Yusuf’un Rüyası
Semih Kaplanoğlu’nun yönettiği Yusuf Üçlemesi’nin DVD seti içinde bulunan, “Yusuf’un Rüyası” başlıklı, Uygar Şirin’in Kaplanoğlu ile yaptığı nehir söyleşilerin olduğu kitap, bir sanatçının ruhunu, dürtülerini ve film yapma sebeplerini anlayabilmek için değerli bir kaynak olarak göze çarpıyor.
ENVER GÜLŞEN - ÖZGÜN DURUŞ
Semih Kaplanoğlu şu an Türkiye’nin en değerli birkaç yönetmeninden birisi. Hatta benim sinemadan beklediklerime karşılık vermesi açısından en değerlisi… Yusuf’un Rüyası, Tarkovsky’nin “Mühürlenmiş Zaman”; Bergman’ın “Büyülü Fener”; Kurosawa’nın “Kurbağa Yağı Satıcısı”; Bunuel’in “Son Nefesim” kitaplarındakine benzer şekilde, yönetmenin sineması ile onun dünya görüşü, yaşama biçimi ve diğer sanatlarla kurduğu ilişkiler üzerine düşünme şansı veriyor. Kitap, Uygar Şirin’in belirli bir sistematikle ördüğünü düşündüğüm soruları ve Kaplanoğlu’na kendisini geniş bir biçimde ifade edebilme şansı vermesi açısından, derinlemesine bir film felsefesi, metafiziği kitabı olarak da okunabilir.
Söyleşiler aynen Yusuf Üçlemesi’nin Yusuf için yaptığına benzer şekilde, Kaplanoğlu’nun “şairliğinin” gelişimini aktarıyor. Şairliği büyüdükçe, içi doldukça eğilen bir başak gibi, tevazua yaptığı yolculukta biraz daha yol kat eden bir yönetmeni okuyoruz kitapta. Söyleşiler, Ece Ayhan’dan Renè Guènon’a, İbn Arabî’ye, Mevlana’ya, Dante’ye, Tarkovsky’ye, Tsai Ming Liang’a, Kiarostami’ye bir şairin ruhunu kanatlandırıp uçuran ve kendi kanatlarıyla uçmasını sağlayan insanların bir resmigeçidi aynı zamanda.
Ece Ayhan’ın, yaşam biçimi ve şairli açısından Kaplanoğlu sinemasında nasıl bir önem arz ettiğini yönetmenin kendi dilinden öğreniyoruz. Gelenekselcilerin, Semih Kaplanoğlu’nun hayatı ve sinemasında nasıl bir dönüşüme sebep olduğunu okuyor ve yönetmenin, manevi gerçekçilik adını verdiği sinemasının yapı taşlarını nasıl oluşturduğuna şahit oluyoruz.
“Ve aslında bugün hayatımıza şiirin aynasından bakamadığımız için derinleşmek, durduğumuz zemini anlamak konusunda biraz zorlanıyor olabiliriz.” Kaplanoğlu kendi sinemasıyla, gerek Türk şiirinin, gerek dünya şiirinin ustaları arasında kurduğu bağı bu sözlerle ifşa ediyor. Şairane yaşamayı unutan insanlığın en fazla ihtiyaç duyduğu şeyin ne olduğunun farkında ve sinemasını bu farkındalık üzerine kuruyor. Sanatın ana kaynağını şiir olarak gören Kaplanoğlu “şiirin süzgecinden geçmemiş, şiirin matematiğinden ve geleneğinden kopmuş bir sinemanın, resmin, tiyatronun kalplere ve bu coğrafyanın insanlarına pek fazla sirayet edemeyeceğini” ifade ederek, gerek dünya sinemasında, gerekse de Türkiye sinemasında en hayati eksikliği gösteriyor. Sinemanın, şiirden hareketle, bayağılaşan görselliğe ve kendi deyimiyle görüntünün majör diline karşı çıkabilecek en önemli araçlardan birisi olduğunu ifade ederek, kendi sinemasının kökenini ifşa ediyor.
Semih Kaplanoğlu, söyleşilerde Yusuf Üçlemesi’ndeki her aşamanın oluşum sürecini ve bu sürecin kendi dünya görüşü ve şiirsel kavrayışı ile nasıl inşa edildiğini anlatıyor. Hakikat yolunda yürümeye çalışırken, modern sanatçının kibirli tavrından uzaklaşıp, geleneksel sanatçı-bilgenin tevazuuna yaklaştığını söyleşilerdeki izleri takip ederek anlamak mümkün… “Hayatta hiçbir şey çok önemli olmamalı, film yapmak bile çok önemli olmamalı. En önemlisi O’nun rızası için çaba göstermek olmalı. Ve bu ancak ‘aşk’ ile olmalı. O zaman başka tür bir öncelikler sırası oluşmaya başlıyor.”
Kitapta, özellikle Meleğin Düşüşü filminin DVD’sinde de bulunan bir söyleşisindeki “görünümünün” oldukça kibirli olduğunu düşündüğünü kendi ifadeleriyle okuyoruz. Kibrinin farkında olan kişidir kibrinden kurtulmayı becerebilecek olan! Kaplanoğlu o kibirli anlarını, insanın aczine bağlıyor ve bu kibri aşabilecek yolu kat edebilmenin kendi hayatı için birinci öncelik olduğunu hissettiriyor. “Kibir orada duruyor hala, tekrar gösterebilir kendini, bütün mesele onunla mücadele etmek. Hatta buna değişim değil, hakikate giden yol dememiz lazım”
Bir şair nasıl ortaya çıkar? Şiirsel bir hayat kavrayışı, bir sanat dalında şairlik olarak nasıl kendini gösterir? Bu soruya, Kaplanoğlu’nun kendi hayat çizgisi ile birlikte Yusuf Üçlemesi cevap vermeye çalışıyor. İnsan en büyük bilmece ve o bilmecenin yapı taşlarını, geçmiş, bugün, gelecek, hayaller, inançlar oluşturuyor. Kaplanoğlu kendi bilmecesini çözmemize elbette tümüyle izin vermiyor. Ancak, bir sanatçının şair olarak portresini az çok zihnimizde canlandırabiliyoruz. Şair bakışının, sinemada, kurguya, mizansene, kamera açılarına, planların uzunluk kısalığına vs. nasıl bir anlam yüklenerek oluşturulduğunu “Yusuf’un Rüyası”nda Tarkovsky’nin “Mühürlenmiş Zaman” kitabındakine benzer bir biçimde şahit oluyoruz.
Kaplanoğlu, yolculuğunun kökünü şiirde, gövdesini dünya görüşünde, yapraklarını estetik anlayışında ve meyvesini ise peşinde olduğu hakikatte görünür kılıyor. Hakikat sineması böyle inşa ediliyor. Cansız bir bina gibi değil; bir ağaç gibi… Ölen, yeniden doğan, yeşeren, meyve veren ve tekrar ölen bir ağaç gibi... Bu yüzden Kaplanoğlu sineması canlılığını hiç yitirmeyecek gibi görünüyor.
“Filmlerin insanların içinde var olan nüveyle köprü kurabileceğine inanıyorum. Sanatın yükseltici olması gerektiğini düşünüyorum. Fıtratımız gereği, aşağı çekici olmamalı. Tanrı’dan üflenmişse ruhumuz, ben alçaltıcı bir şey yapamam. Beşeri ilişkilerimde de yapamam, film çekerken de yapamam.” Semih Kaplanoğlu sanatın amacını ve film yapma sebebini adeta bu sözlerle özetliyor. Yükselmeye hizmet etmek! Bodrum katlarına mahkûm olmuş ve oralarda debelenmeyi marifet sayan dünya sinemasının kahir ekseriyetindeki eğilime rağmen, tam tersi bir istikameti gösteriyor Kaplanoğlu, aynen dünya sinemasının mücevheri Tarkovsky gibi... Ve kendi hakikat yolculuğunun azığını oldukça zengin bir birikim üzerinden oluşturuyor. Şiir, resim, edebiyat, din…
Ben Kaplanoğlu sinemasının son derece sahih bir hakikat yolu üzerinde yürüdüğünü düşünüyorum. Söyleşiler, bu sahih yolun hangi çabalar, acılar, mutluluk ve arayışlar üzerine kurulduğunu gösteriyor. Dünya sinemasının önümüzdeki beş on yıllık zaman sürecinde en büyük birkaç yönetmeninden birisi olabilecek bir şaire şahit oluyoruz bence. Hayat ve sanat anlayışında şairce bir “görü” oluşturmayı önemseyen herkes için oldukça değerli bir kitap “Yusuf’un Rüyası”.