Risale-i Nur sadeleştirilmelimi?

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

melde

helina_roje
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
2,238
Tepkime puanı
24
Puanları
0
Konum
Ankara
anlamıyorum diyenler var sizce sadeleştirilmelimi bediüzzaman sadeleştirilmesine izin verirmiydi yasaydı?
 

ozisler13

Üye
Katılım
10 Haz 2006
Mesajlar
36
Tepkime puanı
0
Puanları
0
ne sadeleştirilmesi.bari o kalsın da hem dilimiz hem de dinimiz sadeleştirilmesin.yaw bu insanlar ne yapıyorlar anlamak çopk zor bazen.bi arabayı yok motoru ağır diye bazı parçaları alırsanız eğer o zaman bi yere kadar ilerlersiniz.ve tıkanırsınız hedefe varamayınca da arabayla ortada kalırsınız.ortada kalmak isteyenler gidip sadeleştirebilirler.bi ingiliz 200 yıl önceki kitabını okuyup yorumlayabiliyorsa biz de risale ve daha nice eseri bu şekilde anlayıp yorumlamalıyız.sadeleştirelim diyenlere sesleniyorum.aklınızı başınıza alın.bir yeri sömürgeleştirmek gerekiyorsa orada ilk önce dili değiştirirsin.:( yahu bu konuyu açandan ALLAH razı olsun.
 

yolcu1

Üye
Katılım
11 Haz 2006
Mesajlar
46
Tepkime puanı
0
Puanları
0
bir yazı ekliyorum inş. faydalı olur

Risâle-i Nur Dili

Risâle-i Nur'da, okuyan herkesin gerek zorlandığı için gerekse hoşlandığı için sezdiği bir özel dil vardır. Bu zorlanma durumu değişik sonuçlar doğuruyor. Kimileri zorlandığı için okumayı terk ediyor ve zihinlerinde "Risâle-i Nur'un dili ağırdır" gibi bir yargıyı ömür boyu taşımaya devam ediyorlar. Ve nihayetinde bu yargı gelip Risâle-i Nur'un sadeleştirilmesi gerektiği noktasına dayanıyor.


Risâle-i Nur'da ilk bakışta göze çarpan dil ağırlığı, Osmanlıca'nın ya da müellifinin yaşadığı dönemin hatırından değil, Kur'ân kelimelerini hatırlama zaruretinden kaynaklanır. Risâle-i Nur'un örnek metni olarak Birinci Söz üzerinde şöylesine bir göz gezdirme, "ağır" kelimelerin hemen hepsinin vahyin talim ettiği temel düşünce kodlarının muhafazası ve zihinde yerleştirilmesine yönelik olarak zikredildiğini gösterecektir.

Öncelikle belirtmek gerek ki, Risâle-i Nur'da, okuyan herkesin gerek zorlandığı için gerekse hoşlandığı için sezdiği bir özel dil vardır. Bu zorlanma durumu değişik sonuçlar doğuruyor. Kimileri zorlandığı için okumayı terk ediyor ve zihinlerinde "Risâle-i Nur'un dili ağırdır" gibi bir yargıyı ömür boyu taşımaya devam ediyorlar. Ve nihayetinde bu yargı gelip Risâle-i Nur'un sadeleştirilmesi gerektiği noktasına dayanıyor. İlginçtir ki, Risâle-i Nur'un dili üzerindeki bu yargı, bu dili okumaya değil de, okumaktan vazgeçmek üzerine bina edilmiştir. Nitekim, çeşitli kereler girişilen sadeleştirme çalışmaları başarılı olamamış, buna mukabil Risâle-i Nur, bütün "ağır"lığıyla okunmaya ve anlaşılmaya devam etmiştir. İşte bu "ağır" kelimesi, bir farklılığın ifadesidir. Risâle-i Nur'un "ağır"lığı, özel bir "Risâle-i Nur Dili"nin habercisidir. Bu "ağır"lık konusunda hemfikir olduğumuza göre, sorulması gereken diğer soruları birlikte soralım: Bu ağırlık çekilebilir mi? Çekilebilirse, çekmeye değer mi? Bu ağırlığın çekilebilir olduğunu sayısız Nur talebesi kendi hayatlarıyla gösteriyorlar. Peki, Nur talebesi olmak gibi bir ağırlığı üstlenmeyenlerin sorusunu nasıl cevaplamalı: Bu ağırlığı çekmeye değer mi? Aşağıda anahatlarıyla ve kaba bir tasnifle sunmaya çalışacağımız "Risâle-i Nur Dili"nin misyonu, bu sorunun cevabını hazırlamaya yöneliktir.


I. Risâle-i Nur dilinin konuşlandırması


a. Risâle-i Nur'un dili tarihsel değildir. Risâle-i Nur, ağırlıklı kısmı 20. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlıca'nın hâkim dil olduğu bir dönemde kaleme alınmıştır. İlk bakışta, Risâle-i Nur'a hakim olan dilin de eserin telif dönemindeki hakim dilin bir yansıması olduğu düşünülebilir. Ancak, bu hükmün doğru olmadığı, aynı zamanda yazılmış başka eserlerin, üstelik gayridinî oldukları halde, Risâle-i Nur'a kıyasla çok daha ağdalı bir dile sahip olması, Risâle-i Nur'da kullanılan dilin tarihsel bir etkileşimden değil, kasdî bir niyetten kaynaklandığını gösterir. Risâle-i Nur'da Osmanlıca bir tabir ya da terkibin hemen ardından, o zamana göre fazlasıyla sadeleştirilmiş bir "tercümesi"nin kullanılması, müellifinin Osmanlıca'ya denk gelen dili, seçeneksizlikten değil, özel bir seçimle kullandığını gösteriyor. Said Nursî isteseydi, meselâ, "levh-i mahv isbat" yerine "yazar-bozar tahta", "irae eder" yerine "gösterir", "beyder" yerine "harman" kelimelerini kullanabilirdi. Aynı cümlenin içinde bu kelimeleri ardarda sıralayabilen biri olarak, "eski" dil ile "yeni" dili birarada kullanmak istemiştir, yeni dilden bihaber olduğu için "lisan-ı kadîm"e mecbur kalmış değildir.


b. Risâle-i Nur'un dili coğrafî ya da millî bir izdüşüm değildir. Said Nursî'ye Osmanlıca'nın ihyası ya da Türkçe'nin uluslararası düşünce dili olması gibi bir kaygı güttüğünü söylemek yerine, Kur'ân kelimelerinin konuşma diline aktarılması, Nebevî kavramların Türkçe konuşanlar başta olmak üzere her insanın zihnine oturması gibi bir misyonu yerine getirdiğini söylemek daha doğru olur. Gerçekten de, Risâle-i Nur'un özel bir Arapça eğitimi almadıkları halde, okuyanlarının diline çoğu vahyî kavramı, Kur'ân kelimelerini yerleştirmiş olması, onun Türkçe'yi değil de, en azından Türkçe konuşanların hayatını iman diline yaklaştırarak ihya etme; Türkçe'yi yeniden düşünce dili yapmak değil de, Türkçe konuşanlar örneğinde her coğrafyanın dilinin Kur'ân kelimeleri ve Nebevî kavramlarla tezyin ve takviye edilebilirliğini gösterme misyonu yüklendiğini gösterir. Şu halde, Risâle-i Nur diğer dilleri konuşan milletler için, Kur'ân kelimelerinin ve Nebevî terminolojinin konuşma diline aktarılması konusunda, bir prototip, bir çalışma örneği olarak değerlendirilmeli.



II. Kur'ân'ı okuyan Risâle-i Nur dili


Risâle-i Nur'da ilk bakışta göze çarpan dil ağırlığı, Osmanlıca'nın ya da müellifinin yaşadığı dönemin hatırından değil, Kur'ân kelimelerini hatırlama zaruretinden kaynaklanır.

Risâle-i Nur'un örnek metni olarak Birinci Söz üzerinde şöylesine bir göz gezdirme, "ağır" kelimelerin hemen hepsinin "Kadir-i Rahim", "Hâkim-i Ezelî", "Mâlik-i Ebedî" gibi, esmânın talimi, "acz", "fakr", "vird-i zebân", "mütevazı'", "mağrur", "Asâ-yı Mûsa", "Azâ-yı İbrahim" gibi vahyin talim ettiği temel düşünce kodlarının muhafazası ve zihinde yerleştirilmesine yönelik olarak zikredildiğini gösterecektir. Risâle-i Nur'da, bu misyon peyderpey, hissettirilmeden, metnin ikinci ve gizli bir dili olarak gerçekleştirilir. Bu konuda, Altıncı Söz'e serlevha olarak seçilen Tevbe Sûresi 111. ayetinin, hemen altında, "Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk'a satmak ve O'na abd olmak ve asker olmak…" diye başlayan cümle ile dile aktarılması örnek olarak okunabilir. Birinci Söz'de "Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar 'Bismillah' der…" cümlesinde zikredilen hayvanların, Zümer Sûresi 6. ayette "nimetin tecessüm etmiş" nümuneleri anlamında "en'am" olarak "tenzil" edildiği haber verilen sekiz çift ehlî hayvana tekabül etmesi özel eğitimin gereğidir. Yine Birinci Söz'ün özel kurgusuyla, Asâ-yı Musa'nın (as) ve Azâ-yı İbrahim'in (as), taş ve ateş karşısındaki duruşunun, yumuşak kök ve damarların sert taş ve toprak karşısındaki duruşuna, nazenin yaprakların ateş saçan yaz hararetine karşı duruşuna taşınarak, peygamber mucizelerinin adiyatı mucizat olarak görme talimine eklemlenmesi de özel bir Kur'ân okuması örneğidir. Yirmi Dördüncü Söz'ün vahye dayalı ontolojik çalışmasının en kritik yerinde varoluşun en büyük sorunu olan sevmeyi Al-i İmran 31. ayetiyle çözümleyen Said Nursî, ilgili ayeti takdim ederken, aslında ayetin anlam açılımını oluşturan kavramları yine ayetin kelimelerini konuşma diline aktararak özel bir ayet talimi yapar:

"Öyleyse, o Mahbûb-u Ezelînin kendi habibine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et." Şu halde "Asâ-yı Musa", "Azâ-yı İbrahim", "Habib", "Mahbub-u Ezelî" gibi tabirlerin ağırlığından ürkenlerin, aslında imanları gereği nüfuz etmeleri gereken Kur'ân kültürünün kendilerine ne kadar hafif ve kısa yoldan sunulduğunu tecrübe edebilirler.

Tam burada Muhakemat'tan bir alıntı yaparak, Risâle-i Nur müellifinin ayet kelimeleri ile konuşma konusundaki kasdını ve ustalığını görmek gerek. Said Nursî, Nur Sûresi 43. ve Yasin Sûresi 16. ayetlerdeki belâgati açıklarken, yine ayetlerdeki kelimelerle konuşur, ayetteki ana kavramlar üzerinden okuyucuya yeni düşünce alanları açar. Bu "tercüme" usûlü meal kadar aşina edici olduğu kadar, mealin sınırlayıcılık ve kısıtlayıcılık kusurlarından da azadedir. (Meal çalışması yapanlar, ilgili ayetlerin mealleri üzerinde çalışma yaparak, aşağıdaki metnin Kur'ân'dan nasıl ustalıkla iktibas edildiğini görebilir ve özel bir meal formatı için ipuçları çıkarabilirler.)

"….birinci ayette [Nur, 43] olan istiare-i bedia o derece hararetlidir ki, buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zahir perdesini berk gibi yırtar. İkinci ayette [Yasin, 16] belâgat o kadar müstakar ve muhkem ve parlaktır ki, seyri için güneşi durdurur."


III. Esma-i Hüsnâ'yı okuyan Risâle-i Nur dili.


Risâle-i Nur'un dilindeki ağırlığın temel sebeplerinden biri, tüm cümle kuruluşlarında Esma-ı Hüsnâ'nın hatırını gözetmesidir. Birinci Söz'ün çok bilinen bir cümlesi üzerinden gidelim:

"İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisâtın karşısında titremeden kurtulasın."

Bu cümlede, insanın 'acz'inden Hâkim ismine, insanın 'fakr'ından hareketle Mâlik ismine doğru kavramsal bir inşa gözlenir. Zira, insanın elinden bir şey gelmiyor oluşu-yani aczi-, herşeye, her zaman hükmeden birini-yani, bir Hâkim-i Ezelî'yi; insanın elinde hiçbir şeyin bulunmaması-yani fakrı-, herşeyi her zaman elinde bulunduran birini-yani, bir Mâlik-i Ezelî'yi-aratır. İnsan bu isimlere sahip Bir'ini bulamazsa kesret içinde kalacak, fakrından dolayı, kâinatın "dilenci"liğine düşecek, aczinden dolayı da hadisâtın korkulu bir "titreme" içinde olacaktır. Bu tabir aynı zamanda, "onlar için ne korku vardır, ne de mahzun olurlar.." mealinde tekrarlanan ayetlerin anlamına da bir göndermedir.

Risâle-i Nur'da sıkça zikredilen bize ilk okumada ağır gelen bu tür Esma-i Hüsna örneklerine bakılırsa, Risâle-i Nur dilinin Esmâyı hayatımıza taşımakta hayli hafif bir yol önerdiği görülecektir.

Yirminci Mektub'un İkinci Makamı da, "şehadet" kavramının cümle içindeki kullanımlarıyla, hem kâinat, insan ve Allah eksenlerinde şehadet eyleminin nasıl gerçekleştiği, hem de "Şahid-i Ezelî" isminin kavramsal olarak nasıl inşa edildiğini görmek üzere okunabilir.


IV. Kurguyla konuşan Risâle-i Nur dili


Risâle-i Nur'da özel bazı kavramlar ve bu kavramlar ekseninde gelişecek muhakemelerin ana hatları, yer yer, bölüm başlıkları, bölüm altbaşlıkları, bölüm sıralamaları olarak da kodlanmıştır. Bu konuda en görünür örneği, Otuzuncu Söz oluşturur. Otuzuncu Söz, 'İki Maksad' üzerine kuruludur ve 'Birinci Maksad', 'ene'ye, 'İkinci Maksad' 'zerre'ye ayrılmıştır. İlgili bahisleri mütalaa ettiğimizde, "içimizdeki en büyük görünmez" olan 'ene'nin yerli yerine oturtulmasından sonra ancak "dışımızdaki en küçük görünmez" olan 'zerre'nin yerine oturabileceğini anlamış oluruz. Otuzuncu Söz'de açıkça vurgulandığı gibi, afakî tefekkür, ancak enfüsî tefekkürün öncelenmesi ile istikamet bulur. Bu haliyle, Otuzuncu Söz, ene üzerindeki enfüsî tefekkürü Birinci Maksad olarak, zerre üzerindeki afakî tefekkürü de İkinci Maksad olarak ima eder.

'Risâlet-i Ahmediye'ye dair Ondokuzuncu Söz'ün alt bölüm başlıklarının "Reşha" olması da, Yirmi Dördüncü Söz'de nübüvvet mesleğinin, "zühre, katre, reşha" sıralamasında, "reşha"ya, yani, hakikate aracısız muhatap olma haline denk gelen konumunu haber verir.

Mektubat'ta ve Sözler'de 'şakk-ı kamer' ve 'mirac' mucizelerinin birbiri ardınca zikredilmesi de, bu yazının çerçevesi dışında kalan, ancak her iki mucizenin makam ve maksadının anlaşılması konusunda önemli ipuçları barındırır. Bu sıralama kurgusu, her iki mucizenin birbirine bakarak hakkıyla okunabileceğini, Resûl-u Ekrem'in (a.s.m.) velayet ve nübüvvet kanatlarının buluşması bağlamında anlaşılması gerektiğini haber vermek üzere, "Şakk-ı Kamer mucizesine dair" zeylin 'Beşinci Nokta'sındaki özel kelime kodlamalarıyla teyid edilir.

"Semâ-yı risâletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mucize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzı semâvatta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının Risâletine öyle bir mucize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (asm) kamerin açılmış iki nurânî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur." Bu ifadelerdeki çok katmanlı şifrelemeyi başka bir makaleye havale ederek, Hz. Peygamberin (a.s.m.), miracın mazhar olduğu makamda aya benzetilerek "semâ-yı Risâletin kamer-i münîri" ünvanıyla zikredilmesine, ayın yarılması mucizesine mazhar olduğu makamda "iki nurânî kanat ve ziyadar cenah" ile "evc-i kemâlât"a uçmak, "Kab-ı Kavseyn'e çıkmak" gibi mirac detaylarıyla zikredilmesine dikkat çekmek istiyoruz. Bu küçük paragraf, Risâle-i Nur'un, hem "nübüvvet-velayet", "semâvat-arz", "keramet-mucize", "risâlet-velayet" dengelerini gözeterek ve göstererek hem de "şakk-ı kamer" ve "mirac" mucizelerinin detaylarını akıcı bir metin içinde veciz olarak buluşturarak nasıl çok katmanlı ama kolay bir dil kullandığını ve ileri çalışmalar için nasıl bir kavram kılavuzu oluşturduğunu göstermek açısından hayli ilginçtir.

Bu cümleden olarak, Otuz Üçüncü Söz'ün "pencere" adıyla verilen alt başlıklarını izleyerek gayb "perde"sinden "pencere"ler açarak "gayb-aşina nazar"ı edinmenin değişik makamlardaki metodları çıkarsanabilir.


V. Meselle Konuşan Risâle-i Nur dili


Özellikle Küçük Sözler'e hakim olan "iki adam"lı temsilî hikâyecikler, Risâle-i Nur'un hem insana psikolojik içgörü kazandırmada kullandığı özel yöntemi açığa vurur, hem de vahyî mesajın ana eksenlerini oluşturan, "hayır-şer" "vücud-adem" "hudabin-hodbin" gibi kavramları yerli yerine oturtma ve yeniden inşa etme konusundaki özel çabayı haber verir. İşte tam bu noktada, Risâle-i Nur, düşünce kavramlarını inşa ve ihya etme çabasına, öteden beri hükmeden "ağır" izleniminin aksine, canlı, cana yakın, kolay, hafif ve doğrudan bir katkı sağlar.


VI. Kâinatı konuşturan Risâle-i Nur dili


Birinci Söz'de takdim edilen "lisan-ı hâl" terimi, aslında, Risâle-i Nur'un bütününe hâkim olan "kâinatı okuma" yönteminin habercisidir. Nitekim, aynı bahiste, "zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler"in, bir bahçenin ['bostan' olarak zikredilmiştir], "inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar"ın hal dillerinden "Bismillah"ın nasıl okunacağı gösterilmiştir. Lisan-ı hâlin çözümlemesine değişik açılardan uygulamalar sunan Birinci Söz metni, ağaç ve otların "ipek gibi yumuşak kök ve damarları"nın, "Asâ-yı Musa (a.s.) gibi" "Vur asânı taşa!" [Bakara, 60] emrine uyduğu, "ince ve nazenin yapraklar"ın da bir yaz boyu "ateş saçan hararete karşı" "azâ-yı İbrahim [a.s.] gibi" "Ey ateş, serin ve selametli ol!" [Enbiya, 69] ayetini okuduğu gözlemleriyle, Kur'ân ve kâinat okumaları egzersizleri yaptırır. Diğer taraftan, Otuz İkinci Söz'de zerreden yıldızlara kadar bütün kâinatı "konuşturan" bir kurgusu içinde, Esma-ı Hüsnâ'nın eşya üzerinde nasıl okunabileceğine dair detaylı yöntemler verilir. Risâle-i Nur'un görünüşte sırf insana ve insanın lisanına atfedilen "duâ" kavramına, kâinatın tekellüme geldiğinin anlatıldığı Yirminci Mektub'un Birinci Zeyli'nde getirdiği, çok heyecan verici bir "kâinat okuması"nın alfabesini sunar:

"…esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duâdır. Yani, esbab bir vaziyet alır ki, o vaziyet bir lisan-ı hal hükmüne geçer; ve müsebbebi, Kadîr-i Zülcelâlden duâ eder, isterler. Meselâ, su, hararet, toprak, ziya, bir çekirdek etrafında vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duâdır ki, 'Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız' derler. Çünkü, o mucize-i harika-i kudret olan ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, içtima-ı esbab bir nevi duâdır."

Otuzuncu Söz'ün tahavvülat-ı zerrattan bahseden 'İkinci Maksad'ının Mukaddimesi'nde her bir zerreyi kâinat kitabının zikreden bir kelimesi haline dönüştüren, her bir zerreye açıkça konuşan bir dil kazandıran bakış şöyle takdim edilir. Bu bakış, "Bismillah" ve "Elhamdülillah" gibi Kur'ân kelimelerinin kâinatın dilinde de hecelendiğine, tesbihatın kevnî bir telâffuza ve tekellüme tercüme edilebileceğine tanıklık eder.

"…. her bir zerre, mebde-i hareketinde 'Bismillah' der; çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi… Hem vazifesinin hitamında "Elhamdülillah" der; çünkü bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san'at, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek, Sâni-i Zülcelâlin medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir."

KAYNAK: Yeni Asya- Enstitü (2 Nisan 2004)
 

mustafa

Profesör
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
1,972
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Ankara
abi çok güzel bir yazı teşekkürler bu konuya tam cevap olmuş
 

yasinerbu

Üye
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
188
Tepkime puanı
0
Puanları
0
yolcu1 kardeşim rabbim razı olsun.
Risale-i Nur’un sadeleştirme iddiası daha çok Risale-i Nur ile ciddi meşgul olmayan ve kendi anlayışlarına ve gayelerine göre hareket eden çevrelerden çıkmaktadır. Ancak şu var ki;bu anlayışta olanlar iki kısım olarak görülüyor. Bir kısmı iyi niyetlidirler fakat meselenin iç yüzünü ve inceliğini ve Risale-i Nur’un bu husustaki beyanlarını ve Hazret-i Üstadın sağlığında ortaya çıkan bu tarz fikirlere ve teşebbüslere Üstadımızın izin vermediğini bilememekten böyle fikirlere sahib oluyorlar. İkinci kısım ise bilerek veya bilmeyerek bazı hissiyatın yani: «Bazen arzu fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.» (H. Şamiye:143) ifadesiyle Hazret-i Üstadın tesbit ettiği bir temayülün veya harici telkinlerin ve daha başka sebeblerin tesirinde kalarak usul harici çıkış yapanlardır.
Üstad Bediüzzaman'ın bu konu hakkında ki tavrı nasıdı.Nasıl karşıladı. İnşaAllah bu konu hakkında Risalelerden cevaplar yazacağım.
Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un meziyetlerini anlatırken diyor ki:
«Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünki hakaik-i imaniye ve Kur'aniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.» (Mektubat sh:372)

DİKKAT: Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Kur'anın bir nevi tefsiri olan Sözler'deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur'aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız. ” (Mektubat sh:383)
Lütfen geçen cümleye dikkat edilsin. Yani “Risaleler, ifadeler ve üslub bakımından tekrar gözden geçirilmelidir” gibi çıkmış veya çıkacak muhtemel iddialara karşı önceden verdiği Hazret-i Üstadın bir nevi cevabına bakınız: «Muntazam, güzel hakaik-ı Kur’aniyyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslub libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki;öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkarız.» demek suretiyle bu ifadelerin kendi hüneri olmadığını, belki bir ihsan-ı İlâhi olduğunu te’vili imkansız bir şekilde tesbit etmişken, buna muhalif hareket etmek ne derece isabetli olur.
 

yasinerbu

Üye
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
188
Tepkime puanı
0
Puanları
0
«Kur’anın bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’daki bazı bahisleri başlangıçta tamamen anlayamazsanızda onun manevi tesiri ve manevi feyzi, ruh ve kalbinize nüfuz eder;mana aleminizi istila eder, kat’iyyen istifadesiz kalmazsınız.» (Gençlik Rehberi sh: 232)
İşte kardeşlerim: Risale-i Nur’un ifade ve üslubundaki kudsiyet ve manevî te’sir sırrı, beşeri düşüncelerin müdahalesini kabul etmez, bozulur. Tabirat-ı Nuriye’ye tasarruf edilse nuru uçar, posası kalır.
Sadeleştirme hakkında bir hâdise de Emirdağ Lahikasında şöyle beyan edilmiştir:

«1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabeyin Hazret-i Üstad’a gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair mektubuna, Hazret-i Üstadımızın verdiği cevaptır:

“Saniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem su-i isti’male kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış mana verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikatı kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm.

Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var...» (Emirdağ Lâhikası Elyazma sh:661)
 

yasinerbu

Üye
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
188
Tepkime puanı
0
Puanları
0
kardeşlerim meselemizle alakalı bir hatırayı Ahmed Aytimur abi anlatıyor:

Üstadımız Samsun Mahkemesi münasebetiyle İstanbul’a geldiğinde, bir gün bu manada bir sohbette, şu mealde beyanda bulundular:

«Adamlar dünyevi hacatı için veya ticaret veya dünyevi bir maksad için ta şarktan buraya kadar geliyorlar, masraflar yapıyor, zahmetlere katlanıyorlar. Uhrevi ve ebedi hayat ve saadeti için neden anlamağa çalışmıyor? Lügata baksın, dikkat etsin, gayrette bulunsun. Bu işde de biraz zahmet çeksinler.»

Görülüyor ki;risaleleri anlayabilmek için o hakikatlara ihityaç duymak ve teveccüh etmek gerekiyor

«Bu ehemmiyetli risalenin, herkes herbir mes'elesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var.» (Şualar sh:98)

Demek oluyor ki: Risaleler sadeleştirilse, elleri uzun olanların hissesi kaybolur. Yani havas tabakası okumaz. Halbuki avam alabildiği hissesiyle zamanla ve giderek terakki eder, anlayışı ve istifadesi artar, tekamül eder diye Üstad Hazretleri dikkatimizi çekiyor;dikkat etmek gerek!
Daha bunlar gibi misalleri risale-i nurda bulmak mümkün. şimdilik bu kadar kafi. vesselam.
 

NAS

Üye
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
138
Tepkime puanı
1
Puanları
0
M.Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bazı talebelere Risale-i Nur'u anlamak üzere ve sadeleştirme hakkında sohbetinde, talebelerin kaydettiği bazı beyan ve ifadeleri: Arapça'da 62.000 kelimenin Türkçe karşılığı yoktur. Siz isteseniz de tam tercüme yapamazsınız. Mesela Rububiyet, Uluhiyet..., gibi. Bu kelimelerin karşılğı yoktur. Arapça'dan tercüme kesinlikle orjinal olmaz ve mana bozulur. En az verim de maalesef Türkçe tercümede olmaktadır. Risaleleri anlamak için sadece dilde ısrar etmemelidir. Biraz sabır, azıcık gayret ve dikkat inşallah hedefe ulaştırır. Kitap sadeleştirme speküle bir meseledir, mevzudur. Tercüme edilen eserler bir bakıma incil akibeti gibidir. Her sadeleştirmede bir çok tavizler verilir. Ve açılan kapı kapanamaz. Risalelerin en ağır yerleri ya Medrese-i Yusufiye'de ya da 10-12 hastalığın insanın üzerinde abandığı dönemlerde katip usulü yazılmıştır. (Katip usulü demekle; Hocaefendi Nurların tamamen ihtiyarı haricinde mahza İlham-ı İlahî olduğunu beyan etmektedir.) Yazılışında dahi bir hikmet vardır. İslam'a doymuş ve dolmuş insanlar olmak için bu kitapları mukayeseli olarak en az 5 (beş) defa okumak gereklidir. Bir ara 3 (üç) defa okunsa da olur demiştim ki Üstadım beni rüyada iken ikaz etti tekrar bu sayıyı beşe çıkardım. Kitapları iyi bilen ağabeyleri ve kardeşleri bulmaya çalışın ve mütalaa edin. Risale-i Nurlar çok kıskançtır ve kendine aşık olmayana yüzündeki peçeyi sıyırmaz. Müellifi Muhteremin neşredilmemiş kitaplarından tutun da; Lenin'e, Freud'a, Marks'a kadar hepsini okudum. Dedim ki; onların yollarını taktiklerini de öğreneyim. Ama şimdi diyorum ki; bu kitapları (Risale-i Nurları ) en az beş defa okuyun, başka bir şey istemez!... Risaleleri şu zamanda iyice anlamadan başka şeylere tevessül ederseniz; bir yerde mutlaka mantık hatası yaparsınız. Eğer siz İstanbul'da üçlerin, Urfa'da ikilerin elle sayıldığı bir dönemi idrak etseydiniz, şimdiki şu halde şükreder ve vefa ne demek o zaman anlardınız. Risaleler okyanus gibidir... Bazı yerleri sahil kıyısı gibidir. Bazı yerleri 25-30 metre gibidir, -ihtisas ister. Bazı yerler vardır ki bir kaç yüz metredir ve kalp ve ruhun derece-i hayatına çıkmayan orada yüzemez. Bazı yerler bir kaç bin metre derinlikteki yerlere benzerler. Kalbi nefsine, cesedi midesine galebe edemeyenler oralarda yüzemezler. En büyük transatlantikler dahi Guamm çukurundaki merkezkaç kuvveti riskini göze almazlar. Bazı yerler Allah'ın kainata va'zettiği mizana ayna olarak Everest tepesinin zıddı. Guamm çukuru gibi derindir ki (11.000m.) orada yüzmek için Vekil-i Müceddit-i Elf-i Salis-i Aşr olmak; öyle bir dalgıç olmak lazımdır.
 

Byrocktar

Profesör
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
2,500
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Konum
RoCk CiTy
ben sadeleştirilmeye kesinlikle izin verirdi çünkü onu yazan asrın doktoru ve bi doktor halka yardım için elinden ne geliosa yapar bence sadeleştirmeyede izin verir..
biz abilerimde okuma kampı yapıorz abimiz bile anlamıor abi biz anlamıoz diorz bende anlamıorm siz okuyun diorlar !!!
yani sadece okumak için okuorz bişi anlamadıktan sora risale hiç bir işe yaramaz bence sadeleştirilmeli !!!
 

yasinerbu

Üye
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
188
Tepkime puanı
0
Puanları
0
gonzalez' Alıntı:
ben sadeleştirilmeye kesinlikle izin verirdi çünkü onu yazan asrın doktoru ve bi doktor halka yardım için elinden ne geliosa yapar bence sadeleştirmeyede izin verir..
biz abilerimde okuma kampı yapıorz abimiz bile anlamıor abi biz anlamıoz diorz bende anlamıorm siz okuyun diorlar !!!
yani sadece okumak için okuorz bişi anlamadıktan sora risale hiç bir işe yaramaz bence sadeleştirilmeli !!!
el insaf kardeşim yukarıdaki üstadın sözlerini biraz insafla oku.
kendinize ait olmayan bir eser hakkında nasıl böyle bir kanaata varıyorsunuz. lütfen üstada kulak verin.
 

yasinerbu

Üye
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
188
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Risale-i Nur’u anlama zorluğu hakkındaki iddialar, takriben 70 sene evvel Eski Said devresindeki eserleri için dahi ileri sürülmüştü. Fakat Hz. Üstad;’’Evet dediğiniz doğrudur, eserler sadeleştirilmeli ve kolay anlaşılır hale getirilmelidir demeyip aksine muhatabların ihtiyaç duyup manaya teveccüh etmekteki eksiklikleri sebebiyle anlamada geri kaldıklarını ve yazılan risaleler kendi ihtiyarıyla olmadığını beyan eder ve der ki:

«Malûm olsun ki, bana deniliyor; insanlar diyorlarmış ki; "Onun eserlerinin çok yerlerini anlayamıyoruz. Böyle kalırsa bu eserlerin zayi' olmasından korkulur. "

Ben de derim: "Cenab-ı Hakk'ın izniyle inşâallah zayi' olmayacaklardır. Ve bir zaman gelecek, ekser dindar mütefekkirler, onları anlayacaklardır. Çünki bu risaledeki ekser mes'eleleri; nefsimde tecrübe ettiğim, Furkan-ı Hakîm'in bana i'ta etmiş olduğu ilâçlardır. Fakat mümkündür ki, sair insanlar, benim bitamamihâ anladığım gibi anlamasınlar. Zira benim nefsim sû'-i ihtiyarıyla baştan ayağa dek, çeşitli yaralarla mülemma' olmuştur. Öyle ise hayat-ı kalbiyesi selim olan kimseler; heva-i nefis yılanının ısırmasından hastalanan kimse gibi, tiryakın derece-i tesirini anlayamaz.
 

Byrocktar

Profesör
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
2,500
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Konum
RoCk CiTy
biz aynı anda yazmışız kardeşim bende yazdıktan sora gördüm ama bu benim düşüncem ve kimse karışamaz dimi?
 

yasinerbu

Üye
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
188
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır. Bunlara giydirdiğim elbise, zamanın modasına muhaliftir. Zira Kürd mektebi denilen yüksek dağlarda büyümüş olduğumdan alaturka terziliğe alışamadım. Hem de şahsın üslûb-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir. Ben ise gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, halli müşkil bir muammâyım...» (Muhakemat sh: 84)
 

yasinerbu

Üye
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
188
Tepkime puanı
0
Puanları
0
«Bediüzzaman, eserlerinde, hemen bütün büyük müellif ve ediblerden farklı olarak lâfızdan ziyade mânaya ehemmiyet vermiştir. Mânayı, lâfza feda etmemiş; lâfzı mânaya feda etmiştir. Üslûbda okuyucunun bir nevi hevesini nazara almamış, hakikatı ve mânayı esas tutmuştur. Vücuda elbiseyi yaparken vücuddan kesmemiş, elbiseden kesmiştir. Risale-i Nur'daki aklı, kalbi, ruhu ve vicdanı celbeden ve hakikata râmeden o İlâhî cazibedendir ki; çoluğu-çocuğu, genci-ihtiyarı, âvamı-havassı o Nur'a koşuyorlar ve o câzibedar Nur'un pervanesi oluyorlar. Bu hakikatın parlak bir misali olarak geniş bir talebe kitlesi, az zamanda din düşmanlarını titreten bir hale gelmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh:697)
 

yasinerbu

Üye
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
188
Tepkime puanı
0
Puanları
0
İşte bunun içindir ki; komünist ve masonlar, kendi zehirli fikirlerinin yayılmasına Risâle-i Nur'un kuvvetli bir mâni teşkil ettiğini biliyorlar. Kur'anın hakikî bir tefsiri olmakla kuvvetli bir îman kaynağı olan Risâle-i Nur'u ortadan kaldırmak veya okutmamak için çeşitli desiseler ve iftiralara başvuruyorlar.» (Şualar sh:545)
 

yasinerbu

Üye
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
188
Tepkime puanı
0
Puanları
0
«Hazret-i Üstadın halis, fazıl bir talebesi ve birinci muhatabı olmuş Albay Hulusi Ağabey merhum, Risale-i Nur’un mükemmeliyetini anlatırken diyor ki: Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş, mâşâallah, mâşâallah. Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor. Kur'ân'dan nurlar gösteriliyor.» (Barla Lahikası sh:62)
 

yasinerbu

Üye
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
188
Tepkime puanı
0
Puanları
0
gonzalez' Alıntı:
biz aynı anda yazmışız kardeşim bende yazdıktan sora gördüm ama bu benim düşüncem ve kimse karışamaz dimi?
tabi ki sizin düşüncenize kimse karışamaz. Amma Kur'an dan tereşşuh eden ve Kur'anın asrın idrakine hitabı olarak yazdırılmış olan risale-i Nurada kimsenin karışmaması gerekir.
 

yasinerbu

Üye
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
188
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Hazret-i Üstadımız bir gün, en has talebesinin Fihrist Risalesine güya mana daha güzelleşiyor düşüncesiyle yaptığı ilaveleri görüp mütalaadan sonra, Zübeyr’le Ceylan’ı çağırıp; “Benim Sungur ile bir muhakemem var. Onlar böyle böyle yapmışlar. Beraber gelin manaya dikkat edin, hangisi doğru?” deyip karşılaştırıp sonra te’lifindeki, asliyetteki mananın şümulu ve isabeti ortaya çıkmakla, o risaleyi getirene şiddetli bir tokat aşkedip: “Titremeli idiniz. Ben dahi kalem karıştıramıyorum. Siz nasıl kalem karıştırdınız?” diye hiddet göstermiştir.


kardeşlerim dikkat edin üstadımız bile parmak karıştıamıyorsa bizlere ne oluyor.
 

NAS

Üye
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
138
Tepkime puanı
1
Puanları
0
gonzalez' Alıntı:
biz aynı anda yazmışız kardeşim bende yazdıktan sora gördüm ama bu benim düşüncem ve kimse karışamaz dimi?

Kardeş bizde düşüncenizin yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyoruz... Hocaefendi sadeleştirmeye sıcak bakıyor gibi bir düşünce var bunun böyle olmadığı konusundada bir yazı ekledim...

Hocaefendinin yine çok sevdiğim bir sözünü ekleyim... Üstadım Ağzın şeker şerbet yesin biz senin sözlerini mayalayıp mayalayıp anlatıyoruz...

Selam ve dua ile...


Siz sanırım gazete gibi okuyorsunuz...
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst