Senai Demirci / Hem Cemevinde yeri var, hem camide..

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45

http://www.haber7.com/categories.php?cID=80431 Aralık 2010



“Adam” olmanın yolu hatasızlık değil. “Adam”ın ilki “Adem” de hata ile başlamış dünya kariyerine… Onu “Adam” eden, hatasızlığı değil; hatasını hata bilmesi. Hatasıyla insandır insan. İnsanın ihtişamı hatasında saklıdır.

Burada yazmak güzel. Bir o kadar da şaşırtıcı ve ürkütücü.
Bazen de hüzün veriyor. Hüznümün sebebi, yazılanların ancak polemik konusu olduğunda ciddiye alınması. Şaşırtıcı olan ise polemik olsun diye yazmadıklarımın-hatta polemik olmasın diye yazdıklarımın da- polemik konusu edilmesi. (Meselâ, yağmur’u heykelle kıyasladığım son yazım vardı ki, rahmeti anlatmak içindi, sadece rahmeti. Bir yağmur güzellemesi kemalist ve anti-kemalist tartışmalar arasında güme gitti.)
Ürkütücü olana gelince, yağmur ve rahmetle ilgili yazının başına benim o heykel detayını bilerek iliştirmemdi. İliştirmek zorunda kalışım. İliştirmeyi isteyişim; ürkütücü. Demek ki ben de kendimi reytinge kaptırmışım. Kaptırdığımı bilmeyecek kadar kaptırmışım hem de. Kapıldığını bilmemek kadar talihsiz bir kapılış yoktur. O zaman kapılıştan kurtaramazsın kendini.
Sadede geleyim: Bugün bana mahzunca bir soru soruldu. “Bazen kendime bakıyorum; ettiklerimi hatırlıyorum. Ümitsizliğe kapılıyorum. Ben nasıl bu halimle cennete layık görülürüm ki? Peygamberlerin yürüdüğü durakları nasıl adımlarım ki?” Kardeşime cevap vermedim, sadece bir soru da ben sordum.
Yıllardır içimde akıp durur şu cümle: “Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu saymasın kendini.” Bugünlerde, bir eğitim projesi kapsamında sıkça gittiğim cezaevlerindeki mahkumlar karşısında iyice iliklerime işliyor bu cümle. Konuşma yapmadan önce, hangi tür tutuklu ve mahkum olduğunu söylüyorlar bana. Katiller, hırsızlar, gaspçılar, kapkaççılar, cinsel suçlular… Karşımda sakince beni dinleyen yüzlerce adam. Bir “dışarıda”ki kendime bakıyorum, bir “içerdeki” adamlara… Kim bilir hangi öfke hançerinin ucunda, bir an kendilerini kaybedip katil oldular… Hangi sabır sınavını son anda kaybettiler kim bilir? Belki de onların kaybettikleri noktadan çok önce kaybedeceklerden biriyim ben? Kim bilir hangi yakıcı şehvet fırtınasına tutulup yüz kızartıcı bir tecavüzün ortasına sürüklendiler? Ya ben ne ederdim böyle bir durumda? Köşeye sıkıştırılmışken, duvara tırmanmaya zorlanmışken, öfke cinneti hücrelerimi ateş gibi yalayıp dururken, hemen parmağımın altında bir tetik hazır beklerken, ben, sen, biz ne ederdik? “Masum değilim” diyorum onlara. En iyi bildiğim, en emin olduğum cümle bu. Buraya yazışım da edebiyat olsun diye değil. “Evet, katil değilim, hiç adam öldürmediğim için değil, henüz sınanmadığım için.” “Hırsız değilim, bir şey çalmadığım için değil, çalmak zorunda kalacak çaresizlikle denenmediğim için.”
Sırf sınanmadığı için şimdilik masum olan ben nasıl sahiden masum olabilirim? Üstelik sınanmaların hepsi de suç işleme/işlememe eksenli değil. Kimsenin kınamayacağı işlerle bile sınanır insan. Herkesin alkışlayacağı, hayranlık duyacağı bir tercih de bir bıçak sırtına koyar seni. Bu konuda gizliden gizliye en az iki adama hayranlık duyarım. Birisi harbiliğine bizzat tanık olduğum Volkan Konak. Milyon dolarlık Cola reklamını tek kalemde geri çevirmesi muhteşem… Oysa, ne ayıplanacaktı ne de hakkı olmayan bir şeyi alacaktı. Ama “ilke”sinin yanında durdu Volkan Konak. Paranın sürpriz çıkışı, kaçımızın ilkeli duruşu için belirlediği gerekçeleri yerinden etmez ki? Sımsıkı dururken ya da öyle durduğumuzu sanırken, aniden esiveren sıcak şehvet rüzgârı vidalarımızı gevşetmez mi? Titremeye başlamaz mıyız cazip bir teklif karşısında? Oradan buradan yeni gerekçeler üretmeye yeltenmez miyiz? Helal olsun Volkan Konak’a. Birisi de Kenan Sofuoğlu… Kolay mıdır, eline düşüvermiş 800 bin TL’ye (eski hesap 800 milyar) bir çırpıda “haram”dır deyip arkasını dönmek? En azından, ara formüller ve nadir fetvalar arayacak kıvırtmalar yapmaya kalkışamaz mıydı? Ne bileyim; adının verildiği kurumlar gibi patika yollara paça sıvasaydı ya… Helal olsun delikanlı Kenan’a.
Doğrusu şu ki, sınanmamış insan çiğ insandır, kıvamını bulmamıştır. Hata ederek de olsa kıvamını bulana aşk olsun. Ayağı kayıp düşerek de olsa, dönene helal olsun. Başını duvarlara vurup da kendine gelene helal olsun. Sınanmamış adam, kalite kontrolünden geçmemiş araba gibidir. Düzgün duruşu şimdiliktir ve naylondur. Virajlarda savrulabilir, yokuşlarda fireni tutmayabilir, zorlanınca yoldan çıkabilir. Hata yapmamış adam rüzgâr yememiş, kış görmemiş ağaç gibidir. Dik duruşu sahtedir. Zorlanırsa dalları kırılabilir, yerinden oynayabilir.
***
Koca bir ömür bıraktım arkamda. Ellili yaşların eşiğindeyim. Bugün ölecek olsam, “olabilir!” denecek. “Üstü kalsın!” diyebileceğim kadar yaşadım. Mezar taşımda bundan sonra yazacak rakamlar kimseyi şaşırtmaz. Artık yaşamıyor oluşu kanıksanacak biriyim. Sorunlu bir çocukluk geçirdim. Derin yaralarım var. Bir çoğunu iyileştirmek bir yana, dokunamadım bile. Korkularım var. Önyargılarım var. Komplekslerim var. Kapris yaptığım, kalp kırdığım dönemler de oldu. Şöhretle sınandım; kaybettiğim günler oldu. Param bol olduğunda kaybettiğim sınavları parasız kaldığımda fark edebildim ancak. Pürüzsüz değilim. Arızalı yanlarım var. Çoğu zaman dağınık, bazen dağınığımdır. Nadiren dağıttığım olur. Ayağımın kayacağını bal gibi bildiğim alanlarım vardır. Suizanda bulunduğum, gıybetini ettiğim, helalleşmekten utandığım kardeşlerim var. Çok uzak gördüğüm günahların eşiğinde bocalarken buldum kendimi. Övgüler aldığımda, utanıyorum, çok utanıyorum. Alkış aldığımda iki türlü utanıyorum. Birincisi, zaten hak etmediğimi bildiğim için; ikincisi, alkış beklediğimi sandıklarını sandığım için.
***
Yetişkin ve günahları olan bir insanım. Öyle ki, bazen bana hayranlıkla bakan bir çocuğun masum gözlerinin içinde erimeyi delicesine istediğim oluyor. Geçmişimi üzerimden kirli bir elbise gibi sıyırıp yürümek istiyorum. Kulları şahit kılmak men edilmeseydi eğer, yaptıklarımın hepsini açıkça anlatıp başka kimsenin, ama hiç kimsenin benim hakkımda benim itiraflarımdan daha ayıplı ihbarlar yapamaz hale gelmesini isterdim. Hani bir sahabenin, Peygamber’den (asm) çok ciddi bir konuda çok ağır bir azar işittiğinde, “keşke o olaydan sonra Müslüman olsaydım!” deyişi var ya, ben de öyle haykırmak istiyorum. Öncesinde ve sırasında Müslüman oluşumdan utandığım isyanlarım var. Ama… Ama… Şimdi burada vazgeçilmez bir bedenin içinde yürüyor olmak vazgeçiriyor beni itiraftan. Son nefesin dibine kadar üzerine titrediğim itibarım tutuyor elimden itiraflarımın. Ben bana “sırdaş” olarak kalıyorum. Kendi içime kıvrılıyorum çaresiz. Aynadaki ben ve aynaya bakan ben karşılıklı susuyoruz, utana sıkıla.
Aynada gözlerinin içine baktığım adamı utandırıyorum, utanıyorum o adamdan. Gözlerimi kaçırıyorum gözlerinden. “Başka bir seçenek yok muydu ey Allah’ım” diyesim geliyor. Yaşadıklarımın hepsi kayıtlı, biliyorum. Musalla taşına sessizce bırakılsın diye beslediğim bedenime bakıyorum; yazık ettin diyorum. O cenazeye ettiğin kötülüğe bak; hiç acımadın mı? Hiç itirazsız toprağa konulacak yüzümü seyrediyorum; “olmadı!” diyorum. Topraklaşmasını kabul ettiğin yüze değdirdiklerine bak… Bir Yusuf kuyusu gibi geçmişe gömülü resimlerime bakıyorum; “ayıp ettin adama” diyorum. “Kolundan tutup nerelere sürükledin adamcağızı!” Hayıflanıyorum. Çok sık hayatı yeni baştan yaşasam dediğim oluyor. Ama olan oldu bir kere…
Diyeceğim o ki, “adam” olmanın yolu hatasızlık değil. “Adam”ın ilki “Adem” de hata ile başlamış dünya kariyerine… Onu “Adam” eden, hatasızlığı değil; hatasını hata bilmesi. Hatasıyla insandır insan. İnsanın ihtişamı hatasında saklıdır.
Hatasızlık iddiasında bulunmaktan daha büyük bir hata olabilir mi?
Bana o mahzun soruyu soran kardeşime sorduğum soru şuydu: “Peki, sen kendini cennete layık bir adam olarak mı görmek isterdin? ‘Tabii ki ben cennete layığım. Beni koymalılar Kevser havuzunun başına…’ diyorsan, asıl o zaman cennete layık görme kendini…”
Gelelim, bu yazının başlığına… Evet, bu bir veda yazısı. Baktım ki, yazıların başlığını hep ben “iç gıcıklayıcı” olsun diye koyuyorum. İyice kaptırmışım ya kendimi reyting kaygısına! Artık yazılarıma kendim başlık atmaya veda ediyorum. Bu işi son yazılarda benden iyi yapan Yaşar İliksiz kardeşime bırakıyorum. Günahı vebali Yaşar’a ait. Bu yazının başlığını da son kez ben atıyorum. Belki Yaşar değiştirmiştir. (Yukarıda “Bu bir veda yazısıdır” mı yazıyorsa, vebal benimdir.)


Yorumcu kardeşime peşin uyarı: Beni övüyorsan, beni Rabbim senden iyi biliyor. Övgünün ne kadarını hak ettiğimi O biliyor. Övgünü hak edecek hale getirir beni, inşaallah. Beni yeriyorsan, beni Rabbim senden iyi biliyor. Yerginin ne kadarını hak ettiğimi O biliyor. Yerdiğin kadar kötü olmama izin vermez, inşaallah
Senai Demirci - Haber 7
 

ahsensena

Paylaşımcı
Katılım
31 Ara 2010
Mesajlar
107
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Konum
bursa
Yorumcu kardeşime peşin uyarı: Beni övüyorsan, beni Rabbim senden iyi biliyor. Övgünün ne kadarını hak ettiğimi O biliyor. Övgünü hak edecek hale getirir beni, inşaallah. Beni yeriyorsan, beni Rabbim senden iyi biliyor. Yerginin ne kadarını hak ettiğimi O biliyor. Yerdiğin kadar kötü olmama izin vermez, inşaallah
emeğinize sağlık rabbim razı olsun
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Hem Cemevinde yeri var, hem camide..

Hem Cemevinde yeri var, hem camide..


Saat veriliyor tören için: 13.00. “Namazı müteakiben” kaydı yok. Hemen soracakların adına ben sorayım: Neden cami değil; Cemevi? Başkaları için başka türlü sormuşlar da vardır bu soruyu: Neden Cemevi değil de cami?

Kıvırcık Ali

Nasihat isteyene ölüm yeter.
Ölüden iyi konuşmacı yoktur.
Çünkü, ölünün içi dışına eşittir.
İçten konuşur.
İçinden geleni dışı perdelemez.
Sözü özü denktir.
Hal diliyle konuşur.
Hesabı kitabı sıfıra yuvarlamıştır.
Hiç hesapsız konuşur ölüm.
Bedeli ödenmiştir sözlerin.
Bir ömür tüketilmiştir uğrunda.
O sözlerin ardında niyet aranmaz.
Art niyetsizdir.
Bir şey istemek için konuşmaz ölü.
Sonrasında bekleyeceği bir menfaati yoktur ki.
Daha sonra isteyeceği bir şey kalmamıştır ki.
Sonrası olmayanın konuşması kadar güzeli var mıdır şu âlemde?

Kıvırcık Ali öldü.
İzin verelim o konuşsun.
Susturun şu geveze şehri.
Kapatın ağızlarını yarın hesabıyla konuşanların.
Yere atın akılları tutan slogan sözleri.
İçinde bir başka ajandayı yazanın “Allah seni inandırsın!”larına kulak asmayın.
“Bütün samimiyetimle söylüyorum”ları bir kenara bırakın.
Konuşma hakkı, yarınları tüketmiş Kıvırcık Ali’nindir.

Ali benim kardeşim.
Yüreğimin kuytularında söndürdüğüm sızılarımın dili Ali.
Ali benim haldaşım.
Susturduğum sancıların, unuttuğum çığlıklarımın habercisi Ali.
Ali benim yoldaşım.
Tökezlemelerimi, kayıp düşmelerimi bilendir Ali.
Benim kadar şaşkın, benim kadar aklı karışıktır.
Öldü Ali.
Şimdi ölümün sesidir Ali’nin suskunluğu.
Bugün gündemimizin başköşesine oturmak için canını ortaya koydu.
Bir hakkı vardı; işte onu da kullandı.
Dahası yok.
Bir daha konuşmayacak ki.
Kulak vermemek olmaz Ali’nin konuşmasına.
Onun adına “konuşma”yı, duyabildiğim kadarıyla fısıldamak istiyorum sevenlerine.
Varsa sevmeyenlerine de.

Kıvırcık Ali’nin cenazesi Cemevi’nden kalkıyor.
Saat veriliyor tören için: 13.00
“Namazı müteakiben” kaydı yok.
Hemen soracakların adına ben sorayım:
Neden cami değil; Cemevi?
Başkaları için başka türlü sormuşlar da vardır bu soruyu:
Neden Cemevi değil de cami?
Kıvırcık Ali’nin tercihi belli ki Cemevi.
Dediklerine göre kendisi yaptırmış Cemevini.
Ona “Sen Alevisin!” denilmiş aklı ermeye başladığında.
“Sünni değilsin; yerin Sünnilerin olduğu yer değil” diye telkin edilmiş.
Camii mi?
Birilerine göre “ötekilerin yeri” camii.
Sazını yeni tımbırdatmaya başlamış toy delikanlılara dendiği gibi.
Semaha kollarını yeni açmış hanım kızlara fısıldandığı gibi.
Ali’ye de öyle dendi.
Camii mi? Ötekilerin yeri.
Ezan? Bizden olmayanların sesi.
Beride de var böylesi sesler:
Falanca köy mü?
Sorma, uzak geç; uğrama.
Ezansızdır; namazsızdır, camisizdir.
Sakın ha!
Kestikleri yenmez.
Kız alınmaz, kız verilmez.
Bizden olmayanların köyü…
Cemevi mi?
Ötekilerin yeri.
Bugün cenazesi vardı Kıvırcık Ali’nin.
Alevi delikanlısı Ali Özütemiz’in cenazesi.
Tokat’ınTurhal’ında benim gibi türküler dinleyerek büyümüş hemşerimin cenazesi.
Hatırlatayım; cenazesi olanın tercihleri biter.
Öldüğü gün bir şey istemez insan.
İsteyemez.
Demek ki Ali iradesiz bulunacak Cemevinde
Başka birilerinin de iradesiz, istemsiz bulunması gibi camide.
Kıvırcık Ali’nin ilk iradesizliği değil bu.
Doğduğu gün de irade ortaya koyamadı.
Bir bebekken tercihte bulunamazdı.
Elinde değildi; bir Alevi köyünde doğdu.
Alevi ana babanın oğlu olarak açtı gözlerini dünyaya.
Doğar doğmaz karşı köyün büyüklerince “alevi” diye etiketlendiğini nereden bilecekti.
Karşı köyün bebeleri de farkında olmadan “Sünni” doğdular, öyle etiketlendiler.
İtiraz edebilirler miydi?
Ali ve yaşıtları bu ayırımla büyüdüler.
Bu ayırımı büyütenlerce büyütüldüler.
Cami ve Cemevi böylece ayrıldı birbirinden.
İşe bakın ki, ikisinin de anlamı “bir olmak” “birlik olmak” iken, ayrılmanın, bölünmenin, dağılmanın, ötekileştirmenin sembolü olageldiler.
Karşı köşelere kondular.
Oysa içindeki insanlar aynı.
Başka biçimlerde de olsa, amaçları aynı.
Cemevi dergâhtır; tarikat dergâhı.
Tıpkı dergâhlar gibi camilerin şubesi olarak doğdu.
Namazı sonrasında bir tarikat tercihi olarak gidilirdi Cemevine.
Tıpkı Mevlevihane’ye gider gibi.
Namazın yerine sema konmadığı gibi Mevlevilerce;
Semah da namaz yerine icat edilmedi Bektaşilerce.
Namazın üstüne semah yapılırdı.
Secdeyi müteakipti Bektaşi dergâhına gitmeler.
Camide yapılanın yerinde değil, yanında dururdu Cemevinde yapılanlar.
Ta ikisinin de içleri boşaltılıncaya kadar.
Ne cami hak ediyor içeriksizliği ne Cemevi.
İkisi de dolu olsaydı anlamca, ikisi de birbirine yakın olacaktı.
Sünni Senai de Alevi Ali de bu içeriksizliğin mağduru.
Anlamı olmayan her şey gibi siyasallaştı, tarafgirliğe indirgendi camii ve Cemevinin varlığı.
“Siz-biz” çekişmesine kurban edildi.
Oysa beraber söyleyip dinliyoruz türküleri, bak.
Ali ve ben sazın teli kadar biriz, birlikteyiz.
Bağlamanın sızısı kadar ortağız, halkdaşız, soluktaşız, gardaşız.
Acının aynı köşesinde sabahlıyoruz.
Hüznün aynı tarafında oturuyoruz.
Aynı sevincin ellerinden tutuyoruz.
Camiyi cem olmanın rakibi görenler Cemevini uzak köşeye itti.
Alevi köyünde doğmuşları camiye uzak görenler uzağa düşürdü Ali’leri.
Sünniliği “Sünni köyünde doğmuş”luk sananlar ötekileşirdi Alevi köyünde doğmuşları.
Ötekileştiren ne Sünni köyünde doğmuş Senai ne Alevi köyünde doğmuş Ali.
Başkaları…
Asıl ötekileştirmeyi hak edenler onlar…
Nedense, dünyada Müslümanlara uygulanmasından yakındığımız çifte standardı, bu topraklarda Alevilere uygularız.
Söz gelimi bir saldırgan Müslüman'sa, dinin adıyla anılır; “İslamî terörist”
Başka bir dindense, kendi adıyla anılır; “Yahudi, Budist, Şintoist, Hıristiyan, terörist” denmez.
Bu ülkede, Sünni köyünde doğmuşlar içinden de, Alevi köyünde doğmuşlar içinden de hata edeni çıkar elbet.
İnsanız hepimiz.
Ama hata sahibinin mezhebi nedense sadece Alevi köyünde doğmuşlar için anılır.
Oysa, hata her insanda olur, günah her köylüyü vurur.
Şaşılacak ne var bunda?
Namazını hakkını veremeyenler, oruca uzak duranlar her tarafta var.
Belki de namazsız, oruçsuz “Sünni”lerin sayısı, namazsız “Alevi”lerinkinden kat kat fazladır.
Ama niye namazsızlık Alevilere eşitlenir?
İnsan biriciktir.
Biricik olarak durur hataların ve sevapların ortasında.
Gider gelir.
Gidip gelebilmelidir de.
Geldiği gibi gidebilir de.
En günahkârımızın sevaba dönüşünü bekler Rabbimiz.
En faziletlimizi de şeytana uymama konusunda sıkı sıkı tembihler.
Erdemlilerin de ayağının kayabileceğini bilir Rabbimiz.
Bir hanım başörtüsüz de olabilir, başını örtüyor da olabilir.
Kime ne?
Başörtüsüz de Allah’a kul, başörtülü de.
Her ikisi de günaha ve sevaba eşit uzaklıkta.
Ayağı kayabilir her ikisinin de.
Ama birini şeytan birini melek ilan etmeler başörtülülerin ve başörtüsüzlerin işi değil.
Bağnazların işi…
Amigolaşmış akılların aceleciliği.
Söyleyin şimdi bana.
Ali nerede?
Cemevinde.
Ama camiye de uğrayacak, merak etmeyin.
Sözüm ona “Sünnilerin” bile birlikte görünmekten korktuğu başörtülü sunucularla birlikte göründü Ali.
Korkmadı da yüksünmedi de.
Alevi köyünün başörtüsüz kızları da dinledi Ali’yi.
Sünni köyünde doğmuş başörtülüler de sevdi Ali’yi.
Haşemalı hayranları da var Ali’nin, bikinilileri de var.
Var mı itirazı olan?
Sünni köyünde doğmuşlar kadar delikanlı ve Allah’a yakın Ali.
Onlar kadar şaşkın ve temiz yüreklidir Ali.
Alevi köyünde büyümemiş benim de Ali kadar kusurlarım ve günahlarım var.
Kusurların hepsini Alevi köyünde doğmuş Ali’lere yükleyip Sünni köyünde doğmuşları ne olursa olsun temize çıkarmak mıdır Sünnilik?
Üstü kalsın istemiyorum.
Sünnilik davası değil bu, kan davasıdır.
Sırf Sünni köyünde doğmuş diye Fatma’ları, Osman’ları, Ömer Faruk’ları, Zeynep’leri, Bekir’leri zalim Yezid diye etiketlemek midir Alevilik?
Üstü kalsın bunu da istemiyorum.
Alevilik değil bu; olsa olsa kin hesabıdır.
Ne cami özler bu böylesi Sünnileri, ne Cemevi bekler böylesi Alevileri.
Kıvırcık Ali, ne öylesiydi ne böylesi oldu.
Hem Cemevinde yeri var, hem camide..
Allah rahmet eyleye...

[FONT=&quot]Senai Demirci - Haber 7
[/FONT]
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
''Hür Adam Said Nursi'' hakkında yazılası 10 yazı

Hatasız kul olmaz. Hatasız film hiç olmaz. Hür Adam bir film. Sadece film. Said Nursi Hür Adam filminden fazlasıdır. Hür Adam filmini Said Nursi’yi konu alıyor diye aşağılayanlar ne kadar yanlış yapıyorsa, Said Nursi’yi Hür Adam filmine eşitleyenler de o kadar yanlış yapar.

1 Hür Adam bir film. Her film gibi bir film. Said Nursi’ye artı değer katamaz elbette ama seyircisine Said Nursi üzerinden artı değer kazandıracak bir film. Alkışı hak ediyor. Çünkü, suskun kalmış gerçek bir destanı cesurca seslendirdi. Çünkü, şimdi omuzları üzerinde yükseldiğimiz yürekli bir çabayı kaygısız akıp giden gündemimizin ortasına düşürdü. Çünkü, küllerini savurmakla yetindiğimiz baba ocağından bize bir köz sıcaklığı taşıdı. Bir epik filmden bekleneni yerine getirme çabası takdir edilmeli. Bir kez seyrettim, sıkılmadan bir daha seyrederim. Seyretmek isteyenlere tereddütsüz tavsiye ederim. Mehmet Tanrısever destek konusunda en azından benden emin olabilir!
2- Hür Adam filminin içeriği, tekniği ve gişe başarısı bir yana varlığı bile bir başarı. Böyle bir filmin varlığı, Said Nursi’nin varlığının altını çiziyor. Said Nursi’nin insanlık tarihindeki varlığı herkes için önemli ve öncelikli bir kırılmadır. Sessiz ve vakur bir direnişin, iman ve teslimden kök alan ihtişamlı bir dik duruşun adıdır Said Nursi. Kimsenin tekelinde olmayacak kadar evrenseldir bu duruş. Hiçbir cemaatin taraftarlığına hapsedilmeyecek kadar biriciktir. Sözün gücü karşısında, gücün sözünün kâr etmediğini somut biçimde görmek isteyen tüm ezilmişlerin ve ümitsizlerin göz aydınlığıdır Said Nursi. Vahiyle inşa edilmiş bir aklın varlığa b/akışın ete kemiğe bürünmüş halidir Said Nursi. Hür Adam filmi, bu gerçeğin işaret fişeğidir.
3- Said Nursi’nin asıl aksiyonu düşüncelerindedir. Said Nursi’nin içinde deli atlar gibi koşan ümitlerin ayak seslerini duymaya muhtacız. Sadrından satırlara akan o eşsiz tasavvur nehrinin çağıltısı katılaşmış kalplerin acil ihtiyacıdır. Kur’ân’ı bir varlık muştusu olarak gündeme taşıran aktif bir öznedir. Senaryo konusu değil, nice senaryoların yazıcısıdır. Bir bakış malzemesi değil, bin bakışın üreticisidir. Said Nursi’nin yazdıklarında dağlar yeniden dikilir, denizler yeni derinlikler bulur, kelebekler taze heyecanlarla kanat çırpar… Bir tanık olarak söylüyorum bunu. Çünkü ömrümü bin bir çileyle ama pırıl pırıl bir ümitle yazdığı satırlara adadım. Risale-i Nur’un şeffaf sayfaları üzerinden Kur’ân’la tanıştım, Peygamberlik nurunu hiçbir siyerin hissettiremediği orijinallikte hissettim. İslam tarihinin tüm birikimlerini anlayacak/anlatacak muhteşem bir bakış kazandırır eserleri. Geylani’yi, Mevlana’yı, Arabi’yi, Gazzali’yi, Rabbani’yi, Eflatun’u, Aristo’yu, İbni Sina’yı vs. yeni/den okursunuz Risale-i Nur’la. Hür Adam’da-beklediğim gibi-Said Nursi’nin fikirleri ve ümitleri değil, kişisel ve daha çok siyasal çabası öne çıkıyor. Hapiste ne kadar üşüdüğünden daha önemlisi, her ağır mahpusluktan hala daha hakkıyla anlamadığımız üç muhteşem tefekkür şaheseriyle çıkışını anlamaktır. Yemeğini farelerle paylaşmak zorunda kalan mahzun bir adamın, esmâ-i hüsna’nın en incelikli tefekkürlerini okyanus kenarında gün doğumunu seyrediyormuş keyfinde ortaya çıkarması hayrete değer bir senaryo konusu değil midir?
4- Said Nursi’yi Hür Adam filminin senaristlerinden daha yakın tanıyanlar biliyorum. Hakkıyla tanımayanların yaptığı Said Nursi filmindeki eksiklikler, Said Nursi’yi derinden okumayanların yazdığı senaryodaki kusurlar, Said Nursi’yi daha iyi bilen ve daha derinden okuyanların ayıbıdır. Mehmet Tanrısever elini taşın altına koyup bu filmi eksiğiyle gediğiyle yaptıysa, bu işi Said Nursi’yi Tanrısever’den daha iyi bilenlere sadece alkışlamak düşer. Şimdi “kul adam” Said Nursi’nin “kardeşlerinin meziyetleriyle şâkirane iftihar etmek” dediği ihlas düsturunu yaşama vakti. Mehmet Ağabeyimizin yaptığı filmi kendim yapmış gibi sahipleniyorum, şükrediyorum.
5- Hatasız kul olmaz. Hatasız film hiç olmaz. Hür Adam bir film. Sadece film. Said Nursi Hür Adam filminden fazlasıdır. Hür Adam filmini Said Nursi’yi konu alıyor diye aşağılayanlar ne kadar yanlış yapıyorsa, Said Nursi’yi Hür Adam filmine eşitleyenler de o kadar yanlış yapar. Hür Adam filmine gelen eleştiri ve tepkiler de Said Nursi’ye yönelik değildir. Said Nursi’yi sahiplenmek için de Hür Adam filmine sahip çıkmak zorunda değil takipçileri. Kendisinin bile taraftarlığa ve aşırı yüceltmeye konu edilmesini istemeyen Üstad, kendisi hakkındaki bir filme de talebelerinin amigoluğa varan düzeyde taraftar olmalarını istemez. Onlar pekâlâ biliyor ki asıl Said Nursi filmi yüreklerde satır satır oynuyor.
6- Hür Adam’ın çok farklı devirlerden geçmiş bir ömrü ortaya resmederken flash-back karmaşasına düşmesi anlayışla karşılanmalı. Hür Adam’ın her anı deli dolu fırtınalarla geçmiş, her duyuşu her deyişi ihtişam tablosu olmaya değer bir adamın diyaloglarını, olağanüstü olmayan bir oyunculukla ve seyirci üzerindeki duygusal etkisi baştan planlanmamış sahnelerle yer yer klişelere dökmesi ve karikatürleştirmesi de beklenmedik bir kusur değil. Kimi sade sahneler duyguyu başarılı bir biçimde aktarırken, duygusal olması hedeflenmiş kimi karmaşık sahnelerin montaj, kadraj, dublaj gibi sorunlarından dolayı altı boş kalmış. Allah’tan fırın çok, ekmek çok, iştah çok da, bu yolda daha çok fırın ekmek yemek yenmesi gerektiğini hatırlatmam insafsız bulunmaz herhalde.
7- Hür Adam filmi, bu konuda yapılacak filmlerin kapısını kapatmıyor. “İyi bir fikir” olarak, “daha iyi fikirler”in yolunu açıyor. Tanrısever’in “benim elimden gelen budur; siz daha iyisini yapın!” demesine bile gerek yok. Elinden gelen dilinden geleni söylüyor zaten. Bu yüzden bir an önce, filmi gösterimdeyken kendisini gösterimden çekmesini kardeşçe hatırlatmak isterim muhterem ağabeyimden.
8- Filmin içeriğine gelince: Senaryonun siyasi komploların fonunda ilerlemesi, çok yakın tarihte (ve devamında şimdi de daha incelikli yollarla) inananlara yapılan zulmün asıl öznelerini temize çıkarıyor ister istemez. Başkalarının komplolarına gerek yok; yapılanlar bizim bize yaptığımızdır diyebilmeliyiz. Yüzleşmeliyiz kendi kendimize ettiklerimizle. (Hatta bu konuda Hür Adam sıfatını Said Nursi kadar hak eden diğer büyüklerimizi de-M. Akif, Süleyman Hilmi Tunahan Efendi, Esad Erbilî, Gönenli, M. Sami Ramazanoğlu, Necip Fazıl vb.-çekmeliyiz ki, şimdi yaşadığımız kırık dökük hürriyetin bedelini yeni kuşaklar görsün) Senaryoda Said Nursi’nin ağzına Türklük lehine verilen sözler sahih değil. Sahih olsa bile, ana akım söylem içinde seslendirilmesi yerinde değil. Böylesi “oynamalar” biraz konjunktürel bir şartlanmanın ürünü, biraz da Said Nursi’nin Kürt oluşu gerçeğini savunma telaşıyla söylenmiş gibi.
9- Mehmet Tanrısever’in filmi için cemaatten destek, devletten takdir beklemesini yadırgadım. Sanatçı desteğini işinin kalitesine bağlar. Cemaatleri kaliteli üründen mahrum eden “cemaatin gazetesi/dergisi bu, abone olun!” anlayışı, bari sinemaya da bulaşmasın. Cemaatlerin onca içten çabalarına rağmen nitelikli eserler ortaya koymakta zorlanmaları, kabiliyeti değil mütekabiliyeti esas alan bu taraftarlık yapılanmasıdır. Sırf cemaat desteğine yaslanarak, kaliteli olmayan/olması beklenmeyen/olmak zorunda olmayan yayınlar nasıl çok sat(tırıl)ıyorsa, cemaat desteğine muhtaç gösterilen bir filmin de içi boş sanılabilir. Bir de hatırlatma: Tanrısever Hür Adam filminin yönetmeni diye Said Nursi uzmanı, Risale-i Nur sarrafı sayılamaz. Said Nursi hakkında fikir edinmek isteyenlerin önünde binlerce sayfalık kitap var. Ve herkese açık kitaplar. Ağabey onayı falan da gerekmiyor.
10 - Buraya kadar yazdıklarımı unutsanız da bunu unutmayın. Ben hiç unutmayacağım, inşaallah. Filme 13 yaşındaki oğlum Mustafa Ahmed ve 8 yaşındaki kızım Sueda Zeynep’le gittim. Mustafa Ahmed’in film çıkışında gözlerinden okuduğum hayranlığı ne kadar söz cambazı olursam olayım 160 dakikada oluşturamazdım. Şimdi “Üstad” derken, gözlerinin içi dolu. Yüreğiyle söylüyor Said Nursi adını: “Artık ben de karşılıksız bir şey almayacağım baba!” diyor. Namazları konusunda daha da ciddileşti. Sueda Zeynep ise “kendinize örnek olarak seçtiğiniz insanı araştırın ve yazın” ödevinin hep belletilen ismini değiştirdi: Hür Adam Said Nursi. Bir yazardan önce bir babayım; baba olarak bana bu kâr yeter. Bir sinema seyircisinden çok insanım. En azından bir geceliğine rüyalarımı Üstad’la geçirmek bana kâr olarak yeter. Bir senaryo yazarından önce bir Risale okuyucusuyum. Filmden sonra kırmızı kitaplara daha sıkı sarılışım bana kâr olarak yeter. Ellerine sağlık Mehmet Abi…


Senai Demirci - Haber 7
 
Üst