ramazana özel sohbetler

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
--------------------------------------------------------------------------------

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Onlar ise, “Siz de bizim gibi insanlarsınız. Rahmân bize hiçbir şey indirmiş değildir; siz ancak yalan söylüyorsunuz” diye cevap verdiler.


Yâsin Sûresi: 15


24.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ki geceleyin Duhan Sûresini okursa sabaha kadar yetmiş bin melek günahlarının bağışlanması için duâ eder.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3729


24.09.2006




Ramazan orucu, şeâir-i İslâmiyedir




Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimâiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.

Cenâb-ı Hakkın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet sûretinde halk ettiği ve bütün envâ-ı nimeti o sofrada “min haysü lâ yahtesib” (umulmadık yerlerden) bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i Rububiyetini ve Rahmâniyet ve Rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor.

Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine dâvet edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubudiyete ve şeref-i kerâmete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?


(Mektubat, s. 387)


Lügatçe:


savm: Oruç.

erkân-ı hamse: Beş rükûn, esas.

niam-ı İlâhiye: Allah’ın verdiği nimetler.

şeâir-i İslâmiye: İslâmın sembolü, simgesi.

rububiyet: Allah’ın bütün mahlukatı terbiye ve idare etmesi.

halk: Yaratma.

envâ-ı nimet: Nimet çeşitleri.

kemâl-i Rububiyet: Allah’ın bütün mahlukatı mükemmel bir şekilde terbiye ve idare etmesi.

esbab: Sebepler.

tavr-ı ubudiyetkârâne: Kulluğa yakışır tavır, hareket.

vüs’at: Genişlik.

Bediüzzaman Said NURSİ

24.09.2006




Risâle okumada muhatap olma liyakati



Risâle-i Nur okumak, istifade etmek çok büyük bir nimet ve mazhariyet. “En çok okunan kitap hangisidir?” diye bir soru sorulsa hiç şüphesiz, tereddütsüz akla gelen Kur’ân-ı Kerim olacaktır.

Ondan sonra?

Onun mânevî mucizesi olan Risâle-i Nurlardır.

Risâle-i Nur’un kıymet ve önemini ifade edecek yazı yazmak benim gibilerin haddine değil. Ancak 30 küsûr yıldır istifade ettiğim bir hazineden yeterli faydalanabildiğimi de ifade edemem. Ayrıca tanıma yıllarının çokluğunun anlama bakımından bir ayrıcalığı da yoktur. Anlamak ve istifade etmek de her zaman aynı şey değildir. Herkes istifade eder ama herkes aynı derecede anlayamaz. Anlaşılması ve istifade edilmesi asıl makbul olanı.

Yeni çıkan bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Yeni okudum. Heyecanımı paylaşmak için yazdım.

Yeni Asya Neşriyat’tan. Dr. Levet Bilgi’nin hazırlayıp sunduğu, kapsamlı bir çalışmanın ürünü olduğu ilk bölümlerinden belli olan bir kitap. “Risale-i Nur Okuma Metotları” adındaki bu kitabı Risale-i Nurlar’a muhatap olan herkes mutlaka okumalı. Eskiden tanıyanlar, çok iyi anlamış olduğuna kanaati olanlar, Risâlelerin yanlış anlaşıldığı ve yorumlandığı düşüncesindekiler, her ne sûretle Risâle ile ilgilenmiş kim varsa okumalıdır. Yeni başlayandan tutun ta 50 yıldır okuyorum diyenlerin dahi mutlaka okuması lâzımdır diye düşünüyorum.


Yalnızlık kavramı ve kâinatla iletişim


Risâle-i Nur okuyan insanların dünyasında “yalnızlık” kavramı bilinen tanımlama ve kavramlardan ayrılıyor. Gerçek yalnızlar, kalabalıklar içinde “uydum kalabalığa” deyip akıntıya kapılanlardır.

Okuma analizleri ve gerekçeleri ayrı başlıklar halinde ele alınıp değerlendirme yapılmış.

Risâle-i Nur’a şuur anlamı yüklenmiş. Yani Risâle-i Nur’u kuru bir metin olarak değil şuur sahibi bir kaynak olarak görmek gereği üzerinde durulmaktadır.

“İletişim” konulu arama konferansının “evrenle iletişim” konulu sonuç bildirisinde yer alan tespitler, bu kitapta da önemli bir bölüm olarak yer almaktadır.


Muhatap olma liyakati


Herkes kiminle ve nasıl muhatap olunacağını bilir. Risâle-i Nur gibi bir hazineye muhatap olmanın da önemli farklı şartlarının olduğunu çok mükemmel açıklamış araştırmacı. Eğer muhatabiyet şartları yerine getirilmezse risâlelerden istifade edilemeyeceği çok güzel izah edilmektedir.

Yani istifade edebilme şartları ile istifadeye engel olan şartların tanımlanması bu kitabın ana temasını oluşturmaktadır.

Kanaatime göre böyle bir çalışma daha önceleri yapılmış olsaydı, yorum farklılıklarından kaynaklanan ihtilaflar olmazdı veya daha asgarî seviyede olurdu diye düşünüyorum.

Muhatap olmaya lâyık olmak lâzım. Ama nasıl?

İşte bu can alıcı sorunun cevabını bulacak önce sorularını üretmek, sonra cevabını aramak.

Soruyu sormak da, cevabını bulmak da Risâleye muhatap olanların kendi vicdanında gizli.

Dr. Levent Bilgi farkında olmamız için dikkate çekmiş, dikkat çekebilmenin çok orijinal metotlarını açıklamış.

Tebrik ediyorum, teşekkür ediyorum.

Herkesi çok âcil adı geçen kitabı alıp okumaya davet ediyorum.

Dursun SİVRİ

24.09.2006




Münâcâtü'l-Kur’ân



NÛR:


1. Ey bütün canlıları sudan yaratan! Böylece kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi dört ayakla yürür.(45)

2. Ey herşeyi hakkıyla bilen Allah! (64)

FURKAN:

1. Ey Kıyâmete kadar bütün insanlara ve cinlere bir korkutucu olsun diye kulu Muhammed’e Furkan’ı indiren! (1)

2. Ey rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen ve gökten ter temiz su indiren! (48)

3. Ey bir çeşit sudan insanı yaratıp nesiller vücuda getiren.(54)

4. Ey ibret almak veya şükretmek isteyenler için gece ve gündüzü peş peşe getiren! (62)


24.09.2006




Kur’ân’ın kıymetini anlatan bir eser



Ben, Risâle-i Nur’a kavuşuncaya kadar matbuatımızda ve kitaplarımızda Kur’ân-ı Kerim’in kıymetini anlatan tek bir yazı okumamıştım. Sonradan anladım ki, Kur’ân-ı Kerim’i—yarım asırdan fazladır, bizde yetişen ediplerden ziyade—ecnebî büyükleri takdir ediyorlarmış. Amerika’da Beyaz Saray’da bütün dünyanın ve kâinatın güneşi olan Kur’ân-ı Hakîm yeşil ipekliler arasında lâyık olduğu yüksek mevkie konuyormuş. Mucitler, filozoflar, psikologlar, sosyologlar, pedagoglar Kur’ân-ı Kerim’i esas tutarak yazılmış olan eserleri okuyorlar; o şahsiyetler bu mukaddes kitaptan aldıkları malûmat ile eserler yazarak dünya çapında şöhret kazanıyorlar. İnsanlığa, milletlerine hizmet ediyorlarmış. İsveç, Norveç ve Finlandiya’da en büyük ilim adamlarından müteşekkil bir heyet meydana getirmişler, gençlerin kurtuluşunu sağlayacak halâskâr bir kitabı senelerce aramışlar, nihayet gençliği en yüksek ahlâk ile ahlâklandırmak ve dünyada açık fikirli, müstakim ilim adamı yapmak için Kur’ân-ı Kerim’i okutmanın yegâne çare olduğu neticesine varmışlar. İslâmiyeti ve Kur’ân’ı takdir eden yabancılar çoktur, daha birçok misâller vermek mümkündür.

İşte Müslüman olmayan kimseler, İslâm kitabının kıymetini takdir edip istifade ederlerse, uyanık Müslüman Türk gençliği acaba daha fazla durabilir mi? Kat’a ve aslâ duramaz ve uyuyamaz.

Ma’bûd-u Zîşanımız olan Cenâb-ı Hak, gençliğimizin en ulvî ve en kudsî ihtiyaçlarına tam cevap verecek bir ilm-i hakikat hazinesini yirminci asırda da meydana getirmiştir. İşte bu zengin define-i ilmiye, Kur’ân-ı Kerim’in hakikî ve parlak bir tefsiri olan Risâle-i Nur’dur.


24.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

Dağlar onu (asm) tanır ve severler



Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık, Ömerü’l-Faruk ve Osman-ı Zinnureyn ile Uhud Dağının başına çıktılar. Cebel-i Uhud, ya onların mehabetlerinden veya kendi sürur ve sevincinden lerzeye geldi, kımıldandı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: “Dur ey Uhud! Şüphesiz üzerinde bir peygamber, bir sıddık ve iki tanede şehid var.”

Şu hadis, Hazret-i Ömer ve Osman şehid olacaklarına bir ihbar-ı gaybîdir....

Bu misâlden anlaşılır ki, o koca dağlar birer müstakil abddir, müsebbihtir ve vazifedardırlar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tanır ve severler; başıboş değillerdir.


Mektubat, s. 134


24.09.2006




Biat tazelemedir Ramazan




Oruç tutan insan bilir ki;

Bütün kâinatı sonsuz kudreti ile çeviren, yıldızları tesbih taneleri gibi tutan rahmet sahibi bir Zât var. Sonsuz uzay boşluğunu dolduran sayısız yıldız ve gezegenler ortasında ay, dünya ve güneş arasındaki lâtif raks ile zamanı halkeder. Ayı ve güneşi yeryüzündeki nazenin misafirlerine bir lamba olacak şekilde çevirir. Bu âhenkli raksın neticesinde oluşan aylar ve yıllar içinde rahmetini hissettirdiği ve idrak sahibi olanların gönüllerinde ayrı bir mânâ hâsıl ettiği dönem ile Rabbi ona çok yakındır. Ramazan adını alan bu dönem aslında Âlemlerin Rabbi ve insan arasında bir biat tazeleme, kulun Rabb’ine itaatini daha belirgin hissetme ve ifade etme dönemidir. O koca küreleri çeviren bir Zâtın himayesinde olduğunu ve o Zât-ı Zülcemâli kendisi ile alâkadar olduğunu bilmek tarifi imkânsız bir duygudur. O Zât bütün nimetleri ve farklı ihsanları ile varlık âlemini bir şiire dönüştürmüş ve muhabbetini zerrelerle dile getirmiştir. İftar sofraları bu mânânın küçük bir alana sığdırılmış ifadeleridir. Kâinatı bir nimet sofrası şeklinde yaratan Rabb-ı Kerimi o sofrada çok daha belirgin ve derinden hisseder. O an yaşadığı duygular çok farklıdır. Açlık haz verir, çünkü Rabbi’ini hatırlatır. Nimetler önünde durduğu halde dokunamamak çok hoştur, çünkü nimeti verenin farkında olmak nimetin kendinden çok daha fazla haz verir. Bunlar hayatın her ânına ait duygulardır. Ancak, Ramazan’da zirveye ulaşır. Bu sebeple sanki ay dünyanın etrafında, dünya güneşin etrafında Ramazan’a ulaşmak için döner. Varlığa muhatap olan kulların kalp atışları o ayda daha hızlanır ve anlamına daha yakındır. Yaratılışın asıl maksatları bu zaman diliminde çok daha yüksek perdeden dile getirilir ve gönül tellerini titreştirir. Sanki Ramazan, bütün senenin hâsılâtını toplama ve o yıl içinde yaşananların mânâlarını daha belirgin hissetme ânıdır. Bu zaman diliminde “Kimsin? Necisin? Nereden gelip, nereye gidiyorsun?” soruları nimetleri verenin farkında olmak ve kulluğunu hissetmekle daha netleşir. Günün mânâdan uzaklaştırıcılığının namaz vakitlerinde telafisi gibi yıl içinde maddenin kendini belirgin şekilde hissettirdiği aylar arasında Ramazan bir toparlanma, öze dönüş ve aslını bulma dilimidir. Her yıl içine böyle bir zaman dilimi yerleştirmek kullarını tanıyan ve onların asıl mânâlarından uzaklaşma meylinin farkında olan ve rahmeti ile onları asıl mânâlarına yönelten Rabbinin her isminin güzelliğinden ve güzelliğin varlığa yansımasından kaynaklanır.

Bu sebeple oruç tutan insan, Rabbini çok sever. O’nun emri ile vazgeçmekten dolayı sevgisini çok daha belirgin hisseder. Bu sevginin ve Âlemlerin Rabbi’ni yanında ve kendi ile alâkadar hissetmenin hiçbir maddî nimette olmayan çok hoş bir duygu ve çok lâtif bir an olduğunu bütün hücreleri ile hisseder.

Hakan YALMAN

24.09.2006




Ya Lâtif



Allah güzeldir, güzeli sever.

Hoşluklar, güzellikler, lâtif olan her şey, Rabbimin LÂTİF ismiyle bilinir.

Kendini bize tanıttırmak isteyen Yaradan, yarattığı her varlığa mührünü vurmuş, ismini yazmış da öyle halketmiş.

Oturduğum yerden etrafı seyrediyorum…

Her çeşit meyve ağacının bulunduğu bahçe dile gelmişcesine ruh dünyama hitap ediyor.

‘Bak diyor kayısı ağacı, bir iki ay önce açan çiçeklerimi görüp nasıl da sevinmiştin!’

Dallardaki yeşil elmalar, koparılmayı bekleyen elleri gözlemekte…

Üzüm salkımları artık bağ bozumu vaktinin geldiğini, ceviz ise ‘az daha bekleyeceksiniz’ dercesine sabırla meyvelerini dallarında beslemeye devam ediyor.

Domates fideleri kuru çalıları andırıyor… Patlıcanlar artık iştahsız…

Mısırlar, kabaklar, börülceler, biberler tatlı bir düş gibi geçmiş zamanlarda kaldı…

Kavak ağacının sararan yapraklarında bile bir güzellik, bir letâfet var…

Kameriyenin etrafına sıralanan saksılardaki çiçekler açmak için son güçlerini harcamaktalar.

Ne güzel değil mi?

Sadece birkaç satırda anlatmaya çalıştığım şu bir-iki dönümlük bahçe bile bende inanılmaz güzel duygular yaşatıyor.

Gönül gözü açık olanların niçin dağları, bağları mesken tuttuğunu anlamaya çalışıyorum.

Taş duvarların istilâ ettiği, betonların yığın yığın insanın üstüne geldiği mekânlarda insan olmayı unutuşumuz acaba bundan mıdır?

Gönül gözlerimizi kapatan bu betonlar mı, yoksa taşlaşan duygularımızı çepeçevre hapseden kocaman yapılar mı?

Letâfet dediğimiz şey insan hal ve hareketlerinin ötesinde olmalı, insan ruhunu sarıp sarmalamalı, gönül evlerini şekillendirmelidir ki lâtif insan olunsun.

YA LÂTİF derken, güzel ve hoş şeyler akla geliyor değil mi?

Yaradılan her şey lâtif… Çünkü Yaradanın eseri…

Yılın en güzel ayı olan Ramazan, insan hayatına da aynı letafetle geldi. Aynı güzellikle, aynı hoşlukla.

Dallardaki meyvelere bakarken, onlardaki tadı biliyor olmamadan tutun, her birinin ayrı ayrı faydalarına varıncaya kadar pek çok şeyi, hele hele bende bıraktıkları lâtif düşünceleri anlatmak için harflerin yetersiz kaldığını düşünüyorum.

Meyvelerin tadı gibi, yasaklı olmamızın bedenimizde bıraktığı huzur lezzeti neredeyse aynı.

YA LÂTİF!

Güzellikleri SEN’den istiyoruz…

Hoşlukları yaratan da SEN’sin, veren de..

Ramazan hürmetine… Ramazanda sana açılan eller hürmetine… Seni tesbih eden diller hürmetine… Bizi güzelleştir. Bize letâfet ver. Hoşluk ve ahsen-i takvîm sıfatına mazhar olma fırsatı olan Ramazanları idrak ve ihya etme gayreti ver…

Cümle âlem Müslümanların mübarek Ramazanlarını tebrik ediyor, ağlayan mazlumların feryadlarının dinmesi için Rabbimize sığınıyor, duâlarınızı bekliyorum.

Hülya YAKUT

24.09.2006




Oruç, tahammül gücünü geliştirir



Mübarek üç ayların sonuncusu olan Ramazan ayı, çat kapı evimize gelen misafir gibi değildir.

Cenâb-ı Hak hikmeti gereği biz aciz kullarını mânen ve bedenen Ramazan orucunun farzına Recep ve Şaban ayının vasıtasıyla hazırlar.

Bunun da sebebi maddî ve mânevî olarak mübareği tazim ve edep ile karşılamamızı ister.

Böylesi hazırlık gereken bir ayda sanırım Müslümanlar olarak dikkat etmemiz gereken önemli hususiyetler olsa gerek.

Bugün bu hususiyetlerden birini aktaralım:

Meselâ Recep ve Şaban ayı bedenimizi organik olarak yavaş yavaş Ramazana hazırlar. Bu hazırlığın dikkate şayan tarafı, Ramazanla birey kendini engellenmiş hissedebilir. Yani artık istediği şeyi istediği zaman yiyip içemez. Bu durum bir nebze olsun bizler için “engellenmişlik” hâlidir. Fakat Ramazan ayı netice itibarıyla kulluğun özü olan Allah rızasını kazanmaya vesile olan önemli ibadetlerden biri olduğundan, kişi Ramazan orucuyla engel karşısında göstereceği tahammülünü ölçmekle kalmaz, aynı zamanda tahammül gücünü geliştirme imkânını da kazanır.

Psikolog Yasemin Uçal ABDULLAH

24.09.2006




Fotoğrafların dili




1. Oruç ne demektir?

Oruç, Farsçadaki “rûze” kelimesinden dilimize geçmiştir. Arapçada “savm” veya “sıyam” denilen oruç, bir şeyden uzak durmak, kendini bir isteğine karşı engellemek demektir.

Bir fıkıh terimi olarak ise oruç, imsaktan iftara kadar, bir gaye için, bilerek yemek, içmek ve cinsel ilişkiden uzak durmak, demektir.


2. Ramazan ayında oruç tutmanın hükmü nedir?


Ramazan ayında ergen ve akıl sahibi Müslümanların oruç tutmaları farzdır, yani Allah’ın emridir.

Süleyman KÖSMENE

24.09.2006




Vuslat bayramı
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

Ezanın okunmasına az kala caminin kenarına toplanıyordu çocuklar ve gençler… Elleri boş gelmiyorlardı evlerinden; annelerinin yaptığı sıcak börek ve pidelerle zenginleşiyordu küçük sofra…

Kulak ezanda, tatlı bekleyiş sohbetle süsleniyor… Zihinler sâfî… Duygular duru… Kalpler kıvamında… Yüzler mütebbessim ve temiz… Elbiseler markalı değil belki de ama ruhların asaletini gösteriyor durduğu bedenlerde…

Ne konuştuklarını hatırlamıyor aklı, tatlılığı ise gitmiyor gönül gözünün önünden… Ayların sultanı misafir olmuştu çocuk kalplere… El ele tutuşturmuştu onları… Cami avlusunda çepe çevre sarmıştı safi sineleri…

Yedikleri sıcak pide değil sevgiydi… Karşılıksız ikram ediyorlardı muhabbetlerini… Mutsuzluğu tatmamışlardı henüz mutluluğa doymak istiyorlardı…

Kin, kıskançlık, çekememezlik, gıybet, nefret, adavet, aldatmak… Bunlar hangi uzak ülkenin kötü askerleriydi? Gitmemişlerdi daha o diyarlara… Mutluluk ülkesinin prensi olmak varken, kötü kralın askeri olmak üzüntü verici olsa gerek… Hayalini hatırlamak bile hoş değil…

Ezan Allahüekber değince emir almış asker gibi Bismillah’la başlıyorlar kalp midesinin kapılarını açmağa… Ne güzellik… Ne tatlılık… Ne huzur… Kanat çırpıyor kalpleri sevinç semalarında… Coşku rüzgârıyla canlanıyor beden hücreleri…

Ayların sultanı her yıl ziyaret ediyor yine, fakat kirlilik bulutları engelliyor ışık akışını… Geçemiyor günah lekelerinden muhabbet huzmeleri… Büyüklüğün kalın perdelerini delemiyor safi sevgi…

Kirlenmişliğin kalın buzulu ubudiyet ateşinde pişmiş istiğfar taamıyla erir, hikmet suyu ile hayata akar… Ay güzelliği suya yansır, su güzelliği aya yükselir… Bu buluşma ve kavuşma çocuk canların yeniden dirilişidir… Camiler, cadde ve sokakları içine alarak genişler bu buluşmada… Mutlu yüzlerle yüzleşir yürekler…

Yeryüzünün kanlı ve karanlık yüzü bu buluşmaya hasret… Hasretin acısıyla inliyor masumlar ve mazlumlar… Hasretin biteceği vuslat bayramları yakın olsun inşaallah.

Hüseyin EREN

24.09.2006




Dörtlük



Oruç Allah içindir, mükâfatı O verir.

Açlık terbiyesiyle nefsin inadı erir.

İçilmez izin yoksa, bir tek yudum su bile.

Acz ve fakr tarikiyle, mü’min Rabb’e yönelir.

Abdülkadir MENEK

24.09.2006




Takvim



Şükür Ramazan’a kavuştuk,

Teravihte camilere doluştuk.

Kalktık gece sahura,

İlk orucumuzu tuttuk.

Ferhat ÖĞMEN

24.09.2006 ___
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

Raşîd



Allah (c.c.), Raşîd’dir. Yani Cenâb-ı Hak sonsuz kemâl sahibidir; her sözü hak ve doğru olan, doğruyu ve hakkı emreden, doğruya ve hakka hidâyet edendir. Allah Teâlânın sözlerinde ve kelâmında aslâ yalan ve hilâf bulunmaz. Kullarını doğruya, istikâmete ve hak yola hidâyet eden bizzat Rabb-i Raşîd’dir. O, bütün kâinatı sonsuz mükemmellikteki sıfatlarıyla yaratır, yönlendirir ve yönetir. Cenâb-ı Allah kullarının işlerini en iyi sonuca, en kâmil neticeye ulaştırır. Dînini kâmilen gönderir ve insanları kemâlâta, hayra, iyiliğe, rüşte ve en doğru yola davet eder ve eriştirir. Cenâb-ı Allah rüşt ve iyi ahlâkta insanların yardımcısıdır.

Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) bildirdiği Râşid ismi ve bu ismin mübalağa şekli olan Raşîd ismi Kur’ân’da geçen “rüşd” mastarından türemiştir.

İlgili âyetleri inceleyelim:

Cenâb-ı Hak, kendi nâzil buyurduğu hak dinini ve hakîkat yolunu “rüşt” lafzıyla şöyle ifâde buyurmuştur: “Dinde zorlama yoktur; rüşd (doğruluk) dalâletten, iman küfürden iyice ayrılmıştır.” “Rüşd (doğruluk) yolunu görseler, onu yol edinmezler, sapıklık ve fesat yolunu gördüklerinde ise o yolu tutarlar.”

“Biz rüşd (doğru) yoluna ileten hârikulâde bir Kur’ân’ı dinledik ve ona îmân ettik. Artık biz Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız.”

Âlemde her şeyde sonsuz bir hareket olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, kâinatın bir ağaç gibi bütün zerreleri ve cüz’leri ile mükemmelliğe meylettiğini ve mükemmelliğe doğru yürüdüğünü kaydeder. Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, bu umûmî mükemmellik meylinin dışında, insanda ayrıca bir yükseliş meyli de bulunmaktadır. Bu yükseliş meyli her insanda bir çekirdek gibidir; tecrübeler vâsıtasıyla açılır, gelişir ve insanı bir çok başarıya götürür.

Bedîüzzaman, Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu kâinatın Yaratıcısının, doğru sözlü peygamberlerine bildirdiği vaat ve vaîdini, yani mükâfât ve cezâ ile ilgili sözünü yerine getirmemesinin kâbil olmadığını belirtir. Nitekim Cenâb-ı Allah’ın vaat ve vaîdinde bulunduğu iş ve emirler, Kendi kudretine geçmiş baharın sayısız varlıklarını gelecek baharda kısmen aynen ve kısmen mislen iâde etmesinden daha kolay, daha hafîf ve daha rahattır. Cenâb-ı Hakkın vaadini ifâ etmesi de, hem bize, hem her şeye, hem Kendisine, hem rubûbiyet saltanatına pek çok lâzımdır. Sözünü îfa etmekten vazgeçmesi ise, iktidarının izzetine ve ilminin ihâtâsına zıttır. Çünkü sözünde durmaması ya cehâletten, ya da âcizlikten gelir. Oysa Cenâb-ı Hak âcizlik ve cehâlet gibi noksan sıfatlardan münezzeh ve müberrâdır. Dahası hulf, hilâf ve aldatmak, hiçbir vecihle Allah’ın izzetine ve haysiyetine yakışmaz. Nitekim, bütün görünen şeyler ve işler Allah’ın sıdkına, doğruluğuna, hakkâniyetine ve rüştüne şehâdet etmektedirler.

Bedîüzzaman’a göre, bütün mevcûdât ve kâinatın tüm hâdiseleri Cenâb-ı Hakkın hak söyleyen sâdık kelimeleri hükmünde, doğru söyleyen nâtık âyetleri hüviyetindedir. Cenâb-ı Hak ebediyeti vaat etmiştir, bu vaadini dilediği anda yapacaktır. Bir mahkeme-i kübrâyı açacak, bir saadet-i uzmâyı—inşaallah—verecektir. Allah’ın kudretinin zâtî ve Zât-ı Akdesin zarûrî lâzımı olduğunu beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, görünen her şeyin sınırsız sür’at içinde sayısız çokluk ve gâyet intizam ile; sonsuz kolaylık içinde gayet güzel san’at, maharet ve sağlamlık ile ve hadsiz ucuzluk ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve tam bir ayrıştırma ile îcat edilmelerinin, kudretin zıddı olan aczin Allah’ın kudretine hiçbir şekilde ârız olamayacağına işâret ettiğini kayd eder.

Bedîüzzaman’a göre, insan bir yolcudur. Çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam etmektedir. Bu geçici dünyada en büyük bir fânî, en küçük bir insanın hayâlini bile doyurmamaktadır. Çünkü insanın ebede uzanmış emelleri, kâinatı ihâta etmiş fikirleri ve ebedî saadetin her çeşidine yayılmış arzûları vardır ve bu arzular insanı ebedî hayata namzet kılmaktadır. İnsan ebede gidecektir. Bu dünya ona yalnız bir misâfirhâne hükmündedir ve âhireti için bir bekleme salonundan ibârettir.


(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)


25.09.2006




Münâcâtü'l-Kur’ân



ŞUARÂ:


1. Ey yeryüzünde bitkilerden nice güzel çiftler yetiştiren! (7)

2. Ey sihirbazları secdeye kapandıran ve onlara, “Âlemlerin Rabbine, Mûsa ve Hârun’un Rabbine îman ettik” dedirten! (46-48)

3. Ey Kıyâmet günü Cenneti müttakîlere yaklaştıran, Cehennemi de, azgınlara gösteren! (90-91)

4. Ey Azîz ve Rahîm ve ey Rûhu’l-Emîn olan Cebrail’in Rabbi! (191, 193)


NEML:


1. Ey göklerde ve yerde gizli olanları açığa çıkaran ve onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilen! (25)

2. Ey yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından nehirler akıtan, onun için sâbit dağlar yaratan ve iki deniz arasına engel koyan! (65)

3. Ey Kendisine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, karanın ve denizin karanlıkları içinde yol gösteren! (62-63)

4. Ey her şeyi san’atıyla sapa sağlam yapan ve yaptıklarımızdan tamâmıyla haberdar olan! (88)


25.09.2006




Risâle-i Nur, Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir



Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Hakimden tereşşuh etmiş ve onun esasları dairesinde yazılmıştır. Eseri telif eden Bediüzzaman’dır. Bütün hakikî ilim adamları müttefikan Risâle-i Nur’un bu muhteşem müellifinin “Bediüzzaman” denmeye lâyık bir şahsiyet olduğunu tasdik etmişlerdir. Risâle-i Nur eserlerinin millet ve gençliği dalâlet ve sapkınlık girdaplarından kurtaracak bir tefsir-i Kur’ân olduğunu takdir ve tahsinlerle tasdik etmişlerdir.
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

işaretle putları yere serdi



Altıncı Misal: Nakl-i sahihle Abdullah ibni Ömer’den haber veriyorlar ki:

Demiş: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minberde hutbe okurken, “Onlar Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyamet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır; gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür.” (Zümer Sûresi, 39:67.) âyetini okudu. Ve dedi: “Cebbâr olan Allah kendini tâzîm ediyor ve buyuruyor ki: ‘Cebbar Benim, Cebbar Benim; herşeyden büyük ve her şeyden yüce olan Benim’” dediği vakit minber öyle sarsıldı ve öyle lerzeye geldi ve titredi; korktuk ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı düşürecek bir derecede sallandı.

Yedinci Misal: Nakl-i sahihle, habrü’l-ümme ve tercümanü’l-Kur’ân olan Hazret-i İbni Abbas ve hâdim-i Nebevî ve ulema-i azîme-i Sahabeden olan İbni Mes’ud’dan haber veriyorlar ki:

Demişler: Feth-i Mekke gününde, Kâbe ve etrafında, taşta rasasla mıhlanmış üç yüz altmış sanem vardı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elinde kavse benzer bir değnekle o sanemlere birer birer işaret ederek “Câ e’l-hakku ve zeheka’l-bâtılü. İnne’l-batıle kâne zehûkan / Hak geldi, bâtıl yok oldu. Muhakkak ki bâtıl yok olup gidicidir.” (İsrâ Sûresi, 17:81.) deyip, hangisine işaret etti, yere düştü. Sanemin yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse yüz üstüne düşer, ve hâkezâ, sanemler yere yuvarlandılar.


Mektubat, s. 135


25.09.2006




Dörtlük



İman, Cennete akan tükenmez bir sermaye.

Ebediyyen saadet, orda onurlu paye.

Rahman olan Rabbimiz mü’minlere bahşeder.

Yeter ki ihlâs olsun, amelde esas gaye.

Abdülkadir MENEK

25.09.2006




Takvim



Bugün oruç iki oldu

İkide kalmayacak bu

Ömür akıyor sanki su

Hoşgeldin şehr-i Ramazan

Celal YALÇIN

25.09.2006




Ya Rezzak



İkramı bol ve rızık verici olan Rabbimiz bizi bir kez daha Ramazan ayına eriştirdi.

Tattığımız her nimet, yediğimiz her lokma bizim için ne büyük bir ikramdır bilirsiniz.

İçtiğimiz bir bardak soğuk suyun, bu sıcak havalardaki kıymeti tartışılmaz bile.

Sahurlarda ellerimizi yıkayıp, yarınki oruç ibadetine niyet ederken, masamızda arta kalan yiyecekler cazibesini o an için kaybetmiş olabilir ama acıkınca nasıl da kıymete binerler değil mi?

Yine balkonda oturuyorum.

Yine uzaklara dalmış düşünüyorum…

Bir önceki Ramazan ayında da bu balkonda yazıldı pek çok Ramazana dair yazı.

‘Keşke demli bir bardak çay, yanında da akide şekeri olsa’ diye geçirdiğim günlerin üzerinden tam tamına bir yıl geçmiş…

Hayatımda pek çok şey değişti.

Pek çok tecrübe edindim geçen bu zaman zarfında…

Kimi olaya gözyaşlarıyla katlanmaya çalıştım… Kimisine gülüp geçtim… Kimi vak’alarda mutluluktan mest oldum…

Ama hepsinin bana kattıkları, benden alıp götürdükleri vardı.

Tatsız tutsuz anıları unutmaya çalışmanın beyhudeliğini bile bile çabalıyorum işte. Sık sık telefonum çalıyor. ‘Yenge mağdur bir bayan var, yardım istiyor’

Ya da, ‘Çoluk çocuk perişan bir ailenin acilen gözetilmesi gerekiyor Hülya hanım’ diyen dostlar, arkadaşlar, akrabalar…

Eksik olmasınlar, ekonomik durumu çok iyi olup da bu tür yardıma muhtaç insanları arayıp bulacak vakti olmayan cömert insanları arıyorum. Hemen hepsi kırmıyor, memnuniyetle yardımcı oluyorlar.

Kapılarına vardığımız fukara insanların gözlerindeki teslimiyeti, bükük boyunlarındaki masumiyeti görmek bana hayatımın tecrübelerinden birini daha yaşatıyor.

YA REZZAK!

Bu insanların nevalesini ayaklarına kadar gönderirken beni istihdam ettiğin için Sana şükürler olsun.

Bu insanlardan kopmadığım, onları mahallerinde bulup tanıdığım için de…

Yardıma muhtaç olanlardan habersiz olduklarımdan da, beni haberdar eden dostlarım olduğu için de…

Ve…

Bir kalemde torbalar dolusu erzağı gönderenlerin yanında itibarım olduğu için de..

Sana şükür etmek için ne kadar da çok sebebim var.

Seni sevmek için, Seni anmak için, Sana secde etmek, verdiklerin için secdelere uzanmak için ne kadar çok sebebim var…

YA REZZAK!

Verdiklerin, verenlerden olanları tanıttığın için şükür kapılarını açtığın bu ay hatırına bizi şükredenlerden eyle.

Rızkın kıymetini anladığımız, bir lokmanın değerini, bir yudumun paha biçilmezliğini öğrettiğin için seherlerde açılan ellerin hafifliğini yüreğimizde de hissettir bize YA RAB!

Hülya YAKUT

25.09.2006




Kalp kozası




Kısa olsun diye Koza Han’ın içinden geçiyordu… Sabahın erken saatlerinde buradan geçmek ayrı bir düşünce dinginliği veriyordu… Hisleri tarihin nefesiyle harekete geçiyordu her geçişinde…

Duvarlara sinmiş düşünce dokuları refakatiyle adımlıyor adımlarını… Adı üstünde Koza Han… Zihinlere ipek hikmeti olmak için nice düşünce kelebeği uçmuştu bu handan…

O gün Han’dan öylesi bir kelebeğin uçuşuna şahitlik etti… Masada oturan orta yaşlı biri, birilerine konuşuyordu, ister istemez duydu ve durakladı düşünceleri… “Yaşamayan bilmiyor, bir sen biliyorsun çektiklerini”

“Bir sen biliyorsun”u iki defa tekrar etti… Belli ki dert korunda pişmiş yüreği… Yürekten söylediği yüreğine yer ediyor han yolcusunun…

Sanki yakın yürekler birbirlerini çekiyor, çektikleri çileler ipek ipleri gibi bağlıyor onları…

Yüzünü dahi görmediğiniz biriyle yüreğinizle konuşursunuz… Kelebek konuşmalar geçer aranızda… Hanlar sessiz, taşlar duyarsız gibi görünse de şahitlik eder ve yarınlara saklar yürek kelimeleri…

Dert ummadığınız bir anda ayaklarınıza dolanıverir de yürüyecek mecaliniz kalmaz hayat yolunda… Sağınıza bakarsınız acz, solunuza bakarsınız fakr… Yalnızsınızdır ve yanıyorsunuzdur...

Ve bir handan geçerken yanan bir yüreğin kıvılcımıyla teselli bulur içiniz… Sizden daha çok acı çekenler vardır… Sabır soluyup şükür teneffüs ettikçe ipeksi bir yumuşaklık hisseder yüreğiniz…

Dertlerinize sevinin diyemeyeceğim… Kalp kozası dert ateşiyle yanıyorsa ipeksi hikmet dokunuyor demektir… Buna ise hanlara sahip olmaktan daha fazla sevinin…

Hüseyin EREN

25.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

Her birinin kendi makamında riyaseti var’



* “Risâle-i Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez, her birinin kendi makamında riyaseti var ve bu zamanı tenvir eden bir mucize-i maneviye-i Kur’âniyedir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 11.)

* “Aziz kardeşlerim, temadî eden tahribat-ı mâneviye karşısında, lillâhilhamd, gittikçe Risâle-i Nur’un mucizâne mukavemeti ve satveti ve kıymeti tezayüd ediyor. Dalâletin temel taşı ve nokta-i istinadı olan tabiat tâğutunu dağıtıp, Kur’ân elinde bir elmas kılıç olarak her tarafta nurları saçar, zulümatı dağıtır. Fakat dalâletlerin envâı çoktur. O nispette risâlelerin dahi ayrı ayrı meziyetleri, ehemmiyetleri var.” (Kastamonu Lâhikası, s. 34).

Bediüzzaman Hazretleri: “Herkes her risâlenin her meselesini anlamaya muhtaç değil. Ne kadar anlarsa kâfîdir” demektedir. (Barla Lâhikası, s. 187)

* Risale-i Nur’un yüz otuz kitabının her biri Kur’ân’ın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla ispat ettiği gibi, Risâle-i Nur’un her bir cüz’ü Kur’ân’ın bir hakikatını, bir nurunu izhar eder. (Sözler, s. 414).

Hazırlayan: Fatma ÖZER

25.09.2006




Takvim



Mağfiret ayıdır Ramazan,

Oruç tut Rabbini an.

Dün bir idi, bugün oldu iki,

Çabuk gelip geçecek anlaşılan.

Ferhat ÖĞMEN

25.09.2006




Eşyadan esmâya doğru




Oruç tutan insan bilir ki:

Mutlak güzellik eşyanın gerisinde yer alan ve ona ruh veren esmâda olmalıdır. Bu anlamda şuur sahibi her insanın temel konumu eşyadan esmâya doğru bir yolculuk olmalıdır. Bu temel konum hiç değişmez. Hangi sosyal statüde olursanız olun, hangi ırk ve milletten olursanız olun, renginiz ve zevkleriniz ne olursa olsun sizi tanımlayan temel kimliğiniz bu olmalıdır. Bu tanım dünyaya yön verdiği sanılan insanlar için de, yakın çevresi dışında hiç kimsenin bilmediği insanlar için de geçerlidir. O halde bütün güzellik tanımları ve hayat tarzının üzerine oturtulacağı temel kabuller, bu tanım üzerinde şekillenmelidir.

Bu durumda, eşyadan esmâya ulaşma konumunda olan insan, âlemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Hâlık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar.

Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Hâlık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak, O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir ânında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında, anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezelî irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Âdil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey, O’nun güzel demesi ile güzelleşir, aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefsü’l-emri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabbü’l-Âlemîn’in kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

Oruç tutan insan, bu mânâyı O’nun “ye” emri ile yiyip, “yemeyi bırak” emri ile nimetlerden el çektiğinde çok belirgin hisseder.

Hakan YALMAN

25.09.2006




Mükemmellik yolculuğuna hoş geldiniz!



Kişisel gelişim, “Rab” isminin bir tecellîsi olarak, kâinattaki gelişim eğiliminin, “Küçük Âlem” olarak nitelendirilen bireyde “Mükemmelliğe Yolculuk” olarak yansımasıdır.


Yolculuk Bismillah’la başlar!


Mükemmelliğe yolculuk Bismillah ile başlamalı. Her dengenin sebebi ve her dengelinin ilk sözü olan Bismillah, maddî ve manevî kişisel gelişimin de başı. O’nun bizden isteklerini yerine getirme sürecidir mükemmelliğe yolculuk. O’nun adıyla yolculuk yapmak, yolculukların en şirini… Ruhlar âleminden, anne rahminden, bebeklikten, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden haşre değin süren bu yolculuğun sonu ne pekâla? Dedik ya; mükemmellik bir varış noktası değil, yolculuğun ta kendisi. İşte bu yolculuğun ulaşacağı en son aşama ise, mükemmelliğin yeni ismi “Âlây-ı illiyyin!..” Yani, mükemmelliğin meyve verdiği yer olan Cennet’e lâyık bir değere yükselmek. “İnsan-ı Kâmil” olunur böylece. Ayetü’l-Kübra Risâlesindeki Rabbini bulmak isteyen seyyahın serüvenidir bu. Hayat yolculuğunun en önemli amacı olan mükemmelliğe ulaşmak için her şeyi sorgulayan, her varlıkta Rabbinin izini sürenlerin, nereden gelip nereye gittiğini, vazifelerinin neler olduğunu soranların yolculuğudur bu.


Kişisel gelişim ism-i Rabb’in bir tecellîsidir


Her şeyi uygun bir terbiye ile biçimlendirip, hakikî maksatlarına sevk eden Rab isminin gereğidir kişisel gelişim. Temelini inançtan alan bir serüvendir kişisel gelişim. Çünkü iman kayıtsız ve şartsız olarak Rabbe bağlanıştır. İnsanı gerçek kimliğine kavuşturmaktır. Bu kimliğiyle insan kendini gerçekleştirebilir.

Tefekküre dayalı mükemmellik; beynin her hücresini doldurmakla gerçekleştirilebilir. Mükemmellik boş gurur ve benlikte değil, acizliğini bilmekte insanın. Kâdir olan Sâhibine sığınarak ihsan edilir mükemmellik. İhtiyaçlarının sonsuzluğunu bilip de, Mutlak Zengin’den istenerek gelişir kişilik.


İnsan öğrenerek gelişir!


Mükemmellik yolculuğunda soruların ve sorgulamaların cevapları eğitimin desteğiyle alınır. Öğrenerek gelişir insan. Zaten dünya hayatında bunun için, “Taallümle tekemmül”; yani “Öğrenerek gelişme” için var. Bilimleri üretti insan. Gerçek fen ve hikmet kütüphanesini; Pedagoji, Psikoloji, Fen, Tıp, San’at vb. bilimleri kâinat kitabından alıp da yazmadı mı zaten?

Kişisel gelişim, benliği anlama; kişiliği geliştirme ve tabiatımızın akış yönüne, fıtrat yasalarına uygun davranışlar geliştirme üzerine kurgulu. Güzel ahlâkı tamamlayanın (asm) sunduğu ahlâkla ahlâklanmaktır kişisel gelişim. Kişilikse, duygularımızın ve yeteneklerimizin yüzlerini gerçek amaçlarına uygun şekilde kullanarak gelişir. Gerçek gelişim, insana verilen kalp, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve diğer kuvvelerin yüzlerini ebedî hayata çevirerek, her birini kendine lâyık hususî bir kulluk vazifesiyle meşgul ederek gerçekleşir. Yoksa içi boş, şekilsiz, muhtevasız bir usûlle sunulan ve “Kişisel Gelişim” zannedilen; dünya hayatının bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en alçakça tatmak, bütün duygularını; kalp ve aklını boş yere kullanmak gelişim ve yükselme değil, kişisel alçalma ve kişisel körelmedir.

İşte insanın verdiği söz de buydu: “Seni daha iyi anlamak için, nefsime taktığın san’atları anlamaya ve şifreleri çözerek, kendimi geliştirmeye ve gerçekleştirmeye söz veriyorum.”

Yolculuğun meyvesi hamd etmektir.

Mükemmellik yolculuğunun başlangıcı Bismillah idi. Ortasında yapılan düşünce turundan sonra, sonunda şükür gerekmez mi? Elhamdülillahi hâzâ min fadli Rabbi!

Teklif: Hayattaki en büyük amacımızın, inanç temelli bir kişisel gelişimle mükemmelliğe yolculuk olduğunu her zaman hatırlamalıyız.

B. Sait ÇİFTÇİ

25.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

YAKARIŞ



Allah’ım!

Sen duâları, ibadetleri ve tövbeleri kabul edensin! Sen, günahları, kusurları, ayıpları örtensin! Duâlarımızı, ibadetlerimizi ve tövbelerimizi kabul buyur! Günahlarımızı ve kusurlarımızı affet! Ayıplarımızı ört! Namazımızı, orucumuzu, zekâtımızı, haccımızı kabul buyur! Bizi ibadetlerle arındır! İbadetlerimizin içinde ve dışında, zora düştüğümüz anda ve genişlik anımızda, hayatta ve ölüm esnasında yaptığımız duâ ve yakarışlarımızı kabul buyur! Niyazlarımızı geri çevirme! Bizi ömrümüz oldukça ibadetlerde muvaffak kıl! Âmin...

Süleyman KÖSMENE

25.09.2006




Fotoğrafların dili




“Cenâb-ı Hak bir dakika zarfında beyne’s-semâ ve’l-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder.”


Mektubat, s. 425

İbrahim KILIÇ

25.09.2006




Sabr-ı cemîl deneyimleri



Kulluğun önemli dinamiği olan sabr-ı cemîli en çok bu ayda deneyimleyebiliriz. Ayrıca hayatımız boyunca her istediğimiz şeyin hemen olamayacağını (tıpkı iftar saatinde okunan ezanla verilen izin gibi) ancak Cenâb-ı Hakk’ın izni dairesinde yani kader itibarıyla vakti zamanı geldiğinde mümkün olabileceğini mânen bu ayda idrak ederiz.

Psikolog Yasemin Uçal ABDULLAH

25.09.2006




Kur’ân okuma âdâbı




Kur’ân okumaya başlamadan önce kişi, derlenip toparlanarak, kâinatın sahibinin yüce kelâmını okuduğunun ve Cenâb-ı Hak (c.c.) ile konuştuğunun şuurunda olmalıdır.

Kur’ân okumaya abdestli olarak başlanılmalıdır.

Kur’ân okurken kıbleye dönmek müstehaptır.

Kur’ân okumaya başlarken Eûzü-Besmele ile başlamalıyız.

Kur’ân-ı Kerim okurken bir kalp ve gönül rahatlığı, huşu hali içinde olmalı, âyetlerin mânâ ve muhtevasını düşünmeye gayret etmelidir.

Kur’ân okuyan kişi kendisini Kur’ân’a muhatap olarak görmeli, her emir ve nehyin kendisini ilgilendirdiğini bilmelidir.

Kur’ân’ı tertil üzere okumalıdır. Yani, açık açık, tane tane, harflerin çıkış yerine ve tecvit kaidelerine uyarak okumaktır.

Kur’ân-ı Kerim’i bizzat Resûl-ü Ekremden (a.s.m.) dinler gibi, hatta Cenâb-ı Haktan işitir gibi bir hal içinde okumaya çalışmalıdır.

Kur’ân okuyan kimse çok ciddî bir işle meşguldür. Bunun için ciddiyeti bozan davranışlardan uzak durmalı, lüzumsuz hareketler yapmamalı, eliyle, ayağıyla, ağız ve burnuyla oynamamalıdır.

Kur’ân okurken esnemesi gelen insan okumayı kesmeli, esneme geçtikten sonra kaldığı yerden devam etmelidir. Çünkü esnemek rehavetten gelir, bu da şeytandandır.

Kur’ân okumak için mümkünse sakin bir vakti seçmelidir. Yorgun-argın bir vaziyette iken okunan Kur’ân’dan fazla lezzet alınmaz. Bunun için gündüzün erken vakti, bilhassa sabah namazından sonra okunması tavsiye edilmektedir.

Kur’ân-ı Kerim okurken gürültüden uzak bulunmalı, hiçbir maslahat yokken konuşulmamalıdır.

Kur’ân-ı Kerim okumayı kesmek gerektiğinde Cenâb-ı Hakkın yüce kelâmını tasdik mânâsında “Sadakallahü’l-azîm (Yüce Allah doğru söyledi)” demeli, sonunda da duâ ederek, Fatiha okumalıdır.

Necmi ÜNLÜ

25.09.2006




BİR KISSA, BİN HİSSE



Hazreti Musa nasıl şifa buldu?


Mihenk


“Tevekkül esbabı bütün bütün reddetmek değildir.”


Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 284


Hazret-i Musa Aleyhisselam rahatsızlanmıştı. Ümmetinden bazı kimseler ziyaretine geldiler ve hastalığını teşhis ettiler. Dediler ki:

“Ey Allah’ın Elçisi, bu hastalığın bizde ilacı vardır. Tecrübe edilmiştir. Etkilidir. Seni tedavi edelim. Allah’ın izniyle iyi olursun. Bir şeyin kalmaz.”

Hazret-i Musa (as):

“Ben ilaçsız, Allah’tan şifa bekliyorum.” dedi.

Fakat Hazret-i Musa’nın (as) hastalığı iyileşmedi.

Ümmeti tedavi olması hususunda çok yalvardılar. Fakat Hazret-i Musa (as) tedaviyi kabul etmemekte ısrar etti.

Bunun üzerine Allah Hazret-i Musa’ya (as) şöyle vahyetti:

“Eğer Benden şifa umuyorsan onların tedavilerini kabul et.”

Hazret-i Musa (as) bu defa onları çağırdı ve kendisini tedavi ettirdi. Hastalığı da iyileşti.

Ardından Allah şöyle vahyetti:

“Ben şifayı sebeplere lütfettim. Sen ise, Bana tevekkülünle hikmetimi değiştirmek istedin. Unutma ki, şifayı maddelere verip hastalıkları iyileştiren Benden başka kimse değildir.”


(İhya, 4/515)

Süleyman KÖSMENE

25.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Onlar, elçilere, “Biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük. Eğer iddianızdan vazgeçmezseniz sizi taşlarız ve bizden acıklı bir işkence görürsünüz” dediler.


Yâsin Sûresi: 18


26.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ki, İhlâs Sûresini yüz defa okur da şu dört şeyden de sakınırsa, Allah onun elli senelik günahlarını bağışlar. Bunlar: Adam öldürme, haksız yere başkasının malını zimmetine geçirme, zinâ etme ve içki içme.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3733


26.09.2006




Oruç, nefsin gururunu kırar



DÖRDÜNCÜ NÜKTE


Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hattâ, mevhum bir rububiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar.

İşte, Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.


BEŞİNCİ NÜKTE


Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzîb-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musîbetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır-eğer gaflet kalbini bozmamışsa!


Mektubat, 29. Mektub, 2. Kısım, s. 389


Lügatçe:


mevhum: Vehmî; olmadığı halde varmış gibi kabul edilen, kuruntu edilen.

rububiyet: Allah’ın terbiye ediciliği.

keyfemâyeşâ: Keyfine göre hareket etme.

tehzîb-i ahlâk: Ahlâkı güzelleştirmek, kötü huyları gidermek.

lâyemûtâne: Ölmeyecekmişçesine.

tahayyül: Hayal etme.

Bediüzzaman Said NURSİ

26.09.2006




SORULARLA RİSALE-İ NUR




Sınırsız nimetlere, sınırlı şükürle

nasıl mukabele edilebilir?


Eğer desen: “Şu küllî hadsiz nimetlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?”

Elcevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir îtikad ile. Meselâ, nasıl ki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir, “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım.” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum. Çünkü, sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.”

İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadâkat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek îtikad liyâkatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.

Aynen öyle de, âciz bir abd, namazında “Ettehıyyâtü lillah” der. Yani, bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesâbıma umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem, Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve îtikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.

Nebâtâtın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Hem meselâ, kavun, kalbinde nüveler sûretinde bin niyet eder ki, “Yâ Halıkım! Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim.” Cenâb-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibâdet gibi kabul eder. “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır,” (Câmiü’s-Sağîr, 6:291, 292) şu sırra işaret eder. Hem, “Mahlûkatının sayısınca, Zâtına lâyık şekilde, Arşının ağırlığınca, kelimelerinin mürekkebi miktarınca hamd ederek Seni her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz. Bütün peygamberlerinin, evliyâlarının ve meleklerinin tesbihâtıyla Seni tesbih ederiz.” gibi hadsiz adetle tesbih etmenin hikmeti, şu sırdan anlaşılır.

Hem, nasıl bir zâbit bütün neferâtının yekûn hizmetlerini kendi nâmına padişaha takdim eder; öyle de, mahlûkata zâbitlik eden ve hayvanât ve nebâtâta kumandanlık yapan ve mevcudât-ı arzıyeye halîfelik etmeye kàbil olan ve kendi hususi âleminde kendini herkese vekil telâkkî eden insan, “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz” (Fâtiha Sûresi: 5.) der; bütün halkın ibâdetlerini ve istiânelerini, kendi nâmına Ma’bud-u Zülcelâle takdim eder.

Hem “Bütün mahlûkatının bütün tesbihâtıyla ve bütün masnuâtının dilleriyle Seni tesbih ederiz” der; bütün mevcudâtı kendi hesâbına söylettirir.

Hem, “Allahım! Kâinatın zerreleri ve onlardan mürekkeb varlıkların adedince Muhammed’e rahmet eyle” der; her şey nâmına bir salâvât getirir. Çünkü, her şey nur-u Ahmedî (a.s.m.) ile alâkadardır. İşte, tesbihâtta, salâvâtlarda hadsiz adetlerin hikmetini anla.


(Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 2. Meyve, s. 325)


26.09.2006




Münâcâtü'l-Kur'ân



KASAS:


1. Ey yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunan, onları önderler yapan, onları zâlim ve güçlülerin vârisi kılan! (5)

2. Ey va’dine inananlardan olması için Mûsa’nın annesinin kalbine sabır ve metânet veren! (10)

3. Ey dünyada da, âhirette de hamd ve hüküm kendisine âit olan ve Kendisine döndürüleceğimiz Allah! (70)


26.09.2006




Gençlik Risâle-i Nur’a muhtaç



Evet, Abdülkadir-i Geylânî, İmam-ı Gazâlî ve Mevlânâ Celâleddin-i Rumî gibi İslâmiyetin birer güneşi olan dâhî büyüklerimizin eserlerini ve hakikî kıymetlerini bugünkü gençlik nasıl bilemiyorsa, Bediüzzaman Said Nursî gibi misilsiz bir müfessir-i Kur’ân’ı da tam tanıyamamıştır. Esasen gizli ve aşikâr din düşmanlarının birtakım kasd-ı mahsuslarıyla tanınmasına meydan verilmemiştir. Fakat böyle büyük bir müfessirin ve bir İslâm dâhîsinin bu asırda da mevcut olduğunu şahsî gayretleriyle öğrenenler Bediüzzaman’ın tarihî ve cihanşumül değerini derhal idrâk etmekte ve eserlerinden faydalanmak için can atmaktadırlar.

Kat’î ve kâmil bir kanaatla diyebiliriz ki: Bu asırdaki insanları saadete kavuşturacak, onları aklen ve kalben ikna edecek eser ancak Risâle-i Nur’dur. Bu hüküm Nur Risâlelerini okuyan münevverlerin kat’î bir hükmüdür. Hem bu kanaatın isabetini Risâle-i Nur’daki ilmî kudret ve orijinallik açıkça göstermektedir.


26.09.2006




Rahip Bahîra’nın haberi



Meşhur Bahîra-i Rahibin meşhur kıssasıdır ki, nübüvvetten evvel, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebû Talip ve bir kısım Kureyşî ile beraber Şam tarafına, ticarete gidiyorlar. Bahîra-i Rahibin kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlarla ihtilât etmeyen münzevî Bahîra-i Rahip birden çıkageldi. Kafile içinde Muhammedü’l-Emin’i (a.s.m.) gördü. Kafileye dedi: “Şu Seyyidü’l-Âlemîndir ve peygamber olacaktır.” Kureyşîler dediler: “Nereden biliyorsun?” Mübarek rahip dedi ki: “Siz gelirken baktım ki, havada, üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammedü’l-Emin (a.s.m.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki, taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise nebîlere yapılır.”


Mektubat, s. 136


26.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

Sana emrolunanı açıkla!”1 âyet-i ke-rimesi gereği artık tebliğ açıktan yapılacaktı. Önceden istişare ile belirlendiği gibi tüm kabilelerin hac ve ticaret için geldiği bir panayır günü sahabelerin de gayreti ile Peygamberimizin (asm) konuşacağı zaman ayarlanmıştı. Peygamberimiz (asm) belirlenen saatte Safâ tepesine çıktı ve âdet olduğu üzere şöyle seslendi:

- “Yâ Sabâhâh! Ey Kureyş topluluğu!” diye üç defa bağırdı. Duyanlar “Muhammedü’l-Emin, mühim bir şeyi haber verecekler” diye koşuştular. Ve etrafına toplandılar.

“Ey Kureyş topluluğu! Benimle sizin misâliniz, düşmanı görünce ailesine haber vermek ve onları kurtarmak için koşan ve düşmanın kendisinden önce gelip ailenize zarar vermesinden korkarak ‘Ya Sabahâh!’ diye haykıran kimsenin durumu gibidir.”

“Ey Kureyş topluluğu! Size şu dağın ardında veya şu vadide düşman ordusu olduğunu söylesem, bana inanır mısınız?”

Kureyşliler;

“Evet ya Muhammed, sen Muhammedü’l-Emin’sin, asla yalan söylemedin ve söylemezsin, sana inanırız” dediler.

Peygamberimiz (asm) onların teyidini almak için sorusunu üç defa tekrarladı ve:

“Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerlerin sahibi olan Allah’ın gönderdiği peygamberim. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilah yoktur. Dirilten de öldürten de O’dur. Siz Allah’a ve Resûlüne iman ediniz ki, o ümmî peygamber Allah’a ve Resûlüne inanmıştır. Ona uyun ki hidayete eresiniz”2

“Size haber veriyorum ki önünüzde şiddetli bir hesap günü vardır. O zaman Allah’a inanmayanlar için büyük bir azap vardır. Sizi o azaptan sakındırmak için gönderildim.”

“Ey Kureyş Cemaati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allah’ın huzuruna varınca dünyada yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz! İyi amellerinizin mükâfatını görecek, kötü amellerinizin karşılığı olarak azaba uğrayacaksınız. Mükâfatınız ebedî cennet, cezanız da içinden çıkmamak şartı ile devamlı bir cehennemdir!”

“Ben de Allah’ın kulu ve size gönderdiği elçisiyim. Eğer söylediklerimi dinler, kabul ederseniz cennete gireceğinizi taahhüt ederim. Şunu biliniz ki iman edip ‘Allah birdir, Ondan başka ilah yoktur’ demedikçe, ben size ne dünyada, ne ahirette fayda temin edemem”3

Peygamberimizin (asm), akla ve kalbe hitap eden bu konuşmasını herkes sükûnetle dinledi. Ancak Peygamberimizi (asm) adım adım takip eden ve her konuşmasını sabote etmek için konuşan Ebu Leheb, eline bir taş alarak Peygamberimize (asm) fırlattı ve:

“Helâk olasıca! Yazık sana! Sen bizi buraya bunun için mi topladın?” diye bağırdı.

Kimseden ses çıkmadı. Ancak fısıltı halinde konuşarak dağıldılar.4


—Devam edecek—


Dipnotlar:


1- Hicr Sûresi: 94

2- A’raf, 7:148

3- İbn-i Saad, Tabakat 1:199; Buhârî 3:171

4- Taberânî: 2:216

M. Ali KAYA

26.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Elçiler ise, "Uğursuzluk sizin kötü işlerinizin neticesidir," dediler. "Yoksa size öğüt verilmiş olmasını mı uğursuzluk sayıyorsunuz? Gerçekten siz haddini aşan bir topluluksunuz."


Yâsin Sûresi: 19


27.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ki, Cuma namazından sonra İhlâs, Felâk ve Nâs Sûrelerini yedişer defa okursa, Allah onu bir sonraki Cuma’ya kadar kötülüklerden korur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3733


27.09.2006




Ramazan’da âlem-i İslâm mescid hükmüne geçiyor



ALTINCI NÜKTE


Ramazan-ı Şerifin sıyâmı, Kur’ân-ı Hakîmin nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’ân-ı Hakîmin en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Kur’ân-ı Hakîm, madem şehr-i Ramazan’da nüzul etmiş. O Kur’ân’ın zaman-ı nüzulunu istihzar ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyat hâlâttan tecerrüt ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir sûrette o Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekremden (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil’den, belki Mütekellim-i Ezelîden dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’ân’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.

Evet, Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’ân’ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan, “O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, ap açık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir” (Bakara Sûresi, 2:185) âyetini, nuranî, parlak bir tarzda gösteriyor; Ramazan Kur’ân ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmânın sair efradları, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri kendi kendine okurlar.

Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhalefet edenler de o derece umum âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir.


Mektûbât, s. 389


Lügatçe:


sıyâm: Oruç.

nüzul: İniş.

istihzar: Hazır etme.

hüsn-ü istikbal: Güzel karşılama.

hâcât-ı süfliye: Süflî, bayağı ihtiyaçlar.

mâlâyâniyat: Mânâsız, abes, boş.

tecerrüt: Sıyrılma.

ekl ve şürb: Yeme ve içme.

Mütekellim-i Ezelî: Ezelden beri konuşma sıfatına sahip olan Allah.

cemaat-i uzmâ: Büyük cemaat.

nefs-i süflî: Alçak şeyleri isteyen nefis.

Bediüzzaman Said NURSİ

27.09.2006




SORULARLA RİSALE-İ NUR



Oruç bütün duygulara nasıl tutturulur?


..orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevî oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir.


Mektûbât, s. 391


27.09.2006




“Ramazan’a aittir”




Bediüzzaman’ın talebelerinden Refet Barutçu anlatıyor:

“Isparta’da ani yapılan baskın ve araştırmalarda ele geçirilen Risâle ve mektuplar arasında bir kitabın üzerinde ‘Ramazan’a aittir’ diye bir yazı vardı. İslâm yazısını okuyamadıkları için ‘Kimdir bu Ramazan?’ diye aradılar, taradılar, nihayet Isparta Atabey’in köylerinden Ramazan isimli bir vatandaşı da ellerini bağlayarak Eskişehir hapishanesine yolladılar. Aradan iki ay geçtikten sonra kitabın Ramazan Efendiye ait değil, Ramazan ve orucun hikmetlerini anlatan Bediüzzaman’ın Ramazan Risâlesi olduğu anlaşıldı. Mazlûm ve masum Ramazan Efendi tahliye edildi. Hapishanede Bediüzzaman tebessüm ederek ‘Kardaşım Ramazan, hakkını helâl et’ diye Ramazan’ı teselli ederdi.”


Son Şahitler, 1. Cild, s. 380


27.09.2006




‘Fani bir sûrette zayi olmasın’



Eskiden bir zat, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi, demiş zevcine: "İhtiyacımız şedittir."

Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: "İşte Cennetteki bizim kasrımızın bir kerpicidir."

Birden o mübarek hanım demiş ki: "Gerçi çok muhtacız ve ahirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fani bir surette bu zayi olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lazım değil." Birden yerine gitti, keşifle gördüler diye rivayet edilmiş.

İşte bu iki kahraman ehl-i hakikat, Risale-i Nur şakirtlerinin dünyaya ait ezvak-ı kerâmetlere koşmadıklarına bir hüsn-ü misâldir.


Emirdağ Lâhikası, s. 77


27.09.2006




Münâcâtü'l-Kur'ân



ANKEBUT:


1. Ey âlemlerin kalbindekileri en iyi bilen! (10)

2. Ey Nuh’u ve gemidekileri kurtarıp âlemlere bir ibret yapan! (15)

3. Ey iyilik eden ve Kendisini görür gibi ibâdet edenlerle beraber olan! (69)


27.09.2006




Risâle-i Nur okuyan gençler



Nasıl Kur’ân-ı Kerime sarılanların dünya ve âhiretleri mâmur olursa, onun parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okuyup amel edenler de hakikî saadete erişeceklerdir. Bu imanî eserleri okuyan gençlerin imânı kuvvetlenecek, istikballeri parlayacak, ilim ve irfan sahibi olacaklardır. Hem vatana, hem millete, hem anne ve babalarına faydalı, yüksek ahlâka sahip gençler olarak temayüz edeceklerdir. Allah’ın halis bir kulu, Peygamberin hakiki bir ümmeti haline gelmek bahtiyarlığına nâil olacaklardır.


27.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

Attığında sen atmadın”



“Attığın zaman sen atmadın; ancak Allah attı.” (Enfâl Sûresi, 6:17) nass-ı katîsiyle ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikiyle ve umum ehl-i hadisin ihbarıyla, gazve-i Bedir’de, şu âyet haber veriyor ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir avuç toprakla küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, “Bu yüzler kahrolsun!” dedi. “Bu yüzler kahrolsun!” kelimesi bir kelâm iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi herbir kâfirin gözüne gitti. Herbiri kendi gözüyle meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar.

Hem Gazve-i Huneyn’de, başta İmam-ı Müslim olarak ehl-i hadis haber veriyorlar ki:

Gazve-i Huneyn’de, Bedir gibi, küffar şiddetle hücum ederken, yine bir avuç toprak atıp, “Bu yüzler kahrolsun!” diyerek, herbirinin kulağına bir “Bu yüzler kahrolsun!” kelimesi girdiği gibi, biiznillâh herbirinin yüzüne bir avuç toprak gitti, gözleriyle meşgul olup kaçtılar. İşte, Bedir’de ve Huneyn’deki harika olan şu hadise, esbab-ı âdi ve kudret-i beşer dahilinde olmadığından, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan “Attığın zaman sen atmadın; ancak Allah attı.” (Enfâl Sûresi, 6:17) ferman eder. Yani, “O hadise kudret-i beşer haricindedir. Kuvve-i beşeriye ile değil, belki fevkalâde bir sûrette, kudret-i İlâhiye ile olmuştur.”


Mektubat, s. 136


27.09.2006




Dörtlük



Muhabbet üzerine yaratılmış kâinat.

Bize kılavuz olsun; kine, nefrete inat.

Düşmanlık edeceksek, nefsimize edelim.

Şerirler, zındıklar çok; düşman listesine kat.

Abdülkadir MENEK

27.09.2006




Takvim



Bugün Ramazan’ın dördü

Kandiller hep yandı söndü

Kalpler hep Allah’a döndü

Rahmetsin şehr-i Ramazan

Celal YALÇIN

27.09.2006




Kayıpsız kazanım




Odasına girdiğinde telefonla görüşüyordu, alışkın olmalı ki konuşma esnasında ‘Hoş geldin’ dedi. Geniş odanın geniş penceresinden dışarıdaki manzarayı seyre koyuldu… Uzayıp giden şeftali bahçeleri dağ manzarasıyla sonlanıyor…

Yeşili seyretmek yeşillik olsun diye değildi, tezahür eden Rahmeti görmek ve kendini bulmaktı… Kâinattaki yerini almak, hayatını o serüvene göre yürütmekti… Fabrikanın hemen önünden hızla akan yol nasıl bir yolculuğu hatırlatıyordu?

Arkadaşı ise telefon görüşmelerine devam ediyor, bu arada gelip gidenlere de bir şeyler anlatıyordu… Koskoca fabrikanın genel müdürü olmak meşguliyet demekti… Nihayet kısa bir müddet yüz yüze geldiler… Hal hatırdan sonra “Hep böyle meşgul müsün?” dediğinde bu tenha hali dedi… Okuması için kitaplar tavsiye etti, klasik bir cevap aldı: “Vakit yok…”

Sabah sekiz akşam dokuz… Yorgun vücut, dolu dimağ, kırıklarla dolu kalp... Hangi ruhla okunacaktı kitaplar? İyisi mi bir psikolog bul bana dedi…

Uzak olmayan yıllarda uzun uzun sohbet ettikleri oluyordu… Kitap da alıyordu, dergi de… Böyle yüksek maaşı, lüks arabası ve evi yoktu fakat kendi vardı… Şimdi dünyayı kazanmıştı ama kendini bulabilmiş miydi?

Hayat bir daha ele geçmeyeceğine göre kâinat kitabında gördüğümüz güzellikleri okumak en büyük kazanım olsa gerek. Hem de kayıpsız kazanım…

Hüseyin EREN

27.09.2006




SORULARLA ORUÇ




Ramazan ayında oruç tutmanın sevabı ne kadardır?


Ramazan ayında oruç tutmanın sevabına had ve hesap yoktur, sınır yoktur, kayıt yoktur. Allah’ın rahmeti, feyzi, bereketi, sevabı, hayrı, bizim umduğumuz ve beklediğimiz ölçüde değil; Allah’ın sonsuz lütfu ölçüsünde ebediyen elimizden ve gönlümüzden tutacaktır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bildiriyor ki: Allah ü Zülcelâl Hazretleri şöyle buyurdu: “İnsanoğlunun her işi kendisi içindir. Ancak oruç değil. Oruç Benim içindir. Ve onun mükâfatını Ben veririm.”

Süleyman KÖSMENE

27.09.2006




Yüzbaşı Re’fet Bey




1886 yılında İstanbul’un Beykoz ilçesinde doğdu. Asıl adı Re’fet Barutçu’dur. Risâle-i Nur’un satır aralarında Re’fet Bey olarak geçer.

Ordu mensubu olarak yüzbaşı rütbesiyle emekli oldu. Bediüzzaman’la Barla yıllarında tanıştı ve ona talebe oldu.

Bediüzzaman’ı ilk defa 1921 yılında İstanbul Beyazıd Camii’nde gördü. O “görüş” Nur yolculuğunu meyve verdi.

Nur Risâlelerinden Mektûbât isimli eserin çoğu kısmı, onun sorduğu suâller neticesinde te’lif edildi.

Bediüzzaman’ın “Kur’ân Aşığı” ve “Nur’un Kumandanı” iltifatlarına mazhar oldu. İlerleyen yaşına rağmen Kur’ân öğretti. Risâle-i Nurları rahlelerde istinsah etti. Üstad’la birlikte Nur yolculuğu hengâmında yolu Eskişehir, Denizli ve Afyon hapishanelerine düştü. Nur ve Kur’ân uğruna çok çekti. İhlâs, sadakat ve istikamette bir sembol teşkil etti. 1975 yılında Rahmet-i Rahman’a kavuştu.

Mustafa ÖZTÜRKÇÜ

27.09.2006




Yolculuğun sıfır noktası



İnsan, mükemmellik yolculuğuna, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil olarak başlar; acizliği ve fakirliği ile şefkat ve merhameti kendisine çeker. İşte yolculuğun sıfır noktası, “temiz fıtrat” burasıdır.


Başlangıçlar zordur


Mükemmelliğe yolculuğun en heyecanlı bölümüdür başlangıç. Her şeyi öğrenmeye muhtaç olmak ve hayat kanunlarını yaşadıkça öğrenmek heyecan verici. İşte, kişisel gelişim yolculuğumuzun en masum ve en basit evresidir bu. Anne karnındaki çocuğa ellerinin, ayaklarının, gözlerinin ve diğer organlarının anne karnında ne işe yaradığını sorsak; bu uzuvların anne karnı için değil, dünya denilen her şeyi öğrenme mekânı olan yerde kullanılması için verildiğini itiraf edecektir. İşte, içimizde bulunan potansiyelimizle, çocukluk dönemimizde, insanlık çemberine dağıtılmış bütün iyilikleri ve güzellikleri algılayabilme; kendini zenginleştirmeye uygun bir potansiyelde yolculuğa çıkarız. 0-15 yaş dönemindeki yolculuk, içimizdeki potansiyeli keşfetmekle geçer. Buna, çocuk eğitiminde mizaç ve karakter ya da kişilik gelişimi adını veriyor pedagoglar. Bu dönemin ikinci yarısında ise, irade, sorumluluk ve kişilik kazandırılır çocuğa. “Yükümlülük almanın” başlangıcı olan ergenlik çağında, bir şekilde kendi kişiliğini inşâ etmiştir delikanlı. Artık genç, sıfır noktasından uzaklaşmakta, insanlık galaksisinin içinde, kendi yörüngesinde, yolculuğunu hızlandırmıştır da. Böylece, yaratılıştan sahip olduğu ancak farkında olmadığı “kaptanlık ve ustabaşılık” görevi görecek potansiyelini, 360 derecelik insanlık çemberinin hangi koordinatında inşâ ettiyse, öylece yetişkinliğe geçer. Çünkü insanlar insanlık çemberinin üçte birlik dilimlerini oluşturan duygusal, fiziksel ve zihinsel potansiyellerin biri içinde merkezî koordinatlarını (kişilik motiflerini) oluştururlar. Kişinin, kaptanlık ya da ustabaşılık koordinatından uzaklaşarak, vazifesi olmayan bir koordinattan hayatı ve varlığı algılaması kişiliğine ağır darbeler indirir. Temel bakış açısını ve niyetini bozar. Geriye ket vurur. Bu noktada kişi özünden (ruh ve kalbin hayat derecelerinden) uzaklaşıp, kendi inşâ ettiği kişilik hapishanesinde biyolojik (bedensel) merkezli bir hayat yaşamaya başlar. İnsanın başlangıçta sahip olduğu sıfır noktası olan temiz fıtrata yeniden dönebilmesi için, 15 yılda inşâ ettiği kişilik hapishanesinin duvarlarını yıkması gerekmektedir. İnsanın başlangıçta sahip olduğu konuma geri dönmesi olarak bilinen bu sürecin gerçekleşebilmesinin ön şartı, kişinin kendi kişilik haritasının motiflerini çözümlemesidir. Dolayısıyla insanın hayata gözlerini açtığı noktadaki konumunu tekrar geri kazanmasında, kendini (Ene) bilmek ve yetenekleri üzerinde inşâ ettiği kişiliğin desenini ya da haritasını çözümlemesi gerekir. Bu, en temel insanî amaçtır da.

İşte insanın omuzundaki sorumluluk yükü de bu değil mi? Bize emanet edilen minik yavrularımızın eğitimindeki sorumluluk. Zordur eğitim; bakım ister, sabır ister, azim ister…

Bambu ağacının öyküsüyle tamamlayalım yolculuğun serüvenini. Bu öykü, eğitimin sabırla devam etmesi konusunda ince bir mesaj sunuyor bize:

Çinliler bambu ağacını şöyle yetiştirir: Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez. Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler. Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır. Akla gelen ilk soru şudur: Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı, yoksa beş yılda mı ulaşmıştır? Bu sorunun cevabı tabiî ki beş yıldır. Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden, hatta var olmasından söz edebilir miydik? Bir başarının şartları her zaman çok basittir.

Bir süre için alışın,

Bir süre tahammül edin.

Her zaman inanın

Ve hiçbir zaman geri dönmeyin.

Teklif: Temiz fıtratın sıfır nokta masumiyetini korumak için çocuk gelişiminde eğitime dikkat!

B. Sait ÇİFTÇİ

27.09.2006




Takvim



Duâlarımız bollaştı,

Sevaplar desen harman.

Dört gündür sevinçli,

Midemiz ediyor bayram.

Ferhat ÖĞMEN

27.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

AYLARIN SULTANI




On bir ay yedik içtik.

On bir ay düşünmedik belkide…

Kim ne yer ne içer, garibanlar ne haldedir, fakir-fukara geçimini nasıl sağlar diye.

Rızkı vereni, nimetleri sınırsızca önümüze sereni, açlığımızın cevabını göndereni, midelerimizin sesini duyuranı düşünmedik çoğu zaman.

Acıktık, yedik.

Susadık, içtik…

Ezanları duyduk, umursamadık…

Belki de yanı başımızdan gelip geçen bir mağdurun farkına varamadık…

Komşumuz aç mıdır, tok mudur, araştırmadık bile…

Duyarlı insanlarımızı, hassas mü’minleri, kul olmayı bilenleri, iman kalesine sığınanları ayrı tutarsak, diğerlerimiz on bir ay insan olmanın, Müslüman olmanın gereklerinden uzaklaştık belki de…

Ve gün geldi…

O gün…

Cumartesini pazara bağlayan gecenin akşamında hemen her evde tatlı bir telâş, heyecanlı bir başlangıç, manevî bir haz hâkim olduğunu gördük.

İlk teravih ile başlayan silkiniş kemiklerimize kadar sarstı bizi.

Yeniden ve muhteşem etkisiyle.

Rabbimizin bize gösterdiği numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını içinde sakladığı Cennetvârî bir lezzetle hazırlandık on bir ayın sultanına.

Ayların, zamanların Sultanı Ramazan..

Duyguların, inançların, itaatlerin, ibadetlerin ayı Ramazan.

Bir olmanın, birlikte olmanın, inanmanın ve inancını doyasıya yaşamanın ayı Ramazan.

Ezansız diyarların inadına, gümbür gümbür okunan ezanlarıyla, Kur’ân sadalarıyla, ışıl ışıl mahyaları, pırıl pırıl camileriyle…

Mutfaklardan sokaklara taşan mis gibi yemek kokuları, solgun ama nurlu simaların güler yüzlü merhabalarıyla, balkonlarda bekleşen çocukların ezan sesini bekleyen meraklı telâşlarıyla...

Yine Ramazan, yine oruç, yine ibadet, yine lezzet, yine ayların sultanı…

Dünya çöllerinde garip ve rotasız yürüyenlere, bu çöllerde yolunu kaybetmeye ramak kalanlara, yüreğinin sesine duyarsız kalanlara geldi Ramazan.

Kulluğunu unutanlara, yardıma boş verenlere, etrafına bakmayı ihmal edenlere geldi Ramazan.

Her gelişi muhteşem.

Her gelişi inanılmaz güzel.

Her gelişi heyecanlı, bir o kadar da bereketli.

Merhametin ve şefkatin sahibi Rabbimizi bize hatırlatan, merhamet ve şefkat Peygamberini düşündürüp bizim de merhamet ve şefkate muhtaç olanlara yüzümüzü çevirmemizi sağlayan Ramazan geldi.

On bir ayın sultanı hoş geldi, safa geldi.

Bereketiyle, nuruyla, hoşluğu ve coşkusuyla evlerimize dolu dolu geldi.

Ne mutlu ihya etmesini bilenlere…

Oruç ayına yakışır şekilde yaşayanlara ve yaşatanlara…

Hülya YAKUT

27.09.2006




Allah’ım!



Ramazan ayında bize vereceğin berekete denk, gönlümüzü cömert kıl! Kalbimizi merhametli kıl! Bizi Müslümanlara yardımcı eyle! Müslümanları da işlerimize yardımcı kıl! Bizi Müslümanlara kardeş eyle! Aramıza sevgi ver, muhabbet ver, merhamet ver! Bizi Müslüman kardeşlerimize karşı cimri kılma! Bizi mal toplayıp yığanlardan eyleme! Bizi merhametsizlikten ve merhametsiz kalplerin kötülüklerinden koru! Bizi, veren el kıl! Sen Ganiyy-i Mutlak’sın! Kazancımıza bolluk ve bereket lütfet! Âmin.

Süleyman KÖSMENE

27.09.2006




Çocuklara iyi örnek olmalı




Öfkelendiğimiz anda neler yapabildiğimizi ve bu olumsuz durumu nasıl tolere ettiğimizi pratikte yaşadığımız bir aydır Ramazan. Meselâ iftar saatlerinde büyük emek ve özenle hazırlanmış sofrada bazen istenilen ısıda olmayan çorba, bazen de ufak bir şeyin eksikliği bahane edilerek ancak senede bir yaşama imkânı bulunan o mübarek saatlerin hatta dakikaların ulvîliğini bir kenara bırakarak hiç de hoş olmayan bir ortamla baş başa bırakılır ailenin diğer fertleri. Böylece hem onların hakkına girilir hem de hazırlanan nimet karşısında manevî şükür terk edildiği gibi, hazırlayandan da teşekkür sakınılır. Oysa tam tersine aile büyüğü olarak çocuk ve dostlarımızla bu mübarek gün ve saatleri yaşattığı için Yüce Rabbimize şükür, verdiği nimetlerle tefekkür ve tazim ile geçirebiliriz. Böyle davranarak, öğrenme yolu ile ileriki yaşlarda uygulamaları gereken davranış biçimlerini öğrettiğimiz gibi örnek de olabiliriz çocuklara. Zira bu mübarek ay çocuklarımızın zihninde huzuru çağrıştıran bir ay olmalıdır. Unutmayalım ki, bu konuda hepimiz sorumluyuz ve üstümüze düşen vazifemizi hakkıyla yapmalıyız.

Psikolog Yasemin Uçal ABDULLAH

27.09.2006




Fotoğrafların dili




Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline dâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur.


Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye, s. 39

İbrahim KILIÇ

27.09.2006




BİR KISSA, BİN HİSSE



Peygamber Efendimiz’i (asm) gülümseten söz


Peygamber Efendimiz (asm) gözü ağrıyanın hurma yememesini isterdi. Bir gün, Hazret-i Suheyb’in (ra) gözü ağrıdığı halde hurma yediğini görünce, şöyle buyurdu:

“Ey Suheyb! Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?”

Hazret-i Suheyb (ra) de: “Ya Resulallah! Ağrımayan tarafı ile yiyorum” dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm) gülümsedi.


(Afat-ı Lisan)


27.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



"Doğru yolda olan ve sizden bir ücret de istemeyen kimselere uyun."


Yâsin Sûresi: 21


28.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kur'ân okuyan kimse bunun karşılığında Allah'tan birşey istesin. Şüphesiz ilerde Kur'ân okuyup karşılığında insanlardan birşeyler isteyen bir topluluk gelecektir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3735


28.09.2006




‘Bize istikamet üzere hidayet ver!’




Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun!”1 emreder. Peygamberimiz (asm) bu emrin şiddetinden dolayı “Hud Sûresi beni ihtiyarlattı” buyurdular.2 Allah’ın koruması altında bulunan Peygamberimizi ihtiyarlatan ve saçlarının ağarmasına sebep olan kendi istikametinden endişe etmek değil, ümmetinin istikamet üzere gitmesi endişesi idi. Çünkü âyetin devamında “İman ve tövbe ile Allah yoluna girenlerin dosdoğru olmaları ve aşırılıklardan kaçınmaları”3 açıkça ifade edilmekte idi. Her aşırılığın zulüm ve haksızlıkla sonuçlanacağı gerçeğini de nazara veren yüce Allah devam eden âyette ise “Zalimlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; aksi takdirde Cehennemin dehşetli azabına uğrarsınız”4 buyurarak aşırılığın zulümle, zulmün ise Cehennem azabı ile sonuçlanacağı uyarı ve tehdidinde bulunur.

Aşırılık Kur’ân-ı Kerim’de “fısk” olarak ifadesini bulur.5 Bu da istikametli olan orta yolu, normali bırakarak “ifrat ve tefrite” yönelmenin sonucudur. Bediüzzaman Hazretleri dalâletin sebebini izah ederken bu sebeplerin haktan ayrılmak, haddini aşmak, kuvve-i akliye, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye dediğimiz insanın temel kuvvelerinin ifrat ve tefritinden kaynaklandığını izah eder. Çükü ifrat ve tefrit, Allah’ın kâinata ve insan nefsine koyduğu sınırları aşmaktır. Toplumu idare eden, nizam ve intizam altına alan kuralları çiğnemek yine insandaki öfke ve şehvet duygularının haddi aşması ve masumların zulme uğraması iledir. Aklın istikametini kaybederek inançta ve fikirde aşırılık ve safsataya girmesi ile de hem yeryüzünde fesat başlar, hem de ebedî hayatın mahvolmasına sebep olur.6

Bütün bunlardan anlıyoruz ki Fatiha Sûresi’nde Allah’tan isteyeceğimiz hidayet “Sırat-ı Müstakîm” ile ifadesini bulan aşırılıklardan uzak doğru yoldur. “Hikmet” olarak da Kur’ân’da ifadesini bulan ve Allah’ın yaratılış amacını ve bunun hayırlı sonuçlarını ifade eden istikamet tüm hayırların başıdır. Bunun için Kur’ân “Kime hikmet verilmiş ise ona pek çok hayır verilmiştir”7 der.

Hikmet aklın istikameti ve hidayetidir. Akıl istikametini koruyarak nefsine ve kâinata hikmet nazarı ile bakarsa her şeyde tevhid hakikatını görür ve imanı daima inkişaf eder. İfratında inkâra, tefritinde ise teşbihe yönelerek aklın ifsadına sebep olur. Hak din olan İslâmiyet’te de hikmetten uzaklaşarak inançta ifrata, aşırılığa yönelirse Cebriye mezhebinin düştüğü dalalete ve hataya düşerek insanı iradeden mahrum bırakır, iradenin inkârına sebep olur. Tefrite yönelir ise o zaman da Mutezile mezhebinin düştüğü dalalete ve hataya düşerek tesiri bütün bütün insana verir ve Allah’ın İrade sıfatını inkâra yönelir. İstikameti muhafaza eden Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebi ise doğru yolu tutarak insan fiilinin başlangıcını insanın cüzî iradesine ve isteğine, sonucunu ise Allah’ın küllî irade ve kudretine vererek doğruyu bulur.8

Aynen akılda olduğu gibi, “iffet” kuvve-i şeheviyenin istikameti, “şecaat” da kuvve-i akliyenin istikametidir. Hikmet, iffet ve şecaatin bir arada beraber bulunması ise adl ve adalet olup, istikametin ve hidayetin sonucudur. “Sırat-ı Müstakim”den maksut ve murat bu üç mertebedir.9 Bunun için yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de istikamet üzere olan ve aşırılıklardan kendini koruyabilenler hakkında da şu müjdeli ifadelere yer verir: “‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikten sonra doğru yolda, istikamet üzere sebat edenlere melekler yardımcı olurlar ve onlara ‘Korkmayın, üzülmeyin, size va’d olunan Cennet ile sevinin. Dünyada da ahirette de biz sizin dostunuz ve yardımcınızız. O Cennette canınızın çektiği her şey vardır ve bu çok bağışlayıcı ve merhametli olan Allah’ın size ziyafeti, ihsanı ve ikramıdır’ derler.”10

Mü’minlerin inancına ve hayatına istikamet veren ve hidayet üzere olmalarını sağlayan, “Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş”11 bulunan Peygamberin (asm) sünnetidir. Peygamberin (asm) sünneti ölçü olmadığı takdirde Kur’ân doğru olarak anlaşılamadığı için doğrudan hidayet ve istikamet vesilesi olmamaktadır. Nitekim Müslümanlar arasında çıkan ve yeryüzünde fesada ve ifsada sebep olan inançta, ibadet ve ahlâkta sapmalar güya Kur’ân kaynaklıdır, ama Sünnet kaynaklı değildir. Yani Kur’ân âyetlerinin sünnet ölçüsü ile yorumlanmamasından kaynaklanmaktadır. Bu da Kur’ân’ın bir imtihan olarak gönderilmesi hikmetinden kaynaklanmaktadır. Peygamber rahmettir, ama Kur’ân bir imtihandır. Peygambere uyan kesinlikle dalâlete gitmez, çünkü o Allah’ın koruması altında yaşayan Kur’ân’dır, ama Kur’ân imtihan için gönderildiğinden okuduğu halde yanlış yorumlayanları ve peygamberin sünnetine göre anlamayanları dalâlete atar. Mekke müşriklerinin dalâletinin en mühim sebebi Kur’ân âyetlerine itirazları değil, Peygamberin şahsına olan itirazları idi. Onlar Kur’ân’a değil, çünkü onu istedikleri gibi yorumluyorlardı, itirazları peygambere itaatten kaynaklanıyordu. Nitekim Yüce Allah “Allah sivrisinekle veya ondan daha küçüğü ile misâl vermekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Müşrikler ise ‘Allah bununla ne demek istedi?’ derler. Allah bu misâlle pek çoklarını dalalete atar, birçoğunu da doğru yola iletir. Allah’ın dalalete attıkları ise ancak fasıklardır”12 buyurarak Kur’ân’ın inkârcılar için bir imtihan olduğunu ifade etmiştir. İnananlar için bir imtihan olduğunu da “Kur’ân âyetlerinin bir kısmı muhkem, bir kısmı ise müteşabihtir. Kalplerinde hastalık bulunanlar müteşabih olan âyetleri yanlış tevil ederek fitne ateşi yakarlar. Gerçekten inanan ve ilimde rüsuh kazanmış olanlar ise ‘Biz bu âyetlerin Allah katından geldiğine şüphesiz inandık’ diyerek işin gerçeğini ortaya çıkarırlar. Bunları ancak akıl sahipleri doğru olarak anlar”13 âyeti ile ifade etmiştir.

Peygamberimiz (asm) bu hakikatleri ümmetine haber vermiş ve ümmetin istikameti için sünnetinden ayrılmamaları tavsiyesinde bulunmuştur.14 Hatta “Ümmetin fesadı zamanında sünnete sarılanın yüz şehit sevabı kazanacağı” müjdesini vermiştir.15 Çünkü Peygamberimizin (asm) bütün akval, ahvâl ve ef’âlinde istikamet kat’i bir sûrette görülmektedir.16 Yüce Allah da inananlara peygambere uymaları çağrısını pek çok âyetinde yinelemiştir.17 Hatta “Peygambere itaatin Allah’a itaat olduğunu”18 açıkça beyan etmiştir. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Her işin bir gayret dönemi vardır. Her gayret döneminden sonra bir gevşeme dönemi başlar. Kim gevşeme döneminde benim sünnetime uyar, sünnetimi ölçü alırsa o hidayete ermiştir. Kim de sünnetimi ölçü almadan hevasına göre hareket ederse o da helâk olmuştur”19 buyurmuşlardır.

Bir toplum hidayete erdikten sonra tekrar dalâlete düşebilir mi? Elbette düşebilir. Çünkü her insan son nefesine kadar imtihana tabidir. İhlâslı olanın her an ihlâsı kaybetme, hidayette olanın da dalâlete düşme, inkârcının iman etme, fasıkın ise tövbe etme imkânı vardır. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Bir topluluk hakkı bâtıl, bâtılı hak gösteren bir çekişmeye girerse dalâlete düşer”20 buyurur. Yine bunun tersi, “Musibete sabreden, nimete şükreden, zulme uğradığında bağışlamasını bilen, haksızlık yaptığında af dileyen kimselerin de emniyete kavuşturularak hidayete erdirileceğini”21 Peygamberimiz (asm) haber vermiştir. Böylece dalaletin de, hidayetin de ancak hak etmekle kazanılacağı anlaşılmaktadır.

Süfyan bin Abdullah (ra) bir gün Peygamberimize (asm) gelerek “Bana öyle bir şey söyle ki, onu yaptığım zaman hiçbir şeye ihtiyaç duymayayım, bana her halimde yeterli olsun” dedi. Peygamberimiz (asm) ona cevaben: “Allah’a inandım de, sonra istikamet üzere ol” buyurdular.22 Bunun için Bediüzzaman Hazretleri devamlı olarak “Allah’ım bize hakkı hak olarak göster ona uymayı nasip et, bâtılı da bâtıl olarak göster ondan bizi koru”23 şeklinde duâ ederdi, bize de böyle duâ etmemizi tavsiye etmektedir.


Dipnotlar:


1- Hud, 11:112. 2- İbn-i Kesir, Tefsir, 2:451 Tirmizi, Tefsir-i Sure, 56:6. 3- Hud, 11:112. 4- Hud, 11:113. 5- Bakara, 2:26–27 . 6- İşaratü’l-İ’câz, 215–216 Bediüzzaman Bakara Sûresi 27. ayeti izah ederken bütün bu hususları nazara verir. 7- Bakara, 2:269. 8- İşaratü’l-İ’câz, 29–30. 9- İşaratü’l-İ’câz, 30. 10- Fussilet, 41:30–32

11- Enbiya, 21:107. 12- Bakara, 2:26. 13- Âl-i İmran, 3:7. 14- Peygamberimiz (sav) “Size iki şey bırakıyorum. Onlara uyarsanız kurtulursunuz. Biri Allah’ın kitabı, diğeri Âl-i Beytim” buyurmuştur. (Müslim, 4:1874; Müsned-i Ahmet, 3: 14, 17, 26, 59; Tirmizi, 5:663) Bediüzzaman “Âl-i Beytten vazife-i risâletçe muradı Sünnet-i Seniyesidir” diye hadis-i şerifi izah eder. (Lem’alar, (2005) s.44). 15- Müsned-i Firdevs, 4:198; Feyzü’l-Kadir, 9:171. 16- Lem’alar, (Yeni Asya Neşriyat–2005-İstanbul) s. 192

17- Âl-i İmran, 3:31; Ahzab, 33: 21; Nisa, 4:69; Fetih, 48:17; Maide, 5:92 . 18- Nisa, 4:80. 19- Celalettin-i Suyuti, Camiüs’-Sağir, (Yeni Asya Neşriyat, 1996-İst) 2:36. 20- Tirmizi, Tefsir-i Sure, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7 . 21- Camiu’s-Sağir, 3:309. 22- İmam Nevevi, Riyazü’s-Sâlihîn, Bab-ı İstikame, (Kahire) s. 52

23- İşârâtü’l-İ’câz, 28.

M. Ali KAYA

28.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

Kudsî, ebedî, kârlı ticaret



YEDİNCİ NÜKTE


Ramazan'ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Ramazan-ı Şerif’te sevab-ı a'mâl, bire bindir. Kur'ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü'l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuz bin hasene sayılır. Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur'ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü'minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla.

İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünemâ-i a'mâl için, bahardaki mâ-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevî aynadarlık etmektir.

Evet, Ramazan-ı Şerif, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur'ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kàtıadır.

Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsânâtına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini has teveccühüne mazhar eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelâli, o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden fermân-ı âlişânı olan Kur'ân-ı Hakîmi, Ramazan-ı Şerif’te inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir.


Mektubat, s. 390


sıyâm: Oruç.

sevab-ı a'mâl: Amellerin sevabı.

nass-ı hadis: Hadisin açık ve kesin hükmü.

şecere-i tûbâ: Cennetteki Tuba ağacı.

hurufât: Harfler.

neşvünemâ-i a'mâl: Amellerin yeşermesi ve büyümesi.

mâ-i Nisan: Nisan yağmuru.

saltanat-ı rububiyet-i İlâhiye: Allah'ın kâinatı terbiye ve idare eden saltanatı.

ubudiyet-i beşeriye: İnsanların ibadet ve kullukları.

hevâperestâne: Sadece yasaklanmış, haram lezzet ve heveslerin peşinde koşarcasına.

müştehiyât: Nefsin hoşuna giden ve iştahla yenen şeyler.

tecessüden: Beden haline gelerek, cesetleşerek.

cülûs-u hümayun: Padişahın tahta çıkışı.

mukteza-yı hikmet: Hikmetin gereği.

Bediüzzaman Said NURSİ

28.09.2006




Takvim



Şu mübarek Ramazan,

Oldu vücudumuza derman.

Beş gündür nöbetler,

Bir sahurda, bir de akşam.

Ferhat ÖĞMEN

28.09.2006




Oruç ‘biz’ duygusunu geliştirir




Oruç tutan insan bilir ki:

Oruç onun âleminde önemli bir benlik mücadelesidir. Benliklerimiz aslında varlığı çözebilmek ve maddî yapının gerisindeki hazine olan Âlemlerin Rabbi’nin güzel isimlerini açabilmek için bir anahtar hükmündedir. Hatta bizde ve benliğimizde hangi özellik varsa, o Kâinat Sultanı’nın bir özelliğini anlamaya yöneliktir diyebiliriz. Bu yönüyle hayatımız bir anahtar külçesi gibidir. Ancak çoğunlukla benlik bu aslî hizmetinden uzaklaşır ve hep kendine yönelik olarak işler. Açmaktan çok büyümek ve şişmek, başkalarını yutmak gibi bir fonksiyon üstlenir. Bir anahtarın büyümesi, kapıyı açmaktan uzaklaşması ve en hayatî fonksiyonunu yerine getirememesi anlamına gelmektedir.

Başarı ve dünyevî gelişmeler üzerine oturtulan bir benlik ve kimlik anlayışı da bu anlamda kimliğin ve benliğin çok uzağında yer almakta ve insanlara atfedilen değerler ve fertlerin kendilerini değerli ya da değersiz algılamaları tamamen maddî kazanımlar alanında sınırlı kalmaktadır. Böyle bir tanım çerçevesinde şekillenmiş benlik ve kişilik için maddî kayıplar önemine ve miktarına bağlı olarak yıkım anlamına gelebilmektedir. Bu türden engelleri aşabilmenin yolu varlığı ve benliği gerçek tanımları ile algılamak ve benliğin sınırlarını şeffaflaştırıp kaldırarak ‘biz’ler oluşturmaktır. Aynen omuz omuza ve hiç birinin sınırları belirgin olmayacak şekilde bütünleşmiş beden hücreleri gibi. Bu sosyal hayatta aileden başlayıp kâinatın bütününe kadar uzanan bir biz algısına vesile olmalıdır. Ben yok, biz var anlamında “Ene yok, nahnü var!” ibaresi aslında bütün kâinatı kuşatacak bir barış anlayışını doğuracak temel prensiptir.

“Biz” özünde barışın kavramıdır ve barış kavramıdır. Yalnızca kendi hanesini değil mahalleyi ya da apartmanını “biz” olarak algılayan komşular arasında kavga ya da sürtüşme ihtimali çok düşük olacaktır. Oysa kendi hanesinde bile “biz” anlayışı gelişmemiş hatta benliği ile çatışma halinde kendisiyle bile barışık olmayanların oluşturduğu toplumlar, fertleri çatışma kaynağı olan toplumlar olacaktır. Zaman eğer çatışmaların, menfaat kavgalarının ve savaşların zamanı ise bunun zemininde sınırları daraltılmış ve siyasî menfaatler doğrultusunda manüple edilmiş “biz” tanımlarının büyük önemi olmalıdır.

Kâinatı anlamlandıran ve muhabbet hâsıl eden Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile her şey alâkadar ve her işleyiş her insan onunla irtibatlıdır. Bu anlamda bütün insanlık ona ümmet olmalı, hangi dinde olursa olsun o dini Muhammedî bütünlük içinde anlamlandırmalıdır. Bunun zemini de Muhammed’in (a.s.m.) hâsıl ettiği muhabbet olmalıdır. Günümüzde Muhammedî ahlâkın yayılması ve sünnet-i seniyyenin yayılması ile vazifeli olanların her tavrı, fiili ve sözü muhabbet içerikli olmalı ve muhabbeti ifade etmelidir. Haklı ve hakkı ifade eden eleştiriler içinde de muhabbetimiz hep belli olmalıdır. Hazret-i İbrahim’in (a.s.) içine atıldığı ateşi söndürmeye çalışan kuşun gagasıyla taşıdığı suyun inceliğinde...

Bütün ümmet ve bir adım ötesinde tüm varlıklar ile aynı anda yemeğe başlıyor olmak ruhu, aile bilincinin yemeklerde güçlenmesine benzer şekilde yeryüzünde tüm inananlar ve tüm varlıklar ile çok güçlü bir birliktelik ve sarsılmaz bir “biz” duygusu oluşturur.

Hakan YALMAN

28.09.2006




Orucu fark etmek



Din hayatın her alanını düzenleyen İlâhî bir sistemdir. Bu sistem öyle dengeli kurulmuştur ki, insanoğlunun körelmiş bakış açılarını, oruçla kendine getirir. Körelmişliği hareketlendirip, dinginliğe ulaştırır.

“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” Şems Sûresinde Rabbimiz bize böyle emrediyor. Bu O’nun terbiye ediciliğinin bir göstergesidir. Ramazan yoksulluk, yoksunluk ve benlik arasındaki köprüyü kurmamıza yarayan İlâhî bir armağandır. Bu armağan verildiği zaman sadece aç kalmak öğretilmemiştir. Açlık, yoksunluğu anlamamıza yarayan en güçlü savunma mekanizmalarından biridir.

İnsan olarak doğduğumuz günden itibaren elimizdekinin değerini ya da başka bir varlığın değerini, kaybettiğimiz anda fark ederiz. Yeme-içme isteğimiz kısa bir süreliğine de olsa İlâhî bir emirle terk edilir. Terk ettiğimiz aynı zamanda hedonist (hazcı) tarafımızdır. Hedonist yönümüzü törpülemek için bizim mahzun olma duygusunu yaşamamız gerekir. Bu farkındalığı kazandığımız anda empati kurma becerimiz artar ve mahzun yürekleri algılarız.

Ramazan ayı bütün insanları bir çizgiye toplar. O tek çizgi insanoğluna, kendisini bulması ve anlaması için bir ayna tutar. Kişiler arası ilişkilerin en toparlayıcı mekanizması Ramazan ayında kurulur. Zengin fakirle yüzleşir, fakir yardımseverlik duygusunu, aileler birlikte bir sofrayı paylaşmanın önemini fark eder.

Ramazan ayı, yaratılanın Yaradan’dan bütün yapıp ettikleri için özür dilediği bir istiğfar ayıdır.

Psikolog Belkıs ERTÜRK

28.09.2006




Fotoğrafların dili




Dünya fanidir; binler sene yaşamak olsa, bakî olan hayat-ı uhreviyenin yanında, hiç ender hiç mesabesindedir.


Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, s. 118

İbrahim KILIÇ

28.09.2006




ORUÇLUYUZ




Ramazan geldi.

Ayların sultanı, zamanların nurlu ayı, Kur’ân ve ibadet zamanı geldi.

Oruç tutma vakti geldi.

Kötülüklere son verme, kinleri bitirme, yalan ve gıybeti unutma zamanı geldi.

Kıskançlıkları eritme, günahlara tövbe etme zamanı geldi.

Oruç tutma vaktindeyiz.

Sadece mideleri aç bırakma zamanı değil bu ay.

Sadece susuz kalma zamanı hiç değil.

Her zerremizin ve her latifemizin nurla doyma zamanı bu ay.

Kirlenen her hücremizin ve kararan yüreklerimizin temizlenme zamanı bu ay.

Kur’ân’la, ibadetle, yardımla, hasenatla, iyilikle ve güzellikle yıkanma ayındayız.

Dilimize, nefsimize, bedenimize, duygularımıza, elimize, midemize ‘dur’ diyebilme imtihanının tam başındayız.

Otuz günlük bu zaman diliminde bundan sonraki ömrümüzün tablosunu bu ay içinde çizeceğiz.

Bakalım irademizi kullanma noktasında ne kadar başarılıyız diye kendimizi tartacağız.

Zorluklar ya da sıkıntılar, açlıklar ve susuzluklar, yorgunluklar veya halsizlikler bizi ne kadar etkileyecek, diye bakacağız.

Sahur sofralarında uykuya rağmen kul olma sınavını verecek, gözümüzün önünde iştah çekici görüntüsüne rağmen leziz nimetlere tenezzül etmeyecek, Rabbimizin ‘ye’ emrine kadar sabır diye gülümseyecek miyiz?

Oruçluyuz elhamdülillah!

Günaha oruçluyuz… Kötülüğe, düşmanlığa, zarara sırtımızı dönmüş, Rabbimizin beğendiği kul olma yarışındayız artık.

Sevmek ve sevilmek için, Cennet ve rıza için, sünnet ve farz için bu ayın bize bir ikram olduğunu biliyoruz.

Çünkü oruç ayındayız. Çünkü temizlenmek ayındayız.

Hülya YAKUT

28.09.2006




Ey şehr-i Ramazan!




Gelişini gülüşlerle karşıladı gönül… Hasretini dindirmeye çalışıyor duygular, vuslat bayramları yaşıyor lâtifeler… Dimağlar diriliyor… Bedende tadilat var. Sahur bir heyecan, iftar başka heyecan, teravihler ayrı bir heyecan… Hayatın gecesine ve gündüzüne can geldi. Hayat seninle proglamlanır oldu…

Çarşılar, pazarlar, sokaklar, senin şehrayininle süslendi… Mahyalar gecede gerdanlık gibi sarktı şehrin üstüne… Hayat hareketlendi, bereket yağdı hikmet bulutlarından…

Camiler şenlendi, Cumalar avlulardan caddelere aktı… Kur’ân kulaklardan kalplere, kalpten vücuda nüfuz etti. Aylara aydınlık geldi Kur’ân ayı ile… Günler yıl bereketi yakaladı, sevaplar katlandıkça katlandı…

Seni anlamak için on bir ay beklemek mi gerekiyor… Bin ömür geçse de anlayabilir miyiz ki seni? Bin ay azdır senin yanında… Zamanın çekirdeği, mekânın bereketisin sen… Senden gafletle geçen ömür azdır, bin yıl geçse de hiçtir…

Kâinatın kalbi hamd diye atıyor… Sense hamdin kalbisin… Cennetler seyredilir pencerenden, nurânî iklimin kaplar iftar saatlerini… Saniyelerin saat olduğu demler, ubudiyetin demlendiği “an”lardır…

Seni yaşadıkça anlayacağız veya anladıkça yaşayacağız… Hayatımıza nefes, nefesimize hayat ol. Bizi oldur, kemâlât basamaklarından hızla yükselt… Kalp kirlerden temizlensin, nuraniyat çehremizi çevrelesin… Çevremizi munis yüzler kaplasın, şehir kardeşlikle kenetlensin… Sevgi sarsın sokaklara… Emin olsun insanlar, selâm diye sarılsınlar birbirlerine…

Seni anlatmaya ne kelâm yeter, ne kalem… Hayatı kim anlamış ve ne anlatmış ki? Sense hayatın özüsün. Biz, özünü arayan hasret yolcuları… Rahman’la buluşuncaya dek bırakma bizi… Vuslat bayramları bekliyor bağrımız… Ey şehr-i Ramazan!

Hüseyin EREN

28.09.2006




Sağlıklı gelişim kalpte başlar!



Hayatın en önemli noktasıdır âidiyet duygusu. İnsan, mensubu bulunduğu kaynaktan aldığı güç ve kuvvetle zayıflığını ve güçsüzlüğünü ortadan kaldırmaya; ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. İşte insan da böyle bir şey zaten!


Bir sinek bir kartalı vurdu yere savurdu…


…Yalan değil, ben de gördüm tozunu. İşte âidiyet duygusuna ve mensubiyete en güzel bir örnektir bu. Kâinatı bir ağaca benzetelim dilerseniz. Kök ve gövdesini varlıklara, dal ve yapraklarını hayvanlara, çiçek ve meyvelerini de insanlara benzetelim. Meyve ağacın en sonundadır. O, kendi ağacının çalışmasının sonucu olarak ortaya çıkar ve o ağacın her zerresiyle ilgilidir. Yalnızca o ağaçla mı? Güneş, ay, gökyüzündeki tüm sistemler; toprakta ağacın yetişmesine destek veren tüm canlılarla da ilişkilidir bir meyve. İşte insan denilen meyvenin çekirdeği onun kalbidir. Gelişmesi en önemli ve en öncelikli merkezimiz olan kalbimiz… O ne bir çam kozalağı gibi somut bir et paçası ve ne de yalnızca kan pompalayan bir organ vücudumuzda. Kalp, kâinatın bir küçük haritası, âhiret âlemlerinin manevî bir yol göstericisi, bir fihristesi. Kâinatta her şeyle yakından ilgilidir kalp. Her şeyle iletişimi vardır kalbin. Demek insan ve özellikle kalbi kâinata muhtaçtır. Öyle ki hem emelleri var kalbin, hem elemleri. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister bir özellikle donanımlı. En küçük bir canlının acısına tahammül edemeyecek eleme meftun. Yaşadığı her şeyden, her olaydan, her canlı ve cansızdan etkilenir. Şiirler yazar sevdiklerine ve üzüldüklerine. Yazılar döşenir; tıpkı bir fonoğraf gibi nutka gelir.


Kalbiniz de bakım ister!


Böylesine yorulan bir kalp iyi bir bakım istemez mi sizce de? Kalbinize iyi bakım yapın ki, o da size baksın. Ona hizmet edin ki, o da size hizmet etsin. Onun için güzel görün ki, o da sizin için güzel rüyalar görsün. Temiz hayaller beslesin hakkınızda. Onun hayal gibi hizmetçilerine iyi bakın. Ümitle yaşatın ki, sonuçlar birer çiçek olarak dönsün gül bahçenize. Gıdası, onun komşusu olan mide gibi değildir. Onun gıdası da manevidir. Onlar da sevgi, şefkat, muhabbet, hürmet, acımak, merhamet, vb. gibi gıdalardır.

Kalbin tüm beklentisi aslında söz konusu bakım malzemeleri yanında, onun ait olduğu, mensubu bulunduğu ve şefkat ve merhametin, sevgi ve hürmetin kaynağı olan Rahîm ismidir. Kalbini O Rahîm’e daya ki, dünya gamından geçip, dünyanın her türlü belâ ve ezalarından kurtulmak O’nun dergâhına iltica etmekle mümkündür.

Teklif: Kalbinizin ait olduğu Rahîm ile bağlantısını sağlayın ki, o da sizi O’nunla bağlasın.

B. Sait ÇİFTÇİ

28.09.2006




YAKARIŞ



Allah’ım! Sen benim Rabbimsin! Senden başka hiçbir ilâh yoktur! Beni Sen yarattın! Ben Senin kulunum! Beni, ezelde Seninle yaptığım misak, Sana verdiğim söz ve vaad üzerinde sabit kıl! Emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak için bana güç ver, kudret ver! Yaptığım fenalıkların zararından ve günahlarımın şerrinden Sana sığınıyorum! Üzerimdeki sayısız nimetlerine karşılık, yüzsüzce sayısız günahlarımın bulunduğunu itiraf ediyorum! Beni bağışla! Bana mağfiret buyur! Beni günahlarımın hacaletinden ve utancından kurtar! Tövbemi tevbe-i nasuh derecesine yükselt! Sen günahları bağışlayansın! Âmin.

Süleyman KÖSMENE

28.09.2006




İFTAR SOFRASI




İncir tatlısı


Süre: 45 dk.

6 kişilik


Malzemeler:


30 adet kuru incir

250 gr ceviz içi

5 su bardağı tozşeker

4 su bardağı su

100 gr ince çekilmiş yeşil fıstık içi


Hazırlanışı:


İncirleri akşamdan yıkayıp, ıslatın. Ertesi gün süzüp sap kısımlarından oval olarak kesin ve içini çıkartın. İri çekilmiş ceviz içiyle incir içlerini doldurup tepsiye dizin. Su ve tozşekeri kaynatıp, şurubu hazırlayın. İncirlerin üzerine gezdirerek dökün.

Cevizler pembeleşinceye kadar yaklaşık 30 dakika orta ısılı fırında pişirin. İncir tatlısının üzerine ezilmiş yeşil fıstık serpin. Soğuduktan sonra servis yapın. Afiyet olsun.


28.09.2006




NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR



Sözler


* “Sözler hakkında, tevazu sûretinde demiyorum, belki bir hakikatı beyan etmek için derim ki: Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir. Hatta Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden süzülmüş bazı katarâttır; sair risâleler dahi umumen öyledir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 175)

* “Sözler, ‘Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir’ (Bakara: s. 269) sırrına mahzardırlar.” (Tarihçe-i Hayat, s. 153)


Birinci Söz


* “Risâle-i Nur’un Bismillâh’ı hükmünde ve fâtihası ve besmelesi ve Bismillâh’daki büyük sırrın hakikatini beyan eder.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 113).

* “Meselâ, birtek âyet olup yüz on dört defa tekrar edilen Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi, Risâle-i Nur’un On Dördüncü Lem’asında beyan edildiği gibi, Arşı ferşe bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardır. Değil yalnız ekmek gibi hergün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak vardır.” (Sözler, s. 418)

Hazırlayan: Fatma ÖZER

28.09.2006




Dörtlük



Ezelî olan Rabbin, ebedî bir hitabı.

Kırk vecihle mucize, nur ve kurtuluş bâbı.

Yaş ve kuru ne varsa, hikmet ile yer alır.

Beşer için kılavuz ve saadet kitabı

Abdülkadir MENEK

28.09.2006




Takvim



Kavuştuk bu güzel aya

Eller açılır duâya

Duâlar gider Mevlâ’ya

Beş gün huzurlu bir hava

Celal YALÇIN

28.09.2006
 

Enes

İhvan Forum Üye
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
14,127
Tepkime puanı
1,240
Puanları
113
Konum
bâbil...
Ce: ramazana özel sohbetler

Allah sizden razı olsun...

verdiğiniz güzel sohbetler için... selametle...
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



“Niye beni yaratan Zâta îmân etmeyeyim? Sonunda hepiniz Ona döneceksiniz.”


Yâsin Sûresi: 21


29.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını gideren kimse, hac ve umre yapmış gibi sevap kazanır.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3736


29.09.2006




Sabırsızlığın bir ilâcı da oruçtur



Sekizinci Nükte


Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.

Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi bozmamaya çalışır.

Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.

Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse, o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.

Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerif’te melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerif’te mü’minler derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.


Mektubat, s. 391


Lügatçe:


hımye: Perhiz, yeme-içmeye dikkat etmek.

tefeyyüz: Feyizlenme.

keyfemâyeşâ: Nasıl isterse, istediği gibi.

riyazet: Nefsi terbiye, dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınma; perhizle, kanaatle yaşama.

cihazat-ı insaniye: İnsanın cihazları.

tatil-i eşgal: İşe ara verme.

müşevveş: Karışık, düzensiz, karmakarışık.

muvakkaten: Geçici olarak.

ehl-i velâyet: Allah’ın veli kulları.

tekemmül: Olgunlaşma, kemâle doğru gitme, mükemmelleşme.

telezzüz: Lezzet alma.

sürur: Sevinç.

terakkiyat: İlerlemeler.

Bediüzzaman Said NURSİ

29.09.2006




Bismillah nasıl her hayrın başı olur?




Risâle-i Nur’un ilk eseri Sözler’dir. Hatta Risâle-i Nur bir ölçüde Sözler olarak da tanınır. Sözler’in ise ilk bölümü Besmele’ye dairdir. Nasıl ki Kur’ân Besmele ile başlar, onun hakikatli bir tefsiri olan Risâle-i Nur da Birinci Söz’de Besmele’nin sırlarını açıklayarak başlar.

İşte Besmele’ye ait Birinci Söz’ün ilk paragrafı:

“Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı haliyle vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki:”

Bu birkaç cümleden teşekkül eden küçük paragrafta derin mânâlar ve sırlar gizli. Anlayabildiklerimizi sizlere takdim etmeden önce bu paragrafta sorulması gereken bazı soruları dile getirelim.

Evet, bu noktada 10 sual sorulabilir:

1- Bismillah nasıl her hayrın başı olur? Hayır ne demektir? Hayrın ölçüsü ne?

2- Bu kelimenin İslâm nişanı olduğunu nasıl anlarız?

3- Varlıklar yerine niçin “mevcudat” kelimesi kullanılmış? Varlık ile mevcudat arasında ne fark var?

4- Lisan-ı hal ne demektir?

5- Hal dili nasıl vird-i zeban olur?

6- Vird-i zeban olduğunu nasıl anlarız?

7- Nasıl bir tükenmez kuvvet?

8- Nasıl bir bitmeyen bereket?

9- Niçin temsil yolu seçiliyor? Direkt hakikate geçmekte ne sakınca var?

10- “Şu temsilî hikâyeciğe bak” ifadesinde niçin doğrudan ‘şu hikâyeyi dinle’ değil de, ‘temsilî hikâyecik’ denilmiş? Burada “temsilî” kelimesi neyi ifade ediyor?

Bu sualler farklı şekillerde sorulabilir elbette ki. Şimdi elimizden geldiği ölçüde hem suallerin cevaplarını arayalım, hem de paragraftan anladıklarımızı ifade etmeye çalışalım.

Bu paragrafın düğümü “Bismillah her hayrın başıdır” cümlesinde saklı gibi gözüküyor. Bu sebeple devam eden satırların doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için bu cümledeki düğümün açılması gerekiyor. Zira Bismillah ile hayır arasındaki sıkı bağ, bir nur gibi diğer cümleler üzerinde aydınlatıcı bir görev yapacak.

İlk sorudan başlayalım.

Evet, “Bismillah nasıl her hayrın başı olur?”

Bu suâlin cevabı için öncelikle “hayrın ne olduğunun” açıklanmasına ihtiyaç var.

Sahi nedir hayır?

Hemen, “iyi, güzel, faydalı şeylere hayır diyebiliriz” diye aklımıza gelir.

Bir ölçüde doğrudur da bu tanımlama. Ama iyinin, güzelin, faydalının ölçüsünü nasıl koyacağız? Neye göre iyi, güzel ve faydalı diyeceğiz? Şayet bu ölçüyü kişi kendisi koyacaksa o zaman karşımıza insanlar sayısınca farklı bir tanımlamaların çıkacağı muhakkaktır. Hatta kişi kendisine faydalı zannettiği bir şeye iyi ve güzel diyebilecektir.

Yakın zamanlarda medyadan bir zat çıktı, “Şarap kanı sulandırıyor, kalp krizini önlüyor, öyle ise az miktarda şarap içmeye devam etmek insan için faydalıdır” diye bir fikir öne sürdü. Bakıyorsunuz söyledikleri bir ölçüde doğru, yani şarap kanı sulandırıyor.

Şimdi bu kişiye göre şarap içmek hayır mı olacak? Ya da bu kişi eline şarap kadehini alıp “Bismillah diye” içmeye başlarsa hayır mı kazanmış olacak?

Elbette ki böyle bir durum kişiyi sadece gülünç ve maskara durumuna düşürecektir.

Peki hayır nedir?

Güzelin, iyinin, faydalının ölçüsünü nasıl tayin edeceğiz?

Bu ve benzeri suallerin cevabı 21. Söz’de verilmiş.

“Ammâ mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: ‘Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur; nehyeder, sonra kabih olur.’ Demek, emir ile, güzellik; nehiy ile, çirkinlik tahakkuk eder.”

İşte hayrın cevabı bu: “Cenâb-ı Hak bir şeyi emreder, o hayır ve güzel olur. Bir şeyi de nehyeder, yasaklar o da şer ve çirkin olur.” Demek ki hayrın ölçüsü Cenâb-ı Hakkın emrine bakar. Allah’ın emri ile güzellik ve hayır tahakkuk eder. O’nun razı olduğu bir işi işlerseniz hayır hükmüne geçer. Yoksa kişi kendine göre bir hayır ölçüsü tanımlamaya kalkışırsa iş karışır. Hayrın hayır olabilmesi için Allah’ın emri şart.

İşte bu noktada “Bismillah her hayrın başı olur.”

Yani Allah’ın emrettiği, Allah’ın emri ve rızası dahilinde olan bir işe Bismillah ile başlarsanız, O Yüce Yaratıcının ismi ile başlarsanız, adeta o işin tahakkuku için O’nu vekil tayin ederseniz o zaman o iş hayır olur. Ve o zaman Bismillah her hayrın başı olur.

Yoksa Allah’ın rızası dahilinde olmayan bir işe “Bismillah diye” başlamak, kişiye asla bir hayır kazandırmaz. Veya Allah’ın emrettiği bir işe “Bismillah” demeden başlamak da hayrı ve iyiliği netice vermez. Ancak ki Allah’ın emrettiği bir işe Bismillah diye başlarsanız o zaman hayır ve güzellik meydana gelmiş olur.

Bismillah ile hayır arasındaki bu parlak nur, diğer cümleleri de aydınlatacak.

Bismillah “İslâm nişanıdır”.

Nişan bir belirtidir, bir göstergedir, bir alâmettir, bir tanımdır, bir sözdür, bir bayraktır. Bismillah doğrudan İslâmı, imanı, Müslüman’ı tanımlar, teşhis ve tesbit eder. Bismillah diyen İslâm’dır. Bismillah diyen Müslüman’dır. Kişi Bismillah diyerek, işine gücüne Allah’ın adıyla başlayarak, “Kur’ân ve Sünnette emredilen şeyleri yapacağım” diye söz verir. Yine kişi Bismillah diyerek “göğsüne iman madalyasını, İslâm madalyasını takar.”

Nasıl ki insan lisan-ı kal ile Bismillah diyerek İslâm nişanını beyan eder, aynen öyle de bütün mevcudât da hâl dili ile aynı mübarek kelimeyi söylemeye devam eder.

Mevcudat kelimesi özellikle seçilmiş. Burada “varlıklar” kelimesi de kullanılabilirdi. Ama varlıklar kelimesi zahiren mevcudât kelimesi ile aynı anlamı taşıyor gibi görünse de, hakikatte arasında tam zıt bir anlam vardır. Zira “mevcudat” kelimesi Cenâb-ı Hakkın Mucid ismine, icad eden, yaratan ismine istinat ederken, varlık kelimesi ruhsuz, hissiz, başıboş bir mânâ meydana getiriyor.

İşte zerrelerden güneşlere kadar bütün mevcudat, Cenâb-ı Hakkın emrini yerine getirerek, Allah’ın emrine sonsuz bir itaatle itaat ederek, Allah’ın isim ve sıfatlarını âleme ilân ederek O’nun adına, O’nun ismiyle, O’nun hesabıyla hareket ettiklerini gösteriyorlar. Yani mevcudat lisan-ı hâli ile Bismillah diyor. İşte bütün mevcudat lisan-ı hâli ile Bismillah dediği için fiillerinin neticesi de hayır oluyor. Çünkü lisan-ı halde Allah’ın emri tahakkuk ediyor.

Aylar, yıldızlar, güneşler, dünyalar, denizler, ırmaklar, ovalar, nehirler, bitkiler, hayvanlar, insanlar velhâsıl görünen ve görünmeyen bütün mahlûkat doğrudan Allah’ın emrini yerine getirdikleri için lisan-ı halleri ve lisan-ı kalleri ile Bismillah diyorlar. Kâinatın mevcudatı azim bir zikir meclisi şeklinde Bismillah’ı vird-i zeban şeklinde söylüyorlar, mütemadiyen, devamlı Bismillah diyorlar. Vird-i zeban sürekli söylenen bir duâ ise, bu, kâinatın bütün mevcudatında net olarak gözüküyor.

İşte O’nun adıyla işine başlayan, Bismillah diyerek kâinatın içindeki yerini alan bir kişi elbette ki sonsuz bir güce istinat edecek, bitmez ve tükenmez bir bereket kaynağı bulacaktır. Zira kuvvetin, bereketin ve nimetin kaynağı ve yaratıcısı Allah’tır. Bismillah diyerek sonsuz güç ve kuvvet ve bereket sahibini, iş ve fiilinize vekil tayin etmiş oluyorsunuz. Vekiliniz Allah olduktan sonra başka vekillere ne ihtiyaç var? İşte halis bir iman ve tehvid. Sırrı da Besmele’de saklı.

Madem bütün kâinat Bismillah der, Bir’inin adına hareket eder, o Bir’i anlatır, öyle ise bu hakikatin temsilî bir hikâye ile açıklanması, zihinlere yaklaştırılması gerekir. Burada esas olan hikâyenin kendisi değil, temsil ettiği hakikattir. Bu sebepledir ki, temsilî hikâyecik denmiş. “Temsilî” kelimesi içinde mânâ-yı harfî gibi anlam vardır. Zaten bu tür “temsilî hikâyeciklerle” hakikatlerin açıklanması tarz ve yöntemine Risâle-i Nur’da çok sık rastlanır.

Netice-i kelâm:

İşte Birinci Söz’ün birinci paragrafından anlayabildiklerimiz bunlardı.

Allah hepimizi hayırlara vesile kılsın. Ramazan ayınız mübarek olsun.

Halil AKGÜNLER

29.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

Dörtlük



Hem dinin direğidir, hem kalblerin mi’racı.

Rabbe muhatab kılar, gönüllerin ilâcı.

Bütün ibadetlere, manevî hülâsadır.

Mü’minlerde görünür secdenin izi, tâcı.

Abdülkadir MENEK

29.09.2006




Takvim



Bu on bir ayın sultanı

Değerlendir sen her ânı

Bugün orucun altısı

Uğrunda harca bu canı

Celal YALÇIN

29.09.2006




Oruçla aran nasıl?




Kızım ile yeğenim internet aracılığıyla sohbet ediyorlar. Ben de Ramazana dair bir iki yazı yazayım diye dizüstümü almış, Ağrı Dağına baka baka güzel bir yazı yazayım diye niyetlenmişim ama bırakmıyorlar ki.

Kızım kuzeniyle aralarında geçen diyaloglardan bana da bahsediyor.

İlgisiz kalmamak için ‘Beni rahat bırakın’ diyemiyorum.

Ama yazıma da konsantre olamıyorum.

Kızım yeğenime sorduğu soruyu ve cevabını bana da söylüyor:

‘Oruçla aran nasıl?’

Cevap gülümseten cinsten:

‘Şu an hayattayım’

Saate bakıyorum: On dört otuz.

Ooo, daha çok var. İstanbul’da ezan on dokuz civarlarında okunduğuna göre.

Midesine oldukça düşkün olan yeğenimi düşünüyorum, teyzeliğimin verdiği şefkatle üzülüyorum ama çabucak vaz geçiyorum.

Çünkü aklıma dağda koyun otlatan çoban delikanlılar geliyor.

Onlar da yeğenim yaşlarındalar. Kimbilir hangi sebepten dolayı benim yeğenim gibi üniversiteli olamamışlar. Onlara da bu hayatta koyun otlatma rolü düşmüş. Önlerine kattıkları elli, altmış bazen yüz, yüz elli koyunu o dağ senin, bu otlak benim yayıp duruyorlar.

Ülkemin en doğusunda yaşıyor olmam, en ücra köşede yaşayan mağdur aileleri bulup yardımlarına koşmam gereken bir grubun içinde bulunmam sebebiyle onları iyi tanıyorum. Bu sebeble çok iyi biliyorum ki bu delikanlılar ellerinde küçücük çıkınlarıyla Ağrı Dağının eteklerindeki otlaklarda bir başlarına, koyunların peşlerindeler. Belki de tek eğlenceleri ellerindeki mini radyolar veya kaset çalarlar.

Kimi de yanık seslerine yamaçları arkadaş etmiş tatlı tatlı türkü okuyorlar.

Amma onlarda öyle bir inanç var ki, mağduriyetlerine ve mahrumiyetlerine rağmen oruçlular.

Rablerinin emri olan oruç ibadetini inanılmaz bir teslimiyet ve memnuniyetle edâ ediyorlar.

Eğer şu an herhangi birisine ulaşıp aynı soruyu sorma şansım olsaydı eminim farklı bir cevap alacaktım.

Yeğenime artık üzülmüyorum. Hatta fazladan şükür etmesi için sebeplerinin olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Hayatta olmak mideyi bazılarına göre fazladan doyurmak mıdır, yoksa yaşamanın sırlarına vakıf olmak, kul olmanın hazzını yakalamak mıdır?

Cevabını siz verin… Sahi…

Oruç ile aranız nasıl?

Bilgisayarımı dizlerime aldığımda yazmayı planladığım yazı bambaşkaydı. Ama, ilahi çocuk, sen imanlı yaşa emi… Sayende farklı bir yazı yazdırdın bana.

Bence iyi de oldu.

Oruçlu olduğu için mızmızlanan ya da annesine tatlı nazlar yapanlara iyi bir örnek olur bu kıyaslama.

Üstelik oruçlu çobanın çıkınında bir parça peynir, bir iki domates ve ekmek var. Bu da unutulmaya…

Hülya YAKUT

29.09.2006




SORULARLA ORUÇ



“Oruç günahlara karşı siperdir” hadisini açıklar mısınız?


Oruç, nefsimizin günahlara meylini kırar, yıkar, yok eder; bizi tövbede muvaffak kılarak nefsimizi günah kirlerinden arındırır.

İnsan aç kalmazsa tokluğun kıymetini, susuz kalmazsa suyun değerini bilmez. Lezzetlerden mahrum kalmazsa, lezzetlere değer vermez.

Oruç nefsi terbiye eden, nefsi günahlara karşı gemleyen, bize büyüklenmek ve gurur gibi rezîl duyguların yersizliğini ve kabalığını tam bildiren, herkesin bize ve bizim herkese ancak dost ve kardeş olduğumuzu hissettiren, bizi tövbeye sevk eden, bizi tövbede muvaffak kılan, günahlarımızı ermiş bir ağacın meyveleri gibi döken ve bağışlanmamızı sağlayan eşsiz bir ibadettir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bundandır ki, “Oruç kalkandır. Günahlara karşı siperdir” (Tirmizî) buyurmuşlardır.

Oruç kalkanını elde eden geçmiş günahlardan bağışlanır, gelecek günahlardan korunur, hatalardan muhafaza edilir, kötü duygulardan arınır, iyi huylar kazanır; hem Allah’ın tam bir kulu, hem de iman ehlinin tam bir kardeşi olur.

Süleyman KÖSMENE

29.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



"Ben hiç Ondan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahmân bana zarar murad etse, sizin ilâh edindiklerinizin bana hiçbir yardımı dokunmaz; onlar beni Allah'ın azabından da kurtaramazlar.”


Yâsin Sûresi: 23


30.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim akrabalarla iyi ilişkisini keser veya haram bir işi yapmaya yemin ederse cezasını daha ölmeden görür.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3739


30.09.2006




Nefis, açlıkla terbiye olur




DOKUZUNCU NÜKTE


Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

Hadisin rivayetlerinde vardır ki:

Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”

Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” (Ben benim, sen sensin.) Hangi nevî azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.

Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente?”

Nefis demiş: “Ente Rabbiye’r-Rahîm, ve ene abdüke’l-âciz.” Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.”

“Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın harfleri adedince salât ve selâm et. Âmin.”

“İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selâm olsun. Hamd ise Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Sâffât Sûresi, 37:180-182.)


Mektûbât, 29. Mektub, 2. Kısım, s. 393


Lügatçe:


mevhum: Vehmî olan, olmadığı halde varmış gibi kabul edilen.

rububiyet: Rablik, terbiye edicilik sıfatı.

ubûdiyet: Kulluk, ibadet.

abd: Kul.

enâniyet: Benlik, gurur.

Bediüzzaman Said NURSİ

30.09.2006




Bediüzzaman Afyon Mahkemesinde



Afyon Mahkemesinin 6 Aralık 1948 tarihli kararı ile 20 ay hapis cezasına mahkûm edilen Bediüzzaman Hazretleri, Temyiz Mahkemesi'nin kararı bozmasına rağmen, bu cezayı zulmen çekmesinin ardından nihayet 20 Eylül 1949 tarihinde tahliye olur.

O günü, yakın talebelerinden Mustafa Sungur hatıralarında şöyle anlatır:

“20 Eylül sabahı güneş doğmadan önce polisler nezaretinde tahliye edilip Zübeyir ve Ziya ile beraber kaldığımız eve getirildi. Biz de sabah namazını yeni kılmış, tesbihata başlamıştık. Baktık bir fayton sesi geliyor, yani atların yürüyüşünün sesini, şakırtısını duyduk. Kalktım pencereden baktım. Eve doğru bir fayton geliyordu. ‘Üstad geliyor’ dedim. Aşağı indik, eve elli metre mesafede faytonu karşıladık. Üstad faytondan indi, polisler de arkasından. Üstadımızın elini öpmeye uzandık. Hz. Üstad polislere hitaben ‘İşte bunlar Türk milletinin medar-ı iftiharıdırlar’ diye biz talebelerini polislere takdim ediyordu.”

“O evde, Afyon'da on gün beraber kaldık” diyen Mustafa Sungur, 30 Eylül mahkeme gününü ise şöyle anlatır:

“30 Eylül günü yeniden Afyon mahkemesi vardı. Temyizin bozması üzerine muhakeme olunacaktık. On gün müddetle beraber kaldığımız muazzez Üstadımızın kapısında, aşağıda bir polis, daima nöbet beklerdi. Kimse ziyarete gelmesin diye. Afyon'dan sadece Ahmet Hancıoğlu geldi ziyarete. Üstadımız onu Afyon nâmına kabul etti. Polislerden Üstadımızın aleyhinde olan çok ahmak birisi vardı, hemen her gün onu gönderirlerdi. Üstadımız bir kaç defa ona ders vermek istedi, müsbet hareketini, Nurcuların millet ve memlekete büyük menfaatini ona izaha çalıştı. Üstadımız bedduâ etmezdi, aldanan ve aldatılan ehl-i dünyayı ikaza çalışırdı. Üstadımızın bu tarz hareketine belki bin defa şahit olmuşuzdur. Hatta kendilerini tahliyeden sonra eve kadar getiren polislere ‘Mahkeme-i Kübraya Şekva’dan okumak için onları yere oturttu ve bir kısmını onlara okudu. Bu Şekva’yı, tahliyeden on beş gün önce hapiste yazıp Zübeyir Ağabeye göndermişti. Zübeyir Ağabeyle beraber daktiloyla yazdık ve altı makâmâta gönderdik. Üstadımız öyle emretmişlerdi. ‘Hey'et-i Vekiliye’ye, Adliye Vekâleti’ne, Mahkeme-i Temyiz’e, Başvekil’e ve Demokrat Parti Başkanlığı’na, bir de Fevzi Çakmak'a gönderilsin’ demişti.

“Üstad Hazretleri beni 30 Eylül 1949 günü, mahkememizi müteakip babamla İzmir'e gönderdi. Ben Üstadımdan ayrılmak istemiyordum. Babamla beraber İzmir trenine binip iki istasyon sonra, istasyonun birinden inip kaçmayı tasarlamıştım. Üstadımızla beraber ikindi namazını kılarken, içimden, 'Kat'iyyen ayrılmam' diyordum. Üstadımız namazı ve tesbihatı müteakip geriye dönerek; ‘Sen mutlaka gideceksin. Hem İzmir'e uğrayacaksın, hem İstanbul'a uğrayıp Eşref Edip, Mihri Helav, Vecihi gibi dostlarımla görüşeceksin, hizmet var’ diye ihtarda bulundu. Ve onlara söylenecek meseleleri tevdî buyurdular. Ve o günün akşamı Afyon'dan ayrıldım.” (Son Şahitler, 4. Cild, s. 15)


30.09.2006




İnsan, aklını kullandığı kadar insandır!



Kişisel gelişim, Hakîm isminin bir yansıması olarak, aklın gerektiği yerde ve bilinçle kullanılmasını gerektirir.

Bizi hayvanlardan ayıran sır değil miydi akıl!

İnsan gıdalarla beslenir, ancak onu geliştiren düşünceleridir. Ve düşünen sorumludur; hayatından, sahip olduklarından ve etkilediklerinden… İnsan benliğinin sırrını aklıyla keşfeder; kalbini aklıyla korur.

Akıl, Allah’ın Hakîm isminin tecellîsini en geniş anlamda yansıtma yeteneği olan beyinsel fonksiyonumuzdur. Eğer, onu kendi benliğimizin kör kuyusunda besleyip, nefsimizin isteklerini yerine getirmesi için kullanırsak, ne hallere düşeceğini hiç tahmin ettiniz mi? Ben söyleyeyim: Akıl insanı öylesine tâciz eden, öylesine sıkıntılara sokan uğursuz bir âlet olur ki, “Nereden bunu başıma taktım da musallat ettim!” dedirtir insana. Dahası mı, işte devamı:

Geçmişinden kopması mümkün olmayan insana yaşadığı olumsuz ve kötü hatıralarını öyle bir hatırlatır ki hazır gününü zora sokar. Anlık lezzetleri zehre dönüştürür. Tatlılar acılaşır. Dahası, gelecek kaygısı taşıdığı için düşünen beynini taciz eder, dumura sokar. Sonuçta, yaşanan ânı kâbusa çevirir. Aklını yerli yerinde kullanamayarak çaresiz kalan insan da o anda bu sıkıntılardan kurtulmak için, tam burada aklı yerli yerinde kullanması gerekirken, kendini bunları unutmaya zorlar. Sarhoşluğu tercih eder meselâ…

Oysa akıl, insanın kendi benliğini, kâinatı ve yaratılmışların sırlarını anlamaya yöneltilse, yani o gerçek Sahibine satılsa, o akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, kâinatın tüm sır kapılarını, rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açmaya başlar. İşte bilinç burada başlar; kendini fark etmesiyle başlayıp, Rabbini anlamasıyla son bulan bir kişisel gelişim süreci. İnsan da bu yüzden yükümlü değil mi zaten? İşte bu noktada akıldan daha büyük mürşid de bulunmaz!

Teklif: Aklınızı rehber yapmak isterseniz, onu yerli yerinde kullanın!

B. Sait ÇİFTÇİ

30.09.2006




Yeryüzüne inen rahmet ve şifa




Oruç tutan insan bilir ki:

Ramazan Kur’ân ayıdır. Kur’ân mânâsı bu ayda yeryüzünde netleşmiş ve varlığın karmakarışık labirentleri arasında insanlığa yol gösteren bir ışık ve kalplerinde hakikati arayan noktaya bir aydınlık olmuştur. Gün içindeki açlık onun zihninde bu mânâyı hep kazırcasına bir irtibat ve hatırlatıcı bir unsurdur. Her tarafta okunan mukabelelerle Kur’ân’a mukabil duran gönüller sanki o an Kur’ân’ın nazil oluşuna şahit olurlar. Yeryüzüne inen rahmet çağlayanına alkış tutar gibidirler.

O an sanki şöyle bir tabloya muhataptırlar: Rahmet bir sel olmuş ve kâinatın ruhu olan Cebrail’in (a.s.) kuşatıcılığı ile yeryüzüne yansımaktadır. Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) varlığa anlam ve ruh veren nuru, nur-u Muhammedî (a.s.m.) bu akışın tamamını içine alan bir büyük kâse gibi durmaktadır. Bu mânâlar o mübarek zatın (asm) ağzından kelimelere dönüşmekle mânâ boyutunda gürül gürül yeryüzüne akan bir sele dönüşür. Bu sel, sahabenin ağzında ana kanallara ayrılmış, asırlardır hafızların dimağ ve ağızlarından yeryüzüne akan bir rahmet suyu ve gönüllere huzur veren bir zemzem gibi hiç durmaksızın akar.

Ramazan ayı içinde okunan mukabeleler ile bu alkış öyle hızlanır ki, yeryüzü rahmete garkolur. Bu öyle kuşatıcı bir mânâdır ki, bütün gönüller hisseder. O yüzden rahmetin bir sel olduğu, camilerden, evlerden, radyo ve televizyonlardan gürül gürül aktığı bir zaman dilimi atmosferi hâkimdir. Şu an hava âleminde bile farklı bir kimya ve zerrelerin neş’esinde büyük bir artış olmalıdır. Çünkü yeryüzünden semaya Kur’ân nidaları yükselmesine ve her şeyin anlam bulmasına hizmet eden âyetlerin kelimelere dökülmesine ve çok uzaklara nakline hizmet etmektedirler. Camide, evinde, televizyonda ya da radyoda Kur’ân okuyan insanın ağzından rahmet gürül gürül büyük bir debi ile akmaktadır. Bu mânâ ile kapasitesi artmış gönül kâseleri bu akışa mukabil durmakta ve gönüller o mukaddes mânâlar ile kana kana dolmaktadır.

Ramazan’ın bütün güzellikleri yanında bu atmosferi ile rahmetin ve yeryüzüne rahmet ve şifa olarak indirilmiş Kur’ân’ın Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) ağzından yeryüzüne akan çok büyük bir rahmet nehrine döndüğü algısı ve bunun semâvî âlemlerden ve Âlemlerin Rabbi olan Zat-ı Zülcemalin mukaddes makamından geldiğini bilmek ve Kur’ân nağmelerine bu duygular ile mukabil durmak tarifi imkânsız bir güzelliktir. Bu hal sanki onu cennet nehirlerinin akışına götürür ve dünya sanki altından ırmaklar akan Rahmanî bir köşke dönüşür. İşte bu noktada insan anlar ki orucun açlığı bu rahmet selinin karşısındaki coşku ve duygu seli ile unutulur. Bu yüzden kendisine bu duyguları hissettiren ve dünyadan el çektiren Ramazan açlığını ve yasaklarını çok sever.

Hakan YALMAN

30.09.2006




İyi ki geldin...



Eminim siz bu satırları okurken aynı sohbetlerden birinin içinde olduğunuz için yadırgamayacaksınız.

Yeğenimi arıyorum. “Ne o Said, artık oğlumu bana gönderin de biraz da ben hasret gidereyim. Buldu teyzesini, annesini unuttu galiba” diye tatlı sitemle takılıyorum. Telefona gelen oğluma soruyorum: “Ne yedin bu akşam?” diye.

Şen şakrak gülüyor. “Teyzem bütün gün mutfaktan çıkmıyor ama ben yiyemiyorum ki…” “Ne zaman geleceksin?” diye analığımın hasretiyle soruyorum.

“İnşallah yarın, ama çocuklar hiç istemiyor, ‘Abi sen geldin diye annem döktürüyor, sayende leziz yemekler yiyoruz, iyi ki geldin’ muhabbeti yapıyorlar.”

“Bizimkiler de burada takılıyor bana, ‘Anne abim gelse de sahurda ayrı, iftarda ayrı güzel yemeklerinden yesek’ diyorlar” diyorum.

Kızım ve küçük oğlum arkadan ağabeylerine duyurmak üzere bağırıyor:

“Abi gel artık, sahurda içli köfte, iftarda mantı, gelsin sarmalar, gitsin börekler”

Hani yani bir duyan olsa, bu lâfları edenlerin aç kaldıklarını sanacak.

Oysa onlar da bal gibi biliyorlar ki bu Ramazana has bir telâş. Ramazana özel hazırlık belki de birilerinin iftar masasında olmasına bağlanıyor ama bu Ramazan bereketi, Ramazan lezzeti.

Bunu gençlerin anlamasını beklemek, çocukların idrak etmesini ummak şimdilik erken ama ilerleyen zamanlarda bu günleri öylesine hasretle yâd edecekler, öylesine özlemle anacaklar ki…

Uzun kış gecelerinde sahur sofralarının vazgeçilmezi olan sucuklu yumurtanın tadını ben bugün bu yaşımda alamıyorum.

Oysa çocukluğumun Ramazanlarında yediğim her lokmanın tadı hâlâ damağımda.

Bilmem Ramazan’ın tadı mıydı unutamadığım, bilmem anneciğimin elinin lezzeti miydi?

Galiba her ikisiydi…

En çok da Ramazan’ın büyüsüydü.

“İyi ki geldin” cümlesini yeğenlere, oğullara ya da diğer sevdiklerimize değil, mübarek ay Ramazana demek en doğrusu.

Çünkü o geldiği için bütün aile aynı sofrada, bir ağızdan ‘Bismillah’ diyerek uzanıyoruz önümüzdeki nimetlere.

Burnumuza gelen yemek kokularının mis kokusunda verenin ve verdiklerinin düşüncesi kaplıyor aklımızı. Rızka uzanan ellerimiz, Rezzak olan Rabbimizi tefekkür eden zihnimize ilham kaynağı oluyor.

Olmayanları ve olduğu halde yiyemeyenleri düşünüp, her ikisinin de aslında ne büyük bir lûtuf olduğunu düşünüyoruz.

İyi ki geldin Ramazan…

Sofralarımıza, yüreğimize, aklımıza, hal ve hareketlerimize sevinç getirdin.

Bütün aileyi aynı saatte ve aynı masada toplamanın dışında, maharetini gösteren annelerin tatlı telâşının ötesinde, insan olmanın gereğini, Müslüman olmanın hazzını, her türlü nimetleriyle biz kullarını perverde eden Rabbimizin şefkatini tattırdığın için iyi ki geldin.

Hülya YAKUT

30.09.2006




Takvim



Bu ayda yardımlar yağar

Kullar Allah’a el açar

Boşa gitmez ki duâlar

Yedi gün oldu oruçlar

Celal YALÇIN

30.09.2006




Dörtlük



Zaman sanki sür’atle akan bir nehir gibi.

İnsan suya kapılmış, nâçâr çırpınan sabî.

“Ömür devamlı geçiyor, aldanmakta fayda yok.”

Bizden razı olmalı, Kâinatın Sahibi.

Abdülkadir MENEK

30.09.2006




Duâ âdâbı




Her konuda olduğu gibi Allah’a yalvarış ve yakarışta da Resûlullah’ın (asm) emsâli yoktur. Nerede, ne zaman ve nasıl duâ yapacağımızı en güzel o göstermiştir. Duâda dikkat edilmesi gereken hususları, kabul edilebilirlik şartlarını bir bir anlatmıştır.

Duâ bir ibadettir. İbadet ise Allah’ın rızası için yapılır. Her şeyden önce duâda içtenlik ve samimiyet gereklidir. Allah’a tam bir teslimiyetle, dileklerimizin hakkımızda hayırlı ise kabul edileceğine inanarak duâ edilmelidir. “Allah’a, duâlarımıza cevap verileceğine kesinlikle inanarak duâ edin” buyuran Peygamberimiz (asm) şu önemli noktaya dikkati çekmektedir: “Şunu iyi bilin ki, Allah, Kendisinden gafil ve başka işlerle meşgul olan bir kalbin duâsını asla kabul etmez.”1

Allah’tan istediğimiz şey veya şerrinden sığındığımız hususlarda önce fiili olarak yapmamız gerekenleri yapmalıyız. Makbule yakın duâlar için fiilî duâlar ihmal edilmemelidir. İsteklerimiz âdetullaha (Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara) uygun olmalıdır. Allah’tan meyve isterken önce fidan dikilmeli, sulayıp, gübreleyip büyümesi için yeteri kadar beklenilmelidir. Duâda aceleci olunmamalı. Duâ görevimizi eksiksiz, ama daima yapmalıyız. Fakat kabul zamanını Cenâb-ı Hakk’ın takdirine ve hikmetine bırakmalıyız.

Duâda Allah’ı itham edici cümleler kullanılmamalı. Yani, “Allah’ım çok duâ ettim, kabul etmedin” gibi ifadeler duâmızda bulunmamalıdır. Ayrıca duâmızda kesinlikle bedduâ ifade eden cümleler olmamalı.

Duâdan önce tövbe ve istiğfar ederek mânen temizlenmeli, sonra duâmıza başlamalıdır.

Duâya başlarken ve duâyı bitirirken Peygamber Efendimize (asm) salâvat-ı şerife getirmelidir. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin de bildirdiği gibi, salâvat-ı şerifeler makbul duâlardır. İki makbul duânın ortasındaki duâlarımızın da makbul olması Cenâb-ı Allah’tan kuvvetle umulur.2

Birisi lehine duâ yapılacaksa, onun orada olmadığı bir anda duâ yapmalıyız.

Duâyı sadece sıkıntı ve belâ anında değil, bolluk ve rahatlık dönemlerinde de yapmalıdır. Resûlullah, “Kim sıkıntı ve belâ anlarında duâlarının kabul edilmesini isterse, bolluk ve rahatlık anlarında bol bol duâ yapsın”3 buyurur.

Duâ metinleri mümkünse âyetlerden veya hadislerden alınmalı. Yoksa içten geldiği gibi samîmî olarak huşu ve huzur-u kalple yapılmalı.

Farz namazların, bilhassa sabah namazının ardından, mümkünse mescitlerde veya ibadet mahallerinde, Cuma günü saat-i icâbede, üç aylarda, mübarek gecelerde, kandillerde, Ramazan’da ve bilhassa Kadir Gecesi’nde daha çok duâ yapılmalıdır.4

Efendimizin (asm) çokça yaptığı şu duâ ile sözü bitirelim:

“Allah’ım! Ey Rabbimiz! Bize dünyada da, ahirette de iyilik ver. Ve bizi Cehennem ateşinden koru.”5


Dipnotlar:


1- Müsned, 2:77.

2- Mektubat, 270.

3- Tirmizî, Daavat; 65.

4- Mektubat, 270.

5- Müslim, Zikir; 26.

Necmi ÜNLÜ

30.09.2006




Oruçla kazandığımızı trafikte kaybetmeyelim!



Büyük şehirlerimizin önemli meselelerinden olan trafik sorunu, bu ayda en üst düzeye ulaşır. Hemen hemen herkes aynı saatlerde yola koyularak iftar vaktini evinde geçirmek ister. Hepimiz defalarca trafiğin kaosuna ve insanların birbirine karşı yaptığı hakaretlere tanıklık etmişizdir. Belki başka zamanlarda olamayacağı kadar trafik ihlâli ve kaba davranışlar sergilenir. Ramazan’ın hem bedenî, hem de ruhî anlamda talim ve terbiye ayı olduğunu unutmayalım. Trafikte incittiğimiz bir gönül, sırasının önüne geçtiğimiz bir sürücünün hakkı ile iftar saatinde Cenâb-ı Hakkın huzuruna nasıl müsterih bir kalp ile çıkabileceğimizi düşünebiliyor musunuz? Lütfen iftarımıza birkaç dakika geç kalmakla ne kaybedeceğimizi ya da trafikte kul haklarına riayet ederek ne sevaplar kazanacağımızı kıyaslayalım.

Yasemin Uçal ABDULLAH

30.09.2006
 

melde

helina_roje
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
2,238
Tepkime puanı
24
Puanları
0
Konum
Ankara
Ce: ramazana özel sohbetler

bu güzel ve değerli yazıları paylaştığınız için teşekkürler Allah sizden razı olsun.
 
Üst