Said Nursi Türkçesi

  • Konbuyu başlatan Murat Sâki
  • Başlangıç tarihi
M

Murat Sâki

Guest
"Said Nursi Türkçesi" Üzerine Bir Tenkid


Tartışma

Ahmet Turan Alkan


Köprü Dergisinin Bahar/2000 sayısında İslam Yaşar imzasıyla “Said Nursi Türkçesi” adı altında bir yazı yayınlandı; bu yazıyı okuduğumda fart-ı muhabbetten doğan idealleştirmenin (kristalizasyon) ne kadar vahim tesbit hatalarına yol açabileceğini farkederek tenkide karar verdim; bu tenkidi, okuyucuya açık bir temin olmasından ziyade, şifahi bir ikaz tarzında yazara iletmeyi düşündümse de bilahare dergi sayfalarında yer almasının daha faydalı olabileceğini farkederek bu yolu tercih ettim. Bu derginin sayfalarında karşılıklı cevap ve rövanş duygularını körükleyecek bir polemik başlatmak niyetinde değilim; bu yüzden tenkidimi Latinlerin “dentibus albis” dedikleri “beyaz dişlerle” yani, hırpalamaktan ziyade tebessümü tercih eden bir üslup içinde tamamlamaya gayret edeceğim. Dilediği takdirde yazarın elbette cevap hakkı mahfuzdur.

Türkçeyi İhyâ?

1- İslâm Yaşar, mezkur makalenin yer aldığı derginin 81. sayfasında Said Nursi’nin, dilin derin darbeler yiyip ağır yaralar aldığı bir zamanda, Yunus Emre ve diğer dâhî şairlerin yaptığını yaparak “Türkçe’yi yeniden ihyâya” karar verdiğini ileri sürüyor. Devamında Yahya Kemal, Mehmet Akif, Faruk Nafiz ve Ziya Gökalp’in Türkçe’yi kurtarmak için eserlerini İstanbul ağzı ile kaleme almayı tercih ettikleri halde Said Nursi’nin, “Türkçe’nin çok gelişmiş de olsa mahalli bir ağzını esas almak yerine, pek çok ağız ve şive özelliklerini ihtiva eden Osmanlı Türkçesini kullanmayı tercih ettiğini söylüyor. Hemen alttaki paragrafta ise Said Nursi’nin Şark vilayetlerine merkezi bir hüviyet izafe ettiğini ve dilin inşâsında “bu bakış açısını” esas aldığını savunuyor.

a- Makaledeki iktibaslardan Said Nursi’nin “Türkçe’yi ihyâ” iddiasını doğrulayan bir ifadeye rastlamadım; Külliyatı arasında böyle bir ifadenin yer alıp almadığını bilmiyorum; sadece Said Nursi’nin “Türkçe’yi ihya” gibi bir kişinin, hatta bir neslin asla güç yetiremeyeceği bir iddiada bulunamayacağını tahmin ediyorum.

b- İstanbul ağzı, Türkçe’nin telâffuzuyla ilgili bir vâkıâdır; yazıya geçirilmesi ve imlâsı sözkonusu olduğunda “İstanbul ağzı”ndan bahsetmek teknik bir hata olur. Üstelik İstanbul ağzı, mahalli ağız sayılmaz; mahalli ağız tabiri daha ziyade taşra mıntıkaları için tercih edilir. İstanbul, devletin ve kültür namına biriktirdiğimiz herşeyin kalbidir. Dolayısıyla Said Nursi’nin İstanbul ağzı yerine Osmanlı Türkçesi’ni tercih ettiğini ileri sürmek garip bir fikirdir ve gâlib ihtimal Said Nursi’ye onun muradını aşan emeller izafe etmek suretiyle gıyabî bir bühtan olur.

c- Said Nursi’nin kendine mahsus lisan terkibinde Şark vilayetlerini esas ittihaz ettiği yolundaki iddia da zayıf görünüyor. Adı geçen yerdeki iktibasta Said Nursi, “Risale-i Nur’a Urfa taraflarında kuvvetli ellerin sahip çıkmasını bekliyorum” derken bana göre Şark vilayetlerinin Türkçe zevkini esas tuttuğunu ifade etmekten çok, Risale’lerin ihtiva ettiği haberin, bu mıntıkalarda maya tutmasının ehemmiyetini vurgulamaktadır.

d- Said Nursi’nin dilin inşasında “bu bakış açısı”nı esas aldığı yolundaki tez, ilk üç gerekçe ışığında mesnetsizdir. Said Nursi’nin bir lisan müceddidi olduğunu ileri sürmek, bence bühtandır. Said Nursi bir lisan müceddidi değil benim kanaatime göre bir iman müceddidi olarak tebcil edilirse daha isabetli olur.

Bühtan Olmuyor mu?

2- 82. Sayfanın başındaki iddia, ilkine mümâsildir; bu iddiaya göre Said Nursi Arapça ve Farsça yanında Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Zazaca gibi mahalli dillere ilaveten Azeri ve Tatar şivelerine de aşina olduğu için neredeyse bütün Türk ve İslâm dünyasına hitab edebilen ve “hepsinin ortak hususiyetlerini taşıyan müstesna bir dil terennüm” etmiştir.

Bu iddia da, bana göre bir bühtandır, çünkü:

a- Said Nursi’nin Türkçe’si, İslâmi ıstılahlara aşinalığı ve Arapça’ya vukufu yüzünden “Osmanlı Türkçesi” görüntüsü veren, ancak klasik ve edebî Osmanlıca zevkinden hayli uzak bir lisandır; bu hususta eski edebiyat mütehassıslarının hakemliğini daha şimdiden kabul ediyorum. Said Nursi, manevi yıkıntıya uğrayan gönülleri onarmak ve güçlendirmek, imânî nokta-i nazardan cemiyeti güçlendirmek maksadıyla bütün ömrünü hâlisâne mesâiye vakfetmiş bir insandır. Aynı makalenin 83. sayfasında İslam Yaşar, Said Nursi’nin ana dilinin Türkçe olmadığını belirtiyor ki bu durumda Said Nursi’nin Türkçe’yi nasıl ihyâya muktedir olabildiği suali, yazarın omuzlarında kalmış bir bühtân manzarası veriyor. Said Nursi’yi, Türkçesi’nin zayıflığı ve ittiratsızlığı noktasında tenkid etmek aklımdan geçmez fakat bu gibi zayıf iddialarla Nursi’nin Türkçesi’ne estetik bir ihya nâmı yakıştırmak asla doğru olmaz.

b- Yazar bence doğrularla eğriyi karıştırıyor: Türk ve İslâm dünyasına hitab edebilmek noktasında Osmanlı Türkçesi, gerçekten büyük mesafeler kazanmış ve rüşdünü isbat etmiş bir kemâl seviyesinde idi. Bir lisan, hitab ettiği toplulukların mahallî lugâtçelerine yaslanarak “sultâni” yani “imperial” bir nitelik kazanmaz. Dil, bu cinsten “kolaj” gayretleriyle ayakta kalmaz. Bütün mahallî ağız ve lugâtçelerin fevkine çıkabilmiş, kaideleri muhkem, telâffuzu standart, ilim, san’at ve diplomasi lisanı olarak kifâyetini “asırlarca ve eserlerce” isbat edebilmiş bir dile “sultâni” yani emperyal sıfatını verebiliriz; öyle ki bu dil, farklı diller ve ağızlar konuşan tebânın mecburiyetten ziyade medenî bir sevk-i tabii ile müştereken teveccühünü kazanarak seviyesini isbat eder. Buradan, İslam Yaşar’ın klasik Osmanlı metinleri ve lisanı konusundaki mütebahhiresinin Said Nursi külliyatının ufuklarıyla muhât bulunduğu şüphesi doğuyor. Parçadan hareketle bütünü tasavvur ve ihâta etmek muhal ihtimal! Dolayısıyla Osmanlı Türkçesi’nin vüs’at ve estetik kalite itibariyle Said Nursi’nin estetik ihyâ hamlesine ihtiyacı olduğunu düşünmek insaf haricindedir.

Her Zaafın Tenkidi Gerekmez; Fakat...

3- “Said Nursi Türkçesi” başlıklı bölümde (s.82) yazar Said Nursi’nin kelimeleri seçerken “Sinan’ın mâbedine taş, Itrî’nin tamburuna tel, Karahisâri’nin hattına mürekkep alırken göz önünde bulundurduğu hassasiyeti” gösterdiğini ileri sürüyor; bu hükme katılmak insâf ile kaabil-i te’lif değildir. Çünkü Said-i Nursi’nin Türkçesi’nde, klasik lisâna âşinâ olanların damağında kekre lezzetler bırakan, ham ve alışılmadık tasarruflar sıkça göze çarpar. Bana göre bu kekrelik, övülecek bir özellik olmaktan ziyade zaaf teşkil eder fakat illâ tenkidi de gerekmez. Meselâ, yazarın da makalesinde birkaç kere kullandığı “hayattar” kelimesi bunlardan biridir; kelime bu haliyle Osmanlı Türkçesi’nde yer bulmamıştır. Ve Devellioğlu lügâtında da bu terkibe yer verilmemiştir. Keza mahvolma, helâke uğrama mânasındaki “helâket” dahi bunlardan biridir mâruf lugâtlerde yoktur; kezâ yazarın da endişesizce tasarruf etmekten kaçınmadığı “abesiyet” kelimesi dahi öyledir. (s. 84) Eski dile vâkıf birisi bu kelimelerin ne anlama geldiğini bilir fakat bu tanışıklık, lisanın güzel tasarrufundan bir şube değildir. Bunlar açıkça dil kekreliği veya hatalı tasarruf dediğimiz lisan yanlışlıkları içine girer. Meselâ “emrine tâbi olan zerratları” (Tabiat Risâlesi) söyleyişi hem letâfetten, hem de imlâ metânetinden uzaktır; malumdur ki zerrât, zerre’nin cem’idir. Keza Osmanlı Türkçesi’ne hâkim birisi asla “rezzakiyet kanunları” terkibini tercih etmez; “Rezzak”ın kök ittihaz edilmesi suretiyle “Rezzakiyet” kelimesini türetmek manaca ma’kul, fakat dil zevki itibariyle garibtir.

Benim maksadım Said Nursi’nin Türkçesi’ni tenkid etmek değil; o yüzden bu kabil örneklerin sayısını artırmak, benim nokta-i nazarımdan bir kazanç teşkil etmiyor; fakat, Said Nursi’nin Türkçesi’ni “Türkçe’yi ihyâ” derecesinde abartmanın hak-nâ-şinaslıktan da öte, bu şecî, vakur ve dürüst insana bühtân mânâsına gelmesi beni üzüyor.

Said Nursi Bir Lisan Müçtehidi mi İdi?

4- Yazarın 83. sayfada yer alan, “böylece yalnız dinî meselelerde değil, dil ve üslûp sahasında da içtihat yaptığını gösterdi” cümlesi dahi bu cümledendir. Bir şeyde içtihadın muvaffakiyeti, usûle bağlıdır. Said Nursi’nin Türkçe’yi tasarruf tarzına içtihad nâmını vermek doğru değildir. Kendi tâbiriyle Türkçe’den başka bir dille düşündüğü halde düşündüklerini Türkçe veya Arapça ile ifade etmek mecburiyetinde kalan, hatta 84. sayfadaki iktibasta, kendi ifadesiyle “benim gibi Türkçesi az” itirafında bulunmaktan çekinmeyecek kadar tevazu sahibi bir insanı, tasarruf hataları sebebiyle tenkid etmek insafa sığmaz; fakat o insan Türkçe’de bir müçtehit nâmıyla tebcil olunduğunda hakikat incinir. Said Nursi bir Türkçe müçtehidi değildir; Türçeyi, hâkim zevk ve usûlün hayli dışında, hatta “garip” diye adlandırılabilecek bir tarzda tasarruf etmek elbette “yeni” bir şeydir; yeniliğin içtihat haline gelmesi için usûle uygun ve latif vasıflarını behemahal taşımalıdır.

İlim Vadisinde Fart-ı Muhabbete Mesağ Yoktur!

5- Yazarın fart-ı muhabbeti, başkaca aşırı hükümlerde bulunmasına da yol açıyor. Mesela, Said Nursi külliyatının Yahya Kemal, Mehmet Akif, Ahmed Haşim’in eserleriyle mukayese edildiğinde onlardan “çok daha sade, akıcı ve anlaşılır bir dille yazıldığı” yolundaki intibâ tam bir fart-ı muhabbet eseridir ve öyle olduğu için insaf haricindedir; bu hükmü ayrıca tenkide hacet görmeden sadece işaret etmekle yetiniyorum.

6- 84. sayfada Said Nursi’nin Güneş Dil Teorisi’ni fiilen hükümsüz bıraktığı iddiasıyla, “bu yeni Babil kulesini Kur’anî i’cazla yıktığı” ve bu eylemin “Risale-i Nur’un tağutlarla mücadelesi”ne teşbih edilmesi dahi en azından aşırı sâfiyetle malul değerlendirmeler gibi görünüyor. Keza 85. sayfanın başında yer alan ve Said Nursi’nin “sadece Türkçe’yi bütün şive ve ağız hususiyetlerini içine alacak şekilde kullanarak Türkler’e hitap etmekle kalma”dığı “diline, milli hudutları aşan cihanşümul bir hitap derinliği kazandır”dığı mealindeki iddia da ciddiyetten uzaktır ve ayrıca tafsilen tenkidi gerekmez.

7- Ve nihayet Türkçe’ye ve Said Nursi’ye hamledilen, “Osmanlı Devleti’nin cihan hakimiyetinden sonra ilk defa Risale-i Nur Külliyatı sayesinde milli hudutları aşarak yeniden dünya dili olma şansını yakalamıştır” (s. 85) hükmü, aslında bu tenkid yazısını kaleme almakla isabetli bir iş yapıp yapmadığımı bana hatırlatacak kadar abartılı, yanlış ve bühtan dolu bir ifade teşkil ediyor; keşke yazarın iddiaları doğru olabilseydi!

Hülasa

Köprü Dergisinin 70. sayısında yayınlanan “Said Nursi Türkçesi” başlıklı yazı, öyle anlaşılıyor ki, onu kaleme alan İslam Yaşar’ın şahsî fikirlerini ifade etmekten daha geniş bir zihniyetin temsilcisi mevkiindedir. Tecrübelerim bana, “fart-ı muhabbet”le malul bulunduğu âşikâr kişilerle ilmî tenkid vâdisinde muhatap olmanın, düşman kazadırmaktan başka bir işe yaramadığını hatırlatıyor ama sayın İslâm Yaşar’ın bu peşin hükmümde beni yanıltmasını kuvvetle temennî ediyorum; bazen fart-ı mahabbet, sevilen kişi veya nesnenin aleyhinde neticelere sebep olabilir. İlmî tesbit mübalağayı hoş görmez. Mezkur yazıyı okuduktan sonra bende hâsıl olan kanaat Said Nursi’nin bühtâna uğradığı merkezinde idi; bu yazıyı, hem o bühtânı tekzip etmek, hem de mübalağalı hükümlerin—sırf tekzibe uğramamaktan ötürü—genel kabul görmüş bir meşrûluk kazanmasına itiraz etmek için kaleme aldım. “Beyaz dişlerle” tenkid ettim. Ümit ederim ki hayra bais olur.
 
M

Murat Sâki

Guest
İnsan

nb11_1.jpg

İNSAN
“Ey kendini insan bilen insan!
Kendini oku!
Yoksa hayvan ve camid hükmünde
insan olmak ihtimali var!”
Kâinat içinde en seçkin varlık insandır. İnsan, cismen küçükse de, mânen kâinattan daha büyüktür.
“İnsan nedir? Mahiyeti nedir? Vazifesi nedir?” şeklîndeki sorular, tarih boyunca düşünen beyinleri meşgul etmiştir. İnsanlığın felsefe ve düşünce tarihi, bu soruların cevaplarını arayış tarihidir. Kimi, insanı ekonomik bir varlık olarak görmüş; kimi, onu hayvanın hemen bir üst mertebesinde zannetmiş; kimi, onu sadece madde yığınından ibaret bir varlık olarak değerlendirmiştir.
Kur’ân-ın bize bildirdiğine göre, ilk insan Hz. Adem’dir.
Hz. Adem,
• Bütün enbiyanın pederi
• Divan-ı nübüvvetin fatihasıdır. Yani, bu ilk insanla beraber peygamberlik müessesesi de başlamıştır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Bu yönüyle, bütün peygamberlerin pederi durumundadır.
Hz. Adem’in yeryüzünde halife oluşuna alameti “talim-i esma”dır. Yani, Allah Ona eşyanın isimlerini, sırlarını öğretmiştir.
Talim-i esma,
• Hz. Adem’in dâvâ-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası yani yeryüzüne hilafeti için en büyük mu'cizesidir. Hz. Adem’e talim edilen isimler, insanlığa sunulan bütün ilim ve fenleri içine alır.
İnsan, cesed ve ruhtan müteşekkildir.
Cesed,
• İnsanın hanesi ve yuvasıdır. İnsanın cesedi, en antika san’atlarla süslenmiş, en kıymettar aletlerle donatılmıştır. Bunlardan bir kısmına, ileriki satırlarda temas edilecektir.
Ruh ise,
• Hayatın zatı
• Hayatın latîf ve sabit cevheri
• Hayatın kaynağı,
• Hayatın maddesi,
• Zihayat, zişuur, nuranî, vücud-u harici giydirilmiş, cami’, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emridir.
Yani, ruh şuurlu, nuranî, müstakil bir varlığa sahip, muazzam kapasiteli, hakikatlı, külliyet kazanmaya kabiliyetli bir varlık olup, Cenabı Hakk’ın "ol" emriyle yaratılmıştır.
nb11_2.jpg

Mahiyet itibariyle insan,
• Şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi
• Hakikatı Muhammediye cihetiyle asıl çekirdeği
• Kâinat Kur’ânının en büyük âyeti
• İsm-i âzamı taşıyan âyetel-kürsisi
• Kâinat sarayının en mükerrem/şerefli misafiri
• O saraydaki canlılarda tasarrufa yetkili en faal memuru
• Kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat ve sarfiyatına ve zer ve ekilmesine nezarete memur ve yüzer fenler ve binler san’atlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve sorumlu nazırı
• Kâinat ülkesinin arz memleketinde, ezel ve ebed Padişahının gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi arzın halifesi
• Cüz’i ve külli hareketleri kaydedilen bir mutasarrıfı
• Gök-yer ve dağların kaldırmasından çekindikleri en büyük emanetin yüklenicisi
• Çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i külli
• Kâinat Sultanının ism-i âzamına mazhar ve bütün esmasına en cami’ bir aynası
• Konuşmalarına en anlayışlı has bir muhatabı
• Kâinatın canlıları içinde en ziyade ihtiyaçlısı
• Hadsiz fakrıyla ve acziyle beraber, hadsiz maksadları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçare zihayatı
• İstidatça en zengini ve hayat lezzeti cihetinde en acı çekeni
• Ebediyete en fazla ihtiyaç hisseden, muhtaç olan ve buna en lâyık olanı
• Allahın çok harika bir kudret mu’cizesi
• Bir yaratılış mucizesi
• Kâinat ağacının
- en cami’
- en nazik
- en nazenin
- en nazdar
- en niyazdar bir meyvesi
• Rububiyetin külli şuunatına şahit olarak, kesret dairelerinde vahdaniyet-i İlâhîyenin dellalı.
• Şu mevcudat içinde bir ustabaşı
• Şu dünyada kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade edeni
• Allah’ın rahmet hazinelerinin kuşattığı şeyleri tartmak, tanımak için en ziyade mizan ve aletlere malik olanı
• Kaînatın en mühim mahluku
• Zeminin sultanı
• Esma-yı İlâhîyeye ait garaibin fihristesi
• Şuun ve İlâhî sıfatların bir mikyası
• Kâinattaki âlemlerin bir mizanı
• Bu büyük âlemin bir listesi
• Şu kâinatın bir haritası
• Şu kitabı ekberin bir fezlekesi (Şu en büyük kitap olan kâinatın özü, küçük bir misali)
• Kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi
• Mevcudata serpilen ve vakitlere takılan kemalâtının en güzel bir sureti
• Gayet manidar Rabbani bir mektup
• Muntazam bir kader kasidesi
• Büyük kâinat mescidinde secde eden bir kul
• Kâinatın mevcudatıyla en ziyade alakadar olanı
• Bâki cemale bir ayna
• Sermedi kemale dellal ve muzhir
• Ebedi rahmete muhtac ve müteşekkir.
• Binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir canlı makine.
• Kâinat sahibinin en sevgili ve makbul bir kulu
• Görülen ve görülmeyen alemlerin bir hülasası.
• Arz cesedine üflenmiş bir ruh
• Esma-yı Hüsnanın nukuşundaki nakşı âzam. Yani, Cenabı Hakk’ın güzel isimlerinin nakışları içinde en büyük nakış. Meselâ, Mimar Sinan’ın bütün eserleri onu gösterir. Fakat Selimiye’de Sinan’ın ustalığı çok daha harikadır. Onun gibi, bütün varlıklar Allah’ı göstermekle beraber, O'nun san’atının zirvesini gösteren varlık insandır.
• Alemin yaratıcısının muhatabı ve dostu.
• Rububiyetin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhardır.​
nb11_3.jpg
İnsan hayatı,
• Yazılmış bir kelime
• Kudret kalemiyle yazılmış hikmetli bir söz
• Bütün âleme tecelli eden esmanın odak noktası hükmünde bir camiiyetle, Zatı Ehad u Samed’e ayna
• Esma-yı İlâhîyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi
• Kâinatın büyük hakikatlerine ince bir kıyas ve ölçü
• Hayy u Kayyumun manidar ve kıymettar isimlerini bilen ve bildiren, anlayıp anlatan yazılmış bir hikmet kelimesi
• Acz ve zaafıyla, fakr ve ihtiyacıyla hayatı yaratanın kudret ve kuvvetine, ğına ve rahmetine aynadır.
İnsan hayatının hakiki hukuku,
• Şuur sahibi olan yaratıklara kendini okutturan Rabbanî bir mektup
• Yaratanı bildiren bir mütalagâh
• Cenabı Hakkın kemalini teşhir eden bir i’lannamedir.
nb11_4.jpg
Vazife ve mertebe noktasında insan,
• Şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi
• Şu hikmetli mevcudatın belağatlı bir lisan-ı natıkı (konuşan bir dili)
• Şu âlem kitabının anlayışlı bir mütalaacısı
• Şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nazırı
• Şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündedir.
İnsanın ne olduğunu ve ne vazife görmek için yaratıldığını gösteren üstteki veciz ifadelerden sonra, “insan, konuşan bir hayvandır” şeklindeki bir tarifin ne kadar cılız kaldığı açıkça hissedilmektedir.
İnsana verilen bütün maddî ve mânevî cihazlar, aletler, latife ve duygular, üstteki zikredilen vazifeleri görmesi için verilmiştir. Hatta, ilk bakışta onun aleyhine gibi görünen nihayetsiz acz ve fakr,
• İnsanı makam-ı âlâ-yı ubudiyete uçuran iki kanattır. Yani, insan nihayetsiz acz ve zaafıyla ibadetin en üst makamına uçabilmektedir.
Fakr, kenz-i ğınadır. Yani, insan nihayetsiz muhtaç oluşuyla, nihayetsiz ğına ve servet sahibi Allah’a iltica eder, Onun rahmetine mazhar olur. Zengin olanlar fakir olanlara verdikleri gibi, gerçek zengin olan Allah, Ona el açıp isteyenlere verir.
İnsanın mahiyetinde yer alan nefis,
• Şeytanın geçici bir talebesi
• Dalalet ehlinin ve maddeci felsefecilerin bir vekilidir. Bu haliyle nefis, hayat boyu bir mücadelenin vesilesidir.
İnsan, gök-yer ve dağların yüklenmekten kaçındıkları ve aczlerini gösterdikleri bir emaneti sırtlamıştır. Bu emanetin pek çok cihetlerinden birisi enedir. Ene,
• Gizli hazineler hükmünde olan Cenab-ı Hakkın isimlerinin anahtarı
• Mânâsı kendisinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel,
• Mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip
• Şahsiyet-i Ademiyetin kitabından bir eliftir.
İnsan, bu ene ile Allah’a muhatap olur. Kendisinde bulunan cüz’i ilim, irade, kudret, san’at gibi şeyler ile Allah’ın sonsuz ilim, irade, kudret, san’atının farkına varır.
nb11_5.jpg

İnsandaki azalar ve duygular,
İnsandaki akıl, kalp, göz ve dil gibi azalar,
• Ebedi hayatın esaslarını ve ahiret saadetinin levazımatını temin etmek için verilen, güzel birer Rahmani hediyedir.​
nb11_6.jpg
Bunlardan Akıl,
• İnsanın en kıymettar cihazı.
• Nurani bir cevher.
• Sahibini ebedi saadete hazırlayan Rabbani bir mürşid.
• İlâhî, kudsi defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır.
nb11_7.jpg
Kâlp,
• Varlıkların Yaratıcısına en nurlu ayna
• Kâinatın hadsiz hakikatlerinin mazharı, medarı, çekirdeği
• İnsan makinesinin merkezi ve zembereği.
• Binler âlemin mânevî haritası
• Allah’a müteveccih bir telefon
• Mânevî hayatın kaynağı ve makinesi
• Gayb âlemlerine karşı pencere
• İmanın mahalli.
• Mazhar-ı hissiyatı vicdan, ma’kes-i efkârı dimağ olan bir latife-i Rabbaniyedir.
Yani, kalp Rabbani bir latifedir. Hissiyatının görüldüğü yer vicdan, fikirlerinin yansıdığı yer dimağdır.
nb11_8.jpg
Üstte zikredilen özellikleri mahiyetinde taşıyan kalp, imanın nuruyla nurlanır ve Allah’ı zikirle şeffafiyet kazanır.
Böyle şeffafiyet kazanan selim ve nurani kalbler,
• Böyle kalpler, gerçeğe yönelik ve ona ulaşan ve gerçeğin kendisinde temessül ettiği küçücük birer marifet arşı,
• Son derece kapasiteli birer Samedani ayine.
• Hakikat güneşine karşı açılan pencerelerdir. Güneş-misal olan gerçeklere, bu şeffaf pencerelerden bakılır.
Bediüzzamanın, müstakim ve münevver akıllar, selim ve nurani kalplerle ilgili şu tespiti son derece dikkat çekicidir:
Müstakim ve münevver akıllar, selim ve nurani kalpler, (istikametli ve nurlu akıllar, selametli ve nurani kalbler)
• Alem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insani berzahlardır. İki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri insana nispeten o noktalarda olmaktadır.
Yani, gerek müstakim ve münevver akıllar, gerekse selim ve nurani kalpler, görülen ve görülmeyen âlemlerin ortasında, insana ait geçit noktalarıdır. İnsan, gayb ve şehadet âlemleriyle temasını akıl ve kalbi vasıtasıyla yapar. Meselâ, insan kalben Allah’a yalvarır. Kalp telefonuyla, doğrudan doğruya halini Cenab-ı Hakka arzeder. Allah’tan kalbine ilham parıltıları gelir. Aklına hads şimşeği çakar.
nb11_9.jpg
İnsanın en değerli azalarından olan göz,
• Ruhun penceresidir. (Ruh bu âlemi o pencere ile seyreder)
• Şu büyük kâinat kitabının bir mütalaacısı,
• Şu âlemdeki Rabbani sanat mu’cizelerinin bir seyircisi,
• Şu dünya bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek arısı,
• İlâhi kütüphanenin mütefennin bir nazırı,
• Kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı,
• Kalbin sırlarına bir aynadır.
nb11_10.jpg
Azalarımızdan dil,
• Kelime ağacı
• İlâhî rahmet hazinelerinin hünerli bir nazırı
• Kudret mutfaklarının şükreden bir müfettişi
• Rahmetin hususi hazinelerinin nezaretçisi
• Kalbe ve ruha ve dimağa tam bir tercüman ve santraldır.
nb11_11.jpg
Mânâ âlemimizi meydana getiren temel unsurlardan biri vicdandır. Vicdan,
• İnsanın fıtrat-ı zişuuru. (İnsanın şuur sahibi fıtratı)
• Fizik ve metafizik alemlerin birleşme noktası ve berzahı/ geçit yeri
• İki âlemden birbirine gelen seyyaratın mültekası (kavuşma yeri)
• Akla bir penceredir.
İnsanda yer alan hayal ve hafıza gibi latifeler, akıl ve kalbin yardımcılarıdır. Bunlardan hayal,
• Aklın bir hizmetkârı ve tasvircisidir.
Hafıza ise,
• Dimağın cebi
• Alemin hafızası olan levh-i mahfuzun küçük bir nümunesi
• Kalbin mercimek kadar bir sandukçası
• İnsanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi durumundadır.
İnsan, et ve kemikten meydana gelen basit bir canlı değildir. Cesedine göz, kulak, el, ayak gibi organlar takıldığı gibi, ruhuna da şefkat, muhabbet, merak gibi latifeler takılmıştır. Bu latifeler, hiçbir zaman maddeye irca edilemez şeylerdir.
nb11_12.jpg
Bu latifelerden şefkat,
• İnsanın en latîf ve şirin bir seciyesi
• Allahın merhametinin bir cilvesi
• Nurani bir iksir
• Allahın rahmetinin en latif, en güzel, en hoş, en şirin bir cilvesidir.
İlk anda şefkatle aynı zannedilen muhabbet,
• İnsanın en lezzetli, tatlı ve kıymetli hissi
• Şu kâinatın bir varlık sebebi
• Şu kâinatın rabıtası (bağı)
• Şu kâinatın nuru ve hayatıdır.
İnce duygularımızdan merak ise,
• İlmin hocasıdır. Yani, eğer insana merak verilmeseydi, ilim diye birşey olmayacaktı. İnsanlar hiçbir şeyi merak etmeyecekler, araştırmayacaklardı.
İşte, insanın mahiyeti böyle kıymettar cihazlardan müteşekkildir. Bu mahiyetiyle insan, yeryüzündeki bütün elektronik eşyanın tamamından daha hassas bir yapıya sahiptir. Gözü harika bir kamera, kulağı bir anten, hafızası bir arşiv, beyni en kompleks bir santral... gibidir.
İnsanla ilgili baştan buraya kadar olan kısım, bir bütün olarak mütalaa edilirse, insanın “ahsen-i takvim”de yaratılması sırrı ortaya çıkar. “Nefsini bilen Rabbini bilir” mânâsı anlaşılır. İnsanın küçük bir kâinat olduğu bilinir. İnsanlar arasındaki dereceler tezahür eder. Evet, bazı insan vardır ki bir damlada boğulur. Bazıları da kâinatı aşar, âlemleri akıl ve kalbinde misafir eder.
 
M

Murat Sâki

Guest
Bir Efsanedir Barla

Bir efsanedir Barla
28.06.2005


“BARLA... Ehl-i imanın manevî imdadına gönderilen, Risâle-i Nur külliyatının telif edilmeye başlandığı ilk merkezdir. Barla, millet-i İslâmiyenin, hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli dalâlet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur’ân’dan gelen bir hidayet güneşinin tulû ettiği beldedir.”

Bu düşüncelerle, Barla hasreti, Üstad özlemi, Nurlara duyduğumuz aşk ve iştiyakla çıktık yola.

Saat 00.45... Isparta yollarındayız. Üstadımın “Ben bu yerleri Yıldız Sarayına değişmem” dediği mübarek beldeye doğru yol alıyoruz.

Kâinat kitabının Barla sahifesinde Eğirdir Gölü, Cennet bahçesi, Çam dağı, Çınar ve Katran ağacı sahifelerini okumaya gidiyoruz. Mesafeler azaldıkça heyecanımız ve şevkimiz ziyadeleşiyor.

Barla’yı daha önce de görmüş olmamıza rağmen, herbirimizde Zübeyirvârî bir heyecan var. Zübeyir Ağabey Üstadı ilk kez Emirdağ’da görür. Yağmur yüklü bulutlar gibidir. Üstadın huzuruna varınca ağlar, ağlar, ağlar... Üstad “Elini yüzünü yıka, gel” deyip, dışarı gönderir. Gider, gelir ve aynı hâl devam eder. O gün karar verir, Beyşehir postanesindeki memuriyetini bırakıp Üstadın yanında kalmaya. “İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, değil dünyasını, ahiretini de feda etmeye hazır olacak” sözünün en parlak misali olmuştur Zübeyir Ağabey. Bu feragat, şecaat, sebat, metanet ve sadakat değil midir ki o*nu Zübeyir bin Avvam’ın ismine mazhar etmiştir. Üstadı, talebesi Ziver’i Zübeyir ismiyle şerefyâb etmiştir. “Yolcunun duâsı makbuldür” sırrınca Yüce Rabbimden Zübeyir Ağabeyin feragatini, dâvâsındaki sadakat, sebat ve metanetini istiyorum kardeşlerim ve kendim için.

İzmir sınırlarını aşmış bulunuyoruz. 45 kişilik otobüsün yirmi koltuğunu dolduran kardeşlerimle, Barla’da geçireceğimiz 6 günü en güzel şekilde değerlendirme planları yapıyoruz. Beraberce müzakere edeceğimiz konuları belirliyoruz. 16. Söz, 30. Lem’a’dan İsm-i Kayyum, Sünûhat, Muhakemat, Mesnevî-i Nuriye ve İşaratü’l-İ’câz’dan bölümler seçip okumayı hedefliyoruz. Gecenin ilerleyen saatlerinde herkes tatlı bir uykuya dalıyor. Sabah namazı vaktinde mola veriyoruz. Namazlarımızı eda edip, âlem-i İslâma ve umum kardeşlerimize duâlar ediyoruz.

Saatler ve kilometreler tükendikçe visale yaklaşıyoruz. Eğirdir’deyiz nihayet. Oradan Barla’ya geçiyoruz. Eğirdir gölünün kenarında kurulmuş, gayet nezih ve cennet-misal manzaralarla muhat bir ilçe. Fakat Barla başka!

“Güneşin doğuşu başkadır orda, batışı başka
Nur erleri orada eriştiler İlâhî aşka
Sanki izleri hâlâ durur toprak ve taşta
Her daim dillerde bir efsanedir Barla...”

dediği gibi şairin...

Saat 07.30... Risâle-i Nur’un payitahtı, “gözümün nuru, gönlümün süruru” Barla’dayız. Dağ, deniz ve sema tecellî-i esmâya mazhar olmanın süruruyla, hoşamedi ediyor bizlere. Yeşil ve mavinin eşsiz ahengi, uyumu ve tonları, ressamlara, şairlere ilham olacak cinsten. İçimize çekiyoruz hava-i nesimi. Hafızamızdan silinmemecesine bakıyoruz, cennetten bir nümune olan her kareye...

“Her an ayrı renkler görünür denizinde
Elvan elvan çiçekler açmış o*nun izinde
Üstadıma minnet var rüzgârının sesinde
Sahil-i selâmete götüren sefinedir Barla”

mısralarında terennüm ettiği gibi şairin, selâmet yurduna çağıran bir kaside-i manzumedir Barla...

Yeni Asya Dinlenme Tesislerinde Şerafeddin Ağabeyimiz karşılıyor bizi. “Hoşgeldiniz” diyor misafirperver bir ev sahibi edasıyla. Çantalarımızı bırakıp, Üstadın evinin yolunu tutuyoruz. Günün ilk saatleri olması sebebiyle sokakta bizden başka kimsecikler yok. Kalp atışlarımıza yetişemiyor adımlarımız. Bizden önce varacak menzile kalbimiz.

Üstadın mübarek ağaç dediği, “Cennetteki ağaçlardan biridir” diye tavsif ettiği mübarek çınar, üç sütun halinde yükselen bütün haşmetiyle arz-ı didar ediyor ıraktan.

Üstad, bahar ve yaz mevsimlerinde koca çınar üzerinde yapılan kulübecikte vazife-i tefekküriye ve ubudiyetini yapar, sabahlara kadar tesbihat ve ezkar ile meşgul olurmuş.

O derece ünsiyet peyda etmiştir ki mübarek çınara, Barla’ya ikinci gelişinde, uzun müddet ayrı kalmış olmanın hüznüyle, koca çınara sarılıp ağlamıştır.

Nemli gözlerle bakıyoruz koca çınara, sanki o anı görüyormuşcasına. Çeşmeden nağmeyle akan suyu yudumluyoruz şifa niyetine. Basamakları teennî ile çıkarken, kapıda Zübeyir Ağabeyi arıyor gözlerimiz. “Buyrun kardeşlerim” nidasını bekliyoruz.

Ervah-ı neyyireye selâm verip giriyoruz içeri. Üstadın “Üç yüz elli milyon İslâmın merkezi hükmünde ilk dershane-i nûriyesidir” dediği bu ev üç odadan müteşekkil. Üstadımıza ve âlem-i ervaha irtihal eylemiş talebelerine Fatihalar, Yasinler gönderiyoruz. Barla Lâhikasından “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın sözlerde bir kuvvet, bir iksir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazan bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar kuvvet bulunuyor” sualinin cevabını okuyoruz.

Akabinde Barla’daki ikinci dershanemizin yolunu tutuyoruz. Üstadımızın yürüdüğü yolları;

“Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden”

mısralarını terennüm ederek, ezgiler mırıldanarak yürüyoruz.

Güller açmış Barla’da... Sarı, pembe, beyaz, kırmızı ve bunların çeşit çeşit tonlarıyla boyanmış bu nadide çiçekte cemalin cilvelerini okuyoruz. “Güzelin âyinesi güzeldir. Güzeli gösteren âyine güzelleşir” hakikatine bilmüşahede şahit oluyoruz bu lâtif çiçekte.

Büyük şehrin kalabalığından, gürültüsünden sıyrılmış olmanın hafifliğiyle kuşlar kadar özgür hissediyoruz kendimizi. Bizdeki hâl, çocukların bayram sevincine eşdeğer. Hani uyku tutmaz ya çocukları bayram sabahı... O misal, 2-3 saatlik bir uykuya ve yol yorgunluğuna rağmen en ufak bir uyku emâresi yok bizlerde. Visâle erilince bir sevdada, aşık da maşukunda fena buluyor. Ne uykuya, ne de yemeye iştihası kalıyor.

Barla’da Nurları daha bir dikkatle tetkik ediyoruz. Nurbanu Ablamız’ın kuşluk vaktinde yaptığı sohbetlerle feyizyâb oluyoruz. Hedefimiz okumak, anlamak, yaşamak ve neşretmek olunca, bütün hasse ve lâtifelerimizle müdakkik birer muhatap olmaya çalışıyoruz Nurlara.

Anlamakta zorlandığımız yerleri akşam saatlerinde Hasan Ağabeyimizle mütalâa ediyoruz. Hasan Ağabey, müşkil suallerimize muknî ifadelerle, içtimaî ve imanî meseleleri yılların vermiş olduğu birikimle izah ediyor.

Kuşluk dersi ve kahvaltı sonrası şahsî okumalarımızı Cennet Bahçesinde yapmayı yeğliyoruz. İnerken ve çıkarken bir hayli zorlandığımız basamaklar “Cennet ucuz değil” kolay ulaşılmıyor diyor adeta. Sıddık Süleyman Ağabeyimizin bahçesinde çiçekler, ağaçlar, tarâvettar semereler ruhlarımızı mest ediyor. Yaseminler, güller, adını bilmediğimiz çeşit çeşit çiçekler rayihalar saçıyor etrafa. Ağaçlar sündüs-misâl taze bir çarşaf, lü’lü-misal yeni bir murassaatla süslenmiş, yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini doldurmuş.

Cennet bahçesinin yüzünde şu satırları okuyoruz: “Meskenin en lâtifi, en cazibedar şekli, etraf-ı erbaası türlü türlü gül ve çiçekler ile müzeyyen, bağ ve bahçelerle muhat, altında sular nehirler akan kasır ve köşklerdir. Evet, camid kalbleri aşk ve şevkle ihya eden, sönmüş olan ruhları şen ve şad eden, şairlere sermaye olarak şairane teşbihleri, temsilleri, üslûpları ilham eden sular ile hazravat ve nebatattır.”

Yağmurda ıslanmanın zevkine varıyoruz Barla’da. Barla’da yağmurun yağışı da bir başka. İnce ince, nazenin, lâtif bir eda iniyor rahmet. Beş gün boyunca mütemadiyen yağmur yağıyor. İlâhî ezgiyle inen bu ritmik yağışa, bu İlâhî mu’cizeye methiyeler düzüyoruz seyrederken:

“Yağmur seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çöl de seni özleyen bir kuş da ben olsaydım

...

Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar hep seninle dolsaydım”
Yağmur mücessem rahmet. Habibulllah, âlemlere gönderilen rahmet. Gül de sembolü.
Barla’da mündemiç olan bu ikili cennetâsâ bir baharı müjdeliyor ufukta fecr-i sadığı gözleyenlere...

Ziyaret mahallerimizden biri de Üstadın 1950’den sonra kaldığı ev. Mehmet Gönenç Ağabeyimiz götürüyor bizi bu eve. Üstadı hayatta iken görme şerefine nail olmuş Mehmet Ağabey. Hatıralar dinliyoruz kendisinden. İki katlı bu evin üst katını kullanırmış Üstad. Ağabeyler alt katta kalırmış. Eğirdir’e nazır bu evde Üstad çok kalmamış. Mavinin asaletini daha net temâşâ ediyoruz bu ulvî mekândan. “Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer gözü Sani-i Basirine satsan ve o*nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu kitab-ı kebîrin bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar” sırrınca gözlerimizle masnuu görüp, basiretimizle esmanın tecellîlerini okuyoruz Barla’da.

Adetullahtandır. Herşeyin bir sonu vardır şu dünyada. Altı günlük programımızda geriye sayım başlıyor. “Mümkün olsa kalacaktım bir ömür boyu Barla’da” dese de derûnumuz “Gurbet ilmin tabağıdır” sırrınca ilim tabağımız İzmir’e dönme vaktimiz gelip çatıyor. Neylersin, vazife cümleden âlâ...

Kanadı kırık kuş misali herkes melûl ve mahzun. Namazdan sonra uyumayıp son dersimizi yapmak üzere Üstad’ın evine gidiyoruz. İlk günkü heyecanla yürüyoruz yolları. Temiz havayı çekiyoruz ciğerlerimize. Çeşmeden buz gibi akan suyu içip, yüzümüzü yıkıyoruz yapılacak derse müdakkik birer muhatap olma arzusuyla. 204 nolu odada kalan kardeşlerimiz bize Münâzarât’tan “bizi zindan-ı atalete düşüren sebepleri” ve Hutbe-i Şamiyeden “bizi maddî cihette kurun-u vustada durduran ve tevkif eden altı hastalığı” seminer halinde sunuyorlar. Nurbanu Ablamızın da Risâle-i Nur ummanından katkıları ve İslâm âleminden yapmış olduğu tesbitlerle azamî istifade ediyoruz dersten. Hep bir ağızdan:

“Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin, şura kuvvet bulsun. Bütün levm ve itap ve nefret, heva, hevese tabi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tabi olanlar üstüne olsun. Âmin....” diyerek noktalıyoruz dersimizi.

Bu senenin son ziyareti olması sebebiyle buruk ayrılıyoruz Üstadımızın evinden. Beş gün boyunca mütemadiyen yağan yağmur sebebiyle Çamdağı ziyaretimiz de son güne kalıyor. Dağın eteklerine kadar otobüsle gidiyoruz. Sonrasında “Bismillah” deyip tırmanışa geçiyoruz. Üstad çoğu zaman kırlara ve Çamdağına çıkar, Risâle-i Nurun tashihiyle meşgul olurmuş. 4-5 saatlik yolu yürüyerek gider gelirmiş, tashih edeceği kitapları da yanına alarak. Çamdağının tepesinde Çam ve Katran ağacı üstünde dershane-i nuriye mânâsında birer kulübeciği varmış. Bu dağda çoğu zaman yalnız kalır, vazife-i tefekküriyesini ve ubudiyetini yapar, evrad, ezkârla meşgul olurmuş.

Hayatta iken kendisine 28 sene inziva ve sürgün hayatını reva görenler, ölümünden sonra da boş durmamışlar. İçlerindeki öfkeyi ve kini bu iki ağacı keserek kusmuşlar. Şair Hasan Şen Çamdağı destanı adlı şiirinde hissiyatımıza tercüman oluyor:

Sordum yüce Çamdağına neden iniler,
Matem günü bugün derdim yeniler
Yıkılan mabetlerin feryadı çınlar
Yağan karlar kefen oldu Çam dağına

O ellerdir Üstadın kabrini kıran
O dillerdir Kur’ân’a meydan okuyan
Onlardır zulümlerden medetler uman
Artık sabretmek gerek Çam dağına

Gruplar halinde insanlarla karşılaşıyoruz Çam dağında. Ankara Nur talebelerinin Tarihçe-i Hayat’ta geçen “Böyle muazzam bir olgunluğa sahip olan Risâle-i Nur, elbette bütün feylesofları, dünya ilim, hak ve erbabını çağıracak ve her akl-ı selim ve kalb-i kerim olan mübarek insanları talebesi yapacak. Bu da uzak da değil, yakında tahakkuk edecektir. Kur’ân-ı Hakim’in nuru olan Risâle-i Nur elbette bir zaman dünyayı çınlatan nurlu sesini yükseltecektir” beşaretinin zamanımızda tahakkuk ettiğini görüyoruz.

Eğirdir gölü kenarında öğle yemeğini yiyip, namazlarımızı eda edip, otel sakinleriyle vedalaşmak üzere tesise dönüyoruz. Havuz başında yediğimiz akşam yemeklerinin tadı damağıımızda. Şerafeddin Ağabeyimize leziz yemeklerinden ötürü teşekkür ediyoruz. Niyazi Ağabeyimize misafirperliğinden ve altı gün en güzel şekilde ev sahipliği yaptığı için teşekkür edip helâllik diliyoruz.

Son kez bakıyoruz arz ve sema izdivacına, Eğirdir’e, dağlara, bağlara... Sav Köyüne uğrayıp oradan İzmir’e hareket ediyoruz. Üstadın bin kalemli dediği bu köyde Risâle-i Nur’u hâlâ el ile yazarak çoğaltanlar var. Çeşme başında mermer taş üstüne Risâle-i Nur’dan Osmanlıca Sözler yazılmış. “Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır” hakikati suya değil taşa yazılmış. “Gelmesi muhakkak olan şey yakındır” sırrınca Savlılar da ufukta fecr-i sadığı gözlüyor olmalı ki, ümit bahşetsin diye her daim görmek için sokaklara yazmışlar bu gerçeği.

Yollar var... gönülleri bağlayan
Yollar var gurbetlere uzayan...
Yollar var sonu sonsuzluğa varan...

şairin dediği gibi yollardayız. İlim şehrimiz İzmir’e dönüyoruz. Sayıca hafif, vazifece ağır bir dâvânın hamili olma liyakatini kazanma arzusu ve gayretiyle, Isparta kahramanlarına arkadaş olma yakarışıyla, Barla’ya en kısa zamanda tekrar gelme düşünce ve duâsıyla kat ediyoruz mesafeleri.

“Sebat, metanet olunca yüce davada
Ulu ecdat gemiler yürütmüş karada
Kim ilham vermişti Koca Ferhad’a
Azimle sıradağlar bile delinir kardeş.”

 
B

BeHReM

Guest
2 kez gittim ve ara ara özlemini çektiğim bir yer.hele o çam dağı... havası,güzelliği ve geride bıraktıkları.
 

hakan

Paylaşımcı
Katılım
18 Haz 2006
Mesajlar
308
Tepkime puanı
6
Puanları
0
çok gitmek istiyorum inşaallah bizede nasip olur gidip oraları görmek
 

Ahsen84

Üye
Katılım
12 Haz 2006
Mesajlar
116
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Gerçekten Efsanedir Barla... paylaşım için Allah razı olsun okurken kendimi barlada hissettim Dua ile...
 

derya

Üye
Katılım
22 Tem 2006
Mesajlar
178
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
35
Mükemmeldi gerçekten gittiğim günler geldi aklıma.Özellikle Sav köyü,hikayesini dinlemiştim,nasıl bir hizmet aşkıdır.Rabbim cümlemize nasip etsin.selametle...
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
çok güzel bir yazı kaydettim hakkınızı helal edin barlayı özelettiniz gözümde tütüyor
 

RaBiA

Asistan
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
448
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
36
Konum
şehr-i yar
Ahh Ahhh!!! bunca senedir nasip olmadı Barla'ya gitmek.İnşaAllah nasip olur bu sene.zınar Allah razı olsun senden bu paylaşım için.
 

melde

helina_roje
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
2,238
Tepkime puanı
24
Puanları
0
Konum
Ankara
gerçekten insanın içi gidiyor barla diyince ALlah razı olsun yazı için zınar
 
Katılım
9 Ağu 2006
Mesajlar
184
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kardeş Allah razı olsun güzel bir parça.

Gerçi Risale i Nur mesleğinde Nurlarla meşguliyet asıl vazifedir fakat arasıra Risale i Nurla ve Üstadımızla alakalı yerleri hususan Barlayı ziyarete ihtiyaç var diye hissediyorum.

Barlaya hiç gitmeyen kardeşlerime tavsiyem odur ki en kısa zamanda ziyaret ediniz. Çok memnun kalacaksınız..Öyle bir lezzet i manevi ile kendinizden geçeceksiniz ve öyle istifade edeceksiniz ki gitmeyen bilmez..

Umum Nur talebelerine selam..
 
S

Sidar

Guest
Zınar kardeş Allah razı oLsun , MevLa BarLa'ya gitmeyi herkese nasip etsin ...

SeLametLe
 

mustafa

Profesör
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
1,972
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Ankara
Allah razı olsun bende 2 kez gittim bu yaz kısmet olmadı
 
Üst