islamveinsan
Doçent
Muhterem Efendim,
Son yıllarda ülkemizin gündemini işgal eden ve başlangıçta masum adımlar olarak görülen “dinlerarası diyalog ve hoşgörü” hareketinin bugün geldiği noktayı, küreselleşen dünya konjonktürü içerisinde değerlendirdiğimizde; o adımların bizi, Avrupalılar tarafından geçen asrın başında Sevr Muahedesi ile memleketimize ve milletimize çizilen kadere yaklaştırmakta olduğunu görüyoruz. Resmî ve sivil pek çok kuruluşun dahi böyle bir harekete katılmış bulunması, kitlelerin direncini kırması cihetiyle sorunun ağırlaşmasına sebebiyet vermektedir. Halbuki, bu millet ve bu ordu, bin sene Kur’an’ımıza hizmet etmiş, o kutsal davanın bayraktarlığını üstlenmiş, üç kıtada diğer Müslüman kavimlere de ağabeylik yapmıştı. Elbette bu ülkenin hamiyetli evlatları böyle bir kötü gidişe daha fazla sessiz kalamazlardı. Nitekim, münferid veya toplu karşı çıkışlarla bir tavır alış başlamıştır. Milletin istikbalini ilgilendiren böyle mühim bir meselede karşı tavırla ortaya çıkılınca, evvela yığınakta hata yapılmaması elzemdir. Strateji doğru tespit edilmeli, kullanılacak deliller isabetli seçilmelidir. Kur’an’ımızı, inancımızı ve vatanın bölünmez bütünlüğünü tehlikeye sokmakta olduğu artık çıplak gözle de görülen “dinlerarası diyalog ve hoşgörü” yanlışına tavır alanların ortaya koyduğu mücadele tarzı ise, kullanılan delillerdeki yanlışlık sebebiyle daha başlamadan yara alıcı ve neticesiz kalmaya mahkûm olucu bir manzara arz etmektedir.
Binaenaleyh, Allah rızasını kazanmayı hedef almış ve Kur’an’dan sonra milletimizin yüce menfaatlerini her şeyin üstünde görmek durumundaki bir ülke aydını olarak, yığınaktaki hatayı haber vermeyi bir vatan borcu telakkí etmekteyim.
Diyalog cephesinde görülenlerin başında dindar kesimden kendisine “Nurcu” denilen kişi ve grupların bulunması, bu hataya karşı tavır koyanların da ister istemez onları hedef almalarını netice vermiştir. Bu yönüyle tamamen isabetli görülen bu tavır alış, bu yanlışın Risâle-i Nûr müellifi Bediüzzaman Said Nursî’den kaynaklandığı sanılarak o zata da hücum edilmesi cihetiyle bir başka yanlışla mesnetsiz bırakılmaktadır. Milletimizin başına gelmesi kaçınılmaz olan felaketi önlemede mühim bir yer tutan “dinlerarası diyalog ve hoşgörü planına karşı çıkış” hareketi, bütün hayatı ve fikirleri yazılı kaynaklarla ve devletin arşivleriyle tescil edilmiş, bir yanlışı görülememiş o İslam âlimine de hücum edilmek suretiyle doğmadan ölmeye mahkûm edildiği gibi; böyle ciddî bir mücadelede millî menfaatlerin yanında olması gereken, aynı zamanda Said Nursî’yi bir İslam Müceddidi olarak bilen ve inanan taban kitlelerin, karşı hareketin kullandığı bu yanlışa tepki göstererek uyanamamalarını da netice verecektir. Üstelik bütün Doğu ve Güneydoğu ahalisi ve ulemasının Bediüzzaman’a sonsuz itimat ve hürmetleri vardır. O zata böyle mesnetsiz hücum edilince onların da millî birliğe dahil edilmesi önlenmiş olmaktadır. Diyalogcu-ların ise Bediüzzaman ismini istismar ederek taraftar topladıkları unutulmamalıdır. Niyeti elbette “üzüm yemek” olan ve bunun için de millî birliği sağlamak durumundaki vatansever tepki hareketinin başarıya ulaşmasını isteyen bir şahsiyet olarak, “bağcı dövmek” anlamına gelen bu yanlışın daha işin başında gündemden çıkarılması gerektiği kanaatindeyim. Bu kanaatimin gerekçelerini biraz genişçe açmak istiyorum.
Bugün artık herkes tarafından bilinen bir gerçektir ki; bütün dünya bir azınlık çetesinin kontrolü altına girmiştir. “İlluminati” ismiyle bilinen bu gizli örgüt hakkında pek çok eser kaleme alınmıştır. Konunun kompetanlarından Texe Marrs, adı o sembol ismi taşıyan kitabının Türkçe baskısı için yazdığı girişte şöyle diyor:
“Söz konusu komployu yürüten elit tabakanın nihaî hedefi, başkenti Kudüs olacak bir dünya hâkimiyeti kurmaktır. İlluminati’nin arkasındaki beyinler, Büyük İsrail’lerinden, Türkiye’yi ve tüm dünyayı hâkimiyetleri altına almanın planlarını yapıyorlar. Söz konusu elit, gizli gündemlere sahip on acımasız adamdan oluşuyor. Kendilerinin de yarı-tanrı statüsünde olduklarına inanan bu karanlık niyetli tipler, şeytanî ‘Güçler Tanrısı’ndan başka hiçbir şeye tapmıyorlar. Bunlar, on yıllardır, tüm özgürlüklerin yeryüzünden silineceği o güne hazırlanmak için ellerindeki tüm malî ve politik gücü seferber etmiş durumda. O lanetli gün gelip çattığında, üstün liderlerinin, dünyanın tahtına oturacağından emin görünüyorlar.”
“Komplonun iç çemberi olarak isimlendirdiğim bu kişiler, sahip oldukları hânedanlıklar ve servetle, şeytanî güçlerini sergilemekten kaçınmıyorlar. Komplonun lider kadrosu, New York, Washington ve diğer Avrupalı başkentlerde faaliyet gösteren gizli cemaatleri kullanıyor; kendilerinin ‘Olağanüstü Çalışma’ olarak isimlendirdikleri, dünya üzerindeki tüm erkek-kadın ve çocukların köleleştirilmesi hedefine ulaşmak için çalışıyorlar. Daha kötüsü, gerçek yaratıcının yeryüzündeki tüm izlerini silebilecekleri gibi yanlış bir hayalin peşinde koşuyorlar.”
“İlluminati’nin karanlık beyinleri, Türk milletinin anahtarını ele geçirebilirlerse, sadist ve açgözlü hedeflerine ulaşma yolunda uzun bir mesafe katetmiş olacaklar. Tamamen kontrolleri altına alamadıkları bir Türkiye, bu misyonlarını imkânsız hale getirmese bile, şüphesiz ki, bir hayli zorlaştıracaktır. Bundan dolayı, önümüzdeki günlerde, bu karanlık karakterlerin, Türkiye’yi de etkileri altına alabilmek için daha fazla gayret göstereceklerini tahmin edebiliriz. Çünkü, Türkiye’nin de fethedilmesi gerektiğine inanıyorlar. Mümkünse sinsi komplolarla, ekonomik yıkımlarla ya da gerekirse kaba güç kullanarak.” (age, s.8-9)
Daha geçen asrın başında bu tehlikeyi fark eden Said Nursî, o gizli çeteyi, “Otuz-kırk seneden beri ecnebi hesabına, küfür ve ilhâd nâmına bu milleti ifsat ve bu vatanı parçalamak fikriyle Kur’an hakíkatine ve iman hakíkatlerine her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsat komitesi” (Şuâlar, 12.Şuâ) cümleleriyle fikren teşhis ederek, “zındıka komitesi” tâbirini kullanmıştır. O menhûs hedefine ulaşabilmek için yaklaşık iki yüz elli senedir çalışan bu komitenin ülkeler içindeki gizli-açık cemaatleri kullandığı da bir gerçektir. Teessüf edilecek husûs ise, o gizli hareketi ve ona dayanarak temeli 1965’lerde atılacak diyalog ve hoşgörü hareketini zamanında fark ederek, “Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-i diniyyede müsâmaha veya muvâsalayı temîn edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer boğulursunuz” (Mesnevî-i Nûriye, Habbe, s.115) gibi ifadelerle kendi çapında tavır alan Bediüzzaman’a ülke ilgililerinin kulak vermemesi yanında, kendisini o zata nispet eden cemaatlerin dahi o ecnebi komitenin vatanımızdaki en tesirli silahlarından birisi olan “dinlerarası diyalog” seline kapılmalarıdır.
Aynı komite, kendisini teşhis eden Bediüzzaman’ı affetmemiş, nüfuzlu adamları vasıtasıyla o zata dünyayı zindan etmiş, kendi adamlarını yanına yerleştirmek suretiyle eserleriyle oynamış, yine cemaat içine parmak sokmak suretiyle bugünkü “diyalogcu” kitleleri elde etmiştir.
Bediüzzaman ise, kendi vatanında engizisyon zulmüne maruz bırakıldığı İnönü’nün Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı devrinde kendisine revâ görülen “hapisler, sürgünler, işkenceler, tarassutlar, zehirlemeler” karşısında dahi bir kere bile kendi devletini itham etmemiş; hep o “zındıka komitesi” dediği gizli dünya çetesini hedef göstermiştir. Başkenti Kudüs olacak bir dünya hâkimiyetine, yani meşhur ismiyle “Arz-ı Mev’ûd” hayalini gerçekleştirebilmek için “Türkiye’nin de fethedilmesi” gerektiğine inanan o gizli dünya çetesi, geçen asrın başında Sevr planı ile elde edemediği o fethe, başta “dinlerarası diyalog” masalı olmak üzere çeşitli oyunlarıyla bugün hayli yaklaşmış gözükmektedir. “Dahilî ve haricî bedhahlar” bu oyunu bilerek çabuklaştırmak isterken, kendi grup liderlerinin beyin yıkaması neticesinde gerçekleri göremeyen avam tabakası da aynı oyunda kullanılmaktadır.
Bu ülkenin, Kur’an, hadis, fıkıh mezheplerine bağlı ve Bediüzzaman’ın Kur’an tefsirleri olan eserlerinden de istifade eden Müslüman aydınları olarak bu tehlikeli gidiş karşısında üzerimize düşeni yapma niyetiyle hazırladığımız eserleri neşrederek; Kur’an, Bediüzzaman ve eserleri üzerinde oynanan kirli oyunları, İslam’ın temel bilgileri ışığında ortaya koymaya karar verdik. Bediüzzaman’ın “birinci talebesi” olan merhum Albay İbrahim Hulûsi Yahyagil’in rahle-i tedrisinde yetişmiş bir ilim heyetinin kontrolü altında eserleri şerhe, İslamın temel bilgileri ve Risale-i Nûr hakíkatleri ışığında “dinlerarası diyalog ve hoşgörü” isimli oyunun da kökten yanlış olduğunu anlatan yeni çalışmaları neşre başladık. Bu eserlerin birisinden alacağım şu nakil, Texe Marrs’ın ifadesi ile esasta örtüşmektedir:
“Yaklaşık iki yüz elli seneden beri bütün dünyada dinsizliğe revaç veren ve temelde 300 kişiden oluşan ecnebi gizli bir komite vardır ki; dünyaya hükmeden bu gizli komite, İslam’ın nûrunu âlemde söndürmek için her türlü fitne kaynaklarını işletmektedir. İşte bu gizli komite, Kur’an ve sünneti tahrif etmeye çalıştıkları gibi; Kur’an’ın etrafında çelikten bir sur olan Risâle-i Nûr’u da tahrip etmek ve dolayısıyla din-i İslam’ı bozmak ve Müslümanları hâkimiyetleri altına almak için, üstat Bediüzzaman’ın bazı mücmel ifadelerini ve eski makalelerindeki bazı mücmel cümlelerini, maksadının haricinde bâtıl tevillerle tevil ederek, bu tevilleri âlem-i İslam’ın içine atmışlardır. Ehl-i iman da bazen bilmeyerek bu gibi yanlış tevillere kapılıp iman noktasında zaafa düşmektedirler.”
“Evet, bu bozucu teviller, her ne kadar iman ehlinin ve bazı Risâle-i Nûr talebelerinin dillerinde dolaşsa da bunun asıl kaynağı hariçte ve ecnebiler içindedir.” “Geçtiğimiz asırda İngiliz Sömürgeler Bakanı’nın, ‘Ya bu Kur’an’ı kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız’ dediği gibi; geçtiğimiz günlerde Orta Asya’ya, özellikle Türkiye’ye gelen ve Amerika hesabına teftiş yapan bir ecnebi siyasînin, medyaya da akseden,‘Müslümanlara hâkim olmak için İslamiyetsiz bir Müslümanlık ve Risâle-i Nûr’suz bir
Nûrculuk ihdas etmemiz lâzımdır’ diye verdiği rapor da bu iddiamızı tasdik etmektedir.”
(Reddü’l-Evhâm, 4/15)
Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki, gizli dünya çetesini vaktinden önce teşhis eden Bediüzzaman’ın eserleri üzerinde oynanarak hem o zattan intikam alınmakta, hem onun ekolüne mensup olanlar saflıklarından istifade edilerek kullanılmakta hem de uyanık vatanseverler nazarında Bediüzzaman ismi kötülenmiş olmaktadır. Bu oyunun içinden Bediüzzaman ve İslamiyetin hakíkatlerine zerre kadar ters bir noktası bulunmayan eserleri çıkarılmalı; kendilerine o zatın mensubiyeti maskesini takarak o ecnebi komitesinin oyuncağı olanlar tespit edilmeli; tehlikelerden habersiz tabandaki avam tabakası ise ürkütülmeden uyandırılmalıdır.
Şuurlu vatanseverlerin yanlış bilgilenme sonunda hücum ettikleri Said Nursî, hayatının ve eserlerinin de şehadetiyle, İslam dininin temel esaslarından zerre kadar ayrılmamış, taviz vermemiş, verenlerle de yollarını ayırmıştır. Daima Müslümanların birlik ve bütünlüğünün yanında olmuş, o birliği bozucu hareketlerin karşısına dikilmiştir. O ecnebi zındıklar komitesinin içimizdeki uzantıları tarafından korkunç baskılara uğratılmasına, hayatının çekilmez hale getirilmesine rağmen bu ülkeden ayrılmayı düşünmemiştir.
Osmanlının son devir meşhurları yanında, İstiklal Harbi günlerinin bilinen isimlerinden Başbakan Rauf Orbay, İçişleri Bakanı Dr.Adnan Adıvar, eşi Halide Edip Adıvar, Millî Eğitim ve Sağlık Bakanlarından Dr.Rıza Nur, Milis Kumandanı Çerkez Ethem, İstiklal Marşı Şairi ve Burdur Milletvekili Mehmed Âkif gibi isimler dahi ülke dışına çıkmaya mecbur olmuşlarken; nüfuzlu dostlarının yurt dışına çıkmasını teklif etmeleri üzerine Bediüzzaman, “Hicaz’da da olsaydım buraya gelirdim!” diyerek bu millete bağlılığını fiilen göstermiştir.
Böyle bir zat hakkında bilgisizce hücum edilirken “İngiliz ajanlığı” gibi vicdanları sızlatan bir ifadenin de kullanılması, mühim bir vazife üstlenmiş kişilerin haklı iddialarını da mesnetsiz kılmaktadır. Geçen asrın başında Mütâreke İstanbulu’nda yaşamış ve “İngiliz Muhibler Cemiyeti” azası olan, başşehri işgal etmiş İngiliz kuvvetlerine “ajanlık” da yapan bir “Said Molla” vardır; ama aynı tarihlerde bütün gücüyle işgale karşı çıkan, kellesini koltuğuna alarak “Hutuvât-ı Sitte” isimli İngiliz karşıtı ve Anadolu Harekâtı’nı destekleyen eserini yazarak dağıtan Bediüzzaman’ın, Said Molla ile adından başka benzerliği yoktur. Bediüzzaman’ın aynı Mütâreke günlerinde kaleme aldığı şu ifadesi delil olarak yetmez mi:
“Bil ki! Muhakkak kâfirler, bilhassa Avrupalı olanları, bâhusûs İngiltere şeytanları ve Fransa iblisleri, Müslümanların ve ehl-i Kur’an’ın ebediyyen şiddetli düşmanları ve inatçı hasımları-dır. Çünkü, muhakkak ki, Kur’an, Kur’an’ı ve İslam’ı inkâr edenlere ve onların deleri ve babalarına da ebedî idam cezası ile hükmetmiştir. Onlar için ebedî idam mahkûmiyeti ve cehennemde ebedî hapis cezası Kur’an-ı Hakîm’in nasslarıyla sâbittir. Ey Kur’an ehli! Size ebediyyen dost olmayacak ve sizi ebediyyen sevmeyecek olanları nasıl dost tutarsınız? Sadece, ‘Allah bize yeter! O ne güzel Vekîl’dir; O ne güzel Mevlâ ve ne güzel Yardımcıdır!’deyiniz!” (Arabî Mesnevî-i Nûriye, s.80-81)
Birinci Cihan Harbi’nin başlaması ile birlikte -ehl-i ilmin harbe gitme mecburiyeti olmadığı halde- talebelerini de alarak “Milis Kaymakamı”, yani “Yarbay” üniformasıyla Pasinler Cephesi’nde bizzat harbe katılan Bediüzzaman; Bitlis’te yaralanarak Ruslara esir düşmüş, Kosturma şehrinde uzun müddet esarette kalmış, sonra firar ederek İstanbul’a dönünce de o günkü Genelkurmay Başkanlığının teklifiyle Osmanlının en yüksek din akademisi olan “Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye” âzası yapılmıştır. İstanbul işgal edildiğinde ise anılan mücadeleyi vermiştir. Kuvâ-yi Milliyye’nin Anadolu harekâtına bütün gücüyle destek vermiş, onlara “terörist” damgası vuran fetvaya karşı fetva vererek o hareketin “cihad-ı dinî” olduğunu haykırmış; o yüzden de Ankara hükûmetinin ısrarlı davetleri sonunda yeni başşehre gelerek Büyük Millet Meclis’inde kendisine “hoşâmedî” yapılarak kürsüden dua ettirilmiştir. TBMM zabıtlarında bu gerçek mevcuttur. (TBMM Zabıtları, 9 Kasım 1922)
Böyle bir zata mesnetsizce “ajanlık” isnadında bulunulunca, diyalogculara karşı haklı çakışlar da mesnetsiz sayılarak hareketin tesiri kırılmış olur. İngiliz ajanı Said Molla ayrıdır, Kuvâ-yi Milliye destekçisi Bediüzzaman Molla Said ayrıdır.
Bütün hayatı boyunca dış müdahalelere karşı çıkmış olan Bediüzzaman, kendisine yapılan onca baskıya ve dahilde İnönü’ye muhâlefetine rağmen, İsmet Paşa’nın İkinci Dünya Savaşı’na katılmama kararını desteklemişti. Bu harbin, ülkedeki despotizmden kurtuluş için bir fırsat olduğunu söyleyen ve harbin iki kutbundan birisine ve bilhassa Almanya’ya taraftar olunmasını isteyen dostlarını ise reddetmiş; “Biz, ferah ve sürûr ve fütuhât isteriz, fakat kâfirlerin kılıncıyla değil! Kâfirlerin kılınçları başlarını yesin; kılınçlarından gelen fayda bize lazım değil!” (Lem’alar, 16.Lem’a, s.155) diyerek, vatana girecek yabancı güçlere yardımcı olunmasına, talebelerinin Almanya veya ABD safında çarpışması için gitmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Sonraları bu tavrı dahi yanlış yorumlanarak istismar edilmiştir.
Bediüzzaman’ın askerlik mesleğine karşı çıktığını ve talebelerini askere göndermek istemediğini iddia etmek ise, tarihî gerçeklere karşı bir bühtandır. 1.Cihan Harbi’nde İngiliz-Fransız-İtalyan ve Rus ordularına karşı savaşan Osmanlı ordusu bünyesinde “Milis Yarbayı” olarak bizzat çarpışan, üstelik aynı harpte beş yüz talebesini şehit veren bir zata böyle bir ithamda bulunmak mesnetsizdir. Çevresindeki has talebelerin başında, Albay Hulûsi Bey, Binbaşı Asım Bey, Yüzbaşı Refet Bey, Yüzbaşı Mehmet Kayalar Bey gibi askerlik mesleği mensubu olanlar bulunmaktadır.
Bütün bu gerçeklere rağmen, kendisine “Nurcu” denilen ve Bediüzzaman’a nispet edilen grupların ekserisinin bu “dinlerarası diyalog ve hoşgörü” yanlışına düşürülmüş ve “AB taraftarı” yapılmış olması çok ibret verici bir gerçektir ki; o istikametli çizginin bu gruplarda muhafaza edilmediğini görüyoruz. Yazının girişinde zikrettiğimiz o ecnebi zındıka komitesinin ülkemizde nasıl faaliyet gösterdiğinin en çarpıcı örneği de bu olsa gerektir.
Daha Bediüzzaman’ın vefatından önce o gizli ecnebi komitesi elini sokarak kendi adamlarını “hizmetkâr” adı altında yakınına yerleştirmiş; hatta o zata zehir verenlerden birisi yıllar sonra “abi” nâmıyla cemaat içine sokulmuştur. Vefatından sonra ise çeşitli maslahatlar üretilerek eserlerde oynama yapılmış, ana kitlenin merkez sağ partilere yönelerek politize olmaları sağlanmış, İslam yerine bugünkü ABD ve AB sempatizanlığını netice veren demokrasi fikri beyinlere oturtulmuştur. İslam’ın ana kaynaklarından koparılmış bozuk tevillerle yeni çığırlar açılmış, uzun yıllar din eğitimi alamamış cahil kitleler de bu oyunun farkına varamamıştır. Bediüzzaman’ın gerçek talebeleri olan Albay Hulûsi Bey, Mehmet Feyzi Efendi, Hüsrev Efendi hakkında ise yalan ve iftiralar uydurularak yeni müntesiplerin o zatlara ulaşması engellenmiştir.
Bugünkü gelinen noktaya baktığımızda, “Bediüzzaman ayrı-Nurcu denilen kesimler ayrı” gerçeğini üzülerek görüyoruz. Çalışmaları artık o gizli ecnebi zındıka komitesinin nâmına geçen bir hareketin Bediüzzaman’la alakası olmamak gerektir. Şuurlu vatanseverlerin bu ayırıma dikkat etmeleri, Bediüzzaman ve Kur’an tefsiri olan eserlerini bu oyunun içinden çıkararak sadece yanlışa taraf olanları hedef almaları elzemdir.
Said Nursî, son nefesine kadar Kur’an’a hizmet hedefinden sapmamıştır. Milletin selameti için her hakarete katlanmış, ama bütün suçu o gizli zındıka komitesine vermiş ve devlet ilgililerinin iğfal edildiğini söylemiştir.
Binaenaleyh, ülkemizi ve milletimizi Sevr batağına düşüreceği kesin gözüken “dinlerarası diyalog ve hoşgörü” hareketine karşı tavır almak, her şuurlu vatanseverin dinî ve millî borcudur. Bin sene Kur’an’a bayraktarlık yapmış bu ordunun şerefi Kur’an’ladır; yine o şerefe sahip çıkmalı, bin sene başarıyla yürüttüğü hizmetini üstlenerek tekrar aslî vazifesine dönmelidir. Böyle ciddî bir hareketin yanlış adım atılarak akamete uğratılmasına gerçeğin tahammülü yoktur. Bütün milleti tek hedefte toplamak, ancak doğru bilgilerle mümkündür. Zındıka komitesine âlet olup Kur’an’ı, Bediüzzaman’ı ve eserlerini istismar ederek Kur’an çizgisini bozmaya çalışanlara karşı elbette tavır alınmalıdır. Said Nursî ise ömrü maddî ve manevî dinî cihat ile geçmiş bir İslam âlimidir. “Türkiye’yi fethetmek” emeliyle çalışan gizli ecnebî zındıka komitesinin oyunlarını bozmak, onun Kur’an tefsiri olan eserleri ile daha da kolay hale gelecektir. Yeter ki, hissiyattan uzaklaşılsın.
Tarihî bir gerçektir ki, Osmanlı “Türk” kelimesini kullanmayarak pek çok kavmi bayrağı altında toplayıp üç kıtaya hâkim olan “devlet-i ebed-müddet” kurduğu gibi; İngiliz milleti de “İngiliz” kelimesini kullanmayarak “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” sahibi olmuştu. Bediüzzaman’ın şu ifadesi bu gerçeği anlatıyor:
“Nerede Türk tâifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır. Macarlar gibi. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslamiyetle imtizac etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvolursun! Senin mâzîdeki bütün mefâhirin İslamiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemîn yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desîseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!” (Mektûbât, 26. Mektup, 3. mebhâs)
Yeniden ulvî bir vazifeyi üstlenmeye aday olan ciddî bir hareketin de bu tarihî tecrübeyi esas alması gerekir. Tekrar o ihtişamlı günlere dönüş için Kur’anımızın çatısı altında toplanılarak “Kur’an ve İslam” kelimelerinin kullanılması ve Bediüzzaman’ın da bu hareketin yanına alınması elzemdir. O zatın yine aynı eserdeki şu temennisinin haklı çıkmasını beklemek hakkımızdır:
“Rahmet-i ilahiyyeden ümid kesilmez. Çünkü, Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’an’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, geçici ârızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini sürdürür. Kılıncını ayağına vurdurmaz, düşmanına vurdurur; Kur’an’a hizmetkâr eder; ağlayan âlem-i İslam’ı güldürür.”(age, s.335)
Ülke ve milleti bekleyen bu büyük tehlikeden kurtulabilmemiz için samimiyetle çalıştığınıza olan inancımdan dolayı bu kanaatlerimi sizin gibi zevat-ı âliye ile de paylaşmak istedim. Selam ve hürmetlerimi sunar, Cenab-ı Allah’ın bizleri bu bâdireden kurtarmasını niyaz ederim.
Said Nursî'ye ihanet edildi: Mustafa Kaplan - 12.03.2006 12/03/2006