Senai Demirci Köşesi

Rosasepia

Ordinaryus
Katılım
25 Ağu 2007
Mesajlar
2,427
Tepkime puanı
787
Puanları
0
Konum
Seyyâh-ı âlem
Hoş geldin kalbimize sevgili pişmanlık…



Tenimizdeki çizik olmadan nasıl anlamıyorsak canımızın incinebilirliğini, pişmanlığın sızısı olmadan fark edemiyoruz içimizde saklı masumiyetin kırılganlığını.
Sessizce akıp giden suyun önüne çıkan bir çağlayan yahut kaya gibi suçlarımız; vicdanımızın sessiz bekçiliğini hatırlatırlar bize, girdaplar, fırtınalar katarlar masum sandığımız hayatımıza. Kendimizi masum ve günahsız, hatasız ve kusursuz bildiğimizde kalınlaşıveren, kalınlaştıkça da ruhumuzu sağırlığa hapseden demir perdeyi yıkar günahlar. Dokunulmazlığımız üzerine kurduğumuz sırça sarayın yıkılışını haber verir içimizde yükselen “ah!”lar. Gururun kalesinin yangına verilişine denk düşer hatamızın utancını kıpkızıl yüzümüze taşıdığımız anlar. Pişmanlığın o kekremsi tadı, o akrepsi sokulganlığı utançla tanıştırır bizi. Utançla tanıştığımızda da, utanabilen yanımızla, içimizde suskunca bekleyen vicdanımızla buluşuruz ilk defa. Film gibi hani… Sevdiğimizle çarpışmak gibi köşe başında; defterler kitaplar dağılırken havada, kalpler buluşur, gözler el ele tutuşur ya. O hata; o sakarlık, o dikkatsizlik, o sürçme, o ayak kayması, o kaza, utanabilen yanımızla tanıştırır bizi. “Ah!” ettiren her günah, bağışlanmanın ve affın, rahmetin ve gufranın serin pınarlarına susatır bizi.

Hiç istemeden olmuş gibi, kaza ile değmiş gibi sokulur günah ve kirler ruhumuzun billur sularına. Paslı bir bıçak gibi bulandırıverir kalbin duru ayazmalarını. Sular üzerinde rüzgâr ürpertisi gibi, dudaklarımızda içli yakarışların kıpırtısını başlatır hatalar. Yağmurun çöllerin kumunu yarması gibi, içimizin de içinde sancılı itiraflara kuytular açar günahların darbesi. Vicdanımızın kulağının dibinde fısıltılı hesaplaşmalara çağırır bizi pişmanlıkların nefesi. Utandırır bizi. Utandırdığı gibi, utanabilir olduğumuzu da hatırlatır bize. Yüzümüz kızarır, başımız öne eğilir, mahcubiyetle kısılır gözlerimiz, belki gözyaşı dökeriz. Müşfik bir baba gibi teselli eder bizi pişmanlığımız: “Ağlıyorsun ya işte; o işi yapmayı yakıştıramadın kendine. Sen elinle ettiğinden fazlasısın. Sen bile isteye ettiğin günahtan daha yukarıdasın…”

Kucağımızda hiç durmadan ağlayan bebek gibi, habire sızlanan bir hasta gibi buluruz pişmanlığı. Ne inkar edebilir, ne unutabilir ne acısını dindirebiliriz. Bırakalım öyle kalsın! Acısın. Kanasın. Ağlasın. Sızlansın. Dağlasın göğsümüzü. Yırtsın yüzümüzü. Kendi gözlerimizin içine baktığımızda, hemen yüzünü gösterip utandırsın bizi. Bizi bize gammazlasın. Acısına ihtiyacımız var pişmanlığın. Ya hiç acıtmasaydı günah kalbimizi? Ya pişmanlığın sızısı hiç yapışmasaydı yakamıza? Kurtulmak için çırpındıkça üzerimize atılıvermeseydi pıtraklar gibi? Kıvrandıkça, kıvrandıkça yine yeniden yakalamasaydı bizi bileklerimizden?

İyi ki öyle... Kaynağı saptanamayan ağrılarda hastalara, kural gereği, ağrı kesici verilmez. Çünkü ağrısı olmazsa, hasta çare aramaz. Kıvranmazsa, ağrının odağını bulmaya yönelik zahmetlere katılmaz, katlanmaz.

Pişmanlığın da soğuk sert taşlar gibi vurması beklenir ayaklarımıza. Hiç bitmeyen kışlar gibi soğuk buzlar düşürmesi gerekir alnımıza. Firari mahkûmlar gibi köşe bucak tedirginliklere mahpus etmesi istenir bizi. İlk fırsatta, saati geri alma telaşına düşmek, takvim yapraklarını yerine yapıştırma telaşıyla yanıp tutuşmak gerek. Günahı, ömrünün son deminde ak örtülere sarılmış adamı/kadını acı bir sırla kirletmek diye bilmek gerek.

“Kim aklar beni?” diye bütün kapılardan eli boş döndüğümüzde, “illâ O” diyecek çaresizliğin dizi dibine oturtmalı bizi pişmanlığımız. Rahmetin ve gufranın dergâhında kusurluluğumuzu ve günahkârlığımızı şefaatçi bilip öylece ümitlenmeliyiz Allah’tan. Hiç koşulsuz affedileceğimiz kapının eşiğinde umutla ve gözyaşıyla oturabilmeyi öğretmeli bize pişmanlık. Kimselere diyemediğimiz sırlarımızı kabuğunda sızlanan bir inci gibi rahmetin kucağına itiverme ihtiyacını tir tir titreyerek hissetmeliyiz pişmanlık göğsümüze sarıldığında. Ne kadar çok hata etmişsek etmiş olalım, sonsuz serin bir okyanusun maviliğinde kir pasımızı kimselere göstermeden yıkayıverme umudunu göğsümüzde cılız pınarlar gibi biriktirmeyi vaat eder bize pişmanlığımız.

Sevapça hiçbir şey edemediğimizi, ettiklerimizin de bize ait sayılmayacağını aniden görebilmek demektir günahların “ah!”ları. O’ndan korkup yine O’na kaçacak denli anaç ve müşfik olan rahmeti acıyan dudaklarımızla içmeyi sadece pişmanlığımız öğretir bize..

O tatlı Şebnem Ferah şarkısı gibi, “Sil baştan başlamak gerek bazen. Hayatı sıfırlamak. Sil baştan sevmek gerek bazen. Her şeyi unutarak, yeni baştan sevmek gerek.”

Sil baştan başlama telaşıyla affın boynuna sarılırız pişmanlığımızla. Sil baştan sevildiğimizi ummak adına rahmetin kucağına bırakırız gözyaşımızı. Sancıyan vicdanımızla, utanan yüzümüzle, ağlayan gözümüzle, titreyen dudağımızla içten bir özür, mahcup bir tövbe fırsatı sunar bize pişmanlığımız. Ya hiç olmasaydı pişmanlığımız? Hiç yakmasaydı canımızı? Ağrı hissedemeyen hastalar gibi yakardık rahmete yürüyen ayaklarımızı, kırardık affı avuçlayan ellerimizi.



/SENAİ DEMİRCİ
 

^diyar^

susss gönlüm!!!
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
1,742
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul
adszjr7.png
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Dua estetiği

Rabb’imiz Mûsa Aleyhisselâm’a sormuştu: “Elindeki nedir?” Mûsa Aleyhisselam ise “Bu asâmdır” demiş ve sonra açıklamıştı, “ona dayanırım, onunla hayvanlarıma yaprak silkelerim...” Pekâlâ, Mûsa Aleyhisselam da biliyordu ki Rabbi elindekinin ne olduğunu bilir. Üstelik asânın dayanmaya yaradığını, hayvanlara yaprak silkmekte kullanıldığını, her şeyi bilen Alîm-i Küllî Şey’e ayrıca söylemesi fazla değil mi? Hayır, fazla değil; hatta eksik gibi. Çünkü Sevgili’nin huzurunda olunca laf uzatılır, uzatılmak istenir. Daha çok huzurda kalmak için yeni yeni konular açılır. Huzurda iken, konuşulanın ne olduğu önemli değildir; önemli olan konuşmaktır. Çünkü konuşmak huzurda kalmayı uzatacaktır. Dua da böyledir işte, kulun Rabb’iyle söyleşmesidir. İster ayakkabımızın kaybolan bağcığı gibi sıradan bir şey için, ister ebedî hayat gibi en başta gelen hacetimiz için dua etmek Rabb’in huzurunda kalma vesilesidir... Mümin için dua etmek, duanın kabul olup olmamasından daha önce gelir. Çünkü dua, içeriği ne olursa olsun, sonucu nereye varırsa varsın, Sevgilinin huzurunda kalmaktır. Yani ki, duanın kendisi duanın sonucundan önemlidir, önceliklidir.
* * *

Dua ediyor olabilmek de, O’na muhatap olmayı, O’nu muhatap olarak bulmuş olmak gibi eşsiz ayrıcalıkları içerdiğine göre, çok önemli ve öncelikli bir duanın kabul edilmiş halidir. Dua edemeyen, dua edemediğinin farkında değildir; dua etmek için dua etmek gerektiğini bile bilemez. Dua edemeyen, dua edememekle neyi kaybettiğinin farkında değildir; bir şeyi kaybettiğini bilmeyen ise aramaz, aramadıkça bulamaz, bulsa bile eline almaz. Öyleyse, dua edebiliyor olmakla, nasıl derin bir kuyudan çıkarıldığımızı görelim. Dua eden adam bilmeli ki, dua ediyor olmakla, kaybettiğini bulmuştur, kaybettiğini bile bilmediği bir kaybını bulmuştur, eksikliğini bile çekemeyecek kadar gafil olduğu bir eksiğini tamamlamıştır. Birileri hakkında dua etmiş olmalı ki, dua edebiliyor.

* * *

“İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım, beni beslesinler diye değil...”

Kulluk, Rab tarafından rızıklandığını bilmekle başlar. İnsanın secdesi tevekkül seccadesinde gerçekleşir. Kul alnını yere değdirdiğinde, Rabb’inden başka kimseye muhtaç olmadığını kabullenir. Secde ile sadece kafasını değil varlığını da toprağa indirir. Rabb’inin kendisine verdiğinden şüphesi olanın secdesi tam değildir; alnı yerde olduğu halde, aklı yukarıda kalmıştır. “Yalnız Sana kulluk edelim diye yalnız Senden yardım dileriz!” dedirttiğine göre Rabb’imiz, kulluğumuzu O’na yardımmış gibi görmek yerine, O’nun bize yardımı olarak bilmeliyiz.

* * *

“Kim kötü bir iş işler, nefsine zulmeder de, sonra/gecikerek tövbe ederse Allah’ı Gafûr ve Rahîm olarak bulur.” Aziz Mahmud Hudâyî, bu ayeti yorumlarken, tövbenin pek dikkat edemediğimiz bir inceliğine dikkat çeker. İnsan kötü işi bedeniyle yapar, eliyle gerçekleştirir, açık bir eylem koyar ortaya. Tövbe ise dille yapılır, hatta dile gelmeden de yapıldığı olur. Hüdâyî Hazretleri, işte bu farkı hatırlatarak, fiilen yapılan isyanın sözle yapılan itaatle affedilmesindeki lütfu gözler önüne seriyor.

* * *

Bir dostumdan duymuştum: “Allah, kendisi için terk ettiğiniz şeyleri terk ettiğinize sizi sevindirsin.” Hayatın özünü yakalayan bir yakarış bu. Çünkü her an bir tercihte bulunuyoruz; bir tercih bize bin terk edişi yaşatıyor. Rabb’imizin rızası için tercih ettiklerimiz ne çok terki gerektiriyor. Bir helâl için bin haramdan yüz çeviriyoruz. Sözgelimi, bir kadını kendimize helâl ederken, diğerlerini terk ediyoruz. Bir erkeği kendimize eş seçerken, başka bütün erkeklerden yüz çeviriyoruz. Eşlerin birbirleri için böylesi sözel ve fiilî dualarda bulunması gerekir. Başkalarını terk ederek kendisi eş olarak tercih edilen bir kadın ya da erkek, eşini kendisi için terk ettiklerini terk ettiğine memnun etmek için elinden geleni yapmalı.

* * *

Fatiha, dilimize değen en güzel duadır. Duayı kabul edecek olan Zâtın dilimize dua vermesi, bize yakarış temrinleri yaptırması, O’nun o duaları çoktan kabul etmeye hazır olduğunu gösteriyor değil mi? Dua ile duanın kabulü arasında sadece o duanın dilimize değmesi bahanesi var. Adı üzerinde “açılış”tır Fatiha; varlığın yüzünü Var edene çevirir, bize ötelerle “ağız birliği” ettirir. Bize verileceklerin hepsi Fatiha’da saklıdır; tek Fatiha ile istediklerimiz bize verilse yeter aslında. Bizi yokluğun dehşetinden alıp kimsenin yapamayacağı iyiliği yapan Rabb’imiz, Fatiha ile kendimiz için neyi istemenin hayırlı olduğunu öğretir bize ve onları kendisinden istetir. Vermek istemeseydi, ısrarla istememizi ister miydi?
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
ben bende değilim mechullerdeyim..
beni böyLe bırakıp gitti birisi..
ağlıyor bir zamanLar gulen o gözLerim..
halimi perişan etti birisi..
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Yol arkadaşlığı için,
yazı sırdaşlığı için,
lügat yoldaşlığı için
Ali Hakkoymaz’a teşekkür ederek...
Yol: Hiçbir yerde olmadan her yerde olmak demektir. Yol; bir ayrılıştır... kavuşmalar adına. Yol; bir bıkmayıştır. Çünkü her an bir menzile yeniden konuştur, “her an” bir menzili yeniden konuşturur. Yol; bulanmadan aktığın demdir. Her işin bir yolu olduğu gibi her yolun da bir “yolu” vardır. Hemen bütün yolculuklar heyecanlandırır insanı. Niye mi? Nereye gittiğini bilsen de, nelerin olacağını bilmediğindendir. Hepsinden önemlisi, sonsuz bir arayışın (tecessüm etmiş) halidir yol. Bu yüzden bizi “yol yol” çeker yol. Yola çık, yol açık...

Hızda kaybettin çok şeyi. Bu hız/da kaybettiklerini hangi hızla anlatsan yine de çok azını anlatmaya yetişirsin. Ve hızını alamadığını görünce, pişmanlıkların bir bir kapını çalacak. Çalmasın diyorsan... Bu hız sana ait olamaz, sen de ona ait olamazsın. Ki çoğu zaman, yolda karşılaştın hızla, hızla geçiştin, yüzleşemediniz bile, tanışamadınız. Ne kötü! Hız; hiçbir yerde olmamanın adı. Hız; bulunduğun yeri yaşayamamanın utancı. Hız; razı olamayıştır. Hız bir kaçıştır-önce-kendinden. Hızla hiçbir yerde olamazsın; olamadığın yere hep geç kalırsın. Hızın hep geç kalmak olduğunu anladığında vakit geç/miş olmasın! Hızla önce kendini terk edersin; kendine yetişemeyenlerin başka yere yetiştiği görülmüş müdür? Yoksa Çinlinin Japon’a sorduğunun cevabını hâlâ vermedin mi? “Bir saatte gideceğin yolu 15 dakikada gidiyorsan, geri kalan 45 dakika ne yapıyorsun ki?” Hızla gidenler artırdıkları dakikaları da hızla harcarlar (mı yoksa?)

İğde: Yollarda bir mayıs fırtınası. Bir yeni duruş. Bunlar geçen bahar da mı buradaydı? Şaşkılığım iğdelere mi kendime mi? İkisine mi? Daha nelere (mi?) Bu ayda “bir kadının saçları vakte sürünürken” (mi) açar iğde çiçekleri! Asrımızda efsanelere yer yok; ama efsanedir bir mayısta yollarda iğde kokuları. Öteki çiçekler... Öteki kokular... Alınmayın. Siz de salın endazenizi, siz de salın kokularınızı... Hadi, hadi salınma; gittiğin yere hiç değilse bir “iğde kokusu” götür. Mayıs yollarından geldiğini bilsinler yüzüne gözüne bakanlar. Çılgınlığını gizleme! “Aa, sen de iğde kokuyorsun!” desinler. “Evet!” de sen de, çekinmeden, şaşırmadan: “Ben mayıs yollarından geliyorum.” de! Öylesine mutevazı ki bir de hem iğdeler, hem kokuları, hem salınışları, hem selâmlanışları... Sanki hep mahcuplar... Yokmuş gibi yapıyorlar; hep “usulca” sokuluyorlar. (Ey okuyucu, bunlar ifrat sanılmaya; bunca şeyleri gör(e)meyiş zamanlarında bir “iğde kokusuna tutunarak” yürümektir bizi her şeyin yanına alan!) Dediği gibi şairin: “Ah kimselerin vakti yok/Durup düşünmeye ince şeyleri.” Bunca işin gücün arasında bir de iğde mi koklayalım! İğdedir; kokacak elbet. Benim işim var, işe yetişmeliyim! Hani şair bir şiirine “Göğe Bakma Durağı” adını koymuş ya... Ne iyi olurdu “İğde Koklama Durakları” da olsaydı. İşte bu iğde ağacı! Oturmuş bu yol kenarına; gece gündüz durmadan koku/sunu/verir! Ey çocuk, sen de gel.. Hey anne, hey baba (olacak) sen de gel! Koku, hele de iğde kokusu, geçmiş zamanlara çağırır seni. Annem etrafımda dönen dolapları fark etmediğimde: “Burnun hiç de koku almıyor.” derdi. “Anne, nice mevsim kokuları burnuma kadar geliyor da, burnum koku almıyor. Açmıyorum çok zaman o kapıları demek, açamıyorum!” Bir iğde, bir mayıs kokusunu almadan yaşayanlar hangi sesi, hangi dokuyu, hangi kokuyu bırakıp gide ki! Koku dolasın mevsimlerde, kokuda olasın, koku dolasın seni, e mi?

Koklamak: Kendi çocukluğunu durakta beklemendir. Hiç beklenmedik bir anda (hazırsan) gelir, hazır san, gelir. Şu çocukluğumun, şu gençliğimin, şu geçtiğim bütün yolların kokusu diye/biliyor musun? Çocukluk, gençlik sana zaten iyice sürünür, kokusunu bırakır üstüne. Ama vakteriştiğinde, “Aman canım, aman çocukluğum, hatta gençliğim, at şu üzerinden eskilerden kalmış saflığı” mı diyorsun yoksa! “Şu anlarımdan yarınlarıma, görebildiğim, göremediğim nice yanlarıma bir koku üşüştürebilecek miyim?” Yoksa, kokusuzluğumu herkese derinden koklatıp “kervan göçüp dağlar başında” (mı) kalacağım? İçindeki kervanlar yola koyulmuşken alışverişini yap, ey can! Dikkat: “Ey gonca açıl, mevsim geçiyor!” Papatyanın kokusunu bilirsin, belki bir gelinciğin de vardır kokusu. Bir gelincik kadar, bir papatya kadar(cık) da yoksa bıraktığın koku, boş yere yol kenarını beklemişsin demektir. “Bir gül açımı kokun ve neşen/Sonsuz emellerde kayıp gibisin/Şu dağın ardına kocaman düşen/Vedaı nasihat olsun güneşin.” Hayat kitabının arasına, ilerde, zaman zaman açtıkça, kendi koyduğun bir kokun, bir sesin, bir rengin olsun (mu?) Başkaları da senin kitabını açtığında sayfalar arasında bir sayfa bulsun; hayıflanmayacağın, hayıflanamayacakları. Gemi batmadan, delikleri kapatasın! Bir çentik atasın, bir kapı, bir pencere açasın! Kokular bir yere girdiğine sevinsin. Hep sayfada kalsın! “Bu benim sayfam!” desin, koparıp alsın kendine lazım olacak manâları... Sayfa yerinde kalsın.

Yazı: Kelimenin, kalemin ve elin kendilerini (iyice) gördükleri yer. Sızıya da sevince de şöyle bir bakıp alacaksa alan. Üzerken de sevindirirken de çoğal(t)an. El ele tutuştuğumuz an. Bırak ellerimi, ellerine bırak kendini. Topla şu bir dağın ucundaki, çocuğun gözlerindeki, taşların tıktıkasındaki, suların zemzemesindeki... kelimeleri. Yazıya çıkana ‘Yolun açık olsun!’ derler
 

süeda

Asistan
Katılım
23 Eyl 2007
Mesajlar
424
Tepkime puanı
9
Puanları
0
Asil bir sükûnetin dizi dibinde nefeslenmektir “İnşallah”




Varlığın sarp yokuşlarında nefesi kesilir insanın.
Dudağına değince “İnşallah!” sözü; varlığı yoktan varedenin, yokluğu hiç sebepsiz varlığa doğru genişletenin iradesinden nefeslenir.
Zamanın dar köşelerinde sesi eksilir insanın.
Sesini bürüyünce “İnşallah!” kelamı, zamanı genişletenin, ömrü ebede bitiştirenin dilemesinden beslenir.
Gündelik telaşların hızla inip kalkan göğsünde aklı daralır, kalbi yorulur insanın.
Kalbini atınca “İnşallah!”ın asude iklimine, aklı aklanır, kalbi durulur.
Dünyevî önceliklerin hazla gidip gelen sarkacında ruhu hoyratça savrulur insanın.
Yüzüne gülünce “İnşallah!”ın muştusu, ruhu sılaya taşınır, hüzünleri yağmurda ıslanır.
***
Asil bir sükûnetin dizi dibinde nefeslenmektir “İnşallah”...
“Ben benden ötesine teslimim...” diye/bilenin inşirahıdır “İnşallah”.
Kendi varlığının yükünü zayıf omuzlarından atıp hafiflediğinin resmidir “İnşallah”.
Kendini kendinden öte taşıyan/taşıran insanın kabuğunu zorlayışıdır “İnşallah”..
“Ben buradayım ama burada kalmaya razı değilim...” diye/bilenin meydan okuyuşudur.
Ellerine kudret elinin sarıldığını, gözlerine bin kutlu nazarın ışık olduğunu, yüzünü çevirdiği her yönde tek ve bir teselli vechinin beklediğini ilan edişidir.
Kalbine yüklenmiş dağları bir nefeste silip süpürmektir inşallah.
Varlığın koynuna tutunmuş insanı sonsuzluğun ufkuna doğuran bir sızıdır “İnşallah”...
***
İnşallah, sebeplerin kör kuyusuna uzatılan ışıltılı bir kovadır.
Ağaç köklerini ve toprağı kucaklaştıran “İnşallah”tır; toprağa hayat bahşetmektir, taşa pınarlar dilemektir.
“Allah dilerse” tohum toprağa katışır; toprak ve tohumun boş ellerine çiçekler sunulur, kurak avuçlarına hayat akıtılır.
Nereye indiklerinden habersiz, rüzgâr nereye eserse oraya gitmeye hevesli yağmur taneleri, “Allah’ın dilediğince” boynu bükük toprağı sevindirir, güllerin al yanağına gözyaşı olur, sabahın ak göğsüne şebnem diye tutunur.
“Allah’ın dilemesiyle” sert ve ağır taşlar, ince ve nazenin köklere yol olur; o latif güzellerin kalplerine dokunmasıyla yollarında toprak olur.
***
İnşallah, Yusuf’un[as] kuyuya iten hainlerin tuzaklarının itildiği kuyudur.
O’nun dilemesidir ki Yusuf’u kuyudan çıkardı, kuyuyu Yusuf yüzlülere sırdaş eyledi.
İnşallah, Yusuf’u[as] ucuza satan bezirgânları yok pahasına satan sırdır.
O öyle istedi ki, kölelik ve kulluk Yusuf’la nice kralların erişemeyeceği şeref ve itibar bilindi.
İnşallah, İbrahim’i[as] ateşe savuran ateş yüzlülerin kavrulduğu ateştir.
O öyle diledi ki İbrahim’in teninde ateş güle çevrildi, alevin yanağından serinlik devşirildi.
***
Dudak ile tebessümü birbirine yapıştıran sırdır “İnşallah”...
Sesleri söze bürüyerek birbirine bitiştiren, kaynaştıran mayadır “İnşallah”...
Göğüslere nefesleri ele avuca gelmez, dokunulmaz, şeffaf bir genişlik olarak dokunduranın tenezzülüdür “İnşallah”....
***
“Elif”tir İnşallah...
Varlığın alfabesinde dimdik duruştur.
“Lâm”dır İnşallah...
Yokluğun koynunda dupduru bir b/akıştır.
“Mim”dir İnşallah...
Hicranın solgun yanağına dosdoğru bir Muhammedî eğiliştir.


Senai Demirci
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Tevhide'ye YazıLmış Bir Yazı...:Senin eline diken batar mı komutanım?

Neydi o reklam filmi? Doğduğumuz günden beri, kalıp kalıp sunulan resmi ideolojinin bir de kalbinin olduğunu hatırlatmaya ayarlıydı.



Bir çocuk merakının sokulganlığı ve teklifsizliğiyle, "değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez" katılıktaki ilkeleriyle tanıştırıldığımız "Ata"yı parmağındaki sızıyla tanımamız da beklendi. Koskoca devlet bankası bile "iş"ini bırakıp kalbimize gül yumuşaklığıyla dokunmayı denedi. "Senin de eline diken batar mı?" sorusuyla, devlet gibi devasa, banka gibi tok bir yapının dokunulmaz kurucusunun insanî gözeneklerinden içeri doğru sızıverdik. "Senin de canın yanar mı?" şaşkınlığıyla, heykellerin katı ve soğuk yüzüne kazıdığımız, adını birilerinin birilerini dışlamakta kullandığı "Ata" imajının buzları çözülüverecekti. Heykellerin soğukluğuna, ilkelerin kesinliğine inat "kıpır kıpır", "sıcacık" ve "yumuşacık" bir kalbi de olmalıydı "Ata"nın. Doğru ya; insan kalıbıyla olduğu yerde kalbiyle de var değilse, ne bir gül büyütebilir ne de güle hayran olacak bir zevk büyütebilir.

Merak ediyorum, o gün, Kozanlı yetkililer, Tevhide'nin gözünün yaşını görebildi mi? Kalpleriyle de orada olmuşlarsa, görebilmeleri gerekirdi. Ben yine de görmelerine yardımcı olayım: Gözyaşının akıverdiği utangaç yüz Tevhide'ye aittir. Tevhide 15 yaşındadır. Yani, bir ergendir. Bir ergenin en çok aradığı, takdir edilmek ve onaylanmaktır. Hele de bileğinin hakkıyla alırsa takdiri, çelik gibi bir kişilik maya tutar kalıbında. Hakkının yenmediği, umutlarının zayi olmadığı bir ülkeye açar gözlerini. Onaylandıkça, kocaman olur kalbi. Bayrağını, atasını, öğretmenini, okulunu daha bir genişçe kucaklar.

Meselâ, siz, sayın komutanım, kalbinizle de bakabilseydiniz, en zarif takdiri alacağı yerde, en güzel onaylanmayla ödüllendirileceği anda, aşağılanan kırık-dökük bir kalbi, küskün ve üzgün bir "genç kız"ı da görebilecektiniz. O genç kızın başındaki örtüden çok daha fazla göze batıcıdır o kırık kalp. Başörtüsüne dair yazılı kurallardan çok daha kalınca yazılıdır bir genç kız onurunun dokunulmazlığı. "Yasak"ların hemen uygulanmasından, "suçlu"nun derhal kürsüden indirilmesinden çok daha önce gelir bir çocuk sevincinin masum kıpırtıları. Dediğim gibi, kalbinizle bakarsanız görürsünüz bunları. Babacan bir tebessümle geçiştirilebilecekken, "hadi neyse..." hoşgörüsüyle atlatılabilecekken, sonradan gelecek "bir daha olmasın..." uyarısıyla düzeltilebilecekken, parmağındaki sızıyla yeniden tanıştığımız "Ata" adına, gencecik bir kalbin sevincine kör olmanın, çocukça bir hevesi en ince yerinden kırmanın, bir küçük hanımefendinin onurunu yerle bir etmenin odağı oluverdik.

 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Elsin sen, el; varlığın sadece bir avuç içi

Sadefinde inci neyse, dudağında dua odur. İncinin ışıktan uzaklığın beşiğinde belenmesi gibi, dua da Rabbinden uzak kalışının gurbetinde bestelenir. O’na sonsuz uzaklığının kuytusunda O’nun sana sonsuz yakınlığını fısıldaması, dua incisine rahimlik eder.
Bir şahdamarı yakınlığından emzirilir dua. Öyle yakındır ki Rabbin sana, rahmetinin sana yakınlığını senin kendine yakınlığınla anlatır. Şahdamarı sende senden içeri olan, teninden de beri olan değil midir? Öyle bir yakınlıktır ki bu insanın kendisini çağırmasına benzer yahut kendisinden bir şey istemesine. Kendisini çağıran kendisine kendi çağrısından önce cevap verir. Kendisinden bir şey isteyen de kendisinden istediğini baştan kabul etmiştir ki öyle ister.

İşte o sonsuz uzaklık sadefinde, o uçsuz bucaksız gurbet denizinin dibinde, Rabbini çağırmayı kendi kendine seslenmek kadar elle dokunulur hissetmelisin parmak uçlarında. Rabbinden istemeyi kendinden istekte bulunmak kadar gözle görülür bir inci eylemelisin dudaklarının sıcağında.

Garip değil mi? İnci karanlıkta büyüdüğü halde, ışığa eşsiz bir pırıltı katmaya hazırdır. Seni de şaşırtmaz mı, incinin ıssızlıkta ve sessizlikte boy attığı halde birden varlığın merkezine oturması? Öylesine bir incidir işte dua. Sakin ve sarsıcı. Suskun ve konuşkan. Nazlı ve sokulgan. Uzaklığın çocuğu ve yakınlıkların anası.

Öyle önceliklidir ki dua, teninde açık yaralar bırakır Rabbin ki, o sancılardan dua gülleri büyütesin. Aczinle sonsuz kudretine susamanı ister. Fakrınla nihayetsiz rahmetine acıkmanı diler. Kendini kendine yeter sanman, önce duayı elinden alıyor ve sonsuz fakirleştirir seni. Kendini susuz ve tok sanman, O’na yakarma iştahını giderir, O’na kulluk hevesinden yoksun bırakır seni. Öyle hatırlıdır ki yakarışın, seni rahmetinin eşiğine gözü yaşlı, boynu bükük halde getirecek günah ve pişmanlıklarını, rahmetinin eşiğine başvurmaktan geri durduracak sevap ve hatasızlığından daha çok el üstünde tutar Rabbin. Öyle tatlıdır ki yalvarışın, seni aff ve mağfiretinin dergâhında ağlatıp sızlatan unutuşlarını ve sürçmelerini, lütuf ve bağışına muhtaç olmayacakmışsın gibi müstağni kılan susturan itaatlerinden daha çok sever Rabbin.

Yeter ki bu toprak kabın içinden yakarış türküleri yükselsin. Yeter ki suskun ve soğuk dudaklar dua dua söze gelip ısınsın. Yeter ki bu küskün ve dargın yüze ümitten çiçekler dokunsun. Yeter ki çamurdan bedene sahici bir nefes s/insin. Yeter ki bu boş avuçlarda dua dua kelebekler kanatlansın. Yeter ki bu varlık sadefinden dua incileri dökülsün.

Bu varlık sadefini o inciyi içinde taşımak için giyindin. Bu dünya seferine o inciyi içinden taşırmak için soyundun. Dudağının her kıpırtısında, dilinin damağına her dokunuşunda nice incileri kıymetsiz kılan bir kıymet kazanır bu toprak bedenin.

Göğsünün her daralışında, tereddütlerinin her kımıldanışında, incecik sızılarının nefes nefes söylenmesinde, yanında, yakınında, kendine olan yakınlıktan da beride bir yakınlıkla Rabbinin rahmetinin eşiğinde bulursun kendini. Nefesine bürüdüğün her sızlayışta seni hemen işiten Semi’ ismiyle tanırsın O’nu.

Kalbinin kimselere söylenmez, söylense de önemsenmez her hüznüyle seni her daim önemseyen Hakîm ismiyle varırsın huzuruna O’nun. Hata ve kusurların seni ezip mahcubiyet ateşinde yaktıkça, en sessiz iç çekişlerini ciddiye alan, ayıplamadan bağışlayan, sonra hiç yüze vurmayan, asla başa kakmayan, severek affeden, affettiği için adeta sevinen Afuvv isminin serinliğinde bulursun O’nu.

En mahrem sırlarını paylaşan, en utanç verici ayıplarını şefkatiyle örtüp saklayan, en yüz kızartıcı suçlarını sonsuz anlayışının kucağında eriten Rahîm isminin eşiğine dökersin eteğindeki taşları.

Nasılsa bir gün bu sadefin, bu toprak bedenin elleri çözülecek, hücreleri dağılacak, dudakları eriyecek değil mi? Öyleyse, hiç durmadan içindeki dua incisini büyütüp O’nun rahmetinin deryasına savur.

Elsin sen, el; varlığın sadece bir avuç içi. Ellerin var sadece, bir de elindekiler; elindekiler bir bir elinden kaydığı gibi, elin de elinde kalmayacak ki... Semaya doğru açılan, varlığını duanın ayâsında toplayıp söz söz yakaran Sensin. Başka bir şey değilsin; başkaca önemli değilsin ki. Başkalarının sen yokken, sen kendi yokluğunu bilmezken, varlığın hasretini bile çekmezken ettiği “evlat duası”nın kabul edilmişliğisin. Bir duanın ete kemiğe bürünmüş halisin.

Baştan ayağa, tepeden tırnağa, hece hece, hücre hücre duasın. Duasın sadece, sadece duasın.. Annen duadır. Beşiğin duadır. Ninnin duadır. Servetin duadır. Mirasın da dua..

Ne kalırdı ki senden geriye, duan olmasaydı? [email protected]
 

hiba_nur

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
774
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Bir Bebeğin Yarım Kalan Günlüğü...

5Ekim: Bugün var edildim. Buradayım. Varım. Müthiş bir duygu bu. Var olduğumu henüz annem ve babam bilmiyor. Bir elma çekirdeğinden bile küçüğüm. Ama ne de olsa, ben benim. Varım ya! Bu bana yetiyor. Henüz bedenim belli belirsiz, yüzüm yok ama, varlığımı ve benliğimi hissedebiliyorum. Bir kız olacağım ve baharda çiçekleri seveceğim.

19Ekim: Biraz büyüdüm. Kımıldamam mümkün değil. Annem henüz farkında değil ama onun kanıyla besleniyorum. Kalbini dolaşıp gelen sımsıcak kan bana geliyor. Beni sevecek bir kalbin kıpırtılarını şimdiden hissediyorum. Annem beni çok sevecek. Annem için güzel bir sürpriz olacağım.

23Ekim:Hiç göremediğim bir el ağzımı biçimlendirmeye başladı. Dudaklarımda onun dokunuşunu hissediyorum. Bu "el"in dokunduğu yerler dudağım damağım oluyor. Düşünün bir yıl sonra bu elin dokunduğu yerde tebessümler açacak, güleceğim. Dudağımdan ve dilimden sözler dökülecek. Herhalde önce "Anne!" diyeceğim. Anne duyuyor musun beni? Seninle konuşacağım. Sana güleceğim. Kimilerine göre hâlâ daha var değilmişim… Nasıl olur? Varım ve gülücükler sunacak dudaklarım da olmak üzere ya… Hem sonra bir ekmek kırıntısı ne kadar küçük olursa olsun yine ekmektir. Öyle değil mi anneciğim? Ah bir konuşabilsem!

27Ekim: Bugün pek mutluyum. İçimde tatlı bir kıpırtı başladı. Artık bir kalbim var. Kalbim atmaya başladı. Hayatım boyunca böyle atıp duracak. Sevgilerle dolduracağım kalbimi. Tıpkı anneminki gibi... Annem bedeninde iki kalbin birden atmaya başladığını bilseydi ne kadar sevinirdi! Duyuyor musun anne?

2Kasım: Her gün biraz daha büyüyorum. Kollarım ve bacaklarım da biçimlenmeye başladı. Hele bir büyüsün kollarım bak nasıl kucaklayacağım seni anneciğim. Şu ayaklarım da tamamlansın da, beraber çiçekli bahçemizde yürürüz. Belki birlikte okula gideriz.

12Kasım: Ah evet… Bunlar, bunlar ne kadar sevimli ve küçük şeyler. Aman Allah''ım parmaklarım da çıkmaya başladı. Bunlarla çiçek toplayacağım, annemin elini tutacağım, kalem tutacağım. Belki de güzel bir şiir yazacağım. Anneciğim, orada mısın? Ellerimi ellerinin arasına koymak için sabırsızlanıyorum.
20Kasım: Oh, nihayet.. Annem doktora gitti. Burada olduğumu öğrendi.. Yaşasın! Doktor teyze özel bir cihazla gördü beni. Ultrason diyorlarmış. Resmimi bile çekti. Sevinmiyor musun anneciğim? Seneye kalmaz kollarının arasında olacağım…

25Kasım: Artık babam da burada olduğumu biliyor. Fakat henüz kız olduğumun farkında değiller. Onlara sürpriz yapacağım..

10Aralık: Bugün yüzüm tamamlandı. Artık iki güzel gözüm, bir küçük burnum, dudaklarım ve yanağım var… Anneme benziyorum galiba…

13Aralık: Artık çevreme bakabiliyorum. Etrafım çok karanlık ama olsun. Yine de mutluyum. Yaşıyorum ve varım. Kısa bir süre sonra gün ışığını görebileceğim, renkleri ve çiçekleri tanıyacağım. Rüyamda gördüm. Dünyada gökkuşağı diye bir şey varmış.. Onu çok merak ediyorum.. Anneciğim, babacığım sizin yüzünüzü de göreceğim. Tanışacağız…. Mutlu olacağız. Gülüşeceğiz..

24Aralık: Kulaklarım daha iyi duyuyor artık. Anneciğim, senin kalbinin seslerini duyuyorum. Benim kalbimin atışlarını da sen duyabiliyor musun? Hatta sesini bile tanıyabiliyorum. Sesin ne kadar tatlı… Hiç duymadığım bir şey bu… Güzel ve sağlıklı bir kız olacağım. Kollarında uyuyacağım, yüzüne bakacağım, o tatlı sesini dinleyeceğim. Benim için ninni de söyleyecek misin anneciğim? Sen de beni özlüyorsundur mutlaka… Beni koklayacaksın.. Çok seveceksin, değil mi?

28Aralık: Anne burada bir şeyler oluyor. Doktor abla neden mutsuz bakıyor böyle... Sen acı çekiyor gibisin. Kalp seslerin değişti... Sustun. Benimle niye konuşmuyorsun anne? Anne… Anne… Anneciğim… Yüzümde soğuk bir şey hissediyorum. Anne, yüzümü parçalıyorlar... Anne bir şeyler yap… Anne… Kolumu çekiyorlar anne… Canım yanıyor anne... Anne… Ayaklarımı parçalıyor bu şey anne... Beni sana bağlayan damarı kopardılar anne… Anne kalbimi parçalıyorlar… Anneciğim… Anne… Anne… An… A...

Ah! Kürtajınız tamamlandı hanımefendi… Geçmiş olsun !..

Senai DEMİRCİ
 

^diyar^

susss gönlüm!!!
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
1,742
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul
Abdest, suların sonsuza aktığı dem

Suya vardığında, aslında ateşi kucaklamaya gidiyorsun.
Zira suyun aslı ateştir. Suyun yapıtaşlarından biri yakar, biri yanar.

Yakan ile yananın bir araya geldiği yere elini hiç endişesiz değdiriyorsan,
ateşin ortasından sana serinlik lûtfeden
Rabbinin takdirine güveniyorsun demektir.
Bil ki, ateşi sana serinlik eyleyen,
senin için suyu da paklık vesilesi eyliyor.
O’na kul olmazsan yeryüzünde hiçbir su aklamaz seni.

Suya vardığında, aslında avucuna gökleri sığdırıyorsun.
Zira su sana indirilir. Sana indirilen senin erişemeyeceğin yerde
demektir. Göklerde bulutlara bindirilen, rüzgârların önü sıra gezdirilen,
yağmurlardan damla damla süzülen, ince ince alnına değdirilen lûtufla
tanışıyorsun şimdi. Sana hiç erişemeyeceğin yerden nimetler indiren
Rabbin, her şeyin gelip geçtiği, her bulduğunun bitip tükendiği,
her güzelin bırakıp terk ettiği yerde, sana sonsuzluk çağrısı yapıyor.
Eline dokunan su, tenini serinletmekle kalmıyor, sonsuz sevdalar yüklü
kalbine teselliler yağdırıyor.

Abdeste hazırlanıyorsun.
Gövdeni kutlu bir paklığın gölgesine çekiyorsun.
Sanki Leylâ vurgunu bir Mecnun gibi çölde suya kanıyorsun.
Şadırvanda su şakırtısı bir vaha serinliği değil mi sana?

Abdeste niyetleniyorsun. Kalbini Sevgililer Sevgilisi’nin [sas] kalbine yanaştırıyorsun.
Suların bile yolunda akarak paklandığı
Sevgili’nin [sas] yolunda akıyorsun. Resûl’ün [sas] pak niyetine
dudağını değdirerek, suyun serinliği ile değil, rahmetle ıslanıyorsun.

İşte abdeste başlıyorsun. Önce ellerini yıkıyorsun.

“Terk-i dünya ile yıka ellerini!” Ellerinle biriktirdiklerinden yu kendini..
Varlığının suların akışı gibi gelip gittiğini bil evvelâ.
line avucuna sığan bir şey yok şu fani dünyada.
Parmakların arasından kayıp gidiyor sevdiklerin ve biriktirdiklerin.
Ne onlar sana kalıyor, ne sen onlara kalıyorsun.
Bunu bil ki, eline değen abdest suyuyla, elini şerden çek; hayra yanaştır.
Elini fani olanlardan çevir; sonsuza eriştir. Elinle ettiklerinden tövbe et.
Dünyanın kirini avuçlarından akıt.

“Anmakla yıka dilini, damağını ve dudağını!” Yalanı yıka ağzından.
Boş sözden arındır dilini damağını. Tattıklarının su gibi gelip geçtiğini bil.
Dudağına suyu değdiren Rabbindir. Dudağını dudağına dokunduran Rabbinin rahmetidir. Dudağının dudağına değmesi, billûr sulardan daha serindir.
Suyu sana verdiği gibi suya hasret dudağı da veren O’dur.
Suyun paklığını damağına değdirirken, Rabbini anmakla tatlandır ağzını.
Dilini suyla serinletirken, yalan ve gıybetin, boş söz ve lakırdının
tortularını da yak!

“Kibirden arınmakla temizle burnunu!” Ne efsunkârdır güzel koku!
Burnunun dikine gidenleri bile ardı sıra sürükler.
Uzakta kalmış hatıralar, unutulmuş bahçeler ince bir kokuyla hatırlanır
hemen. Burnuna değen su, cennetin kokusunu hatırlatsın sana.
Burnuna çektiğin su, gülleri gül eyleyen Muhammed’in [sas] gül kokusuna yanaştırsın seni.

“Yüzünü hayâ ile temizle!” Yüzün ki varlığının odağıdır,
ruhunun billûr âyinesidir; abdest niyetiyle yüzüne değen su seni
Rabbinin vechine yönlendirir.
Abdeste niyet, yüzünü ALLAH’a teslim etmek gibidir.
“Ben O’nu görmesem de, O beni görüyor!” diyenlerin işidir abdest.
Kimsenin görmediği yerde, kimsenin bilmediği kuytularda,
kimsenin tanık olmadığı yalnızlıklarda, sırf O’nu razı etmek için
yüzünün her noktasında suların serinliğini hisseden,
yüzünün her noktasını Rabbinin nazarına tutar; Rabbine teslim eder
. Yüzünden sular süzülürken, sen de O’na bakarmışçasına hayânı kuşan.
O’nun nazarında olduğunu bil ki, aynalardan utanma.
O’nun seni gördüğünü bilerek yaşa ki, kendini kendine mahcup etme.
Yüzündeki serinliği O’nun seni bildiğine tanık bil ki,
başkalarını razı etme telaşından kurtar kendini. Yüzünü Rabbine teslim et.

“Kollarını tevekkül ile yıka!” Yapıp ettiklerini kendinden bilme.
Elini işlere eriştiren de, işlerini sonuca ulaştıran da Rabbindir.
Tembellik edip elini işten çekme; çünkü tevekkül sana düşeni
yapmanı gerektirir. Kibirlenip elinin işlere yettiğini de sanma;
çünkü tevekkül elinden geleni yaptıktan sonrasını Rabbine havale
etmeni gerektirir. Öyle yıka ki kollarını, tembellik de kibir de akıp gitsin
parmak uçlarından.

“Kulaklarını söz dinlemekle ve sözün güzeline tâbi olmakla yıka!”
Dinlemek edebin de, öğrenmenin de başıdır. Kulağını hakka açmayan,
dudağını hakka değdiremez. Dosta kulak vermeyen dost sahibi olamaz.
Öyle yıka ki kulağını, boş söz ve yalandan, gıybet ve lakırdılardan temizle;
güzeli duymaya ayarla. Çirkinliğe sağır ol.

“Ayaklarını O’ndan başkasından vazgeçmekle yıka!”
Nasılsa bir gün ayakların yerden kesilecek, adımların bitecek,
bir adın kalacak yeryüzünde. İki ayağını birden yıkarken de,
buraya geldiğini ama burada kalmayacağını hatırlat kendine.
Sular ayaklarına değdikçe, bir yolcu edâsı dolsun yüzüne.
Ayaklarını yerden kes; sırata değdir. Öylece at adımlarını.
Düşmekten kork! Öylece yürü. Ateşten çekin! O’na razı ol ki,
O da sana razı olsun.


Senai Demirci
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
bu konuya bayağı emek harcanmış

Emeği geçen üyelerimize tek tek teşekkür ettim

esen kalın
 

Rosasepia

Ordinaryus
Katılım
25 Ağu 2007
Mesajlar
2,427
Tepkime puanı
787
Puanları
0
Konum
Seyyâh-ı âlem


Elsin sen, el; varlığın sadece bir avuç içi


Sadefinde inci neyse, dudağında dua odur. İncinin ışıktan uzaklığın beşiğinde belenmesi gibi, dua da Rabbinden uzak kalışının gurbetinde bestelenir. O'na sonsuz uzaklığının kuytusunda O'nun sana sonsuz yakınlığını fısıldaması, dua incisine rahimlik eder.
Bir şahdamarı yakınlığından emzirilir dua. Öyle yakındır ki Rabbin sana, rahmetinin sana yakınlığını senin kendine yakınlığınla anlatır. Şahdamarı sende senden içeri olan, teninden de beri olan değil midir? Öyle bir yakınlıktır ki bu insanın kendisini çağırmasına benzer yahut kendisinden bir şey istemesine. Kendisini çağıran kendisine kendi çağrısından önce cevap verir. Kendisinden bir şey isteyen de kendisinden istediğini baştan kabul etmiştir ki öyle ister.

İşte o sonsuz uzaklık sadefinde, o uçsuz bucaksız gurbet denizinin dibinde, Rabbini çağırmayı kendi kendine seslenmek kadar elle dokunulur hissetmelisin parmak uçlarında. Rabbinden istemeyi kendinden istekte bulunmak kadar gözle görülür bir inci eylemelisin dudaklarının sıcağında.

Garip değil mi? İnci karanlıkta büyüdüğü halde, ışığa eşsiz bir pırıltı katmaya hazırdır. Seni de şaşırtmaz mı, incinin ıssızlıkta ve sessizlikte boy attığı halde birden varlığın merkezine oturması? Öylesine bir incidir işte dua. Sakin ve sarsıcı. Suskun ve konuşkan. Nazlı ve sokulgan. Uzaklığın çocuğu ve yakınlıkların anası.
Öyle önceliklidir ki dua, teninde açık yaralar bırakır Rabbin ki, o sancılardan dua gülleri büyütesin. Aczinle sonsuz kudretine susamanı ister. Fakrınla nihayetsiz rahmetine acıkmanı diler. Kendini kendine yeter sanman, önce duayı elinden alıyor ve sonsuz fakirleştirir seni. Kendini susuz ve tok sanman, O'na yakarma iştahını giderir, O'na kuluk hevesinden yoksun bırakır seni. Öyle hatırlıdır ki yakarışın, seni rahmetinin eşiğine gözü yaşlı, boynu bükük halde getirecek günah ve pişmanlıklarını, rahmetinin eşiğine başvurmaktan geri durduracak sevap ve hatasızlığından daha çok el üstünde tutar Rabbin. Öyle tatlıdır ki yalvarışın, seni aff ve mağfiretinin dergâhında ağlatıp sızlatan unutuşlarını ve sürçmelerini, lütuf ve bağışına muhtaç olmayacakmışsın gibi müstağni kılan susturan itaatlarinden daha çok sever Rabbin.
Yeter ki bu toprak kabın içinden yakarış türküleri yükselsin. Yeter ki suskun ve soğuk dudaklar dua dua söze gelip ısınsın. Yeter ki bu küskün ve dargın yüze ümitten çiçekler dokunsun. Yeter ki çamurdan bedene sahici bir nefes s/insin. Yeter ki bu boş avuçlarda dua dua kelebekler kanatlansın. Yeter ki bu varlık sadefinden dua incileri dökülsün.
Bu varlık sadefini o inciyi içinde taşımak için giyindin. Bu dünya seferine o inciyi içinden taşırmak için soyundun. Dudağının her kıpırtısında, dilinin damağına her dokunuşunda nice incileri kıymetsiz kılan bir kıymet kazanır bu toprak bedenin.
Göğsünün her daralışında, tereddütlerinin her kımıldanışında, incecik sızılarının nefes nefes söylenmesinde, yanında, yakınında, kendine olan yakınlıktan da beride bir yakınlıkla Rabbinin rahmetinin eşiğinde bulursun kendini.
Nefesine bürüdüğün her sızlayışta seni hemen işiten Semi' ismiyle tanırsın O’nu.
Kalbinin kimselere söylenmez, söylense de önemsenmez her hüznüyle seni her daim önemseyen Hakîm ismiyle varırsın huzuruna O'nun.
Hata ve kusurların seni ezip mahcubiyet ateşinde yaktıkça, en sessiz iç çekişlerini ciddiye alan, ayıplamadan bağışlayan, sonra hiç yüze vurmayan, asla başa kakmayan, severek affeden, affettiği için adeta sevinen Afuvv isminin serinliğinde bulursun O'nu.
En mahrem sırlarını paylaşan, en utanç verici ayıplarını şefkatiyle örtüp saklayan, en yüz kızartıcı suçlarını sonsuz anlayışının kucağında eriten Rahîm isminin eşiğine dökersin eteğindeki taşları.

Nasılsa bir gün bu sadefin, bu toprak bedenin elleri çözülecek, hücreleri dağılacak, dudakları eriyecek değil mi? Öyleyse, hiç durmadan içindeki dua incisini büyütüp O’nun rahmetinin deryasına savur.
Elsin sen, el; varlığın sadece bir avuç içi. Ellerin var sadece, bir de elindekiler; elindekiler bir bir elinden kaydığı gibi, elin de elinde kalmayacak ki...Semaya doğru açılan, varlığını duanın ayâsında toplayıp söz söz yakaran Sensin.
Başka bir şey değilsin; başkaca önemli değilsin ki.. Başkalarının sen yokken, sen kendi yokluğunu bilmezken, varlığın hasretini bile çekmezken ettiğ "evlat duası"nın kabul edilmişliğisin. Bir duanın ete kemiğe bürünmüş halisin.
Baştan ayağa, tepeden tırnağa, hece hece, hücre hücre duasın. Duasın sadece, sadece duasın.. Annen duadır. Beşiğin duadır. Ninnin duadır. Servetin duadır. Mirasın da dua..

Ne kalırdı ki senden geriye, duan olmasaydı?



/SENAİ DEMİRCİ
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Ödünç bir gün

Bitmiş ömründen bir gün alacaklı olduğunu düşün. Nasıl olduysa, sen öldükten sonra, ömründen bir gününü eksik yaşadığın hesaplanmış. Alacaklı olduğun günü yeryüzünde yaşayıp sessizce geri dönebileceğini söylüyorlar.
Mezarlığın kapısından bir gölge gibi süzülüyorsun sabaha doğru. Ölümünün üzerinden yıllar geçmiş. Çoktan ölmüş biri olarak biliniyorsun. Yapmak istediğin ilk şey ne olurdu? Eve gitmek mi? Elbette! Yola çıktın. Her zaman yürüdüğün sokaktan evine doğru yürüyorsun. Özlediğin dostlarının yüzünü görmeyi umuyorsun. Ama birden özel durumunu hatırlıyorsun. Onlara ödünç bir gün daha verilmedi ki.. Boş yere selam verecek bir dost yüzü arıyorsun. Umutsuzca yüzünü görünce sevinecek bir ahbabının yanıbaşından süzülmesini bekliyorsun. Mahallen tanınmaz halde. Daha kötüsü, sen tanınmıyorsun. Neyse ki, az ilerde bakkal olacak, oradan kızına bir şekerleme almak niyetindesin. Şükür ki bakkal yerinde duruyor: sevdiğini bildiğin akide şekerlerinden dolduruyorsun cebine.

Kapının ziline bastın heyecanla. Açıldı. Eve geç kalmışsın. O kadar geç kalmışsın ki. Ne şekere sevinecek bir yüz var evinde ne de şekerlere sevinince sevineceğin bir yüzün kalmış evdekilerin gözünde. Yılların hasretini bir anda söze taşımak istiyorsun ama düğümleniyor boğazın. Kendini tanıtsan bile, inanmayacaklar. İnansalar bile, o günü, o tek gününü, o biricik gününü onların şaşkınlığı, tedirginliği, inanmaz bakışları, şüpheli sorgulamaları ile geçireceksin. O kısacık gününü, canından çok sevdiğin torunlarınıı kendine alıştırmakla harcayacaksın. Bu zor işte başarılı olsan bile, bir günlük ömrün bittiğinde arkandan ağlamasını bilmeyecekler. “Yine bekleriz” diyemeyecekler içtenlikle. Evden uğurlanırken, akşama dönmesi beklenen, yolu gözlenen bir baba yahut anne, bir kardeş, bir evlat olamayacaksın. Kendi varlığını sahicileştirme yolunda sarp bir yokuş çıkacak önüne. Asla, ömrünün eksik kalan o gününde hak ettiğin yere tırmanamayacaksın. Varlığın o kadar lüzumsuz gelecek ki yakınlarına, hayatlarından çekildiğinde, derin bir “oh!” çekecekler. Bu tuhaflık geçti diye, konu komşuya ne deriz mahcubiyetinden kurtulduk diye rahatlayacaklar.

Öyle sıcacık bir aşinalıkla karşılanmıyorsun evde. Öyle her zamanki tatlı bekleyişle beklenmiyorsun kapılarda. Elindeki oyuncaklar çocukları sevindirmeye yetmiyor. Gülün ve gülücüğün sevgili bir muhatap bulamıyor. Dünyanın telaşına bile katılamıyorsun canı gönülden. Bıraktığın yerden devam edeceğin bir meşguliyetin yok. Bir pencere önünü doldurmuyor yüzün. Yarım kalmış sevinçleri tamamlamaya yetmiyor tebessümlerin. Herhangi bir şeyin parçası, herhangi bir işin tamamlayıcısı değilsin. Sesini duyanlar seviniyor değiller. Hasret dolu bakışların boşluğa düşüyor. Varlığın bir yeri dolduruyor değil evinde bile. Yokluğun varlığından daha çok kanıksanmış. Sensiz de olsa her şey tamam. Hatta, çoğu şeyi varlığınla eksiltiyorsun. Mutlulukları yarısından bölüyorsun. Huzuru kaçırıyorsun hayret dolu bakışlarınla. Yabancılıklar düşürüyorsun aşina yüzlere. Soğuk bir hançer gibi sokuluyorsun neşeli dakikalara.

Dağıttığın huzuru, parçaladığın sevinçleri ardında bırakıp, varlığının lüzumsuzluğunu acıyla görüp, kocaman bir hayal kırıklığı ile geri dönerdin belki... “Böyle yaşamaktansa, öleyim daha iyi” deyip mezarlık kapısından içeri süzülürdün bile-isteye. Belki de sitem ederdin ömrünün eksik gününü sana böylece ödemeye kalkanlara. Tedirginlikle yaşadığın, yabancı görülüp bir köşeye atıldığın, dost seslerini hiç bulamadığın, aşina yüzlere hiç varamadığın o günü yaşanmış saymazdın. “Bunu saymam!” derdin. Yeni bir gün daha isterdin. Yepyeni bir gün...

Aslında ölmüş olduğunun kimselerce bilinmediği.. Hayata, kaldığın yerden, kimseyi şaşırtmadan devam edebileceğin. Dostlarının seni hemen tanıdığı. Evde beklendiğin. Yakınlarının adeta “ay yine mi sen!” alışkanlığı ile seni kapıda hiç şaşırmadan karşıladığı. Tebessümünün sımsıcak mutluluklar başlatabildiği. Bilindiğin, beklendiğin, önemsendiğin, kanıksandığın. Hiç ölmeyecekmiş gibi yarından sonralar için hayaller kurabildiğin. İçinde acı da olsa, yoksulluk da olsa, sevindiğin, sevindirebildiğin. Varlığının küçük ve önemsiz de olsa bir şeyleri tamamladığı. Aranmıyor da olsan, cep telefonlarında adının yazılı olduğu. Yarım kalmış işlerin seni beklediği. Ödünç bir günü yaşadığını bile unuttuğun. Hiç bitmez sandığın zorlukları olan. Öyle ki, bu sınavı geçebilir miyim diye telaşlandığın, iş bulamazsam n’olacak benim halim diye kaygılandığın. Nasılsa barışırım diye rahatlıkla küsebildiğin. Sonra özür dilerim diye hoyratça kızabildiğin. Birden kayboluversen, ardından ağlayacaklarının olduğu. Nasılsa yarın var diye özensizce harcayabileceğin sıradanlıkta bir gün.

Farkında mısın?

O gün, bugü[email protected]
 

^diyar^

susss gönlüm!!!
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
1,742
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul
''UNUTMAK NE DERİN ŞEYDİR Kİ, unutanlara unutuşlarını bile unutturur.
Unutulmak ne acı şeydir ki, unutulanın unutuluşuna ağlayışını
kimse hatırlamaz.

?Nisyan'dan, yani unutuştan çıkarıldık her birimiz.
Yüzümüz gün yüzüne değeli, tenimiz güneşe erişeli beri unutulmaktan alındık, unutmaktan sakındık. Hatırı sayılır olduk. İsmimizin orada burada anılması bizi memnun etti. Ne var ki, unutmak yaşamak kadar elimizin altında ve unutulmak
ölüm kadar yanıbaşımızda. Ölüm bizi geldiğimiz yere, ?nisyan'a götürüyor tekrar. Ölüm unutuşlara gömüyor yüzümüzü; tenimizi tanıdıklarımıza yabancılaştırıyor. Yaşarken ölümü anmıyoruz o yüzden. Yaşarken ölümle aramıza sahte mesafeler döşüyoruz. Unutulmak korkusu bu... Galiba, en çok, unutulacağımızı unutuyoruz.


Hatırla ki, toprak ayağının altından kayıyor.
Ellerin son bir defa dokunuyor güle ve güne.
Gözlerinin karası son kareyi alıyor ışıktan;
ve karanlığa hazırlanıyorsun.
Gözkapaklarının kapanışı seni bir dağın arkasına götürecek.
Unutmaya ve unutulmaya hazırlanıyorsun.
Varlığın incecik dudaklarda bir çift kuru söze inecek;
o dudaklardan insan sıcağını tadamayacaksın.
Hatıran bir taştan ve hüzün renkli topraktan ibaret olacak. Kahkahalar
seni yalnız bırakacak, mutluluklar seni hesaba katmadan ikmâl edilecek.
Sana arkalarını dönecekler, dönüp yüzüne bakmayacaklar.
Senin kokun uzakların kokusu olacak. Tenin toprağın soğuğunu tadacak.
"Gelecek ölüm; gözleri gözlerin olacak."


Hatırla ki, sarışın kız çocuğunun lüle saçlarına son kez bakıyorsun,
seninkinden uzun ve derin bakışlarına son kez değiyorsun.
Sen bu ânın eşiğinde son nefesin hesabını yapıyorsun;
o yarınların uzayıp giden kanatlarına tutunmuş derin,
taze soluklarla yineliyor varlığını. İllâ da göz göze geliyorsunuz.
Ellerin onun ellerine erişemeyecek; gamzeli yanaklardan
sızıp gelen
tebessüm sana uzak düşecek. Şimdiden,
ölümü bilmeyen oğlunun gözlerinin
seni köşe bucak arayışını görüyorsun.
Havada asılı kalacak "Baba!"
çığlığına şimdi hep bir ağızdan cevap vermek istiyorsun.
Nefesin sesine yetmiyor.


Hatırla ki, yarınki gün seni taze bir toprak yığının altında bulacak.
Bir gün saatinin akrebi, yelkovanı senin uzanamadığın ânlara
doğru dönecek.
Sen olmayacaksın ve kolundaki saat sensiz zamanları
tırmanıyor olacak.
Sulamayı unuttuğun çiçeğin bile senden sonra solacak.
Yüzüne günışığı vurmayacak.
Hayatının ebedî rengini dar ve sessiz bir boşlukta bulacaksın.
Ya küle dönecek ya güle dönüşeceksin.
Yarınsız ve sonsuz bir günün yanağında incecik bir gamze olup
kristalleşeceksin. Yüzün solacak, ellerin hiçbir yere varmayacak,
parmakların hiçbir şey göstermeyecek ve ayaklarının altında
hep boşluk olacak.


Unutma ki, toprak şimdi ayağının altından kayıyor.
Yürüdükçe ince bir hesap çizgisine çekiliyorsun.
Unutma ki, elinle ölüme dokunuyorsun.
Elinle ölümü dokuyorsun. Hatırla ki, gözlerin ölüme bakıyor.
Gözlerin bir cesedi alacakaranlığa taşıyor.
Hatırla o zamanı ki, sen boz topraklar altında derin unutuşlarda
eriyorsun.
En son, kaleminin karanlık izi kalıyor soluk sayfalarda.
Ve sözlerin kırık-dökük hatıralara dönüşüyor, paylaşılıyor,
solgun bir gül gibi dolaşıyor. Hatırla ki,
sen sözleri genç kalbleri taze aşklara taşıyan ölü bir şairsin ya da
masum ve sonsuz bakışlı gözlerin kapı aralarında beklediği bir
babasın. Elinin sıcağı özlenen sevgilisin.
Hatırla ki, seni sımsıcak sarıp kucaklamak isteyenler bir tabutun katı,
soğuk dokunuşuna çarpıyorlar.
Hatırla ki, bir mezar taşında iki rakam arasına çizilmiş eğreti bir çizgiye indirgenmişsin.
Hatırla ki, duvarda soluk siyah beyaz bir fotoğrafta
hüzünlü bir gülüşten ibaretsin,
belki de camekânın tozunu almayı unuttular.
Mezar taşın unutuldu ve hatta mezar taşın da seni unuttu diyelim.
Ve hep başkaları var dışarıda, hep yabancılar geziyor
yıkık mezar taşları arasında. Kimsenin tanıdığı değilsin artık.
Kimsenin ?
ölü'sü de değilsin; tıpkı şimdi olduğu gibi.


Oysa, sen ve son, ne kadar da uzak görünüyordunuz birbirinize.
Unutuş ne kadar çok unutuluyor.


Ey beni herkes unuttuğunda anan Rabbim!
Yüzümü, elimi, gözümü,
bakışımı, dokunuşumu veren Rabbim!
Beni Seni unutanlar arasından çıkar al!
Beni bensiz bıraksan da, Sensiz bırakma!



N'olur Rabbim! Şu biricik ânımı ebedin rüzgârlarına kat ve
beni Sana daim yakın eyle!
Yalnız Seninle kalmakla kalabalıklaştır beni!
Bir secdede biriktir varlığımı!
Beni Sana açılan ellerimde çoğalt!
Beni Sana karşı fakir olmakla zenginleştir!
Kendimi Sende unutayım ve öylece kapansın gözlerim ve
öylece çözülsün ellerim.
Dilim öylece sussun ve tenim öylece çamura katışsın ve
bu mürekkep lekeleri
kısacık vuslatımın hatırası olsun.
Unutulmasın sözlerim;
unutkanlar unutulacaklarını hatırlasınlar diye...


Senai Demirci/Dar Kapıdan Gecmek...
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Sahte paraların sahici hırsızlarını hatırlarken...



Rüzgârın elinde esirdir kum. Acemi avuçlarda kısacık bir kalıcılık sevinci. Çocukların köşesiz hayallerini hemencecik giyinen uslu bir deli. Unutulmuş kıyıların, terk edilmiş hayallerin buruk bekçisi. Gelip geçici. Dağılmaya hevesli. Uçucu, kaçıcı. Bir dokunuşun insafına yazgılı. Bir üflemede korkup kaçmaya hevesli hayal perisi.
Kıyıda köşede bir anlık yakalanmışlık hali. Bir tutam kalıcılık hevesi. Az sonra yıkılası. Her an dağılası. Biçimin ebedî iflası.

Hal böyleyken, kumdan heykel yapmaya değer mi? Taşa kazınmaya değer, mermerde direnmeyi hak etmiş, granitin vefalı yüzünde sivrilip kalacak denli güzel o ince emekler, maharetli rötuşlar kumlara emanet edilebilir mi? Hemen, “Hayır!” demeye hazırım bu soruya.

Ama en az 50 heykeltıraş benim gibi düşünmemiş.. Erinmemişler üşenmemişler, Kum Heykeller Festivali düzenlemişler. Geçen yaz Antalya Konyaaltı Sahili’ndeki Beach Park’ı süsleyen kum heykeller, dokununca yıkılacak da olsalar, sanatçılarının ve seyircilerinin incelikli bakışlarını buluşturmuş.

Dokunsan yıkılacak heykellerden dokunaklı bir haber de çıkmıştı o zamanlar. Ne zamandır saklıyorum dosyalarım arasında:

“Dünyaca ünlü Konyaaltı Sahili’ndeki Beach Park bünyesinde yerli yabancı 50 heykeltıraşın çalışmasıyla Uluslararası Kum Heykeller Festivali’nde sergilenen heykellere hırsız dadandı. Her gece heykellerin bir parçasını çalan hırsızlar, son olarak ‘Ali Baba ve Kırk Haramiler’in anlatıldığı heykel çalışmasında haramilerin değerli eşyalarını simgeleyen kumdan paraları ve kolyeleri çaldı.”

Kum zaten gelip geçici. Kumdan heykeller hepten gidici. Kumdan heykellerin kumdan paralarının ve kolyelerinin değersizliği ta başından belli. Ama çalma niyeti hiç geçici değil. Sahici. Hırsızlık, granit gibi katı bir gerçek. Geçersiz bir paraya yönelik de olsa, tamah ve hırs duygusu mermer gibi soğuk ve kalıcı. Zaten gelip geçici kumlardan yapılmış hepten gidici heykellerin değersizliği ta başından belli “para”larını gerçekten çalanlar, sahiden gasp edenler ne kadar çok şey kaybediyorlar! Farkındalar mı acaba?

Ömür de böyle değil mi?

Kendimizi uyanık sanacak denli içine daldığımız bu derin rüyada, sınandığımızı unutup, kendimize hiç de kalıcı olmayan “değerler” üzerinden kalıcı değersizlikler üretiyor değil miyiz?

Dünya da böyle değil mi?

Biriktirdikçe bizi tamamlayacağını umduğumuz, çoğalttıkça bizi kalıcı kılacağına kandığımız, hemencecik dağılası, az sonra terk edilesi kazançlar üzerinden kendimize ebedî hüsranlar topluyor değil miyiz?

Haberin devamı da var:

“Sabah festival alanına geldiklerinde, Kırk Haramiler’in para ve kolyelerini yerinde göremeyen festival yetkilileri, şok geçirdiler. Kumdan yapılan paraların maddi değerinin olmadığını belirten yetkililer, bu hırsızlığa anlam veremediklerini söylediler.”

Kumdan heykel yapmayı akleden heykeltıraşlar, acaba “Asr Suresi”nden de haberdarlar mı? Haberdarlarsa, kumdan heykellerinin başına gelenlerin bir “Asr” tefsiri sayılabileceğini bilmeleri gerekir:

Ne garip ki insanın kaybı zaten kaybedeceği şeyler üzerinde netleşiyor. Ne acı ki, insanın hüsranı başından elinde kalmayacağı belli şeyleri dört elle sarılması yüzünden kesinleşiyor.

Yemin olsun asr vaktine ki, insan ziyandadır. Biriktirdiğini sandığı şeyler zamanın hoyrat avuçlarında uçuşup dağılmaktadır. Eriyip giden, uçuşup yok olan şeylere hasrettiği hırsı elinde ebedî kayıp olarak kalmaktadır.

Şahitliğe çağırırım akıp giden zamanı ki, insan sürekli eksilmektedir. Kalıcılığına güvendiği değerler günlerin rüzgârında zerre zerre savrulmakta, umutlarını yasladığı kumdan kaleler kanlı gün batımlarının hançeriyle yıkılmaktadır. Başından beri eksilen, her an yokluğa düşen şeyler için büyüttüğü ve sivrilttiği bencilliği kalıcı zarar olarak hesabına yazılmaktadır.

Tanık olsun vaktin gelip geçiciliği ki, insan hüsrandadır; devamlı eksilmektedir. Zamanın dalgaları altında ezilen, ölümün yanı başında dağılıp toz olan sahte dayanaklara harcadığı muhabbetler omuzuna yük olarak asılmakta, sahte değerleri çaldığı halde sahiden hırsız sayılmaktadır.

Kumdan yapılmış “Kırk Haramiler” heykeli çoktan dağılıp toz oldu. Ama hırsımız şimdi ve burada.. Dimdik ayakta! [email protected]
 

İsr@

hizmet erbabı
Katılım
4 Kas 2006
Mesajlar
3,080
Tepkime puanı
62
Puanları
0
Yaş
44
Konum
KOCAELİ
Yüz’lerce Salât ve Güllerce Selâm


“Zayi olmaz gül temannâsıyla vermek hâre su
-Fuzuli
Gül yüzü buluşma yeridir,
En temel kavuşmalar gül yüzünde gerçekleşir.
Çünkü gül yüzler bakışı aşka dönüştürür.
Bakış ki, aşıkın maşuka dönüşüdür;
İlk tanışma ve son ayrılıktır.
Sonra mayelenir bakış;
Bakış aşk olur, bakış vuslat olur.
Aşık ve maşuk tanışmaktan öte geçerler,
Geri döner ve sanki birbirlerini hatırlamış olurlar.
İlk bakışma sonsuz beklemelerin durulduğu bir göl olur.
Güzellik gül yaprağında beklemiştir aşkı.
Aşk gül yüzünde güzelle buluşur.
Aşk gül tenlerde görünür kılar kendini.
Ve güzellik aşkın bakışında seyre dalar kendini.
***
Madem kâinatta hüsn-ü sanat, bilmüşahede vardır ve kat’idir.
Elbette, risalet-i Ahmediye (s.a.) şuhud derecesinde bir kat’iyetle sübutu lazım gelir...

***
O yüzden, gülden yüz çeviremeyiz.
Güle uzak duramayız.
Aşk ateşi örseler yüreğimizi.
Kızıl kanlar gibi dolaşır tenimizi aşk.
Ve kızıl utançlarla alevlenir yüzümüz
Güle döneriz, Sevgili’ye döneriz.
Sevgili yüzü olmadan edemeyiz.

***
Zira, şu güzel masnuattaki hüsn-ü sanat ve ziynet-i suret gösteriyor ki, onların San’atkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır.

***
Meğer gül, yüzüne Nazar Eden olduğu için gül’müş.
Herşeyi ve herkesi Varedenin teveccühüyle gülmüş.
Önce Teveccüh Eden varmış.
Yokluğa yönelmiş Ebedi Güzellik Sahibi.
Bilinmek dilemiş, sevilmek irade etmiş.
Gizliden açığa çıkmış “Mahfi Hazine”
Hiçlik şafağı kızıla boyanmış.
Varlık güzel yüzlü bir gül olmuş.
Varedilen her şey bir gül yüzünde taçlanmış.

***
Şu irade ve talep ise,
o Sânide ulvî bir muhabbet ve masnularında izhar ettiği
Kemâlât-ı sanatına karşı
Kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor.

***
Yoksa biz dikenler idik,
Yalnız bir gül hatırına bu bahçeye vardık.
Varlık gülşeninde bir gül yüzünde ihyalandık.
Ab-ı hayat öylece dolandı yüreğimizi,
Tenimizde öylece kızıl utanç gülleri açtı.
Edebi, iffeti gül yüzünde belledik,
Tebessümü gül yaprağından dudağımıza devşirdik.
Gülün son yaprağının sonrasına hayranlığımızı ekledik.
Beğenimizle kuşattık gülü;
Aşklarımızı gül yanağına devirdik.
Gülün yüzünde güldük, güle baktık güle yazdık.
Güller olduk, güldük.
Güller açıldı, güle döndük.
Gül yüzünde varedilen herşeyle yüzleştik.
Varedilmişler gül yüzünden gün yüzüne çıktı.
Öylece, gülün yüzünde buluştuk.
Gül yüzünden tanış olduk.
Sonra herkesi ve herşeyi oraya çağırdık.
Herşeyi elimize aldık, herkese elimizi verdik.
Gülün yüzüne vardık.
Bildik ki,
Aslında biz sadece gül yüzünden vardık.
***
Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat içinde en münevver ve mükemmel ferd olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister.

***
Ebedî Sevgili’nin teveccühüdür gülü güldüren.
Kalbimize aşkı salan Sevgili’nin nazarıdır.
Ki bu kalb Sevgili’nin vechesinden başkasına dönmez.
“Batan şeyleri sevmez”
Yitip gidenlere gönül vermez.
O’nun vechinden başkasına kanmaz aşk.
Aşk O’nun teveccühü ile var oldu.
Güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği O halkeyledi.
Aşıkların bakışlarında sevgiyi O tasvir eyledi.

***
O sâniin bütün makasıd-ı san’at perveranesine hizmet eden Muhammed’in (s.a.) ne derece o Sâni ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedahe anlaşılır.

***
Ve güzellerin en güzelini Mahbubu eyledi.
O’na muhabbet eyledi, O’nu Muhammed eyledi.
Ebedi teveccühünü O’nun vechinde kristalleştirdi.
Cümle halka O’nun yüzünü gül eyledi.
Değil mi ki, önceleri hiçbirşey yoktu
Ve illâ O’nun ebedi teveccühü vardı.
Değil mi ki, varedilmişler O’nun yönelmesiyle
Varlığa yüz buldu.
Öyleyse bu varlık gülşenine önce O Mahbub’un gül yüzü düştü.

***
Acaba hiç akıl kabul eder mi ki, şu güzel masnuâtın bu derece. San’atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in’amperver San’atkârı, Arş ve ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir İçinde, ber ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbirle, Perestişkârâne Ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayd Kalsın ve onunla konuşmasın ve alâkadarane onu resul yapıp güzel Vaziyetinin başkalara da sirayet etmesini istemesin?

***
Biz dikenlerdik aslında.
Yalnız bir gül hatırına bu bahçeye vardık.
Gül-ü Muhammed’in (s.a.) yüzünde buluştuk.
Gül-ü Muhammed (s.a.) yüzünde tanış olduk.
Sonra herkesi ve herşeyi yüreğimize çağırdık.
Herşeyi elimize aldık. Herkese elimizi verdik.
Gülün yüzüne vardık
Gül yüzünden var olduk.

***
“Şayet Allah’a muhabbetiniz varsa, bana ittiba edin ki, Allah da size muhabbet etsin.” (Al-i İmran 31’den)

***
Sevgili’nin teveccühünü yüzüne devşiren Gül’e,
Yüzümüzü Sevgili’nin vechine çeviren Gül’e
Güllerce salât, yüz’lerce selâm ettik.
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Bugün günlerden ne?

Bugün günlerden ne?” gibi sıradan bir soruya, genç bir kalemin, yola yeni çıkmış bir fikir işçisinin dilinden cevaplamak ne kadar şık olurdu: “Gelmeyen günden önce[si] ve giden günden sonra[sı].” Yeni -ve galiba ilk-kitabıyla Sıkı Tut Ruhunu (Karakalem Yayınları) diye seslenen Rabia Nazik Kaya, gitmiş ‘dün’ ile gelmemiş ‘yarın’ arasında sıkıştırdığımız, geçiştirdiğimiz, ıskaladığımız gerçek zamana, ömrümüzün biricik gününe, ‘bugün’e çağırıyor bizi.
Ömrümüzün hepsini ‘bugün’de harcıyoruz. İçinde yaşadığımız, nefes aldığımız, yürüdüğümüz, uyuduğumuz, uyandığımız başkaca bir gün yok. Hiç olmadı. Hiç olmayacak. Bana gelince -gelirse- ‘bugün’ diyeceğim ‘yarın’lar bekliyor beni. Benden gittiğinde ‘dün’ diye hatırlayacağım ‘bugün’leri yaşıyorum şimdi. Takvim yapraklarından rakam kovalamaya gerek yok o halde! Bugün, günlerden ‘bugün’. Dünden sonrası, yarından öncesi.

Sadece ‘bugün’ ve sadece ‘şimdi’lik yaşıyorum. Dünya ‘bugün’den ibaret. ‘Dün’ün ölmüşüyüm, ‘yarın’ın doğmamışıyım. ‘Dün’lerin hepsi bana tanıklık edecekleri yakın ‘yarın’ı, yani ‘Hesap Günü’nü bekliyor. ‘Yarın’lar ‘bugün’ oldukça, hesabını vereceğim ‘dün’ler çoğalıyor. Arkasını dönüp giden ‘dün’lerin hepsi, yakında gelecek geleceğimin, yani nihaî ‘yarın’ımın hesabını yüklüyor omzuma.

Böyle olunca Hazreti Ali Efendimiz’in ‘bugün’ ve ‘yarın’ hesabının altına daha bir inanarak imza atıyor insan: ‘Ey benim gibi nefis taşıyan dostlarım! Dikkat edin! Dünya arkasını dönmüş gidiyor. Ahiret yüzünü çevirmiş bize doğru geliyor. İkisinin de taliplileri var. Siz ahirete talip olun. Bir çocuk gibi dünyanın kucağına oturmayın. Unutmayın, bugün amel var, hesap yok. Yarın da hesap var, amel yok.’

‘Yarın’ geldiğinde ‘dün’ eylediğim her ‘bugün’üm artık ahirete aittir, hatta ‘ahiret’tir. Çünkü benim ömrüm, tüm ‘bugün’lerimi ‘dün’ ettiğimde biter. Öyleyse ‘dün’ ettiğim ‘bugün’ler kadar ayağım çukurda, yani ahirete aitim. Ölüm, ‘bugün’lerin hepsinin ‘dün’leşip soluklaştığı; ‘yarın’ların hepsinin ‘bugün’ün akşamında yığılıp düştüğü andır. Soldurduğum dünler kadar ölüyüm; eskittiğim dünler sayısınca ölüme yakınım; geride bıraktığım ‘bugün’ler hesabınca ‘yarın’larımı eksiltiyorum.

‘Dün’ eylediğim her ‘bugün’ artık paketlenmiştir, defteri dürülmüştür. Dün, artık değiştirilebilir değildir. ‘Dün’ün içinde bir şey eyleyemem. ‘Dün’üm eksiği ve kusuruyla Hesap Defteri’ne kayıtlıdır. Rabb’im mağfiret etmezse, ‘dün’e ekleyeceğim bir şey yok. Rabb’im merhamet etmezse, ‘dün’den bir şey eksiltemem. ‘Dün’ için hesap vereceğim; ama ‘dün’e ‘bugün’den kıl kadar bile bir amel katamam, zerrece sevap ekleyemem. Henüz ‘bugün’ olan ‘bugün’ ise amel katabileceğim tek günüm; onu ‘dün’ edinceye kadar hesap sorulmayacak bana.

Öyleyse.

‘Bugün’ümü ‘dün’ olduğunda bir şey ekleme ya da eksiltme ihtiyacı duymayacak kadar özenli yaşamalıyım. Ameli olan-hesabı olmayan ‘bugün’ümü, ameli olmayan-hesabı olan ‘dün’ün hakkını vermek üzere doldurmalıyım.

Bir de ‘Hiç ölmeyecekmişsin gibi dünyaya, yarın ölecekmişsin gibi ahirete çalış’ sözü üzerinden de bir hesap yapayım. Bugün hiç ölmeyeceğim, yarın olduğunda ise ‘bugün’ü ‘dün’ etmiş olarak, ölmüş olacağım. ‘Dün’de sadece hatıram kalacak; tıpkı bir ölmüş gibi. Yarın olduğunda, bugünkü ‘bugün’ de benim için ölmüş olacak, ‘dün’ olacak, bana ne güneşi değecek dünün, ne sıcağı dokunacak. Ne bir şey ekleyebileceğim ‘dün’üme, ne parmağımı kıl kadar kıpırdatacağım. ‘Dün’ bana ne bir güneş getirecek ne de bir akşam sunabilecek. Oysa, ‘bugün’ün hiç ölmeyeceğiyim. ‘Bugün’ün içinde hiç ölmeyecek gibi ebedî meyveler devşirebilirsem, ‘yarın’ geldiğinde ‘dün’ün huzurlu ölmüşü olabilirim, ‘dün’ün ölümünü huzurla karşılayabilirim.

Öyleyse, ‘bugün’ün dünyasından hiç ölmemek üzere yaşayacağım ebediyet meyveleri devşirmeliyim. Öyleyse, ‘bugün’ümü, ölüsü olacağım ‘dün’lerin hesabını ahirette verecek şekilde diri ve dik tutmalıyım. ‘Bugün’ün içinde hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayacağım ebediyet sırrının saklı olduğunu bilmeliyim. ‘Yarın’ın eşiğinde ise ‘bugün’ümün ‘dün’leşip öleceğini fark edecek bir fanilik hükmünün yazılı olduğunu fark etmeliyim.

Gitmiş ‘dün’ler hesaptır. Gelmemiş ‘yarın’lar ise fırsat. Ömür dediğin gitmiş dünden sonrası, gelmemiş yarından öncesi ise, hep bir hesabın sonrasında ve hep bir fırsatın öncesinde yaşıyorum. Fırsatları hesaba yazdırmak için ise elimde sadece ‘bugün’ var. ‘Bugün’ iken hiç hesaba çekilmeksizin amel edecek kadar ‘ölmeyecekmiş gibi’ dipdiri yaşadığım, yarın gelip ‘dün’ olduğunda ise amel eyleyemeksizin hesaba çekilecek kadar ‘ölmüş gibi’ çaresiz ve kıpırtısız kaldığım o kritik zamanı yaşıyorum şimdi.

Başka zaman var mı ki? [email protected]
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Serkan ve arkadaşları için "Namaza Giriş" dersleri

Büyük bir keşifti yaptığın Serkan. Kolay mı? Sen git koskoca okulun bodrum katına saklanmış küçücük mescidi bul. Mescit tabanına halıfleks serili olduğunu da dehşetle sapta. Mescidin teneffüs saatlerinde kalabalıklaştığını gözlemle.
Dikkate dikkat! Öğrencilerin abdest alırken şakalaştıklarını da fark et. Radikal ve Milliyet gazetesi muhabiri olduğuna aldırmaksızın "gizli abdest" al. Cesarete bak! Kur'ân çarpmasını göze alıp namaz kılıyormuş gibi yap.

Senin bu müthiş kariyerine doğal olarak heveslenecekler olacak. Mescitleri "doğal ortam" edinmiş bir yaratık olarak söyleyeceklerim senin ve arkadaşın Umay ve müstakbel "namaz muhabirleri" için hayli önemli:

BİR Hatırladığını hiç sanmıyorum: Doğduğun gün senin de kulağına ezan okundu. O ezan bir namazın ezanıdır. Açayım: Bu Müslüman ülkede doğduğumuzda namazsız bir ezanla karşılarlar bizi, öldüğümüzde de ezansız bir namazla da ahirete uğurlarlar. Ömrümüzün sonunda ister istemez geldiğimiz camide kılınacak son namazın ezanıdır o hatırlamadığın ezan. Seni de beni de namaz kılanların fotoğrafını çekemediğimiz, ama namazımızı kılanların fotoğrafının çekildiği bir gün bekliyor. (Kıyağımı unutma. Bak, sana "Zaman gazetesi yazarı muhabirimizi ölümle tehdit etti!" başlıklı haber malzemesi verdim!) Şaka bir yana, ölüm hepimizin başında Serkan kardeşim, ölümün tehdidi altındayız. Demem o ki, bu "namaz kılanların fotoğrafını çekme" işi kârlı parlak görünse de, geleceği yoktur. Vadesi en fazla büyük patronunuzun kalan ömrü kadardır ve dahi hayattayken fikrini değiştirecek olsa en önce senin gibileri kapıya koyacaktır. Ayrıca, patron bu kafayla bizim safa geçip tehditlerini namaz kılmayanlara yöneltse bile, bu defa "namaz kılmayanların fotoğrafını çekme işi" teknik olarak mümkün olmayacaktır.

İKİ Farkında olmadığını sanmıyorum: Müslüman bir ülkede yaşıyorsun. (Hoş, Müslüman olmasa ne yazar! İnsanlığın hükmettiği her ülkede seninki gibi bir muhabirlik ayrımcılık olarak mahkemeye taşınabilir, ihbarın yüzüne çarpılabilir.) Bu ülkede, insanlar namaz kıl(a)masa da, kılamadığı için üzülür, kılanlara gıpta eder. Alevi'si olsun Sünni'si olsun her genç kız çeyiz sandığının en dibine el emeği göz nuru seccadeler koyar. Birbirimize teklifsiz yakın olduğumuz bayramlar ille de bir namaz sonrası başlar. Askerlikte komutanlar aldatmazlar diye akçeli işleri "namazlı"lara havale eder. Yani ki, kimse onları tehdit olarak görmez; görenleri sevmez, gösterenleri hiç sevmez. Bak, büyük patronun bile komşu binada namaz kılan Peygamberin ve namaz kılan sahabelerinin menkıbelerini yine namaz kılan seyircilerine boynunu bükerek, bakışlarını kaçırarak anlatan, lise yıllarında da halıfleksli mescitlerde namaz kılmış bir adam üzerinden hayli para kazanıyor. Yani, para kazanmanın birbirinden çekici allı yeşilli, turunculu pembeli kravatlar takabileceğin, pervasız olmayan, cesaret gerektirmeyen "sevimli" yolları da var.

ÜÇ İtiraf etmeni bekliyorum: O okula onurlu delikanlıların saçlarının okul müdürünce hoyratça kesilmesi skandalına(!) dikkat çekmek için gitmiş olmalısın. Peki ya, o onurlu delikanlıların saflıklarına güvenip gözlerinin içine baka baka yalan konuşmak, kendini onlardan biriymiş gibi göstermek, insanın en duru olduğu namaz eylemi sırasında hinoğlu hinlikler yapmak ve de arkadan fotoğraf çekmek ne kadar onurlu bir davranıştır? Artık her gazeteciye güvenmeyecek, arkalarında namaz kılan herkese şüpheyle bakacak, utanılası bir mescitte yüz kızartıcı namazlar kıldıkları için herkesin diline düşecek o delikanlılar sence saçlarının kesilmesinden daha beter bir aşağılanmaya uğramadılar mı? Hadi vicdanını konuştur: "Saf delikanlıları kandırıp, onlar gibi görünüp, göstermelik abdest alıp yalancıktan namaza durup onları çok büyük bir suç işliyormuş gibi deşifre edeceğim" yollu bir niyeti bir delikanlı kalbi İkitelli'den Bahçelievler'e varıncaya kadar geçen yarım saatlik süre boyunca tereddütsüz taşıyamaz. Tahmin ediyorum; birkaç kez geri dönmek istedin. Şimdi de dönebilirsin.

DÖRT Benden duymuş olma: Bomba haber hemen yanı başında. Eline makineni al da komşu Star binasına kadar git. Dehşetle göreceksin ki, Nihat Hoca, seccadesini bir köşeye sermiş namaz kılıyor. Manşet "Televizyon binasında namaz!" olabilir. "Bir tek cemaat eksik!" diye de yazdırabilirsin. Lisenin mescidinde eksik olan imam Star'da..

BEŞ Eğil de kulağına söyleyeyim: Bence hazır mescitlere alışmışken, Nihat Hoca'nın arkasına geçip namaza dur. Sağ elini sol elinin üzerine koyup elini şerden çek, kalbini kötü düşüncelerden temizle. Fotoğraf makineni de bir kenara koy. Namaz kılanları çekemediğin için üzülme! Namaz kılanları çekemeyen ilk adam sen değilsin. Namaz kılanları çekemeyen nicelerinin acınası hallerini, Hoca sana gözyaşları içinde anlatacaktır. [email protected]
 

life

Yeni
Katılım
26 Haz 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
yazık bu abiye acıdım
derdi artist olmakmıymış
 
Üst