Senai Demirci Köşesi

€br@r

Paylaşımcı
Katılım
24 Haz 2006
Mesajlar
252
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Senai Demirci Köşesi /Delikanlı öyle olunmaz!

Kıyamınla kıyametini başlatıyorsun. Kalk ayağa. Kıbleye yönel. Tekbir getir. “Allahuekber..” Ayağına takılan, yolunu kesen, emellerini yok eden, hayallerini engelleyen ne varsa, hepsinden daha büyüktür O. Ayağına takılanı kaldıracak inceliği, emellerini gerçekleştirecek şefkati, seni hayallerine eriştirecek gücü O’nun büyüklüğünde bulacaksın. Bunu bilerek, teslim ol Rabbine, kaygılarını ve korkularını rahmetinin kucağına bırak usulca. Kaldır ellerini ve bir gün nasılsa huzurunda hareketsiz kalacak bu bedeni, bütün hücreleriyle O’na teslim et. Ayağa kalk ve “buradayım ey Rabbim” de. “Evinden kaçan kulun, yuvadan uçan kölen yine Sana geldi. Buradayım! Geldim! Huzurundayım!”

Elini bağlamakla kötülükten çekiliyorsun. Dünya telaşının nabızlarını ne kadar da kuvvetli alıyorsun. Öyle bir rüya ki dünya, içinde uykunu da uyanıklığını da kaybetmişsin, uyanmaktan korkuyorsun. Rüyasında gördüğü rüyayı anlatan adam gibi, kendini uyanık sandığın yerde uykunun en derin yerindesin. Kendini burada kalmaya razı etmişsin, şimdiye razı olmuşsun. Ötesine gönlün de gözün de kapalı. İşte şimdi, dünya telaşını ellerinle geriye atıp tekbir getiriyorsun. Büyük bildiklerinden de büyük olanın huzurunda kaygılarını küçültüyorsun, telaşlarını durultuyorsun, korkularını dağıtıyorsun. Sağ elini sol elinin üzerine koyup şerden el çekip hayra uzanıyorsun, yokluktan yüz çevirip varlığın kalbine akıyorsun. Varlığın göğsünde cılız bir nefes kadar hafifliyor, sadeleşiyorsun. “Subhaneke” fısıltısında, sonsuz gürültüler ortasında, bitmez telaşlar arasında, meyvesiz koşturmalar sonrasında Seni işiten, en ince sızılarına, en gizli arzularına kulak veren Rabbinle tanışıyorsun.

Eğilmekle doğrultuyorsun kendini. Rükûlarında koca bir dünyanın yükünü atıyorsun omuzlarından. Azîm olan Rabbinin huzurunda eğilip başkalarına izzetini ilan ediyorsun. “Subhane Rabbiyel Azîm.” Bedenin eğiliyor; ruhun doğruluyor. Başın alçalıyor; kalbin duruluyor. Yüzün yere dönüyor; alnına rahmet dokunuyor. Yalnızlaşıyorsun rükûda; telaşlarda unuttuğun, dünya çölünde kaybettiğin kendini yeniden buluyorsun. Tutup dizlerinden kendini kendine doğru çekiyorsun. Kendine gelmek için kendinden geçiyorsun.

Oturmakla hayatın kalbinde yer tutuyorsun. Tahiyyata otur şimdi ve gözlerini ellerine kilitle. Diri olan her şeyin selâmını söylerken dirileri diriltene, ölüleri diriltene dön, ellerini eline vereni bil. Ellerinin ne kadar da küçük kaldığını hatırla hırsların karşısında. Elinde kalanların seni avutamayacağını anla. Sahiplendiklerinin hepsi avuçlarının içinde ama avucun boş olacak bir gün. Biriktirdiklerinin hepsi şimdi yanında ama avucun boşalacak bir günün akşamında.

Secde ederek başını göğe ağdırıyorsun. Yüzünü toprağa sür şimdi. Evine dön. Sılana koş. “Subhane Rabbiyel Âlâ” Başını yere koyarak sıfırla kendini. Rabbine de ki: “Sen varsın. Sen âlâsın. Eksiklikten uzaksın, noksanlıktan muallâsın, kusurdan mukaddessin. Kusur bende. Benden yana eksiklik. Bende saklı acizlik. Bende bekler fakirlik. Yalnız Sana muhtaç olma zenginliğimdir secdem. Yalnız Sana kul olma şerefimdir secdem.” Secdeler ruhunun saltanatıdır. Varlığını huzurunda hiçlediğin andır secden. Rabbinin şahdamarı yakınlığından kalbine yakınlıklar emdiğin yerdir secde. Ruhunun muştular bulduğu demdir. Miracının ‘kab-ı kavseyn’idir secde. Seni beni aradan çıkardığın yerdir secde. De ki: “Dediğini yapıyorum, secde edip yaklaşıyorum. Sana yaklaşıyorum. Tüm uzaklıkları uzaklara bırakıyorum. Tüm aldanışları tuzaklarda bırakıyorum.”

De ki: “Yüzümde secdelerimin izini bırak ey Rabbim. Alnıma rahmetinin nefhasını bırak ey Rabbim. Kalbime En Sevgili’nin aşkını bırak ey Rabbim. Secdemden dirilt beni. Secdemde öldür beni. Secdemde durult beni. Secdemde doğrult beni.”

Tenini kalbine bitiştiriyor her namaz. Ve sabah gelince yeniden, tenine dokunur ötelerin hülyası. Göğsüne değer bin İsâ nefhâsı. Yûsuf kokulu gömlekler sarılır tenine. Mûsa gibi ellerini göğsünden çıkarırsın. Uzakta bir ateş görmüşsün gibi kıvılcımlanır gökler. Yeniden dirilir gibisin. Unuttuğunu da unuttuğunu hatırlarsın yastığının kuytusunda. Rüyâlardan dönersin. Yeniden yüklenirsin hicranları. Biriktirmeye başlarsın yeniden. Çoğaltmaya ayarlarsın kendini yine. Lâkin, hâlâ yırtıktır hayatın cepleri. Ayaklarının ucuna dökülüyor zamanın parçaları. Bir secdenin pınarında söndürüyorsun kalbinin yangınlarını.


Senai Demirci

 

zerefşan

sustum...
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
1,224
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Konum
bensiz başkent
Kimselere diyemedim...

Öyle çok pazarlık ettim ki Seninle ey Rabb’im.
Sen çağırınca, kendime ayırdığım vakitlerden çalındığını düşündüm.
Ezan okununca, sevdiklerimle geçirdiğim zamanların azalmasından korktum. Vakit girince, içim “cız” etti hep.
Odamdan uzaklaştım, bıraktım işimi, bozdum keyfimi; öylece namaza durdum. Ayak diredim, “az sonra kılsam da olur!” dedim.
“Az sonra”larım “çok sonralar”a döndü, geç kaldım, geç kalmaktan utanmadım. Sonunda ayaklarımı sürüye sürüye vardım huzuruna.
Pazarlığımı vaktin daralmışlığını bahane ederek yeniden ileri sürdüm.
Kaçıyordu namaz ya; o yüzden çabucak kıldım, selam verdim, hemen kalktım, rahatladım.
Oysa rahatlığı Sana borçluyum.
Ağrımayan her bir dişim kadar huzur borçluyum Sana.
Damarlarımın her bir noktasında pıhtılaşmayan kanım kadar sükûnet borçluyum Sana.
Tenimin kaşınmayan her bir noktası kadar rahatlık borçluyum Sana.
Dişlerim ağrıyacak olsa her biri için harcayacağım zaman Senin.
Kanım pıhtılaşıp damarlarım tıkanacak olsa, her defasında ızdırap ve korkuyla geçireceğim saatlerin hepsi Senin.
Tenim her noktasında yırtılacakmış gibi acıyacak olsa, kendi kendime dar geleceğim huzursuz günler Senin.
Gün oldu; usandım.
Sabrımı tükettim; tükendim.
Kendimi yontmaya heveslendim.
Benden istediğin zamanı çok gördüm.
Benden istediğini, benim için istediğini bile bile, huzurunda huzursuz durdum. Fazla buldum namazın rekatlarını; kısaltmak için bahaneler aradım.
Günümü delik deşik etmeni, işimin arasına kesintiler sokmanı, hayatımın ortasına duraklar koymanı, uykumu bölmeni lüzumsuz gördüm.
“Beni bana bırak!”larla durdum huzuruna; içim başka bir yerlerin türküsünü söylerken, ben seccadende, belki sadece bedenimle, mıhlı kaldım.
Oysa Sen, dileseydin dar edebilirdin zamanı bana!
Bir uçurumun dibine savrulmuş bir arabada çaresizce Sana yalvartıyor olabilirdin beni.
Korkulu bir savaşın orta yerinde ateş ve kan kusan bombaların altında günümü de, işimi de, uykumu da, hatta rüyalarımı da delik deşik etmelerini takdir edebilirdin.
Düşmeyen bombalar kadar, uçuruma savrulmayan arabalar kadar genişlik borçluyum Sana.

.......
SENAİ DEMİRCİ

DEVAMI....
http://turkuaz.zaman.com.tr/?bl=3&hn=5466
 
B

BeHReM

Guest
razı olunanlardan olasın ruveydacım.paylaşım harika.....
 

saide

Asistan
Katılım
17 Haz 2006
Mesajlar
516
Tepkime puanı
1
Puanları
0
ey oruc tut beni

Hoş geldin ey suskun sevgilim;

Tut sözünü; sus. Mühürle dudağımı, sesimi tut, lâl eyle çığlıklarımı. Nahoş avazların uçurumlarından çek dilimi. Yalanların kuyularından çekip çıkar nefeslerimi. Göklü söz ağaçlarının bengisuyuna kat hecelerimi.


Hoş geldin ey yüzü gamzelim;


B/akışının menzilinde tut gözlerimi. Tir-i müjgan dokunuşlarınla delik deşik et kibrimi. Gör(e)meyip de seni, göster(e)meyip de yanımda yöremde, görür gibi huzurunda tut çaresiz yetimliğimi.


Hoş geldin ay yüzlüm benim;


Tut saçlarımın kakülünden, kaldır yüzümü yerden. Utancımı tebessümünün kıvrımlarına dola, yut. Pişmanlığımı gül yanağının yamaçlarına sar, uyut. Dağıt neşemin saçlarını, hüznün tenine yasla umarsızlığımı.




Hoş geldin ey hesapsız sevincim;


Tut elimi. Avuçlarında tut uzanamadığım uçurum çiçeklerimi. Geri ver uzak dal uçlarına terk ettiğim huzur meyvelerimi. Tut Ferhad’ımın elinden, şirin vuslatların köyüne taşı yüreğimi. Tut Züleyha’mın elini, önü/ardı yırtık gömleklerin kuyusuna zindanına düşürme nefsimi.


Hoş geldin ey ruh ikizim;


Tut, ardında tutulduğum aynalara tut yüzümü... Tut ki aynalarda avuntu bulamayan, bakışlarında kendini tanımayan, özlediğinde kendine varamayan, yüzünü yakmış bir hastayım. Gözbebeğinde tut beni. Ayıplamadan, tiksinmeden bakışının ışığından yüz ver bana. Tut ki resimli el ilanları asılmış bir kayıp çocuğum; duvar diplerine asılı umarsız bakışların kovduğu bir lüzumsuzum. Tut kolumdan, ardın sıra sürükle, yuvama götür. Tut ki mürekkebin hiç hatırını sormadığı yırtık bir kâğıt, kalemin hiç içmeyeceği unutulmuş bir sözüm. Aklında tut beni; diline dola, dudağına değdir, cümlede kullan, tut bir şiire kafiye eyle beni. Tut ki üzerindeki rakamları ciddiye alınmayan kalp parayım. Elinde tut, say beni, inci mercana sat beni. Işığa tut yüzümü; sahih kıl beni.


Hoş geldin ey son tesellim;


Göz yaşımı yanağında tut, taç yapraklarına taşı ağlayışımı. Şehvetin kirinden sıyır, tenin tozundan ayıkla kalbimi.


Hoş geldin ey kalbimin göğü;


Tut kanatlarımdan, rahmete yapıştır teleklerimi, yücelere yükselt bedenimi. Yağmurları tut sakla hüznümün bulutlarında.


Hoş geldin ey bin bahar neşesi;


Tut elimden sımsıcak, karanfillerin kûyuna götür beni, güllerin suyuna kat demimi, demkeş eyle gönlünün pervazına kalbimi.


Hoş geldin ey ışıltılı libasım;


Tut yakamdan, giy beni, giyindir beni, ört bencilliğimi, üşümeye terk etme bendeni. Omuzlarıma sarıl şal gibi, rızana razı eyle beni.


Hoş geldin ey kan davalım;


Tut (i)ki yakamdan, tutukla beni, yetimlerin yüzüne çalıp pare pare eyle cimriliğimi. Bağla ayağımı yokluklara gitmekten. Bileklerimi kelepçele, yasakla ellerime biriktirmeyi..


Hoş geldin ey açlığım;


Tut ve at sahte doymuşluklarımı, teni üzerimden sıyırıp ruhun semâsına savur beni. Çıplak bırak cümle duyarsızlıklardan. Yırt at yüreğimdeki yalancı tesellileri.


Hoş geldin ey sırdaşım;


Tut beni, sobele. Saklandığım yerde bul beni. Şehrayinlere kat. Gizlice kaçır evden. Mahyaların ışığına kat gözlerimi. Kan/dillerin fısıltılarını lerzan gönüllere karıştır. Kanlıyı hunrîz ile barıştır ki ihanetler yatışsın, nefretler sönsün, yalnızlıklar sussun..


Hoş geldin ey gam telim;


Tut getir o mahur besteleri. Notaların ahengine böl kırgınlıklarımı. Şarkı eyle, ezberinde tut kırık sözlerimi. Mızrabının ucunda titretiver yüreğimi, aşka sürgün et kelimelerimi, göklü salkımından emzir kuşluk vaktimin ümitlerini.


Hoş geldin ey güz yağmurum;


Sağanağına tut bu çorak gönlü. Seline kat yangınlarımı. Damla damla denize at kanayan yanlarımı. İçimde uyuyan tohumları uyandır, baharlara taşı/r yüreğimi. Hüznümün sarı yapraklarını toprağa kat.


Hoş geldin ey oruc;


Acıktım sana; sofrana oturt beni.
Acıttım içimi; göğsünde avut beni.
Aktım sana; damla damla yut beni.
Aldandım sahte ışıklara; beşiğinde uyut beni.
Ağular içtim bal kâselerinden; döşeğinde sağalt beni.
Azaldım nisyanlar içinde; gözlerinde çoğalt beni.
Ağına düştüm isyanların; tut elimi, doğrult beni.
Ağzına düştüm yalanların; tut dilimi, doğruda tut beni.
Ayartısına kandım anlık sevdaların; tut gözlerimi, körelt beni.
Arı duru kalamadım, bulandım; el üstünde tut pişmanlıklarımı, durult beni.
Tut beni.
SeNai DeMiRCi
 

NehiR

mütebessim :)
Katılım
16 Haz 2006
Mesajlar
2,708
Tepkime puanı
16
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Gaziantep/Konya
Ce: ey oruc tut beni

Allah razı olsun saide..uzun diye okumamazlık etmeyin çok güzel bir yazı...
 

zerefşan

sustum...
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
1,224
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Konum
bensiz başkent
Senaİ Demİrcİ

Hızır’ın Mûsa’ya dediği sana ne der ki?

İsteyerek işlediğin hata/lar yüzünden üstüne istemeden giydiğin bir elbise gibi değil midir pişmanlık?
Yaptığın, yaptığını bildiğin, yaptığını unutmayacağın hataların elinde dikilir bu elbise...
Bağışlanmış olduğunu bilmen bile pişmanlık gömleğinin düğmelerini çözmeye yetmez.

Aslında üstüne değil, içine giyersin bu elbiseyi...
O kadar içeriden giyinirsin ki, sen onu değil de o seni giyinmiş gibidir.
Astarı dışarı bakar; kumaşın görünen yüzü içine doğrudur.
Başkalarına sevimsiz astarını gösterir; dikişlerinin sarkmış uçlarını sergiler, hatalı ve günahkâr olduğunu dillendirir.
Sana gösterdiği yüzü ise daha sevimlidir; içindeki o kırgınlıkla seni yeni hatalardan alıkoyan, günahın sancısını hissedilir kılan aldatmaz bir nasihatçıdır. Sık sık kulağına eğilir, konuşur seninle.
Kendini unuttuğun zamanlarda, usulca kenara çeker seni, yeniden yola koyar.

Yaptığın, yaptığını bildiğin ve yaptığını unutmadığın hata ile bir çeşit sözleşme imzalamış gibisindir.
O hata geçip gitmiş olsa da, bıraktığı pişmanlık yoldaşın olacaktır bundan böyle.
Üzerinden hiç çıkaramadığın elbise gibi.
Hep onunla yürüyeceksin.

Pişmanlık yanında bir Hızır gibi yürür. Baştan uyarır seni.
Hızır’ın [as] Mûsa’yı [as] uyarması gibi: “Benimle beraberliğe sabredemezsin?” Yoluna hiç ummadığın anda çıkan, anlamını bilemediğin işler yapan, her kertede şaşırtan, irkilten, yadırgatan bir yoldaştır pişmanlık...

Sen de Musâ’nın Hızır’ın yanında yürümesi gibi yürürsün pişmanlığının ardı sıra. Önce kusursuzluk gemini deler pişmanlık; hata edebilir olduğunu gösterir sana. Sen de Mûsa gibi çıkışırsın hemen: “Halkını boğmak için mi deldin onu?”

Oysa çok sonraları fark edeceksin ki, kendini kusurlu bilmen, seni gururunun elinden kurtaracaktır.
Kusursuzluk gemin delinince, nefsinin kalbini gasbetmesi önlenmiştir.
Günahın ile öylesine mahcup olursun ki, kendini günahsız sanan nicelerinden daha büyük bir yakınlık kazanırsın Rabb’inin katında.
Hataların yakarışın kapısını açar, mahcubiyetin seni Rabb’inin kapısında sabit tutar.
Akl/anmamışlığın rahmetin eteğine sımsıkı yapıştırır dudaklarını.

Sonra, tekrar kuşanırsın sabrını...
Pişmanlığının koluna bir daha girersin.
Yeniden yürürsünüz yan yana.
Ama bu defa yaptığı affedilir gibi değildir.
Görünür bir sebep yokken içinde büyüttüğün, cennetin bahçelerinde oynattığın masumiyet çocuğunu öldürüverir pişmanlık Hızır’ı.
Masum değilsindir artık; günahkârsındır.
Bak, kirlendin, karalandın! Çıkışırsın hemen: “Tertemiz bir canı katlediyorsun ha! Gerçekten sen fena bir şey yapıyorsun!”

Oysa, ancak sonradan anlayacaksın ki, hatadan dönmen hataya hiç düşmemenden daha sevimlidir Rabb’inin katında.
Günahkârlığın getireceği kârlar için günahsızlığının boynunun vurulması gerekmektedir.
Aklığının peşine günahın ağına düşmeden düşemiyorsun işte...
Öyle bir yangın ki yandığın, ancak kendi küllerinle söndürebiliyorsun yangınını...

Pişmanlığın bu sırrı bilmeyişini de yüzüne vurmaz.
Yoldaşlığa yeniden kabul eder seni.
Ancak bu defa hiç hak etmeyenlere yapılan iyiliktir itirazının sebebi.
Hızır’ın kendilerine yiyecek vermeyi reddeden köylülerin yıkık duvarını hiç ücret istemeden onarmasına itiraz eder Mûsa.
Oysa, bilmez ki, Hızır, duvarı onararak, duvarın altında saklı ve iki yetime ait hazinenin başkalarının eline geçmesini önlemiştir.

Yıkık duvarların altında günahlara rağmen içinde büyüttüğün, yetim bıraktığın masumiyetin rahmetten ümitlenme hazinesi saklıdır.
Pişmanlık, sana hata edebilir olduğunu bildirerek, başkalarının hatalarını da affetmeyi, yıkık duvarlarını onarmayı öğretir.
Pişmanlığının elinden tutarsan, dostunun bahçesindeki yıkık duvarları onarabilirsin.
Kardeşinin hatasını örtüp kusur duvarını onarırsan, bir gün onun pişmanlıkla geri dönmesine yol olursun.
Böylece, hatalarının altında saklı, günahlarının içinde gizli rahmet ümidini hem kendin için hem onun için korumuş olursun.

Öyleyse, pişmanlığının yoldaşlığına itiraz etme... Sessiz Hızır’ın ile yolunu ayırma!
 

zerefşan

sustum...
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
1,224
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Konum
bensiz başkent
Dİye / Bİldİklerİm

“Cömertlik cennetten uzanan bir servi dalıdır.”
Öyle demiş Sevgililer Sevgilisi.
Sanma ki, cömert olmakla yeni bir şey inşa ediyorsun.
Zaten var olan kutlu servinin dalına tutunuyorsun.
Sanma ki, cömert olmakla kendinden bir şey eksiltiyorsun.
Sen sana verileni veriyorsun; böylece kendini tamam eyliyorsun.
Cimri, derin bir aldanış içindedir.
Kendine verileni kendinde kalacak sanır.
Kendini elinde olana dilenci eder.
Minneti eşyayadır; onların varlığına yalvarır.
Elindekiler giderse, eksileceğini sanır; her daim korku içinde kalır.
Kendine verildiğini bilen, elindekileri eksilten cennetten uzanan servi dalına asılıdır.
Cömertsen ellerin her daim doludur; çünkü sonsuz meyvelere gebe çiçekleri sarıp sarmalamaktadır.​
 

papatya

Üye
Katılım
26 Ağu 2006
Mesajlar
38
Tepkime puanı
0
Puanları
0
elinize sağlık teşekkürler...
 

Enes

İhvan Forum Üye
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
14,127
Tepkime puanı
1,240
Puanları
113
Konum
bâbil...
Senai Demirci'den

SENAİ DEMİRCİ

İnsan unutkandır; öylesine unutkandır ki unutkan olduğunu da unutur. Unuttuklarını hatırlama ihtiyacı hissetmeyenin, unuttuğunu da unutanın unuttukları sebebiyle rahatsız olmasını ummak ise beyhudedir.
Unutkan, zaman içinde, unuttuklarının çevrelediği ve sınırlarının ötesindeki her şeyi yok saydığı bir alan içinde kalır. Bu alan da giderek daralır. Unuttuklarını hiç hatırlamaması ve hatırlama ihtiyacı hissetmemesi yetmiyormuş gibi hatırladıkları arasından bazıları da unuttuklarının arasına kayıverir. İnsanın kendine çizdiği ve sınırlarını hiç zorlamadığı bu alan ona hiçbir şekilde hapsedilmişlik hissi vermez, herhangi bir daralma rahatsızlığı yaşatmaz. Çünkü bilinci dışında kalan alan adı üzerinde bilinç dışındadır; bilincinin de dışarıda bıraktıklarının eksikliğini çekmesi söz konusu değildir.
(Anlatıldığına göre, aniden kaynar su içine atıldıklarında sıçrayarak tepki gösteren kurbağalar, yavaş yavaş ısıtılan suya konulduklarında daha itaatkâr bir davranış sergiliyorlarmış, itirazsız haşlanıyorlarmış. Çünkü yavaşça ısıtılan suda, kurbağa vücut sıcaklığının "üzerindeki" sıcaklığı, yine o sıcaklığın vücudu "üzerindeki" etkisi nedeniyle algılayamaz hale gelir. İhtimal ki insan da bilinç dışına kaydırdıklarının, hatıralarından uzaklaştırdıklarının giderek artmasının yine bilinci ve uyanıklığı üzerinde artan etkileri nedeniyle uyanıklık alanının daralmasına itiraz edemiyor, bilincini "haşlıyor".)

Rüya, bilincimizin dışarıda bıraktıklarından taşanların gözlerimizin önüne serildiği bir haldir. Garip ki tam da kendimizi unuttuğumuz uykuda, uykunun da uykunun kendisini unuttuğumuz yerinde "görülür". Önünde eksisi olan bir rakamın önüne yeni bir eksi koyduğumuzda pozitifleşmesi gibi rüya iki unutuşun birbirine vurulmasıyla, birbiriyle çarpılmasıyla gün yüzüne çıkıyor, hatırlanıyor. Kendimizi uyanık saydığımız/sandığımız uyku halinin yırtıldığı yerdir rüya.

Yûsuf'un üçüncü gömleği rüyalar sonrasında gelen bir "uyanış"ın, bir "hatırlanış"ın habercisidir. Bu yüzden, birinci ve ikinci gömleklerden farklı bir yerde durur. Yûsuf'un birinci gömleği Yûsuf'a rağmen üzerinden çıkarılır ve kanlanır; Yûsuf niye çıkarıldığını bilmez. İkinci gömlek Yûsuf'a rağmen yırtılırken, Yûsuf niye çıkarılmak istendiğini bilir. Kansız ve yırtıksız olan üçüncü gömleği ise bizzat Yûsuf kendi üzerinden çıkarır, kendi iradesiyle bedenini çıplak bırakır.

Birinci gömlek, Yûsuf'un kardeşleri tarafından kıskançlık/haset hesabıyla çıkarılmıştı; kıskançlık/haset ise bencilliği besler. Bencillik üzerinden başlayan eylem ise insanın kardeşini kuyuya itmesini, babasını üzüntüye boğmasını sonuç verir.

İkinci gömlek, Züleyha tarafından cinsellik/şehvet hesabıyla çıkartılmak istenmiş, yırtılmıştı. Cinsellik/şehvet ise nefsaniyeti besler. Nefis üzerinden başlayan eylem ise sevdiğini kendi bedenine hapsetmeyi, unutuşun zindanına itecek bir aldırmazlığı doğurur. Oysa, üçüncü gömlek, bizzat Yûsuf tarafından kardeşlik/merhamet saikiyle çıkarılır. Yûsuf, hem bedenine kasteden kardeşlerinin gözleri önünde, hem de bedeninden murad almak isteyen Züleyha'nın ülkesinde, gömleğini çıkartarak bedenini savunmasız hale getirir. Böylece onları, içlerinde unutayazdıkları, unuttukça da hatırlama ihtiyacı hissetmeyecekleri, eksikliğini asla çekmeyecekleri, eksikliğini bilmedikleri için de hiç peşine düşmeyecekleri kardeşlik/merhamet'e çağırır.
Bencilliğimizi besledikçe bizi başkalarına, özellikle de yakınlarımıza sağırlaştıran, yetimi ve yoksulu itip kak(tır)an sözde kardeşlerimize inat, kardeşlerimize merhamet etmeye ve onları hoşgörmeye çağrıdır üçüncü gömlek. Cinselliğimizi kışkırttıkça bizi bedenlerimizin cilâlı görüntüleri içine hapseden, lezzetlerimizi şehvetin sığlığına iteleyen sözde aşıklarımıza inat, bizi kalbimizin derinliğine, ruhumuzun sonsuz nefesine çağırır üçüncü gömlek.

Hasılı, üçüncü gömlek, "sıla-i rahim"dir; yakınlığın keşfidir. İnsanı ben'i ve bedeni üzerinden sivrilterek yakınlarının dertlerine biganeleştiren çağa karşı durmanın yolunu gösterir. İnsanı içinin içinde sakladığı rahmete yabancılaştıran çağa direnmenin usulünü öğretir. Yûsuf kokulu, Yûsuf bakışlı o gömlek, yakınlıkları yeniden keşfetmeye, insanı kalbinin ve ruhunun dairesinde ağırlamaya, üzerimizde giderek kalınlaşan unutuş kabuğunu çatlatıp "rahmetin rahminde" büyüdüğümüzü yeniden hatırlatmaya çağrıdır.

Yûsuf'un üçüncü gömleği, unuttuğumuzu hatırlatır bize. Yûsuf'un üçüncü gömleği unuttuğumuzu unuttuklarımızı da hatırlatır bize. Bizi Yûsuf'leyin dünyanın aldatıcı çekimi karşısında çıplak kılar, ölümün gerçeği önünde bahanesiz bırakır. Böylece "ele gelmez" hale gelir, bize kurulan tuzaklardan uzak kalırız
 

Enes

İhvan Forum Üye
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
14,127
Tepkime puanı
1,240
Puanları
113
Konum
bâbil...
UNUTMAK NE DERİN ŞEYDİR Kİ,

unutanlara unutuşlarını bile unutturur. Unutulmak ne acı şeydir ki, unutulanın unutuluşuna ağlayışını kimse hatırlamaz.

‘Nisyan’dan, yani unutuştan çıkarıldık her birimiz.

Yüzümüz gün yüzüne değeli, tenimiz güneşe erişeli

beri unutulmaktan alındık, unutmaktan sakındık. Hatırı sayılır olduk.

İsmimizin orada burada anılması bizi memnun etti.

Ne var ki, unutmak yaşamak kadar elimizin

altında ve unutulmak ölüm kadar yanıbaşımızda. Ölüm bizi geldiğimiz yere,

‘nisyan’a götürüyor tekrar. Ölüm unutuşlara

gömüyor yüzümüzü; tenimizi tanıdıklarımıza yabancılaştırıyor.

Yaşarken ölümü anmıyoruz o yüzden.

Yaşarken ölümle aramıza sahte mesafeler döşüyoruz.

Unutulmak korkusu bu... Galiba, en çok, unutulacağımızı unutuyoruz.

Hatırla ki, toprak ayağının altından kayıyor.

Ellerin son bir defa dokunuyor güle ve güne.

Gözlerinin karası son kareyi alıyor ışıktan;

ve karanlığa hazırlanıyorsun. Gözkapaklarının

kapanışı seni bir dağın arkasına götürecek.

Unutmaya ve unutulmaya hazırlanıyorsun.

Varlığın incecik dudaklarda bir çift kuru söze inecek;

o dudaklardan insan sıcağını tadamayacaksın.

Hatıran bir taştan ve hüzün renkli topraktan ibaret olacak.

Kahkahalar seni yalnız bırakacak, mutluluklar seni hesaba

katmadan ikmâl edilecek. Sana arkalarını dönecekler,

dönüp yüzüne bakmayacaklar. Senin kokun uzakların kokusu olacak.

Tenin toprağın soğuğunu tadacak. "Gelecek ölüm; gözleri gözlerin olacak."

Hatırla ki, sarışın kız çocuğunun lüle saçlarına son kez bakıyorsun,

seninkinden uzun ve derin bakışlarına son kez değiyorsun.

Sen bu ânın eşiğinde son nefesin hesabını yapıyorsun;

o yarınların uzayıp giden kanatlarına tutunmuş derin,

taze soluklarla yineliyor varlığını. İllâ da göz göze geliyorsunuz.

Ellerin onun ellerine erişemeyecek; gamzeli yanaklardan

sızıp gelen tebessüm sana uzak düşecek.

Şimdiden, ölümü bilmeyen oğlunun gözlerinin

seni köşe bucak arayışını görüyorsun. Havada asılı kalacak

"Baba!" çığlığına şimdi hep bir ağızdan cevap vermek istiyorsun.

Nefesin sesine yetmiyor.

Hatırla ki, yarınki gün seni taze bir toprak yığının altında bulacak.

Bir gün saatinin akrebi, yelkovanı senin uzanamadığın ânlara doğru

dönecek. Sen olmayacaksın ve kolundaki saat sensiz zamanları

tırmanıyor olacak. Sulamayı unuttuğun çiçeğin bile senden sonra

solacak. Yüzüne günışığı vurmayacak. Hayatının ebedî rengini

dar ve sessiz bir boşlukta bulacaksın. Ya küle dönecek

ya güle dönüşeceksin. Yarınsız ve sonsuz bir günün yanağında incecik

bir gamze olup kristalleşeceksin. Yüzün solacak, ellerin hiçbir

yere varmayacak, parmakların hiçbir şey göstermeyecek

ve ayaklarının altında hep boşluk olacak.

Unutma ki, toprak şimdi ayağının altından kayıyor.

Yürüdükçe ince bir hesap çizgisine çekiliyorsun.

Unutma ki, elinle ölüme dokunuyorsun.

Elinle ölümü dokuyorsun. Hatırla ki, gözlerin ölüme bakıyor.

Gözlerin bir cesedi alacakaranlığa taşıyor.

Hatırla o zamanı ki, sen boz topraklar altında derin unutuşlarda eriyorsun.

En son, kaleminin karanlık izi kalıyor soluk sayfalarda.

Ve sözlerin kırık-dökük hatıralara dönüşüyor, paylaşılıyor, solgun

bir gül gibi dolaşıyor. Hatırla ki, sen sözleri genç kalbleri

taze aşklara taşıyan ölü bir şairsin ya da masum ve sonsuz

bakışlı gözlerin kapı aralarında beklediği bir babasın.

Elinin sıcağı özlenen sevgilisin. Hatırla ki, seni sımsıcak

sarıp kucaklamak isteyenler bir tabutun katı, soğuk

dokunuşuna çarpıyorlar. Hatırla ki, bir mezar taşında iki

rakam arasına çizilmiş eğreti bir çizgiye indirgenmişsin.

Hatırla ki, duvarda soluk siyah beyaz bir fotoğrafta

hüzünlü bir gülüşten ibaretsin, belki de camekânın

tozunu almayı unuttular. Mezar taşın unutuldu ve hatta

mezar taşın da seni unuttu diyelim. Ve hep başkaları

var dışarıda, hep yabancılar geziyor yıkık mezar

taşları arasında. Kimsenin tanıdığı değilsin artık.

Kimsenin ‘ölü’sü de değilsin; tıpkı şimdi olduğu gibi.

Oysa, sen ve son, ne kadar da uzak görünüyordunuz birbirinize.

Unutuş ne kadar çok unutuluyor.

Ey beni herkes unuttuğunda anan Rabbim!

Yüzümü, elimi, gözümü, bakışımı, dokunuşumu veren Rabbim!

Beni Seni unutanlar arasından çıkar al! Beni bensiz bıraksan da,

Sensiz bırakma!

N’olur Rabbim! Şu biricik ânımı ebedin rüzgârlarına

kat ve beni Sana daim yakın eyle! Yalnız Seninle kalmakla

kalabalıklaştır beni! Bir secdede biriktir varlığımı!

Beni Sana açılan ellerimde çoğalt!

Beni Sana karşı fakir olmakla zenginleştir!

Kendimi Sende unutayım ve öylece kapansın gözlerim ve öylece çözülsün ellerim. Dilim öylece sussun ve tenim öylece çamura katışsın ve bu mürekkep lekeleri kısacık vuslatımın hatırası olsun.

Unutulmasın sözlerim; unutkanlar unutulacaklarını hatırlasınlar diye...

SENAİ DEMİRCİ
 

özzlem

Üye
Katılım
10 Ara 2006
Mesajlar
90
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Konum
yersiz yurtsuz
Öyle çok pazarlık ettim ki Seninle ey Rabb im. Sen çağırınca, kendime ayırdığım vakitlerden çalındığını düşündüm. Ezan okununca, sevdiklerimle geçirdiğim zamanların azalmasından korktum. Vakit girince, içim cız etti hep. Odamdan uzaklaştım, bıraktım işimi, bozdum keyfimi; öylece namaza durdum. Ayak diredim, az sonra kılsam da olur! dedim. Az sonra larım çok sonralar a döndü, geç kaldım, geç kalmaktan utanmadım. Sonunda ayaklarımı sürüye sürüye vardım huzuruna. Pazarlığımı vaktin daralmışlığını bahane ederek yeniden ileri sürdüm. Kaçıyordu namaz ya; o yüzden çabucak kıldım, selam verdim, hemen kalktım, rahatladım. Oysa rahatlığı Sana borçluyum. Ağrımayan her bir dişim kadar huzur borçluyum Sana. Damarlarımın her bir noktasında pıhtılaşmayan kanım kadar sükûnet borçluyum Sana. Tenimin kaşınmayan her bir noktası kadar rahatlık borçluyum Sana. Dişlerim ağrıyacak olsa her biri için harcayacağım zaman Senin. Kanım pıhtılaşıp damarlarım tıkanacak olsa, her defasında ızdırap ve korkuyla geçireceğim saatlerin hepsi Senin. Tenim her noktasında yırtılacakmış gibi acıyacak olsa, kendi kendime dar geleceğim huzursuz günler Senin.

Gün oldu; usandım. Sabrımı tükettim; tükendim. Kendimi yontmaya heveslendim. Benden istediğin zamanı çok gördüm. Benden istediğini, benim için istediğini bile bile, huzurunda huzursuz durdum. Fazla buldum namazın rekatlarını; kısaltmak için bahaneler aradım. Günümü delik deşik etmeni, işimin arasına kesintiler sokmanı, hayatımın ortasına duraklar koymanı, uykumu bölmeni lüzumsuz gördüm.Beni bana bırak!larla durdum huzuruna; içim başka bir yerlerin türküsünü söylerken, ben seccadende, belki sadece bedenimle, mıhlı kaldım. Oysa Sen, dileseydin dar edebilirdin zamanı bana! Bir uçurumun dibine savrulmuş bir arabada çaresizce Sana yalvartıyor olabilirdin beni. Korkulu bir savaşın orta yerinde ateş ve kan kusan bombaların altında günümü de, işimi de, uykumu da, hatta rüyalarımı da delik deşik etmelerini takdir edebilirdin. Düşmeyen bombalar kadar, uçuruma savrulmayan arabalar kadar genişlik borçluyum Sana.

İçten pazarlıktı benimkisi. Öyle içten ki kendime bile söyleyemedim. Gözlerimle birlikte gönlümü de secdene kilitlemeyi çok gördüm. Kendimi sıfırlamayı, benliğimi hiçe indirgemeyi beceremedim. Ensemde kaderin sıcacık nefesini hissedecek o teslimiyetin vadisine inemedim. Acelem vardı; alnımı koyduğum gibi kaldırdım seccadeden. Bütün benliğimle aşağı inemedim. İşim vardı, secdemi işime zaman kazandım. Secdeye kalbimi de sığdırmaya çalışmadım. Uykum vardı, secdemi sığ bırakıp uykumu derinleştirdim.

İtirafımdır: Bencilliğimi de sırtıma alıp rükûlarda eritemedim. Bedenim eğilirken huzurunda, emrolunduğum gibi dosdoğru olma nın ağırlığını sırtıma almayı erteledim.Sırası değil! di; hele dur; sonra da olur!du. En Sevgili ni bir gecede ihtiyarlatan emri üzerime alınmadım.

Sen dileseydin, çocuğumun cılız nabızlarının eşliğinde, loş ve neşesiz bir yoğun bakım odasında, gözümü de gönlümü de, umutsuzca, çaresizce, ürpertiyle, korkuyla bir monitörün ekranına kilitleyebilirdin. Dileseydin, yeryüzünün sükûnetini bir anda kesip, küçücük bir duvar kıpırtısının gölgesinde, mini mini bir sarsıntının beklentisi içinde saçlarıma aklar düşürebilirdin.

İçten pazarlık mı denir buna? Sen bilirsin Seninle ettiğim pazarlığı. Kendime sakladığım ve hatta kendimden de sakladığım sır bu. Dilime bile değdirmekten korktuğum, ağzıma almaktan utandığım öyle bir sır işte. Fısıldaması bile acı veriyor ya Meselâ, uzayınca Fatiha, uzayınca sûre, heceler sanki özgürlüğe giden yolu taşlar gibi kestikçe, bitmez şimdi bu namaz! dediğim çok oldu. Ama içimden. Kimseler duymadı.

Bir Sen duydun beni ey Rabb im. Sırrımı bir Sen bildin. Kendimi lüzumsuz hissederken seccadenin üzerinde, dudağım anlamına yetişemediğim kelimeler için oynarken, Sen beni söylediğimden fazlasıyla duydun, söyleyemediğimi de, dile getiremediğimi de bildin. Ruhumu alıp uzaklara gittiğim halde, bir bedenimi bıraktığım halde huzurunda, kovmadın beni, yakınlığında tuttun.

İtirafımdır; öyle anlatıldığı gibi özleyebilmeyi beceremedim henüz namazı Aradan çıkarmaya çalıştığım oldu namazı. Geçiştirdim namazı. Bir sorun du çözdüm, hallettim. Selam verip sonra yaşamaya başladım Yaşamayı namazın içinde aramalıydım. Namazı yaşamanın içine sızdırmalıydım oysa. Bilemedim.

Kafa tuttum, ayak diredim, pazarlık ettim; ama Sen utandırmadın, yine yine yine huzuruna aldın beni. Her secdede rahmetinle okşadın alnımı. Her rükûda aferinler fısıldadın gönlüme. Her vakitte yeni bir sayfanın aklığına çağırdın ruhumu. Yüzüme vurmadın. Azarlamadın. Aşağılamadın. Hepten umut kesmedin benden. Yok saymadın. Utandırmadın.

Pazarlık ettiğimi Seninle bir Sen bildin ey Rabb im. Kimselere söylemedin. Sırdaşım Sensin, bir Sana açabilirim içimi, bir Senin beni ayıplamandan korkmam. Ben işte böyleyim; yine bana aitlerin hesabındayım. Başka kime söyleyeyim? Başka kimin anlayışından medet umayım?

Senai DEMİRCİ
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Yağmur

Doğunun kanlı şafaklarından birinde ışık vurdu yüzüne.
Nefeslere derinlik veren taze bir seherde, ruhların göçebelik kışkırtısına yakın olduğu sabah vakitlerinde duru bir reşha olarak vardı yeryüzüne.

Saliha bir ananın göz yaşından taştı da geldi.

Helâl-haram kaygısını bir tutam ota taşıyacak denli müttaki bir babanın alın terinden billurlaştı da yağdı yağmur.

Şarkın humma nöbetleriyle kıvranan toprağına dokundu en önce.

Son âlimlerin son nefesleriyle savruldu yağmur, aşkın rüzigârına tutuldu, damla damla sevdaya aktı.

Yitirilmiş bir coğrafyanın dağıyla taşıyla kucaklaştı, fakrla, cehaletle, zaruretle derinleşen bir yaranın orta yerinde kan olup aktı, kıvrandı.

Uçurumlara düştü, mağaralara sığındı, taşlarla arkadaş oldu, pınar başlarında geceledi, gecenin orta yerinde yüreğine düşen dava ateşiyle buharlaştı.

Van Kalesi’nin taşlarından devşirdiği haşin fıtratını, Zernabâd suyunda yıkadığı duru, keskin bakışını, Şark’ın kavruk toprağından beslediği ateşîn zekâsını alıp yeniden göğe karıştı yağmur.

Bir sabah tozlu ayaklarıyla vardığı İstanbul’a, ırkçılık, küfür, şüphe ve emperyalizmle kirlenmiş bu iklime, muhteşem bir saltanatın batmaya yüz tuttuğu hazan mevsiminde bir ikindi yağmuru olup düştü. Mahzun coğrafyanın meyus insanlarına, peşi sıra getirdiği Şark ışıklarıyla taze ve rengarenk bir gökkuşağı sundu.

Hiçbir yağmura benzemiyordu.

Sanki başka zamanlara, başka mevsimlere, başka coğrafyalara aitti de, bu talihsiz mevsime, bu mahzun şehre kazara uğramış gibiydi.

‘Bediüzzaman’ dediler yağmura.

Eşsiz ve belki zamansız yağmış bir yağmurdu.

Acele etmiş, kışta gelmişti.

Çiçekleri solmuş, tohumları kurumuş bu topraklara, yazı baharı unutmuş bu iklime yeni baharlar getirecekti.

Yağmur, soğuk ve acı kışlarda da yağdı.

Kalemin ve kılıcın ucu sıra şehir şehir dolaştı.

Harflerin efsununda savruldu, harplerin hüznünde yoğruldu.

Kalemi ve kılıcı bir tutan âlim hassasiyetini ve mücahid heyecanını her diyarın göğüne taşıdı yağmur.

İlmin mürekkebine dolanıp sayfalar boyu yazı olmayı da, şehidlerin kanına karışıp yeni baharların toprağına gömülmeyi de göze aldı.

Sayfalar boyu kara harfler gözlere nur olacak ve şehidler şehirlere gözyaşı olacak değil miydi nasılsa?

Yağmur eninde sonunda gözlere değecekti.

Son terazide, âlimin mürekkebi ile şehidin kanı bir tutulacak değil miydi?

Yağmur göklüydü ve nasılsa göğe dönecekti.

Bir gece, hain bir pusunun girdabına düştü yağmur.

Acımasız bir kılıcın ucunda, paslı bir namlunun ardı sıra yabancı ellere savruldu.

Volga nehrinin hazin akışına kapıldı.

Yaban rüzgârlarına esir düşüp, uzak coğrafyalara sürüklendi.

Gecenin koynunda, gurbetin kapkara hüznünde, zihninde çakan yakıcı şimşeklerle sarsıldı, yüreğinde kopan fırtınalarla yeniden yeniye duruldu, ruhunu saran gökgürültüleriyle yeniden ateşlendi.

Ve yağmur şanlı saltanatın yıkık taşlarına yeniden yağdı.

Güzel zamanlardan geriye kalan bu donuk bakışlara dolandı durdu.

Duruldu.

Saltanatsız, devletsiz ve hilafetsiz bir payitahtın son küllerini yıkadı.

“Esaretten sonra” yeniden Anadolu’ya vardığında, Ankara Kalesi’nde soluk bir ikindi vakti, Avrupa’dan gelen katran karası küfrün gölgesini hissetti.

“Ankara’dan en kara bir halet”le yeniden ilk yurduna,

Doğu’ya doğru yola çıktı.

Medeniyetin kirlerini, saltanat ve iktidarın yükünü üzerinden atarak hafifledi, duruldu.

Yalın bir damla olarak yeniden Erek Dağı’nın serin kuytularına döndü.

Sözler’ce kalbimize yağmak için, Mektup’larca ruhumuza varmak için, aklımıza Lem’a Lem’a Şualar düşürmek için saflaştı, inceldi, çoğaldı, çağladı.

Yağmurla ilk kez çay kokulu bir sonbahar akşamı tanıştım.

Karşımdan değil, yanımdan konuşuyordu yağmur.

Yağmur gibi yükseklerden konuşuyor ama yumuşakça iniyordu zihnime.

“Yağmurca” söylüyordu, incitmesiz ve berrak.

Sessiz ama ahenkle; kimseyi kimseden ayırmadan ve herkese özel olarak düşüyordu Sözler’i.

Kağnı sırtında meçhul bir sürgüne giderken, öküzün kanayan ayağını dert edinen Yağmur’du.

Sessiz ve kimsesiz bir yalnızlığa itilirken, yavrusuna giden kuşlara kanat geren Yağmur’du.

Barla’nın hüzünlü yalnızlıklarında, Çam Dağı’ının vahşetli gecelerinde çise çise yağan, sessizce çoğalan, hece hece biriken, Sözler’ce taşan Yağmur’du.

Denizli, Eskişehir, Afyon hapishanelerinin duvarlarını yıkan bakışlarla yağdı Yağmur. Parmaklıklara inat yeryüzünün her noktasına vardı, zerreden küreye herşeyi tefekkürle yıkadı yağmur.

Bir bahar günü, Eğirdir Gölü’nün yeni açmış çiçekleri, taze kokulu yapraklarıyla sele dönüştü yağmur.

Yaprak yaprak, çiçek çiçek binlerce Esmâ’ya şebnem oldu.

Esmânın güzel kanatları arasında bizi Haşre, Ebede, Cennete taşıdı Yağmur.

Gözlerimizin gördüğü suretlerden gönlümüzün gördüğü hakikatlere sürükledi bizi.

Öylece “yeryüzündeki rahmet eserlerine nazar” eyledik.

Ve öylece dirilişe, hesaba, ebede vardı aklımız.

Yusuf’un[as] rüyasıyla uyandırdı bizi.

Kuyuda ve zindanda aklımızı hakikate boğdu.

Yunus’un[as] gecesiyle aydın etti gözümüzü.

Yunus’un[as] denizinde dalga dalga gerçeğe savurdu nefsimizi.

İbrahim’in[as] düştüğü yangından bize ebedî güller devşirdi.

Musa’nın[as] asasını dilimize verdi; taşı tefekkürümüze taşıdı, katı kalpleri taşla yumuşatacak Sözlerle geldi.

Eyyub’un [as] sabrını yüreğimize indirdi Yağmur.

Damağımıza metanetli bir Eyyub duası yapıştırdı.

Ve ‘Bütün Zamanların En Güzel Yağmuru’nu, Muhammed Mustafa Aleyhisselatüvesselamı, ‘Reşha, Reşha’ bu çorak iklime, bu kurak dimağlara indirdi Yağmur.

Gülü ve salâvatı, bülbülü ve nübüvveti, insanı ve haşri, geceyi ve yıldızları, göğü ve tevhidi yeniden yeniye yoğurup yıkadı Yağmur.

Hiç incitmeden, yıkmadan ve kırmadan, üzmeden ve korkutmadan alnımıza, aklımıza yağdı.

Hiç ayırmadan ve bölmeden, hiç zorlamadan ve yormadan dimağımıza ve damağımıza değdi Yağmur.

Ve hala Sözler’ce yağıyor yüzümüze, sabahları şebnem olup Lem’a Lem’a parıltılar saçıyor, ebedi bir bahardan, sonrasız bir andan taze ve sımsıcak Mektuplar taşıyor, sayfalar boyu gökkuşağı oluyor, gözümüze ve gönlümüze Şualar gönderiyor.

Yağmur hâlâ yağıyor.

Rahmet rahmet müjde indiriyor gönlümüze.


Senai Demirci
 
B

.BeYzA.

Guest
senai demirci

namaz insanı kılar


"Zaman puslu bir nehir gibi akıyor içinden. Kıyılarını bilmiyorsun. Nerede başladığını bilmiyorsun. Nerede bittiğini bilmiyorsun. Hangi yöne aktığını bilmiyorsun nehrin. Sadece akıyor, sadece akıyor. Çağıltısını duyuyorsun sadece. Yatağına kırgın gibi; bazen taşıyor, bazen duruluyor, bazen çekiliyor. Kimse kenarında kalmıyor bu nehrin; seni de içine çekiyor, sevdiklerini göğsüne alıyor, sevdalarını sürükleyip uzak denizlere döküyor.
İçine kıvrılıyor gibi zaman. Göğsüne sokulup aşklarına dokunuyor, acılarını dokuyor. Aklında hesapları yarım bırakıyor, kalbinde yaralar açıyor, tenini dağlıyor. Hüsran içinde hüsran büyütüyor. Hayâl köprülerinin altından geçiyor. Taştan hatıralarını okşuyor. Kıvrım kıvrım içinden akıyor. Sana dokunuyor zaman. Seninle tükeniyor.
İçinde kıvranıyor zaman. Seninle tükeniyor. Yağmur sularına hasret kumlar gibi kuruyor, eriyor. Bozuk saatlere aldanıyor. Şarkı sözlerine dolanıyor. Hülyâların göğsüne kanıyor. Yalancı şafaklarla oyalanıyor. Akşamları göllerde dinleniyor. Öğle vakitleri koşturuyor. Şehirlerin telaşında eriyor. Anlamsız duvarlara gölge olup sokuluyor. Düşen yaprakla sırdaş olup dertleniyor. İçinde ağlıyor zaman. İçinde kıvranıyor.
İşte sabah. Lâl dudaklı bir sevgili zaman. Alnından öpüyor her şafak. Gözlerini açtığın yerde buluyorsun kendini. İşte bir kez daha varsın. Var edilmişsin. Uykunun çatlaklarından sızıyor gibi nehir. Elinden tutuyor; taze bir güne yolcu ediyor seni Sevgili. Kendini unuttuğun yerde yeniden hatırlanıyorsun. Kendini unutturduğun demde yeniden insan oluyorsun. Uyanıyorsun. Uyanıyorsun. Göz kapaklarını açmaktan fazlasını yapıyorsun.
Anla ki sen kendine ait değilsin. Bir göz kapağının ardında yitebilirsin. Gecenin koynunda sevdiklerinden kopabilirsin. Zaman nehri ayırabilir teni tenden, canı bedenden. Pek zayıfsın. Pek kolay inciniyorsun. Seni yaralayan ne çok şey var. Kanadı kırık kuşlar önce senin kanadını kırıyor. Hüznün için bin bir bahane var. Uçurumlar önce seni yutuyor; hep dağların ardına savruluyorsun. Kerem seni arıyor, aslı sana özeniyor. Leylâ çölde seni arıyor; Mecnûn sana ağlıyor. Zaman seni senden alıyor. Sürekli uçurumlar açıyor göğsüne. Yangınlar sunuyor göğsüne. Dağlar dağlardan uzaklaşıyor. Kalplerden kalplere çöller büyüyor.
Elin bir şeye yetişmiyor; parmaklarının arasından dökülüyor an. Ömrün sevdalarına yetmiyor; batan şeyleri sevmiyorsun, sevemiyorsun. Sabrın kıl kadar; günü akşam edemiyor, akşamı sabaha yetiştirmiyor.
Vakit sabah. Gün seni bekliyor. Yüklerin ağırlaşacak. Belin bükülecek. Dünya seni çağırıyor. Ömrün azalacak. Zaman tenini yoklayacak. Ruhun sıkılacak. Şimdi, şu halde, elini eline veren, güneşi sana gönderen, yağmurları alnına değdiren sonsuz kudret sahibine hâlini arz etmeyecek misin? Şimdi şu halde, en ince dertlerini bilen, belli belirsiz fısıltılarını işiten, içinin de içini bilen sonsuz rahmet sahibinin huzuruna varıp içini dökmeyecek misin?
Bak seni bekliyor sevgilin. Yangınını ona sunsan, bütün yangınlar söner, ayrılıklara yol bulunur. Gözlerini ona aç, bir de onunla yan. Alnına serinliğini dokundur. Yaralarını onun yanında kanat. Onunla ağla. Ağla ki göz yaşlarına tek tanık olsun. Sevdalarını onun başucuna topla. Aşklarını çoğalt alnında. Ağla.
Kanayan kalbinden sızılar vursun yüzüne. Ellerin sevgilinin yüzüne koşsun. Dağ dağa kavuşsun. Çöller çöllerde kurusun. Yüzler yüzlere baksın. Sular sularda boğulsun. Yüzün sevdiğinin yüzünde kalsın. Ağla. Ağla ki zaman sana kalsın. Zaman içinde kıvrım kıvrım yol olsun. Sonsuzluğa uzansın. Ağla..
Sevgiline koş. Gecenin örtüsü dağılsın. Şafağın saçları çözülsün. Gönlünü rüzgâr alsın. Bütün küsmeler küsüşsün, yalnız kalsın. Kavga kavgaya tutuşsun; kalbinden vurulsun. Hüzün hüzne bölünsün; azalsın, sıfırlansın. Ağla. Ağla ki gurbet gurbeti gurbete göndersin. Ağla ki gözünün yaşı ırmağa karışsın.
İşte sabah. Zamanın nehri göğsüne sokuluyor. Anlamını sende arıyor. Yüzünü yüzünün ayinesinde seyrediyor. Alnına Rabbin ışıklar dokunduruyor. İşte seccaden. Alnını öpmeye geliyor. Secdeler seni uçurumlardan uçuruyor, Sevgili’nin diyarına taşıyor.
Lâl dudaklı bir sevgili yolunu gözlüyor. Zaman seni sensiz kılıyor. Namaz seni sen kılıyor. Namaz insanı insan kılıyor. “Namaz insanı kılıyor.” "
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
YILDIZLAR YERİNDE DURUYOR, YA BİZ NEREDEYİZ?


Yeni bir yürüyüşün haberlerini vermeye çalışacağımız bu satırlara bir sorgulama ile başlamak yerinde görünüyor. Hem böylece nereye, niye yürüdüğümüzü de bilelim. Varsa, bize yürüyüşümüzde eşlik edecek yoldaşlara da bir çağrıdır bu sorgulama.


Zafer dergisinin çeyrek yüzyılı geride bırakan inşaallah “muzaffer” olmuş yürüyüşüne kıyısından katılmış biri olarak, ömrümüz olursa, bir-iki çeyrek yüzyıla daha izler bırakmamız gerektiğini düşünüyorum. Yürüyüşümüzün sonunda bizi semâya götüreceğini hesaba katarsak, şimdi burada, yeryüzünde, gözleri ötelere tanıdık eden, gayba aşina eyleyen nazarlarla süslememiz gerek. “Evren Yürüyüşleri”ni işte bu niyetle başlatmak istiyorum. Yolumuz uzun ama heyecanlı da.


Şimdi gelelim geride bıraktığımız çeyrek yüzyılın sorgulamasına.. Benim hatırladığım kadarıyla, 80’li yıllarda ‘ilim-teknik serisi’ ile alevlenen, Zafer’in ve Köprü’nün farklı tonlarda sürdürdüğü “kâinat okumaları” oldu. Şimdilerde ise mü’minler tarafından kevne dair çok az şey yazılıyor. Gerçi bu konuda öteden beri çıkan birkaç dergi var ve ‘bilim araştırma’ ile ilgilenen bir vakfın gündemini de bu tema oluşturuyor. Ancak görünen o ki ortak bir akıl gelişmiş değil bu konuda. Ufku olan ve ayakları yere basan bir söylemin işlendiğini ya da geliştirildiğini söyleyemeyiz. Üstelik, geçenlerde bu dergilerden birinde okuduğum bir makalede (depremi koyu bir determinizmle açıklayan bir profesöre cevap olarak yazılmıştı) hâlâ çok eski bir hatanın izlerini görünce daha da üzüldüm. Aynı hizmet grubunca güzel bir niyetle hazırlanan Yeni Biyolojiye Doğru çalışmasının takdim kısmına bile bu defektli “pozitivist” bakış açısının bulaşmış olması ilginçtir. Diğer taraftan ‘bilim araştırma’cılar özellikle evrim karşıtı söylemde ve fosil polemiğinde kalmış görünüyorlar.


90’lı yılların ateşli ekonomik ve siyasal heyecanları arasında bu dava unutuldu ya da önemsiz görüldü. Hem zaten, Risale-i Nur muhatapları dışındaki ehl-i din de görünen kurumsal tavırlarıyla mevzuyu pek önemser görünmüyordu. “Vatan kurtarma” sevdası uğruna Risale-i Nur rehberliğinde “kitab-ı kâinat” adına yapılan tefekkür denemeleri “börtüböcek edebiyatı” diye küçümsenegeldi.


Siyaset heyecanıyla uyandıkça daha da mahmurlaşan bir kitlenin Et-Balık kurumunun yerli ve yabancı sermayeye yağmalanması kadar et ve balık nimetini sebeplere ve tesadüflere yağmalamamayı dert edinmesini bekleyemezdik elbet. İktidar hesaplarının dürtüsüyle kıvranan beyinlerin bir sinek kanadı üzerindeki ince hesapları küçümsemesi kaçınılmazdı.


Peki ya bize ne oldu? “Börtüböcek”le bunca meşgul olmuş, yıldızları ve çiçekleri dert edinmiş kafalar da mı yeryüzü hesaplarıyla meşgul? Kur’ân’ın yıldızlara kasem ettiğini, deveden, dağdan ve yağmurdan ısrarla söz açtığını, sineği misal getirmekten çekinmediğini bilen her Kur’ân muhatabına ve özelde Kur’ân’ı Risale-i Nur okulundan tahsil edenlere ne oldu? Şüphesiz bu sorunun ilk muhataplarından biri de benim.


Bugünlerde imzalama vesilesiyle elime sık sık aldığım Bilimin Öteki Yüzü’ne kayıtlı söylemlerin üzerinden en az 10 yıl geçtiği halde, bu süre içinde konu üzerinde sistematik bir gayret göstermediğimi esefle farkediyorum. Hele de aradan geçen bu kritik sürede çocuk babası da olunca, bir “kâniat okumaları” egzersizinin eksikliğini daha bir hissediyorum. Çiçeğin selamını farkeden, yağmurun “tenzil”ini seyrederken, güneşin “kararına doğru” gidişini bilirken, dağların “direkli hazineler” oluşunu hatırlarken, bu bakışımızın yeni kuşağa ulaştırılması konusunda elimizde pek canlı bir malzeme ve dahası niyet yok gibi…


Şimdi buradan baktığımızda gayretler cılız, çalışmalar dağınık görünüyor. Oysa, ehl-i imanın bile bilmeyerek kullandığı “küfrü işmam eden kelimeler”de saklı ideoloji, sistematik ve sürekli bir telkine dönüşmüş durumda. Meselâ, artık evrimin Darwin adıyla bir ilgisi kalmamış ve adeta folklorize edilmiş gibi. Evrimcilik, cümle kuruluşlarında gizlenmiş ve benimsenmiş bir evrimcilik var. Kimse açıkça “rasgele” ya da “kendi kendine” oluştan söz etmiyor. Ama, rasgeleliği çağrıştıran, başıboşluğu ima eden gözlemler halkın diline bile inmiş durumda.


Artık, orada burada dağınık ve küllenmiş halde bekleyen zihinleri ortak bir gündeme çekip bir “ortak akıl” oluşturma zamanı gelmiştir. “Kâinat Okumaları” yapma zemini şimdi her zamankinden daha müsaittir.


Esefle değil, şevkle soralım dilerseniz kendimize: “Nerde kalmıştık?” Daha önce yapmıştık ve bir yere kadar gelmiştik. Daha güzelini bundan sonra da yapabiliriz. İstersek, bundan ötesine de yürüyebiliriz.


Bakın yıldızlar hâlâ yerinde duruyor. Ben neredeyim?


Senai Demirci
 
B

BeHReM

Guest
Hayata Düşülmüş Notlar

“Ayakkabını Çıkar”

Bir başka insana, bir başka kültüre, bir başka topluma, bir başka cinse yaklaşırken ilk yapmamız gereken ayakkabılarımızı çıkarmaktır. Çünkü yaklaştığımız yer kutsal bir mekandır. Tıpkı Musa aleyhisselâmın Tuva Vadisinde yürürken yaptığı gibi, kendi ayakkabılarımızı çıkarıp, yalın ayak olmaya, kendi elimizi göğsümüze götürüp karşıdakini anlamaya hazırlanmalıyız. Orada bir süreliğine de olsa başkası gibi yürümeye, başkası gibi davranmaya hazır olmalıyız. Onlara katılmak için değil bu; onları anlamak için. Çünkü başkalarının dünyası, tıpkı Tuva Vadisi gibi mukaddes olmalıdır. Çünkü biz o dünyaya yaklaşmadan çok daha önce, Rabbimiz orada oldu. Biz başkalarını anlamaya çalışmadan önce, Rabbimiz onları yoktan yarattı, varlığa getirdi, rızık verdi, ihtiyaçlarını gördü, dualarını işitti. Hiç olmazsa, bizden önce onları anlayanı anlamak için ayakkabımızı çıkarmalı, elimizi böğrümüze götürmeliyiz.


“Annestezi”

Anneler yavrularının sancılarını dindirmek için ellerinde pek az şey olduğunu düşünürler. Aslında, ana yüreğinin aciz kaldığı böylesi anlar, ana yüreğinin eşsiz şefkatiyle her şeyi değiştirebileceği zamanlardır.

Araştırmalar müşfik bir ana öpücüğünün çocukta ağrı algısını azalttığına, annenin yavrusuna çektiği acıyı anladığını ve paylaştığını anlatan bu öpücüğün bir tür “anestezi” gibi etki ettiğine işaret ediyor.

Annelerin yavruları için yapabileceği bir tatlı öpücük gibi o kadar küçük ama o kadar etkili ve önemli şeyler var ki... Biz buna annenin yaptığı anestezi anlamında “annestezi” diyoruz. Siz dilediğiniz ismi verebilirsiniz.

Küçük ayrıntıların yavrunuzun hayatını bir ömür boyu etkileyeceğini hep hatırlayın lütfen.


“Şimdilik!”

Ünlü romancı DH Lawrence, “hiçbir şey için ‘bu benimdir’ deme!” diye uyarmıştı yıllar öncesinden. Sadece, “bu benim yanımdadır” dememize izin vermişti. Gerçekten de, varlığımızı zenginleştiren, yaşayışımızı derinleştiren ne varsa, hepsi hepsi zamanın akıcılığı içinde çürümeye, eskimeye, yitmeye mahkûmdur. Şu andaki hâli ne olursa olsun, üzerinde her zaman bir fanilik, geçicilik damgası taşır eşya ve insan. Buna göre, aslında hiçkimsenin “ben gencim” deme hakkı da yok gibidir; doğrusu, bulunduğu gün içinde “ihtiyar” diye tarif ettiklerinden biraz geç doğmuş olmasına borçludur gençliğini. Ne kadar genç olursa olsun, bir başka zamanın ihtiyarıdır her genç. Öyleyse ne gençliğinizle övünün, ne de yaşlıyım diye üzülün.. Sadece zamanın size ayrılan köşesinde şimdiki ünvanınız bu! Şimdilik! Sadece şimdilik! Gençlikse zaten geçecek, yaşlılık ise o da geçecek!


Sen ‘Sen’ Ol

Herkes biliyor ki:

Herkes için her şey olamazsın

Herşeyi bir anda yapamazsın.

Herşeyi mükemmel yapamazsın.

Herşeyi herkesten iyi yapamazsın.

Sen`de herkes gibi bir insansın.

O zaman:

Kim olduğunu bil ve öyle ol.

Senin için öncelikli olanı bil ve onu yap.

Güçlü yanlarını keşfet ve onları kullan.

Başkalarıyla rekabet etmemeyi öğren.

Çünkü hiç kimse “senin gibi” olmaya çalışmayacaktır.

Senai Demirci
 
Üst