından beri belletilen “etrafı düşmanlarla çevrili ülkedeyiz” telkinlerine kanıp, sınırların ötesine adım atmaya korkmak delikanlının işi değildir.

Delikanlı adam delikanlılığın Rabbine kul olmaktan geçtiğini bilir. Peygamberleri “en delikanlı” adamlar bilir. Babasına baş kaldıracaksa, “genç” İbrahim[as] gibi isyan eder. Yapıp ettiklerini sorgulamadan kuşaktan kuşağa aktaran kokuşmuş törenin kanlı ve kirli ipine bağlamaz aklını. Dimdik durur İbrahim[as] gibi. Erkekliğini ispatlayacaksa, yakışıklı Yusuf[as] gibi durur şehvetle süslenmiş billboardlar karşısında. Erkek olmanın önüne gelen yılışık çağrılara, gözünü boyayan sığ aşufteliklere, tenden ötesini vaad etmeyen, hatta teni bile vaad etmeyen sırnaşık teklifsizliklere kapılanmak olmadığının farkındadır.
İntikam almak gerekirse kendine çektirenlerden, Mekke’yi fetheden Muhammed Aleyhisselatüvesselâm’ın yaptığını yapar. Düşmanlık edenlere, onların kendisine yaptığının aynısını yapmaz; kötülüğün yerine yeni bir kötülük daha eklemez. Kötülüğün yerine iyiliği koyar; onların yaptığının tam tersini yapar. İntikamını böylece alır.

Delikanlı adam eline silah almadan önce kitap alır, Kitab’ı alır. Dedelerinin, bugünkü küraesel güclerin yerinde yeller eserken, korktukları için değil, şirin gözükmek için de değil, laik oldukları için hiç değil; kopkoyu müslüman oldukları için, bütün İbrahimî dinlerin hatırası olan Kudüs’ün kapısına “Lâ ilâhe illâllah”dan sonra “İbrahim halîlullah” levhasını yazdırdıklarını okur.

Delikanlı adam, duruşunu, bir ihtilal nefretiyle yeryüzüne kusulmuş, kaba ve softa “ulusalcılık” üzerinden değil, dini sığlaştırıp taraftarlığa dönüştüren, gerçeği siyasallaştırıp ‘öteki’ne çevrili mızrak gibi karikatürleştiren, oryantalist icadı “İslamcılık” üzerinden de değil; kendi kalbini kendisini bildiğinden çok bilen Rabbine adam gibi teslim olmanın inceliği üzerinden belirler. Heva ve hevesini alt etmeyi büyük cihat diye öğreten, öfke ve nefretini yeneni en delikanlı pehlivan ilan eden incelikler Peygamberinin[asm] gül nefesiyle inceltir kendini. Bilir ki, müslüman incedir, incelir, incitmez, incinmez.

Delikanlı adam, sevdiğini serseri kurşunlara kurban etmeyi hak etmemiş bir kadının acıyla fısıldadığı “bir bebekten katil yaratan karanlık”a, bugünlerde, yeni bebeklerin doğduğunu görüp “nur”a kandil olmak için yanıp tutuşur.
 

z£LaL

Börtecine
Katılım
12 Eki 2009
Mesajlar
3,828
Tepkime puanı
561
Puanları
0
Konum
izmit/istanbul
Bir asâ-yı Mûsa'dır oruç. Dokunur dokunmaz, sihirleri bozdu, büyüleri yutuverdi.
Sanırdın ki ekmek doyurur seni; doyuramazmış meğer; oruçla gördün işte. Çaresiz kaldı lokmaların cümlesi. Sanırdın ki su kandırır seni. Kandıramazmış meğer; sular yetişemezmiş dudağına. Oruçla işin aslını gördün şimdi. Su vazgeçti iddiasından. Sanırdın ki, dostlar giderebilir açlığını ve susuzluğunu; onlar da çaresiz şimdi. Ne etseler, ne yapsalar, ne kadar çırpınsalar, sana yardımcı olamıyorlar. "Kimsenin kimseye faydası yok; O izin vermedikçe." Elleri kolları bağlandı dostların, anne babanın, evladın. Sanırdın ki parasını verince hak ediyorsun sahip olmayı. Hayır; hiç de öyle değilmiş; oruç gösterdi sana. Elinin altındakiler senin değilmiş. Mutfağına koyduklarının, buzdolabında beklettiklerinin sahibi sen değilmişsin. O izin verdiği için sana indirilmiş her nimet. Sanırdın ki dudağın senin, dilin senin, damağın senin, gırtlağın senin, elin senin. Bak dokununca oruç, tıpkı asâ-yı Mûsa gibi, dağıldı sihir, bozuldu büyülü görüntü. Dudağına izinsiz dokunamıyor bir damla su bile. Sen sana ait değilmişsin. Sen değilmişsin bedeninin sahibi. Bıraktı Mûsa asâsını ve sona erdi gözbağlayıcılıkların hepsi.

Gördün mü gerçeği? Ne mutlu sana ki oruç gözlüsün şimdi.
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
"Kıl beni namaz, tut beni oruç, oruç gözlüsün şimdi ... "

:)

Daha, yakala beni hac, infak et beni zekat demedi, bakalım ne zaman diyecek :)
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Namaz ve oruç daha umuma ait ibadetler, ondan bu konularda edebiyat yapmak (kelimelere takla attırmak!) daha çok tutuyor :) Sıra zekat ve hacc'a gelir mi bilemem. Ben demiş olayım hadi onu da :)
 
Üst