ramazana özel sohbetler

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Meyvelerinden yesinler diye, Biz o ölmüş yeryüzünde hurma ve üzüm bahçeleri yarattık, içinden pınarlar fışkırttık. Bütün bunları onlar kendi elleriyle yapmadı. Öyleyse neden şükretmezler?


Yâsin Sûresi: 34-35


08.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Başkalarına karşı büyüklenmek için bir elbise giyene Allah Kıyâmet günü ona benzer elbise giydirir, sonra da Cehennem ateşiyle tutuşturur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3749


08.10.2006




Ramazan’a riâyetsizlik musibeti getirir



Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde, Risâle-i Nur talebeleri hesabına gayet ehemmiyetli, endişeli bir suâl-i mânevî kalbime ihtar edildi. Sonra anladım ki, ekser Risâle-i Nur talebelerinin lisan-ı halleri bu suâli soruyor ve soracaklar. Birden bir cevap hatıra geldi; Feyzi’ye söyledim. Dedi: “Hiç olmazsa icmâlen kaydedilsin.”

Endişeli suâl: Bu âhirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalâlet, biçare aç ehl-i imanı, derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba, herşeyde hattâ kaht azâbında ehl-i iman ve mâsumlar için bir vech-i rahmet ve kader-i İlâhî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risâle-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?

Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi, küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i ilâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.

Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risâle-i Nur talebelerinin vazifesi, bu musibetli açlığı, Ramazan riyâzet-i diniyesinin tarzındaki açlık gibi vesile-i iltica ve nedâmet ve teslimât yapmaya çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir.

Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risâle-i Nur’u dinleyip, bu mecburî açlık hissiyle açlara merhamete gelip, zekâtla yardımlarına koşmaktır.

Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevk edip sarhoş eden gençler dahi, Risâle-i Nur’un irşadıyla, bu hadiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle tâate ve hayrata girip, o hadiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp, lehlerinde istimal etmektir.

Ve ehl-i ibâdet ve salâhat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve mânen müşterek olan erzâk-ı umumiyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mecburî belâya bir riyâzet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlâhiyeye karşı şekvâ ile değil, rızâ ile karşılamaktır.

Umum kardeşlerime, hususan musîbetzedelere çok selâm ve selâmetlerine duâ ediyorum.


Kastamonu Lâhikası, s. 104

Bediüzzaman Said NURSİ

08.10.2006




Güzel ahlâkın kaynağı Kur’ân’dır (1)




Giriş


“Ahlâk” kelimesi, Arapça’da “hulk” kelimesinden türemiştir. “Yaratılış” mânâsına geldiği gibi, “insaf” ve “din” mânâsına da gelmektedir. Sadece bir tek çoğulu vardır, o da “ahlâk”tır.1 “Güzel ahlâk” veya “kötü ahlâk” ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den rivayet edilen çok sayıda hadis vardır. Gerçekte ahlâk, insanın iç dünyasında yer alan nefsinin özellikleridir. Başka bir deyimle, “yaratılış ve fıtrat” mânâsına gelen “ahlâk” kelimesi insanın fıtrî ve ruhî tüm özelliklerini ifade etmektedir. “İnsanların iman yönünden en mükemmeli, ahlâk yönünden en güzelleridir”2 hadisi göz önüne alındığı zaman, ahlâkın insan ruhu üzerindeki fonksiyonu daha iyi anlaşılır.

Ahlâk insanın beden ve ruh bütünlüğüyle alâkalı olduğu için, insanın kendi iradesiyle iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak durmak istemesi anlamına gelir. Diğer taraftan ahlâk, hem insanın ruhî ve zihnî hallerini ve huylarını hem de toplumun alışkanlık, töre ve âdetlerini, yani moral değerlerini anlatan bir kelimedir. Ahlâk, sadece iyi huylar ve değerler mânâsına gelmez. Çünkü iyi ve kötü huyların tümüne ahlâk denir. Bu tanıma göre “ahlâksız insan yoktur, iyi veya kötü ahlâklı insan vardır” denilebilir. Ancak halk arasında “ahlâklı insan” övgü makamında, “ahlâksız insan” da yergi makamında kullanılmaktadır. İslâmî kaynaklarda iyi huylara “ahlâk-ı hamide, ahlâk-ı hasene”, kötü huylara da “ahlâk-ı zemime, ahlak-ı seyyie” gibi adlar verilmiştir. Bediüzzaman’ın kötü huylar için sık sık “ahlâk-ı rezile”3 deyimini de kullandığını görüyoruz.

Ahlâkın kaynağı konusunda felsefecilerle din âlimleri arasında öteden beri tartışmalar söz konusu olmuştur. Felsefecilere göre ahlakın kaynağı beşer aklı iken, İslam bilginlerine göre güzel ahlâkın kaynağı akıl değil, vahiydir. Başka bir deyimle, tarih boyunca güzel ahlâkın en güzel numunelerini bize gösteren peygamberler ve onları takip eden din önderleri olmuştur. Bu yüzden Bediüzzaman, güzel ahlâkın salt insan aklından ortaya çıkmış olabileceğini kabul etmemektedir. Ona göre, insanın ruhuna mânen yükselmeyi ve ahlâken kemâlâtın zirvesine çıkmayı aşılayan ve teşvik eden şeriatlardır. Eğer peygamberler gönderilmeseydi, vahye dayalı dinler de olmayacaktı; dolayısıyla insan, hayvanlar seviyesinde basit bir mahlûk olarak kalacağı için insanda güzel ahlâktan ve vicdanî kemalattan söz edilemezdi.4 Buna göre diyebiliriz ki, güzel ahlâkın kaynağı dinler ve peygamberlerdir; yani vahiydir. Bediüzzaman, Kur’ân’ın insanları terbiye ettiğini, nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye ettiğini, ruhlara inkişaf ve terakki, akıllara istikamet ve nur sağladığını, ayrıca hayata hayat ve saadet verdiğini,5 ifade ederek güzel ahlâkın kaynağının Kur’ân olduğunu vurgulamaktadır. Hz. Peygamber’in, “Benim Allah tarafından gönderilmemin hikmeti, güzel ahlâkı tamamlamak ve insanlığı ahlâksızlıktan kurtarmaktır”6 şeklindeki sözleri; diğer taraftan Hz. Aişe’nin Hz. Peygamber’i anlatırken “Onun ahlâkı Kur’ân’dı” diyerek güzel ahlâkın kaynağı olarak Allah’ın kitabını göstermesi7 Bediüzzaman’ın tezini doğrulamaktadır.


—Devam edecek—


Dipnotlar:


1. Tacü’l-Arus, “HULK” maddesi.

2. Ebu Davud, Sünnet, 14.

3. Sözler, s. 29; Emirdağ Lahikası, s. 378.

4. İşaratü’l-İcaz, s. 214.

5. Şuâlar, s. 124.

6. Malik, Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 8.

7. Müslim, Sahih, Müsafirin, 139.

Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ

08.10.2006




SORULARLA RİSALE-İ NUR



* Peygamber Efendimize (asm) kırk yaşında peygamberlik gelmesinin ve altmış üç yaşında vefat etmesinin hikmeti nedir?


Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki: Nübüvvet gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidâdât-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesât-ı nefsâniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirâsât-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlâhî ve uhrevî ve kudsî olan vezâif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına, “Belki dünyanın şan ve şerefi için çalışır” vehmi gelir. Onların ithamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a’mâl-i uhreviyesinde çabuk o ithamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sûizandan kurtulur, halâs olur.

Amma ömr-ü saadetinin altmış üç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Şer’an ehl-i iman, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekrem’ini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmış üçte Mele-i Âlâya gönderiyor, yanına alıyor, her cihette imam olduğunu gösteriyor.


Mektûbât, s. 272


08.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Mevsûf



Allah (c.c.), Mevsûf’tur. Yani Allahü Azîmüşşân güzel isim ve sıfatlar sahibidir. İsimleri ve sıfatları mutlaktır ve faaliyettedir. Kâinattaki bütün olgunluklar Allah’ın kemâl sıfatlarının binler perdelerden geçmiş birer parıltısı ve birer sönük ışığıdır.1 Allah kemâl sıfatlarla mevsuftur, eksik ve noksan sıfatlardan münezzehtir.

Mevsûf ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebîrde zikri geçen esmâdandır.

Müşriklerin Allah’ı noksan ve eksik sıfatlarla vasıflandırmaları ve Allah’ın varlığına ve birliğine zihnen ulaşamamış olmaları üzerine Cenâb-ı Hak, “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı ikisi de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların vasıflandırmalarından münezzehtir”2 buyurmuştur.

Şu görünen âlemin kusursuzluğunun, hatâsızlığının ve “En küçük bir kusur görüyor musun?”3 âyetine konu olan varlıkların kâmil bir biçimde yaratılmış olmasının, hiçbir şekilde inkâr edilemeyeceğini beyan eden Bedîüzzaman, eserin kemâlinin, fiillerin kemâline; fiillerin kemâlinin isimlerin kemâline; isimlerin kemâlinin sıfatların kemâline delâlet ettiğini, sıfatların kemâlinin ise kesin bir ilimle Mevsûf-u Zülkemâlin, yani güzel isimler ve sıfatlar sahibi Cenâb-ı Allah’ın zâtının kemâline işâret ve şehâdet ettiğini beyan eder.4

Bedîüzzaman’a göre fâilsiz bir fiil ve müsemmâsız bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat ve san’atkârsız bir san’at dahî kâbil değildir.5

Nasıl ki işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine; ve işlemek güzelliği, ustalık sıfatının güzelliğine; ustalık sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidadın güzelliğine; ve kabiliyetin güzelliği, ustanın zâtının güzelliğine açık ve net bir biçimde delâlet eder. Bu kâinatın da baştan başa bütün güzel mahlûkatındaki güzellikleri, San’atkâr-ı Zülcelâlin fiillerinin güzelliğine; fiillerdeki güzellikler, o fiillerin bağlı bulunduğu isimlerin güzelliklerine; isimlerin güzellikleri, o isimlerin kaynağı olan kutsî sıfatların güzelliklerine; sıfatların güzellikleri, sıfatların dayandığı yüksek İlâhî şuunatının güzelliklerine; yüksek İlâhî şuunatın güzellikleri ise fâil, müsemmâ ve mevsûf olan Zât-ı Zülcelâlin güzelliğine, mâhiyetinin kutsî kemâline ve hakîkatinin mukaddes cemâline açık ve net bir biçimde şehâdet ve delâlet eder.6


(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)


Dipnotlar:


1- Sözler, s. 275; 2- Enbiya Sûresi: 22; 3- Mülk Sûresi: 3; 4- Sözler, s. 275; 5- Şuâlar, s. 133; 6- A.g.e., s. 70


08.10.2006




Münâcâtü'l-Kur'ân



AHZAB:


1. Ey hakkı söyleyen ve doğru yola eriştiren! (4)

2. Ey kâfirleri, hiçbir hayra nâil olmaksızın kinleriyle geri çeviren! (25)

3. Ey Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı bir şâhid, bir müjdeci ve bir sakındırıcı olarak gönderen! (45)

4. Ey kâfirleri rahmetinden kovan ve onlar için çılgın alevli Cehennemi hazırlayan! (64)


SEBE':


1. Ey âhirette de hamd ve senâ Kendisine âit olan! (1)

2. Ey rızık verenlerin en hayırlısı olarak rızkı dilediği için genişleten ve dilediğinden kısan! (36, 39)


08.10.2006




İman hizmetindeki manevî cennet lezzeti



Risâle-i Nur öyle câzibedar bir eserdir ki; Risâle-i Nur’la Kur’ân’a ve imana hizmet etmenin kudsiyet ve büyüklüğünü anladıkça, dünyada iken sizleri Cennete dâvet etseler, böyle mukaddes bir vazifeyi, böyle ulvî bir saadeti şimdi bırakıp gitmek istemeyeceksiniz. İmân cihetiyle ve imânı kurtarmak dâvâsına hizmet etmek gayesiyle dünyanın bir mânevî cennet hükmünde olduğunu hissedeceksiniz.


08.10.2006




Duâ etti, gözleri açıldı



Başta Neseî olarak, erbab-ı siyer, Osman ibni Huneyf’ten haber veriyorlar ki:

Osman diyor ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına bir âmâ geldi, dedi: “Benim gözlerimin açılması için duâ et.” Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona ferman etti: “Şimdi git, abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve de ki: ‘Allah’ım! Hâcetimi sana arz ediyor ve nebiyy-i rahmet olan Peygamberin Muhammed ile Sana teveccüh ediyorum. Yâ Muhammed! Gözümden perdeyi kaldırması için senin Rabbine seninle teveccüh ediyorum. Allahım, onu bana şefaatçi kıl.’”

O gitti, öyle yaptı, geldi. Gözü açılmış, güzel görüyormuş, gördük.


Mektûbât, s. 140


08.10.2006




Takvim



On beş gündür sabırla

Vardık işte yarısına

Ne kazansak kârımız

Belki çıkmayız yarına

Ferhat ÖĞMEN

08.10.2006




Zamana koşmak




Hep yarın…

Hep yaşadığımız ânın dışında bir zaman için kuruyorum hayallerimi.

‘Çocuklarım büyüyünce’

‘Biraz daha zengin olunca’

‘Yeni evime taşınınca’

‘Bayramdan sonra…’

‘Emekli olup da…’

Bu gün ve bu an için hesap yapmıyoruz çoğunlukla.

Zamanı hoyratça kullanmış hayat yolcusunun, yarın için kurduğu yüzlerce planların arasında birkaç cümle kurdum az evvel.

Bir fikir versin ve konuya azıcık katkısı olsun diye.

Baharların gelip geçtiği, yazların mahsülatını döküp gittiği, sonbaharların sararmış yapraklarını savura savura gelişini haber verdiği demlerde bile bir sonraki bahara dair planlar yapıyoruz.

Ömür denilen sermaye bitti bitecek… Ne gam…

Hayat basamakları sonlara gelmiş… Umurumuzda mı?

Kâinattan süzülmüş bir hülâsa olan hayat sanki ebediymiş gibi har vurup harman savuruyoruz hazinemizi.

Bitecek bir gün.

Ecel gelecek, kapıyı üç de olabilir, bir kez de, çalacak… Ama çalacak.

Malımıza, çoluk çocuğumuza, şöhretimiz ve makamlarımıza rağmen.

Dünya misafirhanesinde, azıcık oyalanmak üzere gönderilen insan için yaşadığı o an, hazır zaman ne kadar da kıymetlidir oysa.

Ebedî hayatta lâzım olacak her türlü hazırlığı tedarik etmek üzere kullanmamız gereken zamanı, nasıl da süflî ve lüzumsuz işler için kullanıyoruz.

Bize bahşedilen her yeni gün, bir yeni âlemin kapısıdır diye okuyoruz ama, o âlemlere anahtar olacak ölçü ve emirlerde ihmalkârlık yapıp, bir yıl, on yıl sonrası için hesaplar yaparken nasıl da çocukça davrandığımızı perdeler açılsa da görmemiz mümkün olabilse.

Zamana koşmak demek yaşayacağımızdan asla emin olamayacağımız günlerin ve yılların hesabını yapmak demek değildir.

Zamanla yarışmak için zamana koşmak gerek.

Zamanı zamanında yaşamak, aslî görevleri yerine getirmek için yaşamak gerek.

Zamana koşacağız derken, geçmiş ve geleceğe takılıp nefsimize ve cüz-i irademize zulmetmek fıtratımıza aykırıdır.

Saatin ibresi son dakikaları göstermeden, zamana koşmak yerine zamanı yaşamak bir molalık ömür sermayesinin hakkını vermek demektir.

Hülya YAKUT

08.10.2006




41’lik tokat



Bir şeye başlamadan sonuç beklemek gülünç bir durum… Erken başlamak ise sonuca ulaşmanın ilk ve önemli adımı… Başlangıç aynı sebatla sürdürülürse sevinçli sonuç uzak değil…

Geç kalmak her şeyin geçtiği anlamına gelmez… Benden geçti demekse her şeyi bitirmek demek… Herkesin her zaman yapacağı bir şeyler var. Faaliyet ve hareket varsa hayat var, yoksa yok.

Önden gidenleri geride bırakan nice geç başlayanlar var... Kendinden vazgeçmemek, kendinle yarışmak geride başarı dolu sayfalar bırakacaktır… Başkalarının yolun sonuna varıyor olması bizim çalışma şevkimizi kamçılayabilmeli…

Yeni şeyler öğrenmek, yeni beceriler kazanmak toplumda var olmaktan önce kendi varlığınla kendi ayaklarının üzerinde yürüyebilmeli…

Artık herkes meşgul… Herkesin işi var… Çok şeyleri kendi becerilerinizle yapmak zorundasınız… Yeni bir şeyler öğrenmek için geç demek hayatı güçleştirecektir.

Beceri bilezikleriniz varsa sıkıştığınızda kullanabilirsiniz… Hızlı değişimde dik durmak için de bilezikleri parlatmak yanında yenisini de eklemek zorundasınız.

Dünyevîleşmenin kasırga gibi estiği ortamda savunmasız kalamazsınız… Bilgi ve becerilerinizle harmanlayacağınız hikmet harcı, hayatın her deminde lâzım. Her gün ihtiyaç darbeleriyle vurulan hayat binanızı kanaat ve iktisat kalkanıyla koruyabilirsiniz.

Çalışmada, öğrenmede, bilgide, beceride en önemlisi hikmette kanaat değil, neticede kanaat… Yetmediyse sonuç, yarın daha fazla çalışmak… Neticeyi iktisatlı kullanmak… En önemlisi hayatı israfla tüketmemek… Bunları buluşturamıyorsak hayatta, bereketi beklemek ham hayal…

Hizmet için 45 yaşında araba sürmesini, 55 yaşında bilgisayar kullanmasını öğrenen Abdülkadir Ağabeyin bana öğretisi büyük oldu... Tembelliğime 41’lik bir tokat vurdum, beceri için bir kursa yazıldım…

Hep dünya bize vuracağına bilgi ve beceri darbeleriyle ayaklarımıza alalım, iktisat ve kanaat kılıcıyla kesip atalım onu… Buna ukbamız için de ihtiyacımız var.

Hüseyin EREN

08.10.2006




Çocuk terbiyesi



“Vallahi sizler, bana halkın en sevgili olanısınız, vallahi sizler, bana halkın en sevgili olanısınız!”1 buyuran Resûlullah (asm), çocukları çok severdi. Onları okşar, öper, onlarla şakalaşırdı. Çocukluğundan beri on yıl Resûlullaha hizmet ettiğini, bir gün olsun yaptığı bir şey için “Niçin şöyle yaptın?”, yapmadığı bir şey için de “Niçin şöyle yapmadın?”2 demediğini söyleyen Hz. Enes (ra) onun çocuklara karşı tavrını şöyle anlatır: “Resûl-i Ekrem biz çocukların arasına katılır, güler yüzle şakalaşırdı”3 “Ben Resûlullah kadar çoluk çocuğuna, aile fertlerine, eli altındakilere merhamet duyan bir kimse görmedim.”4

Resûl-i Ekrem (asm) kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar merhametten uzak, çocukları sevmenin tuhaf karşılandığı bir toplumda böyle davranıyordu. Torunları olsun, ashabın çocukları olsun, onları görünce yüzünde neşeler saçılan Resûlullah (asm) onları arasına alır, sever, okşardı, hatta onlarla oynardı. Bir gün yarışan çocuklar görmüş, onlarla birlikte o da yarışa katılmıştır.

Peygamberimiz ve çocuklar arasında herhangi bir hiyerarşi olmamıştır. Başkalarının rahat giremedikleri huzuruna, çocuklar, serbestçe girip çıkmışlardır. O, karşılaştığı çocuklara selâm vermiş, hal hatır sormuş, hasta çocukları ziyaret etmiş, şakalaştığı olmuş, isim takmış, göğsüne çıkarmış, omuzuna bindirmiş, eğlendirmiş, kısaca çocuklarla iç içe yaşamıştır. Yalnız kendi akraba çocuklarıyla değil, diğer çocuklarla da bu güzel hatıralar yaşanmıştır

Enes b. Malik anlatıyor: “Resûlullah bizim yanımıza girdi. Benim Ebu Umeyr isminde küçük kardeşim vardı. Ebû Umeyr’in Nuğayr isminde küçük bir kuşu vardı; onunla oynardı. Bir gün kuş öldü. Bu sırada Resulullah (asm) onun yanına girdi. Onu üzüntülü gördü. ‘Onun hali, neden böyle?’ diye sordu. ‘Küçük kuşu öldü’ dediler. Hz. Peygamber, ‘Ey Ebu Umeyr! Ne yaptı Nugayr?’ buyurdu.”5

Sevgili Peygamberimizin (asm) çocuklara olan şefkati Müslüman kâfir ayırt etmeksizin bütün çocukları içine almaktaydı. Huneyn’de düşmanın takip edildiği sıralardaydı. Yolda bir kadın cesedi görüldü. Hz. Halid tarafından öldürüldüğü söylenince, Resûlullah çocuk, kadın ve hizmetçi öldürülmemesi için haber gönderdi. Diğer Müslümanlara da “Dikkat ediniz! Çocuklar öldürülmeyecektir” emrini verdi. Sahabelerden biri, “Ya Resûlullah!” dedi. “Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?” dediğinde Resûlullah, “Sizler de müşriklerin çocukları değiller miydiniz?” buyurdu.

“Her çocuk, İslâm yaratılışı üzere doğar”6 buyurdu.


Dipnotlar:


1- Buhârî, Menakıbü’l-Ensar 5.

2- Müslim, Fedâil: 51.

3- Tecrid-i Sarih Terc. 12:152.(H.2003).

4- Müslim, Fedâil: 62 (7:196).

5- Buhârî, Edep 81.

6- Vakıdi, 3:903.

Necmi ÜNLÜ

08.10.2006




YAKARIŞ



Allah’ım!

Peygamber Efendimize (a.s.m.), bizim sonsuz kurtuluşumuza yaptığı eşsiz hizmetten dolayı yüksek dereceler lütfeyle! Ona Makam-ı Mahmud’u ver! Onun (a.s.m.) istek ve dileklerini, duâ ve niyazlarını kabul buyur! Bizi dünyada onun yolundan ve sünnetinden, mahşerde onun sancağı altında bulunmaktan ve şefaatinden, Cennette onun komşuluğundan ve sevgisinden ayırma! Bize onun (a.s.m.) sofrasından nur ver, feyiz ver, nimet ver, rızık ver, mağfiret ver, rahmet ver, ebedî saadet ver! Bize onun (a.s.m.) davetine uymayı nasip et ve kolaylaştır! Sünnet-i seniyyeden hissemizi ziyade eyle! Âmin...

Süleyman KÖSMENE

08.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Bunları yapan, her türlü noksandan uzak olan o Allah'tır ki, toprağın yeşerttiklerini de, kendilerini de, kendilerinin bilmediği daha nice şeyleri de çiftler halinde yaratmıştır.


Yâsin Sûresi: 36


09.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Namazı kendisini hayâsızlık ve kötülüklerden alıkoymayan kimse bu namazla Allah'tan sadece uzaklığını arttırmış olur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3750


09.10.2006




İsraf, şükre zıttır



BİRİNCİ NÜKTE


Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.


İKİNCİ NÜKTE


Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misâlinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, âsâb ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile merkez-i vücuttaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır” der, dışarı atar. Bazan da, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın.

İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden hediye kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.

Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. “Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. “Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün” dedirmeye mecbur edecek.

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.


Lem’alar, 19. Lem’a, s. 201


Lügatçe:


istihfaf: Hafife alma.

ihtiram: Hürmet gösterme.

kuvve-i zâika: Tat alma duyusu.

müsavi: Eşit.

tevfik-i hareket: Hareketin uygun olması.

tenevvü-ü et’ime: Yiyecek çeşitleri.

iştihâ-yı kâzibe: Yalancı iştah.

Bediüzzaman Said NURSİ

09.10.2006




Helâl dairesi geniştir (2)




Sosyal ahlâk


İslâm düşüncesinde şahsî menfaat kadar toplum menfaatinin korunması da esas alınmıştır. Ancak kişinin ve toplumun menfaati, birbirine zarar vermeyecek ve birbirini inkâr etmeyecek şekilde dengelemiştir.8 Bu durum “sosyal” veya “içtimaî” ahlâk dinamiklerinin toplumda var olduğunu göstermektedir. Çünkü toplumda yaşayan bireyler ya güzel ahlâklı olurlar ya da kötü ahlâklı olurlar. Güzel ahlâklı insanların toplum ve sosyal hayat için faydalı oldukları hususunda şüphe yoktur. Buna karşılık kötü ahlâk sahiplerinin topluma zarar vermeyeceğini tahmin etmek safdillik olur. Dolayısıyla toplumu, aileyi, kurumları, çalışma hayatını, çevre ve tabiatı; hatta bilim ve siyaset dünyasını kötü ahlâkın etkilerinden korumak için “sosyal ahlâk” kurallarına ihtiyaç vardır. Sosyal ahlâk, bir bakıma bireylerde hakim olan kişisel ve derunî olan ahlâkın, eyleme dönüşerek toplumu etkilemesidir. Kuşkusuz bu konu sosyologların ilgilendiği bir sosyal davranış bilimi olarak da incelenmektedir.

Burada bizi ilgilendiren yönüyle sosyal ahlâk, bencillikten uzak durmak, kardeşlik esaslarına riayet etmek, yardımsever ve diğergam olmak gibi toplumu doğrudan etkileyen davranışları ifade etmektedir. “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır”9 hadisinden de anlaşılacağı gibi İslâm dini özellikle toplum için faydalı olacak insanları yetiştirmeyi amaçlamıştır. Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde meşrû dairede yaşamanın gerekliliği üzerinde durmuştur. “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir; harama girmeye lüzum yoktur”10 şeklindeki sözlerinden maksat, insanın başkalarına karşı mütecaviz davranmaması, nefsini tatmin uğruna başkalarına zarar vermek sûretiyle toplumsal ahlâk kurallarını ihlal etmemesidir.

Bediüzzaman’ın tesbitlerine göre, toplum ahlâkı fertlerden, fertler de toplum ahlâkından etkilenir. Çünkü çevrenin insan ahlâkı üzerindeki etkisi inkâr edilemez. Bediüzzaman, sıcak memleketlerdeki açık saçıklığın, şehevî yönden su-i istimale, israfa, kötü ahlâkın yaygınlaşmasına ve neslin zafiyetine, hatta iktidarsızlığa sebep olduğunu, bunun da toplumun ahlâkî yönden yozlaşmasına yol açtığını ifade eder.11 Ona göre sosyal ahlâkı olumsuz yönde etkileyen en büyük etkenlerden birisi de doğruluk ve yalanın sosyal hayatta aynı dükkânda satılması, dolayısıyla yalanın müthiş çirkinliğiyle doğruluğun parlak güzelliğinin görünmemesidir.12 Yalanın revaç bulduğu, yalancı insanların itibar gördüğü, buna karşılık doğrunun ve doğru insanların alaya alındığı toplumlar ahlâkî yönden fesada uğramış sayılırlar. Bediüzzaman konuyla ilgili olarak, üstün ahlâka sahip Asr-ı Saadet’teki Sahabe toplumunu örnek göstererek özetle şöyle der: Asr-ı Saadette, toplumsal hayat çarşısında, yalan, kötülük ve küfür gibi maddeler, ebedî mutsuzluğu ve Müseylime-i Kezzab gibi maskaraları doğurduğundan, yüksek seciyelere ve üstün ahlâka talip olan Sahabelerin öldürücü zehirden kaçar gibi o maddelerden kaçacakları ve nefret edecekleri açıktır. Diğer taraftan yüksek karakterli Sahabenin; Hz. Peygamber gibi bir meyveyi ve ebedî saadeti netice veren hak, doğruluk ve iman gibi değerleri birer elmas kıymetinde görerek var güçleriyle sahip çıkmaları ve aşık olmaları kaçınılmazdı.13


—Devam edecek—


Dipnotlar:


8. Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi, İst., 1976, s. 99.

9. Buhari, Mağazi, 35.

10. Sözler, s. 33, 133.

11. Lem’alar, s. 200.

12. Sözler, s. 452.

13. A.g.e., a.y.

Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ

09.10.2006




Ğaffâr



Allah (c.c.), Gaffâr’dır, Ğâfir’dir, Ğafûr’dur. Yani Cenâb-ı Hak hataları örten, günahları bağışlayan, kulunun tövbesine mağfiretle mukabele etmeyi seven ve kulunun gizli hallerini açığa vurmayan, ayıplarını gizleyen, hatalarını affedendir. Gaffâr-ı Rahîm olan Allah kulunun günahlardan arınmasını ister ve kendisine bir adım bile olsa yönelişinden râzı olur, mağfiret ve rahmet yollarını açar.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadislerinde, “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizlerin yerine günah işleyip de hemen Allah Teâlâdan mağfiret isteyen ve Allah’ın da kendilerini bağışlayacağı bir kavim yaratırdı” (Müslim, Tevbe: 11) buyurmak sûretiyle Cenâb-ı Allah’ın, kulun istiğfâr etmesine verdiği ehemmiyeti bildirir. Kul, bilerek veya bilmeyerek hata eder, yanılır, sürçer, ayağı kayar, günah işler. Günahlarından pişman olduğu anda, Cenâb-ı Hakkı Ğâfir, Ğafûr ve Gaffâr, yani hadsiz mağfiret sahibi ve bağışlayıcı bulur. Her üç isim de Kur’ân’da tövbe eden, îmân eden ve amel-i salih içinde bulunan kullar için, günahlara karşı eşsiz bir şemsiye ve bir siper hüviyetinde gelmiştir. Cenâb-ı Hak kullarının da bir birlerini bağışlamalarını ister ve affı tavsiye eder.

Gerek Ğâfir ismi, gerekse bu ismin iki mübalâğalı şekli olan Gaffâr ve Ğafûr isimleri hem Resûlullah Efendimiz (a.s.m.) tarafından bildirilmiş, hem de Kur’ân’da yer almıştır. Her üç isim Cevşenü’l-Kebîr’de de zikredilmiştir.

Âyetleri inceleyelim:

“Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah’ındır. O, kötülük yapanlara işlerinin karşılığını verir. İyi davrananlara ve küçük kabahatlar bir yana, büyük günahlardan ve hayâsızlıklardan kaçınanlara işlediklerinden daha iyisiyle karşılığını verir. Muhakkak Rabbin, mağfireti geniş olandır.” (Necm Sûresi: 31-32)

“Muhakkak Ben, tövbe eden, îmân eden, amel-i sâlih işleyen ve hidâyet üzere olan için Gaffâr’ım.” (Taha Sûresi: 82)

“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi Azîzdir, Ğaffâr’dır” (Sâd Sûresi: 23)

İnsanın, ömür ve gençliğinde bir çok yanlış ve bâtıl tercihlere girdiğini; sonunda ise elinde elem verici günahlar, zillet verici elemler ve dalâlet verici vesveselerden başka bir şey kalmadığını hatırlatan Bedîüzzaman, Ğaffâr isminin günahların vücudunu istediğini, fakat bağışlanmak isteyen günahkâr kulun Fâtır-ı Zülcelâlin rahmetine karşı kusurunu itiraf etmesinin önemli bulunduğunu; kusurunu itiraf ederek istiğfâr edenin şeytanın şerrinden kurtulacağını, Allah’a sığınacağını ve affa müstahak olacağını; Ğaffâr, Settâr, Tevvâb ve Vehhâb isimlerinin tövbeyi ve affı istediklerini kaydeder.

Bediüzzaman’a göre, Rahîm ismi Ğaffâr mânâsındadır. Cenâb-ı Hak mağfiret isteyen tövbe ehli kullarına çok müşfik ve çok merhametlidir. Enâniyeti bırakıp, şerden, tahripten ve nefse itimatdan vazgeçerek istiğfar eden, hayır ve vücudu tevfîk-i İlâhiyeden isteyen ve tam abd olan bir kul, “Allah kötülükleri iyiliklere tebdil eder” (Furkan Sûresi: 70) sırrına mazhar olur. Bu durumda insandaki nihâyetsiz şer kabiliyeti, nihâyetsiz hayır kabiliyetine döner ve böylece insan ahsen-i takvîm kıymetini alarak âlâ-yı illiyyîn makâmına çıkar.

Müzminleşmiş hastalığının şiddetinden yaralarına kurt düşmüş olan Hz. Eyyüb’ün (a.s.),”Rabbim, zarar bana dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” (Enbiya Sûresi: 83) şeklindeki makbul duâsıyla şifâ bulduğunu beyan eden Bedîüzzaman, Hz. Eyyüb’ün (a.s.) bedenî yaralarının mukabili olarak bizim de iç dünyamızda rûhî ve kalbî yaralarımızın bulunduğunu kaydeder.

Bediüzzaman’a göre, işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe kalp ve rûhumuzda yaralar açar. Hz. Eyyüb’ün (a.s.) yaraları kısacık dünya hayatını tehdit ederken; bizim mânevî yaralarımız pek uzun ebedî hayatımızı tehdit etmektedir. Hz. Eyyüb’ün (a.s.) yaptığı duâya, ondan bin defa daha muhtâcız.

Her günahı bir mânevî yılan olarak niteleyen Bedîüzzaman, îmânın selâmeti için bu yılanların imhâ edilmesinin şart olduğunu, aksi takdirde îmânın mahalli olan kalbimizi mütemadiyen ısıracağını haber verir. Bu yılanı imhâ etmenin tek yolu da, Allah’ın mağfiretine sığınmak, yani istiğfâr etmektir. Çünkü biz günahkârız; Cenâb-ı Hak ise Ğâfirü’z-Zenbdir, yani günahları bağışlayandır.


(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)


09.10.2006




Münâcâtü'l-Kur’ân



FÂTIR:


1. Ey yaratıkları için neyi dilerse onu arttıran! (1)

2. Ey ne gökte, ne de yerde Kendisini âciz bırakabilecek bir güç olmayan! Ey her şeyi hakkıyla bilen! Ey her şeye hakkıyla kàdir olan! (44)


09.10.2006




Risâle-i Nur’a çalışmak



Risâle-i Nur’a çalışanlar, imân ve İslâmiyet hizmeti uğrunda öyle bir feragat ve fedakârlığa sahip olmuşlar ki, onlarda menfaat-i şahsiye denilen âdi ve bayağı maksatlar yer bulamamış ve tutunamamıştır. Zira Nur talebelerinde en birinci maksat ve en büyük gaye rıza-i İlâhîdir. Allah’a hadsiz şükürler olsun Risâle-i Nur’a çalışmanın, mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Azîmüşşana hizmet olduğunu öğrenen uyanık ve kıymettar ve fedakâr arkadaşlarımız milyonları geçmiştir. Aklı yerinde olanlar için pek âşikâr olarak görünen bu hakikati hiçbir ferd inkâr edememektedir. Allah için bir çalışma olan Risâle-i Nur faaliyetlerinde, İlâhî bir aşk ve şevkle, kalbî ve ruhî bir sevgiyle gece uykularını dahi feda edenler olmaktadır.

Bakınız! Risâle-i Nur’a hizmet eden Nur’un öyle hakiki talebeleri var ki, onlardan birisine denilse, “Risâle-i Nur yerine şu kitapları istinsah et de Amerikalı milyarder Ford’un servetini sana verelim.” Risâle-i Nur’un satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan o bahtiyar talebe şöyle cevap verecektir:

“Dünyayı servetiyle ve saltanatıyla verseniz kabul etmem. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bize Risâle-i Nur’un mütalâası ve hizmetiyle tükenmez, bâkî bir hazine verecektir. Acaba sizin o dünyevî servetiniz beni mes’ut edecek midir? Bu şüphelidir, fakat Rabbimizin ihsan edeceği bâkî servet ile hakikî bir saadete kavuşacağımızda şek ve şüphe yoktur.”


09.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ayağını meshetti, şifa buldu



İmam-ı Bağavî, tahrici ve tashihiyle haber veriyor ki:

Aliyyi’bni’l-Hakem’in, gazve-i Hendek’te, küffârın darbesiyle ayağı kırıldı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshetti; dakikasında öyle şifa buldu ki, atından inmedi.


Mektubat, s. 141


09.10.2006




Takvim



On altıda nefis perişan,

İşlediği günahlardan pişman.

Gerçekten tevbe edeni

Affeder Rahim-ü Rahman.

Ferhat ÖĞMEN

09.10.2006




Ramazanda çehrelere yansıyan tebessüm




Oruç tutan insan bilir ki:

Sonsuz cemal ve kemal, idrak edicilerin ve şuur sahiplerinin yokluğunda gizlenmişken, varlığı kuşatma istidadındaki sınırsız muhabbetin içinde yer aldığı ilk atom tohumu büyük bir patlama ile çatladı ve o muhabbet bin bir yapraklı bir gül goncası gibi asırlara yayılan serüven içinde açmaya başladı. Âlemleri kuşatan rahmet, bir gülün güzelliğinde, bir böceğin süslerle bezenmiş elbisesinde, varlık âleminde güzellik ve estetik anlamında ne varsa hepsinde ve en önemlisi gül-ü Muhammedî’de (asm) tecessüm etti. Âlemdeki bütün güzellikler, estetik kavramının oluşmasına hizmet eden her türlü incelikler, aynı Şems-i Ezelî’nin rahmet tarzında yansımasından, eşya gerisinde gizli bin bir isimden rahmet ve cemale âyineliğinden kaynaklandı.

O patlama içinde, milyarlarca yıl sonrasının kafa taslarını saran lâtif örtülerde binlerce kasla buluşup yüzlerde rahmetin yansımasına, asırlarca öncesinden varlığın en ulvî gayesi olan rahmete ve sevgiye âyinelik için kasılacak ve gevşeyecek olan kaslarla buluşacak mineraller kalsiyumlar, sodyumlar ve potasyumlar gizliydi. Uzayın sonsuz gibi gözüken boşluğunda savrulup uçuşarak o âna, kasların kafa taslarının ve onları şekillendirecek merkezî mekanizma olan beyinlerin buluşmak için sabırsızlıkla beklediği niyet ile buluşmak üzere milyarlarca yıl öncesinden ve kâinatın çok uzak mesafelerinden koşarak geldiler.

Bütün bu işleyişlerin niyet ile buluşmasının ardından yüzlere yansıyan muhteşem bir manzara, varlığı kuşatan sonsuz rahmetin çehrelerde tebessüm gülleri şeklinde açması ve maddî âlemi kuşatan sevginin cesedin işleyişi ile buluşması anlamında muhteşem bir manzara ortaya çıkacaktır. O manzara hem yansıdığı cesede, hem de sonsuz rahmeti yansıttığı şuurlara tarif edilmez bir huzur kaynağı ve kâinatı kuşatan sevgi ile bütünleşmekten ve varlığın ahengi ile uyum içinde olmaktan dolayı ruhlarda büyük bir sükûn sebebi olacaktır.

Dünyamızı şenlendirmek ve sosyal âhenk ve refah için satın alabileceğimiz en ucuz şeylerden biri yüzlerimizde sonsuz rahmetin tebessüm şeklinde yansıması olmalıdır. Hem tebessüm edenin, hem de o tebessüme gözleri ile şahit olanın ruhlarına ılık bir meltem serinliği, ruhlarda lezzeti tarif edilmez bir huzur ve varlığın genel ritmini yakalamış olmanın verdiği bir dinginlik ortaya çıkacaktır.

Bu, ilk patlamanın en önemli sebeplerinden olması muhtemel mukaddes bir sevgiden güneşe, güllere ve âlemin en güzide gülü Hazret-i Muhammed’in (asm) yüzüne ve ruhuna yansıyan bir güzellik ve sevgi seliyle bütünleşmek anlamına gelecek ve karşı çehreleri de aynı bütünlüğe dâvet edecek tahrik edici bir dâvet olacaktır.

Ruhların yumuşadığı, gönüllerin mukaddes muhabbet ile çağladığı ve dünyadan, hırslardan sıyrılmışlığın çok belirgin şekilde hissedildiği Ramazan günlerinin bir şiârı da ruhlardan yüzlere daha net ve samimane yansıyan tebessüm olmalıdır. İnsanın oruçlu iken tebessümü sanki uhrevî âlemlerden yüzüne yansıyan bir sıcaklıktır.

Hakan YALMAN

09.10.2006




Ramazan orucunun farzları nelerdir?



Ramazan orucunun üç farzı vardır: Vakit, niyet, imsak.

1- Vakit. Vakit, Ramazan ayıdır. Ramazan ayı girdiğinde farz orucun vakti girmiş olur. Artık başka oruç tutulmaz. Bir kişi Ramazan ayında nafile oruca veya kaza orucuna niyetlense, bu oruç gene Ramazan orucudur. Ramazan ayı girmeden de Ramazan orucu farz olmaz.

2- Niyet. Oruç için, gün batımından itibaren imsak vaktine kadar niyetlenmek şarttır. Eğer bu saatler arası niyet gerçekleşmemişse, oruç bozucu bir davranışta bulunmamış olmak şartıyla, oruç günü en geç öğleye kadar o günkü oruç için niyet yapılabilir. Fakat niyet yapılmamışsa, aç susuz kalınmış olsa da, oruç tutulmuş olmaz.

3- İmsak. Yani oruç tutmak. Yani, imsak vaktinden iftar vaktine kadar oruç bozucu davranışlardan uzak durup orucu tamamlamaktır.

Süleyman KÖSMENE

09.10.2006




Hastalık gelince




Bundan on yıl önce hissettiklerim ile şimdiki düşüncelerim arasında epeyce fark var.

Bir yaşlı teyzem vardı. Bize misafirliğe gelir gelmez daha hoş-beş etmeden çantasından bir parça ekmek çıkarır yerdi. “İçim kıyılıyor, elim ayağım titriyor, doktor ‘Sık sık bir şeyler atıştır’ demişti, bundan dolayı böyle yapıyorum” derdi.

Anlamazdım kadıncağızı.

‘Biraz sonra çay servisine başlayacağım, niye böyle yapıyor?’ diye düşünürdüm.

Aradan çook yıllar geçti. Yakın çevremde şeker hastalarının çoğalmasıyla o teyzeciğin niçin öyle yaptığını şimdi anlar oldum.

Annemin babamın şekerle tanışmalarına inanamadım. İştahları yerinde olup da en sevdikleri yemekleri yiyememesi, bir insan için eminim çok zor olmalıdır.

Hastalıklar gelince sağlığın kıymetini biliyor olmak bilmem işe yarar mı?

Açlık çekince tokluk değer kazanıyor ve çok da işe yarıyor.

İnsanların birbirleriyle yarışırcasına yardım kampanyalarına katılmaları bundan olsa gerek.

Artık oruç tutamayan ve bundan dolayı her gün bir fakiri yediren bir tanıdık belki de kendi bir-iki çeşit yemekle doyacak ama doyurduğu muhtaç insana üç-beş çeşitlik yemek yardımı yapıyordu.

Bunu da şöyle izah ediyordu:

‘Ben zaten yiyemiyorum, bari yiyebilenler doyunca yesinler’

Fazla kilolarımız, günlük iştahsızlıklarımız, geçici ağrılarımız yüzünden kendimizi huzursuz etmenin mânâsızlığı ciddî hastalıklarla yüz yüze gelince nasıl da önemini kaybediyor değil mi?

Birkaç günlük gribal bir rahatsızlığın esiri olunca evde ne yemek yapabildim, ne de bir işe yaradım. Bereket delikanlılar ve genç kızımızın olması işin vehametini en aza indirdi de yattığım yerden epeyce düşünme fırsatım oldu.

Sağlık ne büyük bir nimetti.

Sağlığı veren Rabbimiz bunun için şükür secdelerine kapanmamızdan razı olacaktır.

Hastalıkları bize lâyık gören Rabbimiz, şifa istememiz için Şâfî ismine sığınmamızı ister.

Attığımız her adım, çiğnediğimiz her lokma şükür etmemiz için bir sebeptir.

Hülya YAKUT

09.10.2006




YAKARIŞ



Allah’ım!

Bize kalp verdin; sevgini lütfet! Bize gönül verdin; aşkını ihsan et! Bize çeşit çeşit duygular verdin; irfanını ve şahadetini ikram et! Bize akıl verdin; ilmini ve hikmetini nasip et! Kalbimize Senden başkasının Senin için olmayan sevgisini koyma! Gönlümüze Senden başkasının aşkını yerleştirme! Duygularımıza boş düşünceler ve yaramaz hülyalar verme! Aklımıza faydasız bilgiler koyma! Bizi yeryüzü bahçende hakikat arısı kıl! Bize hakkı sevdir! Bize doğruyu sevdir! Bize Senin yolunu sevdir! Bize Senin dinini sevdir! Bize hizmetini sevdir! Bize Senin Yüce Zatını ve esma-i hüsnanı sevdir! Bize tüm sevdiklerimizi Senin için sevmeyi nasip et ve bize rızana ulaşmayı kolaylaştır! Âmin...

Süleyman KÖSMENE

09.10.2006




Takvim



Bugün orucum on altı

Şeytanların hepsi bağlı

Nefsimize vurduk gemi

Orucun Nurlu gecesi

Celal YALÇIN

09.10.2006




Allah’ı zikir ve tesbih



Yüce Allah’ın emirlerine harfiyen uymak, Peygamberimizin (asm) âdeti idi ve sahabelerine de bunu telkin ve tavsiye ederdi. Yüce Allah, Tur Sûresi’nin sonunda Allah’ı tesbih etmeyi emrediyordu. Peygamberimiz (asm) sûreyi okuyup vahiy kâtiplerine yazdırıp tamamladıktan sonra şöyle buyurdu:

“Sübhâneke Allahümme ve bihamdik. Eşhedü en Lâilâhe illâ Ente. Estağfiruke ve etûbü ileyk.” (Allahım! Seni hamdle tesbih ederim. Şahadet ederim ki senden başka ibadete lâyık mabud yoktur. Günahlarımdan ve hatalarından dolayı Sana tövbe eder ve Senden affımı rica ederim.”

Sahabeler sordular: “Ey Allah’ın Resûlü, bu nedir?”

Peygamberimiz (asm) cevap verdi: “Bu Allah’ı tesbih etmektir. Bu Allah’ın emridir ve bir meclisten kalktığımız zaman bunu söylemek o mecliste yapılan boş konuşmalara ve işlenen hatalara kefarettir.”1

Bundan sonra Peygamberimiz (asm) bir meclisten kalkınca bu tesbihi devamlı okurdu ve sahabelerine de tavsiye ederdi.

Daha sonra Peygamberimiz (asm) Cebrail’in (as) telkini ile namaza başlayınca iftitah tekbirinden sonra “Sübhâneke Allahümme ve bihamdik. Ve tebareke’smük. Ve Teâlâ ceddük. Ve Lâ İlâhe Gayrük” demeyi sahabelerine öğretti.2 Yine Tur Sûresinde emrolunduğu vecihle Sabah ve Akşam namazını kılmaya başladı. Allah’ı zikir ve tesbihin en güzel şekli olan namaz daha önce kuşluk ve ikindi vaktinde kılınıyordu. Böylece Sabah ve Akşam vaktinde ikişer rekât kılınmaya başlandı, tâ Miraç’ta beş vakit emr olunana kadar böyle devam etti. Tabiî ki bu emredilen namaz farziyet şeklinde değil nâfile nevinden kılınıyordu. Sonra beş vakit namaz emredilince bu iki rekât namaz Sabah namazının sünneti olarak devam etti ve farz olan iki rekât sabah namazının farzından önce kılınmaya devam etti.

Peygamberimiz (asm) bilhassa sabah namazını sahabelerine tavsiye ederek buyurdular: “Sabahleyin fecir ve seher vaktinde kılınan iki rekât namaz dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır.”3

Ebû Mus’ab bin Sa’d (ra) buyuruyor ki “Bir gün Dâr-ı Erkam’da Resûlullah’ın (asm) yanında bulunuyorduk. Resulullah’ı (asm) dinliyorduk. Buyurdular ki: ‘Herhangi biriniz günde bin sevap kazanabilir mi?’ Orada bulunanlardan birisi ‘Nasıl bin sevap kazanabiliriz ey Allah’ın Resulü?’ diye sordu.

Peygamberimiz (asm) cevap verdiler: “Kim yüz defa ‘Sübhanallah’ diyerek Allah’ı tesbih ederse kendisine bin sevap yazılır ve bin günahı da affedilir”4 buyurdular.

İşte Peygamberimiz (asm) Kur’ân nâzil oldukça ve yüce Allah’ın istediği şekilde ibadet, zikir ve tesbihin nasıl olması gerektiğini sahabelerine hemen öğretiyor ve kendisi de emredildiği andan itibaren Cebâil’in (as) kendisine öğrettiği şekilde tesbih ve ibadete devam ediyordu.


Dipnotlar:


1- İbn-i Kesir, Tefsir, 4:263

2- Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 7:283

3- İbn-i Kesir, Tefsir, 4:264

4- Müslim, Zikir, 37; Tirmizî, Daavât, 58

M. Ali KAYA

09.10.2006




Değişimi ve farklılıkları yönetin!




Kâinattaki kurgu, değişime açık (mümkün), çokluğa (kesret) eğilimli ve eyleme müsaittir. Bu durumda, değişime açıklık, Değişmeyen Bir’ini; çokluğa eğilim, Tek olan Bir’ini; eyleme açıklık da, Yapan Bir’ini gösterir.


İnsan değişkendir


İklime ve coğrafyaya göre kendini ayarlayabilen tek varlıktır insan. Bunların yanında, sosyal hayata göre de kendini düzenleyebilir insan. Hayvanlar ve bitkiler öyle mi? Onlar iklim sevdalısıdır. Kendi iklimlerinde yaşar, kendi coğrafî şartlarında hayat sürerler. Evrensel tasarımın bir parçası olan insan ise, değil dünya ortamındaki farklılıkları yakalamaya, gökyüzünün bilinmez kürelerindeki hayat şartlarına bile uyum sağlayabilir bir kıvraklığa sahip. Kısacası her bir insanın muhtevasında çok fertler var; ömrünün seneleri, günleri hatta saatleri sayısınca farklı bir insan olur çıkar karşımıza… Her an bambaşka bir kişiliktir o. Çünkü zaman altına girdiği için, o tek kişilik adeta bir model hükmüne geçip, emsâllerini üretir. Üstelik kendisi değişken olduğu gibi, vatan tuttuğu şu küre de değişken. Her mevsim biri gider, diğeri gelir yerine. Daima çeşitleniyor, her gün başka bir âlem kapısını açıyor.


“Mümkinat”


Kâinattaki tasarım değişime açıktır. Üstünde yaşadığımız yer kürenin dört mevsim her gün değiştiğini an be an yaşıyoruz. İnsan da bu değişime göre giyeceğini, yiyeceğini değiştiriyor. Hatta duyguları bile, değişen mevsimlerden nasibini alıyor. Çünkü kâinat bir “mümkinat”lar zincirinden oluşuyor. “Mümkinat” ise değişimin ta kendisidir.


“Kesret”


Evrensel kurgu, değişime açık olduğu kadar, çokluğa da eğilimlidir. Dünya yüzündeki canlı ve cansız türlerin sayısı bile ancak tahmin ediliyor. Bir türün bile yüz binlerce farklı alt türleri var. Bütünde aynı gibi gözüken türlerin ayrıntılarında ne kadar farklı olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Bilim de bu çeşitlenmeden kaynaklanmadı mı zaten?


“Eylem” asıldır!


Evrensel kurguda eylem asıldır. Tekdüzelik, pasiflik, yokluk, durağanlık bu sistemde yok! Sistem “süreç” odaklı olup, “verim”, “üretkenlik”, “sonuç” gibi meyveler vermektedir.


İnsana düşen…


Böylesine değişime açık (mümkin), çokluğa açık (kesret) ve eylemle içli dışlı olan evrensel gemide “Dümenci” unvanıyla görevlendirilen, böylesine farklılıkları yönetmede “Ustabaşılık” pozisyonunda işe atanan insan da değişime açık, çokluğa eğilimli ve sürekli faaliyet içinde bulunmak zorundadır. Aksi halde evrensel dolabın çarkları altında kalmaya ve ezilmeye mahkûm olabilir. Değişkenler Değişmeyene boyun eğmelidir. Su kabarcıklarında yansıyan güneş, su kabarcıkları gibi akıcı ve değişken olsaydı, yansıma tecellî etmezdi. Kâinattaki değişim ve çeşitlilik de Değişmeyen Bir Tek Zatı göstermektedir.

Kendi türünün bu kadar çeşitlenmesinin, yeteneklerinin bu denli çok olmasının ve bilim denilen farklılıkları yakalama ve çeşitlilikleri disipline ederek yönetme becerisinin sonucu olarak, insan evrensel kurguya uyum sağlamak zorundadır.

Teklif: Yeknesak, tekdüze, alışılagelmiş, durağan, tembel, âtıl bir hayattan kaçının! Evrensel değişimi anlayarak ve evrensel çokluğu yöneterek gelişim yolcuğunun keyfini çıkarın!

B. Sait ÇİFTÇİ

09.10.2006




İktisat



“Kanaat eden iktisat eder, iktisat eden bereket bulur.”


(Bediüzzaman Said Nursî)


İktisat; her şeyi, yerinde ve ölçüsünde kullanmaktır. Nimete saygıdır. İktisat eden nimete hürmet göstermiş sayılır. İktisadın zıddı israftır. İsraf ise eşyayı yersiz, ölçüsüz ve zamansız kullanmaktır.

İktisat manevî bir şükür sayılır. İsraf ise şükre zıddır, nimete değer vermemektir.

İsraf eden hem kendi, hem de toplumun zararına hareket etmiş olur. Dikkat etmezse bir gün o israf ettiği şeylere muhtaç hale gelebilir.

İnsan, denizin kenarında olsa bile suyu ihtiyacı kadar kullanmalıdır. Kendisine verilen zamanı da iyi değerlendirmelidir. Kendisi için rızık olarak yaratılan yiyecekleri de israf etmekten kaçınmalıdır. Cimrilikle iktisadı karıştırmamak gerekir. Hayırda israf olmaz. O ayrı bir mesele. Ama yapılan israfların hiçbirisinde de hayır yoktur.

İktisat eden, tutumlu olan, geçim sıkıntısı çekmez. İsraf eden kimseler ise manevî olarak şükre zıt hareket ettikleri için o nimetlerden mahrum kalabilirler.

Mehmet ERBAŞ

09.10.2006




Hüve Nüktesi



* “Bu Hüve’nin keşfettiği sırr-ı tevhid pek kat’î ve bedihî bir sûrette küfr-ü mutlakı kırıyor. Hatta bir kısmında hiçbir vesvese ve şüphe bırakmıyor. Gizli dinsizler buna karşı çare bulamadıklarından, intişarına resmî yasak ile set çekmek için çalıştılar.”


(Emirdağ Lâhikası, s. 306)


* “Hüve Nüktesi pek ince, gerçi çok mücmel ve muhtasar olmuş, fakat herkes ondan pek kuvvetli bir nur-u imânî hissedebilir diye size gönderildi.”


(Emirdağ Lâhikası, s. 224)

Hazırlayan: Fatma ÖZER

09.10.2006


 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan soyup aldığımızda karanlıkta kalıverirler.


Yâsin Sûresi: 37


10.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Oruçlu iken yalan sözü ve yalan söze göre hareket etmeyi terketmeyen kimsenin yemesini ve içmesini terketmesine Allah'ın ihtiyacı yoktur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3751


10.10.2006




Lezzeti şükür için istemeli



Üçüncü Nükte


Sabık İkinci Nüktede, “Kuvve-i zâika kapıcıdır” dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakkî etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.

Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Altıncı Sözdeki muvâzenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyenin envâını tartmak ve tanımak, bir şükr-ü mânevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte, bu surette kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde hükmü var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir hadise ve bir keramet-i Gavsiye:

Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyâzattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:

“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”

Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!” O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerâmeti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”

İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.


Lem’alar, s. 202


Lügatçe:


kuvve-i zâika: Tat alma duyusu.

matbah: Mutfak.

riyâzat: Nefsi kırma, fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.

mutemet: İtimat edilir, güvenilir.

mevsuk: Sağlam.

Bediüzzaman Said NURSİ

10.10.2006




Güzel ahlâkta zekâtın rolü (3)




Ahlâkın ekonomik ve sosyal boyutu


Ahlâkın ekonomik ve sosyal dinamiklerinin var olduğu tesbitinde bulunan Bediüzzaman, toplumsal düzeni altüst eden ihtilâllerin, bozgunculuğun ve kötü ahlâkın kaynağının iki kelime (cümle) olduğunu ifade ederek şöyle der: “Birisi, ‘Ben tok olayım da başkası açlıktan ölürse ölsün, bana ne!’ İkincisi, ‘Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.’ İnsanlık âlemini zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekât olmuştur. İnsanlığı umumi felâketlere ve Bolşevikliğe sürükleyen, ilerlemeyi durduran ve asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan da ribânın (faizin) yasaklanmasıdır.”14

Bediüzzaman’a göre, sosyal bünyedeki nizamı muhafaza etmenin en büyük şartı, toplumsal sınıflar arasında boşluğun kalmamasıdır. Başka bir deyimle, zenginlerle fakirler arasındaki bağın kopuk olmaması gerekir. Kuşkusuz zenginle fakir arasında birleşmeyi sağlayan en önemli unsurlar, zekât ve yardımlardır. Zekâtın ödenmediği ve ribanın yaygın olduğu toplumlarda bu iki sınıf arasında sılayı temin etmek imkânsız hale geldiğinden, sınıflar arasında gerginlik baş gösterir. Durum böyle olunca ekonomik yönden alt sınıf oluşturan fakirlerden zenginlere saygı ve hürmet yerine ihtilâl sesleri, haset bağırışları, kin ve nefret kokan sloganlar yükselir. Aynı şekilde ekonomik yönden üst sınıf sayılan zenginlerden fakirlere merhamet, iyilik ve iltifat yerine, zulüm ateşleri, tahakküm ve şimşek gibi hakaretler yağmaya başlar. Bunun sonucunda, üst sınıflara mensup insanlardaki meziyetler tevazu ve merhamete yol açması gerekirken, onları tekebbür ve gurura sevk ediyor. Fakirlerdeki acizlik de onları esaret ve sefalete sürüklüyor.15

Zenginleriyle fakirleri arasında bu derece açık mesafe bulunan bir toplumda güzel ahlâk numunelerini bulmak kolay olmayacaktır. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (asm) “Zekât İslamın köprüsüdür”16 buyurarak, bir ekonomik değer olan zekâtın ahlâk üzerindeki etkisine işaret etmiştir. Bu hadise göre, toplum katmanları arasında yardımlaşmayı esas alan zekât ibadeti, emniyet ve asayişi muhafazaya sebep olduğu gibi, toplumun ilerlemesine engel olan isyan, karışıklık ve ihtilâllerin ateşini de söndürmekte ve yoksulluktan ötürü toplum dışına itilmiş olan insanları topluma kazandırmaktadır. Bediüzzaman, “Âyet-i Kur’âniyye âlem kapısında durup ‘Kavga kapısını kapamak için ribanın kapısını kapayınız’ der” diyerek Kur’ân’ın ribayı bir kavga kapısı olarak gördüğünü ifade eder. O halde denilebilir ki, zekâtın vacip kılınması ve ribanın yasaklanmış olması güzel ahlâkın temel dinamiklerinin korunması anlamına gelmektedir.


Ahlâkın işlevsel merkezleri


Bediüzzaman’ın anlattığına göre ruhun yaşayabilmesi için insan bedeninde üç adet duygu yüklü merkez yaratılmıştır. Birincisi, “menfaatleri celb ve cezbetmek için kuvve-i şeheviyye-i behimiyye”dir. Bu duygu bütün hayvanlarda müşterek olarak bulunur. İkincisi, “menfaat ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak için kuvve-i akliyye-i melekiyye”dir. Meleklere has bir özellik olan akıl nimeti insanlara ve cinlere de verilmiştir. Üçüncüsü, “zararlı şeyleri defetmek için kuvve-i sebu’iyye-i gadabiye”dir.17 Bu özellik, insanlarda bulunmakla beraber daha kâmil mânâda yırtıcı hayvanlarda bulunan bir özelliktir.

Bediüzzaman, ahlâkın etkili kaynağı olarak gösterdiği bu melekelerden “kuvve-i şeheviyye” ve “kuvve-i gadabiyye”yi özetle şöyle tanımlamaktadır:


—Devam edecek—


Dipnotlar:


14. İşaratü’l-İcaz, s. 49.

15. A.g.e., a.y.

16. Et-tarğib ve’t-tarhib, I, 517.

17. İşaratü’l-İcaz, s. 29.

Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ

10.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Adem-i kabul, kabul-ü adem



Kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu sûrette, çok muhâl şeyler onun içinde gizlenebilir; onun aklı onlarla uğraşmaz. Ammâ inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o, kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.

Sözler, s. 172

***

Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul: Adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.

Mektubat, s. 459

***

Küfür ve dalâlet iki kısımdır. Bir kısmı, amelî ve fer’î olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalâlet kolaydır. Hakkı kabul etmemektir; bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. İşte bu kısımdır ki, risâlelerde kolay gösterilmiş.

İkinci kısım ise, amelî ve fer’î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür. Yalnız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise bâtılı kabuldür, hakkın aksini ispattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi ve nakîzi değil, imanın zıddıdır. Adem-i kabul değil ki kolay olsun. Belki kabul-ü ademdir. Ve o ademi ispat etmekle kabul edilebilir. “El-ademü lâ yüsbet” (Yokluk ispat edilemez) kaidesiyle, ademin ispatı elbette kolay değildir.

Lem’alar, s. 82

***

Elhasıl, itikad-ı küfriye, iki kısımdır:

Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikat ve hatâ bir kabuldür ve zâlim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.

İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:

Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız, ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir; bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.

İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeye mecburdur.

Şuâlar, s. 95


10.10.2006




“Teşekkür ederim kardeşim”



Mustafa Karapınar:


“İlk defa 1947 yılında Emirdağ’da Hayri Gence vasıtasıyla Üstad Bediüzzaman ile tanışmak şerefine nâil oldum. Daha evvel de kendisinin fevkalâde bir âlim olduğunu duymuştum.

“Çok mütevazi olmakla beraber, gayet ciddî idi. Giyim kuşamı tam mânâsıyla İslâm kisvesi idi. Bana, ‘Kur’ân okumasını biliyor musun?’ diye sordu. ‘Hayır, bilmiyorum’ dedim.

“‘Kur’ân’ı öğren kardeşim’ dedi.

“Yine 1947 senesi Ramazan ayında, Kadir Gecesinde geceyi ihyâ etmek için Osman Çalışkan beni çağırmıştı. Üstad rahatsız olduğundan bana iki yüz defa Üstad adına Kelime-i Tevhid çekmemi istediler. Ben de Üstad adına çektim.

“Gece rüyada kapımızın zili çalındı. Kapıyı açtığımda Üstad karşımda idi: ‘Teşekkür ederim kardeşim’ dedi.”


(Son Şahitler, 3. Cild, s. 149


10.10.2006




Münâcâtü'l-Kur'ân



Yâsin


1. Ey yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha nice bilmediklerinden çift çift yaratan! (36)

2. Ey Ay için sonunda kuru hurma dalı gibi oluncaya kadar menziller tâyin eden! (39)

3. Ey çürümüş kemikleri diriltecek olan! (78)


10.10.2006




Geçici gençliği sonsuzlaştırmak



Risâle-i Nur’un yüksek değerini anlamakta veya onu işitip tanımakta biraz gecikmiş olan gençler içleri sızlaya sızlaya şöyle demektedirler:

“Şu geç uyanan kıymettar gençliğimi fâni, geçici şeylerle zayi etmeyeceğim. Ancak ve ancak Kur’ân’a ve imâna hizmet uğrunda, sevgili Allah’ım ve sevgili Peygamberimin (asm) emirlerine itaat yolundaki hizmetlere vakfedeceğim. Ancak böylelikle, bu muvakkat gençliğimde bâkî bir gençliği elde etmiş olacağım.”


10.10.2006




Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı



Tarîk-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edebü’d-Din ve’d-Dünya risâlesinde vardır ki:

Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve her şey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”

Hazret-i İsâ Aleyhisselâm demiş ki:

“Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.”

Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.


Lem'alar, s. 182


10.10.2006




Takvim



Cennet ucuz değil,

Cehennem, lüzumsuz değil.

On yedi gündür yapılan,

Boşa gidecek değil.

Ferhat ÖĞMEN

10.10.2006




SORULARLA ORUÇ



* Ramazan ayında bilerek tutulmayan oruçlar kazaya mı girer, yoksa kefâret mi gerektirir?


Ramazan ayında özürsüz olarak oruç yemek haramdır. Bu günahtan arınmak için tutmadığımız oruçları gününe gün kaza ederiz ve ayrıca farz bir emri zamanında eda etmediğimiz için tövbe ederiz. Başka bir ifadeyle, Ramazan ayında bilerek tutulmayan oruçların kefareti gününe gün kazadan sonra tövbedir.

Aralıksız altmış günlük kefaret orucunu ise, özürsüz yere ve bilerek bozduğumuz Ramazan orucu için tutarız. Hüküm böyledir. Bize hükme boyun eğmek ve teslim olmak düşer.

* Kaza orucumuzu Şevval ayında tutarsak Şevval orucunu da tutmuş olur muyuz?


Kaza orucunun, Şevval, Recep veya Şaban aylarından birinde veya Muharrem ayının ilk on gününde tutulması halinde, bu aylarda oruç tutma sünneti de ihya edilmiş olur. Böylece bu aylarda oruç tutma sevabına da erişilmiş olur.

Süleyman KÖSMENE

10.10.2006




‘Torunlarım ne sever?’



Ramazanın ilk hafta sonunda, ailenin büyüğü olan kayınvalidemlere hem Ramazanını tebrik etmek, hem de iftar etmek için gideceğimizi telefonla bildirdik.

Büyük bir memnuniyetle ‘buyur’ dediklerinden bir-iki saat sonra cepten aradılar.

‘Yenge annem soruyor, torunlar iftarda ne yemek isterler?’

‘Ya bizim için bunun bir önemi yok, ne olsa yeriz’ desem de illâ ki bir cevap alacaklardı.

Birkaç alternatif sıraladılar.

Çocukların tercihini bildirip, bir-iki saat sonra onlarda olacağımızı söyleyip telefonu kapadım.

Gitmişken Doğubeyazıt’ın meşhur pasajlarına uğramadan olmaz. Önce alış veriş yapmayı tercih ettik. Hem zaten iftara da epey vakit vardı. Pasajın çekiciliğine kapılıp gitmişiz. Herkesin ilgisini çeken bir şeyler olunca zaman nasıl da akıp gitti anlamadık.

Eve vardığımızda hacı anne gereken tüm hazırlıkları yapmış, envai çeşit malzemeyi alıp bizi bekliyordu.

Bahçeye kurulan mangal ateşi serin havada bir hoş geldi, bir hoş geldi ki baktım kimse masayı hazırlamak istemiyor. Herkes mangalın başında. Kimi biberleri, kimi domatesleri şişe geçiriyor, kimi ‘Bu kömür yetmez’ endişesiyle karnının açlığını açığa çıkarıyordu.

‘Bu kadar çeşide ne gerek vardı?’ diye soracak oldum.

‘Torunlar en çok neyi sever bilemedim, ben de hepsinden hazırladım’ cevabı beni de geçmişe götürüverdi.

Çocukluğumun uzun ve soğuk kış gecelerinin Ramazanlarını hatırladım.

Annem yemeğin en güzel tarafını önce babaannemin, sonra babamın tabağına koyardı.

Çünkü biz nasılsa orucu öğlene kadar tutuyorduk.

Ama babaannem belki de annemin bundan hoşlanmayacağını düşündüğünden tabağındakilerden bize gizlice yedirir, bundan da büyük haz duyardı.

Büyüklerdeki bu sevginin sırrını henüz anlayamadım. Bir gün babaanne ya da anneanne olursam o zaman anlarım diye düşünüyorum.

Aile büyüklerinden uzak yaşayan çocuklara bu anlamda acıyorum.

Sevgi ve kayırmanın en masumu bu olsa gerek.

Anneler babalar mümkün olduğunca çocuklarını nine ve dedeleriyle bir araya getirmeliler. Çünkü çocuklarımızın onlardan alacağı pek çok şey var.

Oğlumun yeri geldiğinde söylediği bir şey vardır ki bunu daha önce de yazmışımdır.

“Anne dedemin, ben küçükken ‘Camiye gitmesini bilmiyorum, beni sen götür, yolları şaşırırım belki’ gerekçesiyle namaza götürmesine canım sıkılıyordu. ‘Bu dedem de evin hemen arkasındaki camiyi, nasıl olur da bulamıyor?’ diye şaşıyordum. Ama şimdi anlıyorum ki dedem bunu mahsus yapıyormuş ki, ben camiye ve namaza alışayım. Keşke şimdi hayatta olsaydı da, onunla dede-torun camiye gidebilseydik” deyişindeki özlemi o kadar iyi anlıyorum ki…

Benim yaşımda olup da dedesi ya da büyükannesi hâlâ hayatta olan arkadaşlarıma imreniyorum.

Siz siz olun, elinizde fırsatınız varken, dedeler ve nineler torunlarını severken, onları arayıp sorarken, onların sevinçlerine ve sıkıntılarına ortak olurken bu nimetten istifade edin.

Büyükler sevgi ve şefkatlerini torunlarından esirgemedikleri sürece bundan yararlanmak inanın çocuklarımıza inanılmaz artılar kazandıracaktır.

Büyükler torunlarının neden hoşlanıp, neden hoşlanmadıklarını, neyi sevip sevmediklerini bildikleri halde, ‘Torunlarım en çok neyi sever?’ diye sorduklarında bile bilin ki bir kayırma ve iltimas var.

Hülya YAKUT

10.10.2006




Takvim



Ramazanın on yedisi

Gafiller hep oruç yedi

İnanmayanlar kalacak

Hep cenennemde ebedî

Celâl YALÇIN

10.10.2006




Bilek birlikteliği




Üç kardeş ve enişteleri küçük bir işyerini paylaşıyorlardı… Gençtiler, enerji doluydular… İkisi bir futbol takımında oynuyordu… Umut işte, bakarsın bir gün büyük bir futbolcu olurlardı… Şöhret ve para… Bu zamanın geçerli akçesi değil miydi!?

Bir zaman sonra birbirlerinin izini kaybetti üçkardeş… Kader yollarını yine bir yerde birleştirdi… Matbaa işi için onları tavsiye etmişti arkadaşı… Birbirlerini görünce şaşırdılar… Epey müddet çalıştılar…

Hep konuşurlardı nasıl olacak bu işler diye… Büyümek arzuları vardı… Potansiyelleri de buna müsaitti aslında… Birdiler, beraberdiler, uyumla çalışıyorlardı, insanî münasebetleri iyiydi… Dar gelen yerde daha fazla duramadılar, biraz daha geniş bir yere taşındılar…

Gün geçtikçe çevreleri genişliyor, işleri büyüyordu… Yeni büyük makineler aldılar, yan işyerini de kiraladılar…

Sevecen davranış, işi zamanında iyi bir şekilde teslim etmek, ödemede esneklik… Bunlar müşteriyi bağlayan unsurlardı… Onlar da bunu üçü birden yapıyordu… Gerisi için başka ne yapılabilinirdi? Kısmetine küsmemek… Kaderini kabullenmek…

Kardeşler arasında ahenk… İş bölümü… Görevini iyi yapmak… Sadece onlar için değil herkes için geçerli başarı prensipleri… Sevgi ve kardeşliğin azaldığı yerde dengeler gerisin geriye gitmeye başlar ve bir müddet sonra başarı binası çökmeye yüz tutar.

Manevî temeller sağlamsa krizler sizi küçültmez hatta daha da büyütür… Değilse de küçük bir rüzgâr yıkılış derelerine savurur. Deryalar birlik ve beraberlik içinde olanların yurdu…

Gönül gönüle kenetlenirseniz dik durursunuz… İşiniz de ak olur, alnınızda… Öncelikli iş, iç dengelerin oturtulması… Sevmek ve sarılmak… Yürek bileklerle güç buluşturması yapmak… Kim yıkar sizi? Yine siz…

Aklıyla kalbi arasında sevgi köprüleri kuramayan kendi birlikteliğini sağlayamamıştır, başkalarıyla nasıl kardeş olacaktır? Atom teşekkül etmemişse moleküller olmayacak, organlar ve vücut da olmayacaktır.

Gökten üç elma düşmesini beklemek ham hayal… Üç kardeş toprağa tohum atsa, çaba ile birlikte baksa bir müddet sonra elma bahçesine sahip olurlar.

Birliğin bileğinde buluşanlar başarı elini tutanlardır. Maddî başarı, manevî başarı… İkisi için de geçerli yürekli bilek birlikteliği… Madde ve mânâ kardeş zaten.

Hüseyin EREN

10.10.2006




Giyimde ölçü




Bir insan için yemek ve içmek ne kadar zarurî ise, giyinmek ve toplum içinde hoş bir görüntüye sahip olmak da o derece önemlidir. İnsan vücudu, ancak giyinmek sûretiyle soğuk ve sıcaktan korunur, onunla ayıplardan kurtulur ve onunla güzelliğini kemâle erdirir.

Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği sayısız nimetlerden birisi de elbisedir. Yaratıkların en şereflisi olan insana bu şerefine uygun bir giyinme ve örtünme nimeti vermiştir. Elbiseden maksat, her şeyden önce örtünmedir. Cenâb-ı Hakk örtünün gerçek gayesini şöyle bildirir:

“Ey insanoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdim. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah’ın âyetlerinden biridir. Ola ki düşünüp ders alırlar.”1

Temiz ve düzenli giyinme konusuna Peygamber Efendimiz (asm), zannettiğimizden daha fazla önem vermiştir: “Ey ashabım! Sizler, mü’min kardeşlerinizin yanına varacaksınız; binaenaleyh binek hayvanlarınıza dikkat ediniz, kıyâfet ve elbiselerinizi düzeltiniz ki insanlar arasında parmakla gösterilecek gibi olunuz. Çünkü Allah, çirkinliği ve çirkin söz söylemeye özenen kimseleri sevmez”2 buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz (asm), giyindiği halde çıplak olan, giydikleri dar, şeffaf ve tesettür emrini yerine getirmeyen elbiselerle vücutlarını gösteren kadınlara ikazda bulunarak bu davranışlarının kendilerini cezâya müstahak kılacağını belirtmiştir.

Bilindiği gibi, dinimizde, yabancılara karşı erkeklerin diz kapağı ile göbek arasındaki kısım, kadınlarda ise el, yüz ve ayakların dışında kalan bütün vücudunun örtülmesi farz kılınmıştır.

Elbisenin ikinci fonksiyonu, insanı süslemesidir. Gurur ve kibre sebebiyet vermemek şartıyla, güzel ve süslü elbiseler giymekte bir mahzur yoktur. Kişinin imkânı olduğu halde temiz ve düzgün elbise giymeyenleri Allah Resûlü (asm) uyarıp, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetleri kulunun üzerinde görmek istediğini belirtir.

Şu halde, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine imkân verdiği kimseler, bu nimetlerin şükrünü üzerlerinde göstermelidirler.

Peygamberimiz (asm), bilhassa bir yere temsilci olarak gidecek olanların elbiselerinin güzel ve düzgün olmasına çok önem verirlerdi. Müslümanları temsil etme mevkiinde olanların güzel ve temiz elbise giymelerinde mahzur bir yana, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ etme söz konusudur.

Resûlullah’ın elbiseler içinde en fazla hoşuna gideni yeşil elbiseydi. En fazla giydiği elbise de beyaz elbisedir. Bir hadisinde şöyle buyururlar: “Beyaz elbise giyiniz. Zira beyaz daha temiz ve daha hoştur. Ölülerinizi de onunla kefenleyiniz.”3

Allah Resûlü (asm) başını tararken, ayakkabısını ve elbisesini giyerken sağdan başlamaya titizlik gösterir. “Sizden biriniz ayakkabısını giyeceği zaman, sağ ayağı ile başlasın, çıkaracağı zaman da sol ayağı ile çıkarmaya başlasın…”4 buyurmuşlardır.


Dipnotlar:


1- A’raf Sûresi (7) 26.

2- Ebu Davut, Libas, 25.

3- İbn-i Mace, Hakim.

4- Tecrid, 12: 106.

Necmi ÜNLÜ

10.10.2006




Aile



“İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevî cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.”

(Bediüzzaman)


Toplumu teşkil eden sağlam temel taş ailedir. Aile kutsal bir yapıdır. Bu yapı sağlam olursa, toplum da sağlam olur.

Ailevî değerler çok önemlidir. Karşılıklı görev, anlayış ve sorumluluklarını bilen bir ailede huzur vardır. Orası cennetten bir köşedir.

Ailede kadının yeri çok çok önemlidir. Evet kadınların dünyevî saadetlerinin bozulmadan devam etmesi ancak İslâm terbiyesi ile mümkündür. Şimdiki medeniyet terbiyesi altındaki hayvancasına, geçici bir arkadaşlıktan sonra ebedî bir ayrılığa maruz kalan o aile hayatı esasıyla bozuluyor.

Sağlam bir ailede fertler birbirlerini iyiliğe teşvik ederler. Kötülükten hep beraber uzak durmaya çalışırlar. Geçici dünya zevklerinin insanlara huzur vermeyeceğini bilen ve sağlam temeller üzerine kurulmuş olan aileler, hem dinî emirler istikametinde hareket ederler, hem de örf, âdet ve geleneklerine ters düşen hareketlerden uzak bir şekilde yaşarlar.

Kısaca en değerli varlığımız ve milletimizin çekirdeğini oluşturan ailemizin değerlerini her zaman korumaya ve yaşatmaya devam etmeliyiz.

Mehmet ERBAŞ

10.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Güneş de onlar için bir delildir ki, kendisine tâyin edilmiş bir yere doğru akıp gider. Bu, kudreti her şeye galip olan ve ilmi her şeyi kuşatan Allah'ın takdiridir.


Yâsin Sûresi: 38


11.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Allah'ın hükmüne rızâ göstermeyen ve takdirine iman etmeyen kimse, kendisine Allah'tan başka bir ilâh arasın.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3752


11.10.2006




İktisat eden, meşakkat çekmez



Dördüncü Nükte


“İktisat eden, maişetçe âile belâsını çekmez” meâlindeki “Lâ yeûlü meni’ktasade” hadis-i şerifi sırrıyla, iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.

Evet, iktisat kat’î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’î deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki:

İktisat vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nâstan istiğnâ” mesleğini bozmadı.

Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.

Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse, “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır” (Zâriyat Sûresi, 51:58.) sırrıyla, “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın” (Hûd Sûresi, 11:6.) sarahatiyle, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu âyet taahhüt ediyor.


Lem’alar, 19. Lem’a, s. 203


Lügatçe:


medar-ı hüsn-ü maişet: Güzel geçim sebebi.

nâstan istiğnâ: İnsanların minneti altına girmekten kaçınmak.

iktisar: Kısaltmak, kısa kesmek.

sarahat: Açıklık.

Bediüzzaman Said NURSİ

11.10.2006




Önce nefsi ıslâh etmeli (4)




Kuvve-i şeheviyye cinsel arzu, yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi faydalı şeyleri alma ve elde etme gücüdür. Ancak bu gücün üç derecesi vardır. Tefrit derecesi ‘humud’ denilen şehevî konulara karşı isteksizliktir. Böyle bir kişi, harama karşı şehveti olmadığı gibi helâle karşı da iştahlı değildir. Tefritin zıttı olan ifrat derecesi ise, helâl-haram demeden aşırı şekilde şehvetine düşkün olmaktır. Böyle bir kimse namusları ayaklar altına alma istidadındadır. Orta mertebe olan vasat derecesi ise iffetliliktir. Kişinin helâline karşı şehveti varken, harama karşı iştahsız olur.18

Bunun anlamı şudur: Eğer insan ifrat derecede şehvetine düşkün olursa, kötülüğün en ileri seviyesi olan fuhşa düşeceği ve birçok masum insanın namuslarını kirleteceği açıktır. Bu da kötü ahlâkın veya ahlâksızlığın en belirgin şeklidir. Eğer tefritte kalırsa nimetlerden ve meşru lezzetlerden mahrum olur. Oysa Kur’ân’da tavsiye edilen “sırat-ı müstakim”19 ve “vasat ümmet”20 kıstası, insanı bu aşırı durumlara düşmekten kurtarır.

Kuvve-i gadabiyye, zararlı şeyleri reddetme duygusudur. Bu duygunun tefrit derecesi korkaklıktır ki, böyle bir duyguya sahip olan insan, olur olmaz şeylerden korkarak hayatı kendisine zehir eder. İfrat derecesi ise, maddî ve manevî hiçbir şeyden korkmama hissi veren ‘tehevvür’dür. Denilebilir ki, bütün istibdatlar, zulümler ve tahakkümler tehevvür mertebesinin mahsulüdür. Bu duygunun vasat mertebesi ‘şecaat’ denilen kahramanlıktır. Şecaat sahibi bir kimse, başka bir şey için değil, sadece dinî ve dünyevî hakları için canını feda etmekten çekinmez. Ancak meşrû olmayan işlere karışmaz.21

Buradan anlaşıldığına göre, hak tanımazlık ilkesine dayanan gadab duygusunun ifrat (tehevvür) derecesi, helâl-haram bilmeyen kuvve-i şeheviyyenin ifrat derecesiyle birleşince, masumların ve özellikle zayıfların hakları ayak altına alınacağı gibi, iffetli insanların namusları da kirletilmiş olur. İnsanın eşref bir mahlûk ve mükemmel bir varlık oluşuna uygun olarak bu duygular, din ve şeriat tarafından tahdit edilmişse de fıtratça ve yaratılışça sınırlandırılmamıştır. Başka bir deyimle, insanlara verilmiş bulunan bu duyguların kontrolü tamamen insanın iradesine bırakılmıştır. İnsan eğer “hadd-ı vasat” dediğimiz dereceyi muhafaza edemeyip ifrat veya tefrite düşerse ahlâkî zaafların içine düşeceği açıktır.


Bir ahlâk eğitimi olarak

nefsin tezkiyesi


“Ahlâk” sözcüğünden maksadımız İslâm ahlâkıdır. “İslâm ahlâkı” deyiminden anlaşılması gereken şey, Kur’ân ve Sünnet’in ön gördüğü güzel ahlâktır. Kur’ân-ı Kerim, “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder”22 âyetinin ifade ettiği emirle mü’minlere, başkalarıyla mücadele etme yerine öncelikle kendi nefisleriyle mücadele etme prensibini telkin etmiştir. İslâmın bu temel esasını ilke edinen Bediüzzaman “Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez”23 düsturundan hareketle öncelikle nefsin ıslâh edilmesini ahlâkın vazgeçilmez şartı olarak kabul etmiştir. İnsanın nefsini dizginlemesi, nefsine tapmaması ve nefsini temize çıkarmaması, tabiatında var olan öfke ve şehvetin esiri olmaması gibi konulara Risâle-i Nur’da çokça yer veren Bediüzzaman, insanın kendi dışındakilere çevirdiği mücadele enerjisini kendi nefsinin kötü temayüllerine yöneltmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerim Hz. Peygamber’in24 ve Hz. İbrahim’in,25 güzel ahlâkın zirvesinde birer örnek olduklarını ifade ederek, mü’minleri bu ikisinin yoluna uymaya dâvet etmiştir. Kuşkusuz model olarak gösterilen bu peygamberlere benzemek ancak nefsin kötü eğilimlerini bastırmakla mümkündür. “Her kim nefsinin hırslarından ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, işte felah ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır.”26 âyeti, güzel ahlâkın ilk şartının, insanın kendisini kötü hasletlerden ve fena duygulardan kurtarması olduğunu açıkça gösterir.

Bediüzzaman’a göre, kötü ahlâkın kaynağı sayılabilecek “tezkiyesiz nefs-i emmâre”27nin ıslah edilebilmesi için insan nefsinin “ahlâk-ı İlâhî” veya “ahlâk-ı peygamberî” dediği güzel ahlâkla donatılması, yani nefsin tezkiye edilmesi, temize çıkarılması gerekir. Bunu için kendisi, öncelikle insanda “nefsini mürakabe altında tutabilme” şuurunun gelişmesi ve yerleşmesi gerektiğine inanır. Onun “Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında [özel dünyasında] cihad-ı ekber ile mükelleftir ve Peygamber ahlâkıyla ahlâklanmakla vazifelidir”28 şeklindeki sözleri, “tezkiye-i nefis ve tekemmül-ü ruh” için insanın özel dünyasında kötülüklerle mücadele etmesinin şart olduğunu göstermektedir. Bediüzzaman insanı Allah’a kavuşturacak olan yolların nefsin tezkiyesinden geçtiğini ifade ederek, konuyu dört adımda şöyle özetlemektedir:

İlk adımda ‘Nefislerinizi temize çıkarmayınız’29 âyetinin ifade ettiği gibi tezkiye-i nefis etmemektir. Çünkü insan, her şeyi nefsine feda edercesine fıtratı itibariyle nefsini sever. Mabuda lâyık bir şekilde nefsini metheder ve nefsini bütün ayıplardan ve kusurlardan uzak tutar. Hatta Allah’a hamd için kendisine verilmiş bulunan yetenekleri kendi nefsi için kullanarak ‘Nefsini kendine ilâh edinen kişi’30 durumuna düşer. Bu konuda nefsin tezkiyesi, tam tersi onu tezkiye etmemek, yani temize çıkarmamakla mümkündür.31


—Devam edecek—


Dipnotlar:


18. İşaratü’l-İcaz, s. 29.

19. Fatiha, 1/6.

20. Bakara, 2/143.

21. İşaratü’l-İcaz, s. 29.

22. Yusuf, 12/53.

23. Sözler (21.Söz), s. 243.

24. Ahzab, 33/21.

25. Mümtehine, 60/4.

26. Haşir, 59/9.

27. Lem’alar, s. 274.

28. Hutbe-i Şamiye, s. 89.

29. Necm, 53/32.

30. Furkan, 25/43.

31. Sözler, s. 439.

Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ

11.10.2006




Münâcâtü'l-Kur’ân



SÂFFÂT


1. Ey dünya semâsını yıldızların zînetiyle süsleyen ve her türlü âsî şeytandan koruyan! (6-7)

2. Ey Mûsa ve Hârun’a lütufta bulunan! (114)

3. Hem onları, hem de kavimlerini büyük bir sıkıntıdan kurtaran! (115)

4. Ey peygamber olan kullarına vaadde bulunan! (171)


11.10.2006




Mânevî gıdaya da her gün muhtacız



Risâle-i Nur’a bu kadar bağlanıldığını görünce dünyadan alâkamızın kesildiği zannına varılmasın. Bilâkis, bu cihet şu hatt-ı hareketimizle tebarüz eder: Mücerred isek işlerimizi, talebe isek derslerimizi, memur isek vazifemizi, tüccar isek ticaretimizi yapıyoruz. Dünyevî meşgalemiz ne kadar fazla bulunursa bulunsun, ders ve imtihanlarımız ne derece sıkı olursa olsun Risale-i Nur’a çalışmaya ve hizmete yine vakit buluyoruz ve bulabiliriz; zaman ayırıyoruz ve ayırabiliriz. Zira nasıl ki, hergün ekmek, su ve havaya ihtiyaç var. Aynen öyle de bunlardan daha fazla olarak hergün Kur’ân ve imân hakikatlarından mânevi gıdalarımızı almaya muhtacız.


11.10.2006




Üstad’la Teravih namazları



Mehmed Çalışkan anlatıyor:

“Üstad Emirdağ'a Şaban ayında gelmişti. Kendilerine yemek bizim evden giderdi, hanım pişirir, ben de götürürdüm. Otelde ve evde kaldığı zamanlarda çamaşırını biz yıkardık.

“Ramazan ayında önceleri camiye devam etti. Sonraları ‘Fatiha'yı yetiştiremiyorum, imamlar çok sür'atli okuyorlar. Ben Şafiîyim, okumam lâzım’ diyerek, teravihlerde camiye devam edemedi. Bizler bazan evde, arkasında cemaat olurduk.

“Bir gün akşamdan sonra bizim birader Hasan, ‘Haydi Üstada gidelim, Hoca Efendiyi ziyaret edelim’ dedi. Dışarısı karanlıktı, lâmbası yanmıyordu. Fakat içeriden sesi geliyordu. Galiba okuyordu. Ezkârını bitirdikten sonra girecektik. Dışarı çıkarak ‘Niye geldiniz?’ dedi. ‘Ziyaretinize geldik efendim' diye cevap verdik.

“‘Vakit oldu mu?' deyince 'Evet, oldu' dedik.

“‘İyi, haydi teravihe gidelim’ dedi ve beraberce teravihe gittik...”


Son Şahitler, 2. Cild, s. 348


11.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Takvim



Oruçla gemlemeli nefsi

Sevaplar hep dizi dizi

Hak Teâlâ yarattı bizi

Ramazan’ın on sekizi

Celâl YALÇIN

11.10.2006




Tenteneli perdenin arkasındakini görme becerisi




Yaşadığımız her olay “tenteneli bir perde” ile kaplanmıştır. Beynini kalıba sokmayanlar, aceleden hüküm verme eğilimi olmayanlar ve önyargılarından arınmış olanlar fark eder bu tenteneli perdeyi… Kaplumbağa gibi, bağasından başını çıkarmaktan aciz olanlar, beyinlerini kalıplardan kurtaramayanlar ve önyargılı olanlarsa, o incecik olup da arkasındaki gerçeği gösterebilen perdeyi, çok ama çok kalın zannederek aldanırlar. Kalıplarımızın oluşmasında “Nazar” (Bakış) ve “Niyet”in önemi çok büyüktür. Bizi önyargıya sürükleyen bakış açımız ve yaklaşımımızdaki niyetlerimizdir. Ümitsizlik ise bunların bir meyvesi yalnızca…


Ah beynimizdeki kalıplar!


Tenteneli bir perdedir sebepler... Yüzeysel değerlendirene, “mânâ-yı ismî” ile bakana dağ gibi gelecektir; aşılmaz, işin içinden çıkılmaz dedirtecek türden oluverir insanın gözünde. Oysa amaçlarına ulaşanlar sebepleri aşanlardır. Sebep sonuç ilişkisi kurgulu olan kâinatta her sebebe takılan insan, hayat yolculuğunda tökezlemekten dolayı bir adım bile ilerleyemez.

Yaşanan olumlu ya da olumsuz her olaya derinlemesine bakan, “mânâ-yı harfî” ile değerlendirenler farklı olacaktır elbette. Perdeyi yırtmadan açabilen nazik bir ele sahip olmak beceridir aslında. Neden? Niçin? Nasıl oldu da bu oldu? Bu olayın arkasındaki sır nedir? Hayata dair hangi dersi çıkarmalıyım buradan? Kısacası “Değerlendirme” kültürümüzü zenginleştirme becerisi kazanmaktır asıl olan...

Konuyla yakından ilgili olan, çok sevdiğim bir uzak doğu öyküsüyle desteklemek istiyorum anlatıyı… Bu Lao Tzsu isimli bir bilgenin verdiği davranışsal bir ders öyküsü…


Lao Tzsu’nun öyküsü…


Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Fakir olmasına fakirmiş ama öylesine bir değerlendirme kültürüne sahipmiş ki, kral bile onu kıskanırmış... Bu fakirin, bir de kıskanılan diğer yönü atıymış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kral bu at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş, ama adam satmaya yanaşmamış…

“Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı?” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler...

İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. “Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç! Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. “Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var..”

“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu! Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç! Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler, ama içlerinden “Bu herif sahiden geri zekâlı” diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bir kez daha haklı çıktın” demişler.

“Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş.

“O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silâh tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin sonunda ya öleceğini, ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.

Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... “Gene haklı olduğun ortaya çıktı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer...”

“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”

Teklif: Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.

B. Sait ÇİFTÇİ

11.10.2006




Çoğu sûre, sahabelerin sorusu üzerine nâzil oldu



Kur’ân-ı Kerim, Arap müşriklerinin isyan ve tuğyanlarının sebebini âhireti inkâr olarak göstermiştir. Bunun için de Cenâb-ı Allah, Kur’ân’ın öldükten sonra dirilmeyi aklî delillerle izah ve ispat edecek âyetlerini inzâl buyurmuştur. Bu şekilde mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirerek, müşriklerin Müslümanların kalplerine şüphe sokmaya çalışmalarını engellemiştir. İnkârcıların fikirlerini de çürütecek delilleri ortaya koymuş ve cehaletlerini bir güzel göstermiştir.

Kâf Sûresi bu amaçla nazil olmuştur. Yüce Allah Kâf Sûresinde öldükten sonra dirilmeyi bir güzel ispat etmiş ve müşriklerin cehâletlerini ortaya koyarken mü’minlerin de imanlarını fevkalâde güçlendirmiştir.

Peygamberimiz (asm) sûreyi sahabelerine öğretti ve kâtiplerine yazdırarak “Dârü’l-Erkam” dışında bulunan tüm sahabelerine ulaştırmalarını söyledi. Şöyle buyurdu: “Kâf, ve’l-Kurâni’l-mecîd sûresini öğreniniz ve çocuklarınıza öğretiniz.”1 Peygamberimiz de(asm) namazlarında bilhassa sabah namazında sık sık bu mübarek sûreyi okurlardı.2 Yine Peygamberimiz (asm) Medine’de halkın toplu olarak katıldığı Cuma namazlarında ve hutbede3 ve bayram namazlarında da okuyarak ahirete iman dersi verirdi.4

Sahabeler öğrenme konusunda çok meraklı idiler. Bir sûre nazil olunca onu ezberlemek ve o sûredeki hikmetleri öğrenmek ve hazineleri açmak için Peygamberimizin (asm) başına toplanırlardı. Kimi Kur’ân hakkında, kimi bilmedikleri kelime ve konular hakkında, kimi de ahiret ve ameller konusunda sorular sorarlardı.5 Bundan dolayı bir kısım sûre ve âyetler müşriklerin soruları üzerine nâzil olmuşsa da çoğu sahabelerin soruları ve istekleri üzerine inzal buyrulmuştur.


Dipnotlar:


1- Suyuti, Dürrü’l-Mensûr, 6:588

2- Müslim, Salât, 165, 169; Darimi, Salât, 66

3- Müslim, Cuma, 50,52; Nesai, İftitah, 43; Müsned-i Ahmed, 5:113

4- Müslim, İydeyn, 14,15; Malik, Muvatta, İydeyn, 8; Müsned-i Ahmed, 5:91, 102, 105, 219

5- Rudani, Cem’ul-Fevâid, 1:63

M. Ali KAYA

11.10.2006




NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR



On Altıncı ve Otuz İkinci Söz


“Cenâb-ı Hakkın ehadiyet-i zâtiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, herşey bütün şuûnâtıyla, doğrudan doğruya ilmiyle ihâta ve teşhis edilmiş ve irâdesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve îcâd edilmiştir. Bütün kâinatı birtek mevcud gibi îcâd ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi, koca baharı dahi o suhûletle halk eder. Birşey birşeye mâni olmaz. Teveccühünde tecezzî yoktur. Aynı anda, her yerde, kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yoktur. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfının İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir”


(Lem’alar, s. 91)

Hazırlayan: Fatma ÖZER

11.10.2006




Anne sevgisi




“Anne” kelimesi içimizi ısıtan, benliğimizi saran, bütün duygularımızı coşturan, merhamet, şefkat, sevgi, fedakârlık, kahramanlık gibi birbirinden güzel duyguları içinde barındıran canlı bir mefhumdur.

Anne sevgisi sevgilerin en güzeli, anne şefkati şefkatlerin en berrağı, anne hakkı hakların en kudsîsidir. Annenin gönlünü almak, rızasını kazanmak Allah’ın rızası ile yan yanadır. “Allah’ın rızası annenin rızasına, Allah’ın gazabı da annenin gazabına bağlıdır”1 buyurur Efendimiz (asm).

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak ise şöyle buyurur:

“Biz insana, anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu kat kat sıkıntı içinde karnında taşımıştır. Çocuğun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. Biz insana ‘Bana ve anne-babana şükret’ dedik. Kıyâmet gününde dönüş ancak Banadır.”2

Annenin hak ve hukukuna riâyeti, ona yapılması gereken iyilik ve ihsanı Kur’ân-ı Kerim en ince teferruatına kadar anlatıyor. Bu hareketi imanın icaplarından sayıyor, Müslümanlığın bir işareti olarak görüyor. Yani, Allah’a iman ne derece parlar, kuvvetlenirse, insanın annesine olan iyi davranışları da o nispette artar.

Anneye iyilik, gönlünü almak, rızasını elde etmek farz-ı kifâye olan cihaddan bile önce tutulmuş, ehemmiyetli görülmüştür. Bu hususta Hz. Cuhame (ra) ile Peygamberimiz (asm) arasında şöyle bir konuşma geçer:

“Ya Resûlallah, cihada katılmak istiyorum. Sizinle istişare etmeye geldim. Ne buyurursunuz?”

“Annen var mı?”

“Evet var.”

“Öyleyse, git ona hizmet et. Çünkü Cennet onun ayaklarının yanındadır”

Evet, anneye gösterilen bu sevgi ve iyilik dünya ile sınırlı kalmaz, ahirete göçtüğü zaman da devam eder. Fakat bu nasıl olacaktır? Bunu da Ensar’dan bir zat ile Peygamber Efendimiz’in (asm) arasında geçen bir sohbetten öğreniyoruz.

“Ya Resûlallah, ebeveynim öldükten sonra kendilerine yapmam gereken iyilik kaldı mı?”

“Evet” diye cevaplayan Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle devam etti: “Onlara duâ etmek, istiğfarda bulunup günahlarının bağışlanmasını dilemek, vasiyetlerini yerine getirmek, akrabalarına karşı iyi münasebetleri devam ettirmek, dostlarına ikram ve iyilikte bulunmaktır”

Evet, annemizi Batılılar gibi sadece “Anneler Günü”nde bir gün olarak değil, bu “şefkat kahramanlarını” her zaman hatırlamalıyız.

Ne mutlu, annesine evlâtlık vazifesini yapabilenlere!


Dipnotlar:


1- Tirmizî, Birr: 3

2- Lokman Sûresi: 14

Necmi ÜNLÜ

11.10.2006




Takvim



Sola giden yorulur,

Hak kapısından kovulur.

On sekiz gündür isyan eden,

Elbet hak ettiğini bulur.

Ferhat ÖĞMEN

11.10.2006




Gerçek varlık nağmesini bulma arayışı




Oruç tutan insan bilir ki:

Kâinat muhteşem bir orkestra gibidir. Pek çok melodinin iç içeliğinden hâsıl olan muhteşem bir âhenk ile İlâhî nağmeleri terennüm eden varlıklar her biri o büyük orkestranın bir enstrümanı konumundadırlar. Her varlığın nağmesi ve icra tarzı farklı olmakla birlikte varlığın bütününden ortak bir nağme ve topyekûn bir avaz hasıl olur.

Beste derinliklidir ve çok seslilik içinde muhteşem bir sadelik ve tekliği ifade eden bir bütünlük algılanır. Aslında farklı gibi algılanan nağmeler tek bestenin icrâ edilmesine hizmet eden parçalar gibidir. Asıl beste o çok sesliliğin derinlerindedir. Sanki bütün enstrümanların ortak seslerinin arka planında o tek nağme ve teklik nağmesi, dikkatli bir dinleyişle duyulabilir. Bu sebeple besteye sessizce ve derinlere konsantre olarak kulak verilmelidir. Ancak o zaman o seslerin çokluğu ve yoğunluğu ortasında ortak nağmeyi algılayabilirsiniz.

Bu bestenin çoklu anlatımındaki cazibe ile ona yönelmişlik, sonrasında durup dinlemeyi, derinlerden gelen tınısına kulak kesilmeyi gerektirir. Nağmelerin güzelliği derinlere çekmek içindir. Derinden gelen tınının güzelliğine ulaşmak için ön plandaki melodilerin şiddetini âleminde kısmak gerekmektedir.

Oruçlu olmak bu yaklaşım ile varlık bestesinin dışa yansıyan melodilerini kısıp derinlerine muhatap olma halidir. Bir tür durmak ve öyle dinlemek durumudur. Bu hal şöyle bir duruma benzer. Çok yoğun olduğunuz ve konuşmaların çokça olduğu bir yerde kulağınıza tatlı bir nağmenin gelir gibi olduğunu hissettiğinizde herkesi susturur ve bütün dikkatinizle o sese yönelirsiniz. Bu yönelişle çok derinlerden gelen o tatlı ve sade nağme sizi güzelliğinin cazibesi ile öyle çeker ki artık çevrenizdeki gürültüler ve konuşmalar devam etse bile sizi o muhteşem nağmeyi işitmekten ve bütün ruhunuz ile güzelliğini yaşamaktan alıkoyamaz. İşte, oruç tutan insanın hali “Susunuz!” diyen insan halidir. Bu susturma çabasının arkasında varlığının ve benliğinin esas melodisini işitme çırpınışı vardır. Bu melodi nefse ve hazlara hitap eden ön plandaki seslerle örtülmüş olduğundan susmak ve derinlere kulak kabartmakla ancak duyulabilir. Bu anlamda oruç çok ciddî bir bedenî suskunluk halidir. Hazlara ve gürültülere ya da kulağı sağır edercesine yüksek perdeden icralara yönelik nefsin telkinlerini dinlemeden ve onu da susturarak varlığın ve benliğin derin nağmelerini işittiğinde oruç tutan, gerçek insanlığını, aslında hep var olan ancak üzerinin farklı seslerle örtülmesinden dolayı duyamadığı derinden gelen nağmenin ne kadar da onu anlatan bir nağme olduğunu ruhunun en derinliklerinde hisseder. O nağme içinde gerçek benliğini ve asıl kimliğini hisseder. İşte bu muhteşem bir buluşmadır. Bunu algılayan insanın ruh dünyasında ve algılarında bu varlık nağmesi öyle güçlenir ki, tekrar varlığın dışa güçlü yansıyan sesleri ön plana çıktığında o asıl bestenin nağmelerini hep hisseder ve kulağına gelen bütün seslere yansıtır. Artık bütün varlıklar ve bütün sesler o nağme zemininde anlam bulur.

Oruç, zemindeki ana sesi, gerçek varlık nağmesini bulma arayışı ve bunun için susma, derinlere kulak kabartma durumu ve Ramazan bir sükûnet ayıdır. Varlığın “fıtrat” adı verilen asıl bestesi, zahirî unsurların flulaşması ve bir müddet sonra şeffaflaşması ile daha net görünür ve dışa yansıyan seslerin hafifleşmesi ile daha net duyulur hale gelir.

Hakan Yalman

11.10.2006




SORULARLA ORUÇ



* Ramazan ayında oruç tutan herkes Cennete girer mi?

Ramazan ayında Allah için oruç tutan herkes, Allah’ın izniyle, Cehennemden kurtulur ve Cennete girer.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki:

“Ramazan ayı gelince Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapatılır. Ve şeytanlar bağlanır.”1 Peygamber Efendimiz (asm) diğer bir hadislerinde buyurdu ki:

“Ramazan ayının ilk gecesi geldiğinde, şeytanların ve cinlerin azgınları bağlanır. Cehennem kapıları kapatılır. Ve hiçbiri açılmaz. Cennet kapıları açılır ve hiçbiri kapanmaz. Bir çağırıcı şöyle seslenir: ‘Ey hayır isteyen! Kollarını sıva! Ey şer isteyen! Vazgeç bu ayda şerden.’ Ramazan’da Cehennem ateşinden kurtulan nice insan vardır. Bu her gece böyle devam eder.”2

Bir adam geldi ve Peygamber Efendimize (asm) şöyle sordu:

“Yâ Resulallah! Üzerime farz olan namazları kılıp Ramazan ayında oruç tuttuğum, helâli helâl bilip haramı haram bildiğim ve bunlara başka bir şey ilâve etmediğim zaman Cennete girer miyim?”

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Evet!” buyurdu.3


Dipnotlar:


1- Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî

2- Tirmizî.

3- Müslim.

Süleyman KÖSMENE

11.10.2006




Ayıp olur



Bu güne kadar hiç oruç tutmamıştı.

Bildiğim kadarıyla namaz da kılmamış.

Sigaraya düşkünlüğü, yeni doğmuş bebeciğini sebep gösterse de biz bize kaldığımızda, oruç tutmamasının ve diğer ibadetleri yapamıyor olmasının bahanelerine sığınmadan, düm düz bunun bir tembellik olduğunu söylüyor.

‘Oysa annem babam asla oruç yememişler, namazlarını da kılıyorlar. Bana göre bizim itikadî eksiklerimizin müsebbibi onlar. Çünkü bana oruç tut dediklerini hatırlamıyorum. Niçin namaz kılmadığımı asla sormadılar. Bu konuda hiçbir eğitim almamış olmamıza bağlıyorum bu ihmalkârlığımı’ diyor.

Bir gün mağazasına gittim. Kendisini sorduğumda elemanları alt katta olduğunu söylediler. Sesimi almış olmalı ki, aşağıdan seslendi:

‘Gel gel Hülya abla, aşağıdayım. Alt kata indiğimde sigara molası verdiğini söyledi. İyi de herkes senin oruç tutmadığını zaten biliyor, niçin saklanıyorsun ki?’ diye sordum.

‘Aaa, olur mu ayıp olur?’ dedi.

‘İnsanlara ayıp olur diye düşünmen çok ince bir davranış. Peki ama Rabbine karşı ayıp olduğunu, melekleri üzdüğünü düşünmüyor musun?’ dedim.

‘Hem de nasıl!’ dedi içlenerek.

Kararlı hali dikkatimi çekti.

‘Ama artık yeter, bundan sonra namaza başlayacağım. Oruç da arkasından gelir inşallah. İnan eşimden bile utanıyorum artık.’

Utanma sırasını karıştırdığı o kadar belliydi ki, bu mimiklerine yansıyordu.

İnsanlar hataları ve kusurları için önce Rabbinden utanmalıydı oysa.

Sonra O’nun Resûlünden, meleklerinden.

Utanılacak en son makam, kullarınki olmalıydı.

Çok çok ‘Vay be oruç yiyor’ diyeceklerdi.

İnsanlar sadece kusurları kınamıyordu ki…

En inançlılar bile bazen ayıplanmıyor muydu?

Giyimlerinden, dürüstlüklerinden, haram-helâl hassasiyetinden, şeffaf oluşlarından dolayı bile birileri birilerini kınıyordu.

Dindar diye bilip, tanıdıklarımızdan bile kulağımıza gelen sözler duyup incinmiyor muyuz?

‘İyidir hoştur ama yemiyor. Hadi sen yemiyorsun, be kardeşim bırak da başkaları yesin’ deyip yetimin, fukaranın, şehidin, sabinin hakkı olan devlet parasını yemek üzere bekleyen nice insanlar tanıdım.

Yani, bu bile kınanırken günümüzde, be kardeşim kime ne senin oruç tutup tutmadığın.

Mezara tek başına gireceksin.

Hesabı tek başına vereceksin.

Kul hakkının gramını dahi çatır çatır sana soracaklar.

Bırak başkalarının senin için ne düşünüp düşünmediğini. Yüzünü Rabbine dön. Bak bakalım O senin için ne diyecek?

Dünya misafirhanesine yolladığı kulunun kulluk vazifelerini yerine getirip, getirmediğine bakacak olan O.

Huzur-u İlâhîdeki utancımız, kulların karşısındaki utancımızla boy ölçüşebilir mi?

Ayıp olur…

Doğru…

Hem de çok ayıp, ve de yanlış olur.

Bizi bizden ziyade düşünen Rabbimize şükür ibadeti olan oruç fırsatını değerlendirmemek, bu ayın mânâ ve ehemmiyetini idrak etmeksizin yaşamak az ayıp mıdır?

Birilerinin hakkımızdaki düşüncelerine göre yaşamanın, bizi beğenip beğenmemelerini hesaplayıp ona göre davranmanın büyük bir eksiklik olduğunu bilmemiz gerek.

Amel defterimizi her gün yazan meleklere karşı ayıplı olmayalım.

Hesap gününde; hiç kimsenin yardımımıza koşamayacağı o günde mahcub olmamanın yollarını zorlayalım.

Doğru olan bu… Güzel olan bu… İnsana yakışan bu…

Hülya YAKUT

11.10.2006




YAKARIŞ



Allah’ım!

Bize sevgini lütfet! Bizi Sana yakın kılacak davranışların ve ibadetlerin sevgisini lütfet! İbadetlerimizi kabul buyur! Eksiklerimizi ve kusurlarımızı bağışla! Bizi Sana hâlis duygularla ve sadakat içinde yaklaştıran fiillerden ayırma! Bizi hulus-i kalpten ayırma! Bizi istikametten ayırma! Hidayet lütfettikten sonra bize dalâlet yüzü gösterme! Bizi huzuruna al! Bize merhamet et! Bizi riyadan, ucbdan ve yeisten koru! Bize tevekkül bahşet! Bize rıza bahşet! Bize emirlerine ve işlerine teslimiyet bahşet! Bize kanaat bahşet! Bize hakkı hak olarak göster! Âmin.

Süleyman KÖSMENE

11.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Aya gelince, onun içinde menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.


Yâsin Sûresi: 39


12.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ne hal üzere ölürse, Allah onu o hal üzere diriltir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3753


12.10.2006




Hâtem-i Tâî ve muktesit ihtiyar



Evet, rızık ikidir:

Biri hakîkî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile, o rızık taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarûrî rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.

İkincisi, rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zarûriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesât-ı diniyesini feda etmek sûretiyle o bereketsiz, menhus malı alır.

Hem bu fakr u zarûret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı meşru bir sûrette kazandığı parayla aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda, zarûret derecesinde iktifa etmek lâzımdır. Çünkü “İnne’d-darûrete tükadderu bikadrihâ” sırrıyla, haram maldan, mecburiyetle zarûret derecesini alabilir, fazlasını alamaz. Evet, muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzetle fazla yenilmez.

İktisat, sebeb-i izzet ve kemâl olduğuna delâlet eden bir vâkıa:

Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona dedi:

“Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”

O muktesit ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”

Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?”

Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”


Lem’alar, 19. Lem’a, s. 204 Lügatçe: taahhüd-ü Rabbânî: Allah’ın söz vermesi, vaad etmesi. sû-i ihtiyar: İradenin kötüye kullanımı. hâcât-ı gayr-ı zaruriye: Mecburi olmayan ihtiyaçlar. rikkat-i cinsiye: İnsanın kendi cinsinden olana acıması. muztar: Zaruret içinde, zorlanmış, mecbur. murdar: Pis, kirli. sehâvet: Cömertlik.

Bediüzzaman Said NURSİ

12.10.2006




Çare, İslâm ahlâkında (5)




Anlaşılıyor ki, insan güzel ahlak sahibi olabilmek için öncelikle Allah’ı tanımak maksadıyla kendisine verilmiş bulunan yetenek ve cihazları kendi nefsi için kullanmamalıdır. Başka bir deyimle nefsin tezkiyesi yolunda ilk adım Allah’a sağlam bir imandır. Aksi takdirde Allah’ı tanımayan insan nefsine tapmakla şirke düşeceği için zulüm ve ahlak dışı davranışlarda bulunması kaçınılmaz olur.

İkinci adımda, ‘Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi akıbetlerini unutturmuştur.’32 ayetinin ifade ettiği gibi, kendisini unutan, adeta kendisinden haberi olmayan bir nefis söz konusu. Hatta ölümü düşünecek olsa onu başkasına veren, külfet ve hizmet makamında kendini unutan fakat ücret almak ve lezzetli şeylerden istifade etmek hususunda kendini düşünen bir nefis var karşımızda. Bu makamdaki nefsin tezkiyesi, şu durumların tersini yapmakla mümkündür. Yani, zevk ve lezzetlerden istifade etmek ve ücret almak hususunda nefsini unutmak, fakat ölüm ve hizmet konusunda onu hep düşünmektir.33

Kuşkusuz Allah’a inanan bir insan, nefsin tezkiyesi konusunda her şeyi yerine getirmiş sayılmaz. Allah’a inandığını söylemekle birlikte O’nu hiçbir zaman unutmamalıdır. İnsan yalnız ücret ve lezzet zamanında değil, hizmet ve külfet zamanında da ortaya çıkmalı ve Allah’ı unutmadığını göstermelidir. Kuşkusuz bu da ibadet etmekle mümkün olur. Çünkü İslam dininde yapılması emredilen ibadetlerin gayesi insanları güzel ahlak sahibi yapmaktır. İmanın mükemmel oluşu, ahlakın güzel oluşuyla orantılıdır. Zira ibadet insanı kötü ahlaktan korur.34

Üçüncü adımda, ‘Sana her ne iyilik gelirse Allah’tandır; her ne kötülük gelirse o da nefsindendir.’35 ayetinin işaret ettiği gibi, insan nefsi daima iyiliği kendisinden bilir. Bunun sonucu olarak da kibir ve gurura kapılır. Bu durumdaki nefsin tezkiyesi, kişinin bütün kusurları ve noksanları kendisinden bilmesi, fakat bütün güzelliklerin, Allah tarafından kendisine ihsan edilen nimetler olduğunu kabul etmesiyle mümkündür.36

İnsan nefsi iyiliklerin hep kendisinden kaynaklandığını zanneder. Oysa tezkiyesiz insan nefsi kötülüğün merkezi durumundadır. İyilikse Allah’tandır. Bu ölçü muhafaza edilmediği zaman nefis kibir ve gurura kapılıp ahlaksızlığa yelken açar.

Dördüncü adımda, ‘Onun zatından başka her şey yok olacaktır.’37 ayetinin işaret ettiği gibi insan nefsi, rububiyyet dava edercesine kendisini serbest, ölümsüz ve kendi kendine malik zanneder. Hatta nefis bu özelliğiyle Allah’a karşı bir isyan davasını güder. Bu durumdaki nefsin terbiyesi varlığında yokluk, yokluğunda ise varlık olduğunu bilmesiyle mümkündür. Yani nefis düşünmeli ki, kendine güvense, kendi kendine malik olduğunu zannetse, yıldız böceği gibi karanlıklar içinde kaybolur gider. Fakat enaniyeti bırakıp kendisinin bir hiç olduğunu ve esma-i İlahiyenin ayinesi olduğunu kabul etse sonsuz bir varlığa sahip olur.38

Tezkiyesiz nefsin en büyük zaaflarından birisi de ölümü unutması ve adeta kendisini “layemut” (ölümsüz) ve bizzat var olduğunu zannetmesidir. Bu durumdaki bir nefsin kendisini müstakil ve bağımsız bir varlık telakki etmesi, kötü bir ahlâk olan benliğe kapılması demektir.


Sonuç


Bediüzzaman’a göre “terbiye-i İslamiye” ya da “ahlak-ı İslâmiye” denilen İslâm ahlâkının yaygın olmaması toplumda ahlâkî temellerin bozulmasına sebep olmuştur. Bediüzzaman, toplumda ve ailede meydana gelen çözülmeleri, İslam ahlakı yerine Batı kültür ve uygarlığının elli yıla yakın bir zamandan beri ictimai hayatımıza yerleştirilmiş olmasına bağlamaktadır.39 Risâle-i Nur’da sık sık “şeair-i İslâmiye’nin ihyasından”, “âdât-ı ecnebiyenin alınmamasından” ve “şeair-i İslâmiye’nin tağyire teşebbüs edilmemesi” gerektiğinden söz ederek İslam ahlakının desteklenmesinin ve yaygınlaştırılmasının elzem olduğunu vurgular.

Bediüzzaman, yaklaşık yarım asır önce, hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde bir derece laubalilik göstermeleri sebebiyle, elli sene sonra gelecek olan nesillerin dini, ahlaki ve sosyal ahlak açısından büyük zafiyetler içinde olacağını ifade etmiştir. Hatta kendi zamanının insanlarını değil; elli sene sonra gelecek olan nesilleri düşündüğünü ve Risâle-i Nur’la onları aydınlatmaya çalıştığını dile getirmiştir.40

Bediüzzaman, toplumun ahlaki bozukluklarını düzeltme yolunda Risâle-i Nur’da peygamber ahlakını adeta özetlemiştir. Toplumun önemli bir kısmını oluşturan gençler için Gençlik Rehberi’ni, yaşlılar için İhtiyarlar Risâlesi’ni, hastalar için Hastalar Risâlesi’ni, hanımlar için Hanımlar Rehberi’ni, musibete uğramış insanlar için Çocuk Taziyenamesi’ni yazarak ailevi ve sosyal bir çok konuda İslam ahlakını ve İslami eğitim metodunu anlatmıştır. Ancak Bediüzzaman, hadis-i şeriflerde imanla eş değerde tutulan güzel ahlakın gelişmesi için, öncelikle insanın kendi nefsine yönelik bir arındırma çabasının ve bir murakabe şuurunun gelişmesini öne görmektedir. Kendisi Risâle-i Nur’un bir çok yerinde ihlas ve samimiyete vurgu yaparak ahlaklı insanların mutlaka samimiyet sınavından geçmeleri gerektiğine inanır.


(Köprü, Yaz-2006 sayısından alınmıştır)


—SON—


Dipnotlar:


32. Haşir, 59/19.

33. Sözler, s. 439.

34. Ankebut, 29/45.

35. Nisa, 4/79.

36. Sözler, s. 439.

37. Kasas, 28/88.

38. Sözler, s. 440.

39. Emirdağ lahikası, s. 292.

40. A.g.e., s. 20.

Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ

12.10.2006




Mübarek elindeki şifa



Büyük bir imam olan İbni Veheb haber veriyor ki:

Gazve-i Bedir'in on dört şehidinden birisi olan Muavviz ibni Afra' Ebu Cehil ile döğüşürken, Ebû Cehl-i lâin, o kahramanın bir elini kesmiş. O da öteki eliyle elini tutup Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına gelmiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun elini yine yerine yapıştırdı, tükürüğünü ona sürdü. Birden şifa buldu, yine harbe gitti, şehid oluncaya kadar harb etti.

Hem yine İmam-ı Celîl ibni Veheb haber veriyor ki: O gazvede Hubeyb ibni Yesaf'ın omuz başına bir kılıç vurulmuş ki, bir şakkı ayrılmış gibi dehşetli bir yara açılmış. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun kolunu omuzuna eliyle yapıştırmış, nefes etmiş; şifa bulmuş...

İşte, ehâdis-i sahiha ile sübut bulan belki bin misâl var ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübarek eli ona şifa olmuş.


Mektubat, s. 140


12.10.2006




Takvim



On dokuz gündür Ramazan

Kullar duâda her zaman

Gecelerde Kur’ân, zikir

Hep onlarla nurlanır fikir

Celâl YALÇIN

12.10.2006




Eyüp Sultan’da iftar manzaraları




Orucunu Eyüp Sultan’ın manevî ikliminde açmak isteyen vatandaşlar, akşam ezanından çok önce ge-lerek, cami avlusunda belediyenin dağıttığı kilimlerin üzerinde, iftar vaktini bekliyor. Bazıları yemeklerini evde hazırlayıp getirirken, yemeği olmayanlar camiin hemen yanında kurulan Eyüp Sultan Belediyesi İftar Çadırından kumanyalarını alıyorlar. Tabiî kumanya almak o kadar kolay değil, çünkü vatandaşlar saatler öncesi buraya gelerek uzun kuyruklar oluşturuyor. İftar için İstanbul’un değişik ilçelerinden gelenler olduğu gibi şehir dışından gelenlere de rastlamak mümkün. Gerçek şu ki Eyüp Sultan’da iftar açmak, her zaman duyulan manevî hazzı daha da arttırıyor.


Eyüp Sultan (r.a.) kimdir?


Peygamber Efendimizi (asm); Medine’ye ilk geldiginde evinde misafir eden (mihmandar) Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî ülkemizde Eyüp Sultan olarak bilinir. 668-669’daki İstanbul kuşatmasına katılarak burada şehit olmuştur.

Kabrinin bulunduğu yeri İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin rüyasında görmüş ve buraya türbesi yaptırılmıştır. 1459 yılında ise yine Fatih Sultan Mehmed tarafından türbenin yanına cami, medrese, imaret ve hamam yaptırılmış, böylece külliye halini almıştır.

Ümit KIZILTEPE

12.10.2006




Takvim



On dokuzunda delikanlı,

Yürüyüşü anlı şanlı.

On dokuz günün geçtiyse boş,

Hemen tevbe kapısına koş.

Ferhat ÖĞMEN

12.10.2006




Sırlı âlemlere açılan ay




Bendine sığmaz sular vardır ya.

Sağda-solda takılıp kalmış çöpleri önüne katıp, götürüp atar ya uzaklara.

Ağır taşların dışında, hafif olan ne varsa, toplar salar sınırsız okyanuslara…

Tıpkı onun gibidir Ramazanlar.

Yıl boyunca kirlenen gönül kıyılarımızı,

Pas tutmuş duygu cevherimizi,

Çığ inmiş yürek yamaçlarımızı,

Şüpheye bulanmış akıl hazinesini,

Günaha batmış beden varlığımızı,

Temizler Ramazan… Aklar… Paklar…

Yıl boyunca sırt çevirdiğimiz, kimi zaman ihmal ettiğimiz, kimi kimi tembelliğin esiri olup vicdanen ezikliğini hissettiğimiz kulluk vazifelerimizi bize hatırlatan sır kapılı bir ayı idrak etmenin bahtiyarlığını yaşamaktayız.

Gönüller adeta bir saadet yuvası olmuş.

İbadetler vazife olmaktan öte, tarifi imkânsız lezzetlerle bezenmiş.

Okunan her bir âyet, dillenen duâlar, başların uzandığı secdeler göklere uzanırken, ruhların dinlendiği, sır kapılı bir aylık sürede, sahur ile iftar arası molalarda kul olma yarışı ve şerefini bir arada yaşayan mü’min için emeline ulaşıldığı bir zamandır Ramazanlar.

Geceler hiç olmadığı kadar aydınlık.

Geceler umulmadık kadar bereketli.

Geceler tahminlerin ötesinde, nur fişekleri saçıyorken âleme.

Günler masum mu masum.

Açlık ve susuzluk gel gitleri yaşayan nefisler, küfür engelini iman sıçrayışıyla aşarken bir bir,

İşte sır kapılı ayın son demlerine ulaştık ulaşıyoruz.

Bu aydan geriye kalan elimizde,

Bir tutam yorgun tebessüm,

İçi ibadet, teslimiyet, tevekkül ile doldurulmuş ve öte âlemde açılmak üzere bizim için saklanacak kulluk çıkını..

Sonsuzluğa giden bir yolun duraklarından birini daha geçtik geçeceğiz.

Oruçlu ile oruçsuzun erişeceği bayrama çeyrek kala,

Kulca ve Müslümanca yaşamanın manevî lezzetiyle özleyeceğiz bir sonraki Ramazanları.

Kimbilir… Erişeceğimiz bile bilinmez iken, şimdiden kavuşacağımız günün hayaliyle çiçeklenen duygularımızla Ramazana güle güle diyeceğiz.

Ruhuma batan dikenleri çekip çıkaran ay!

En sade, en yalın haliyle bile seni karşılayışımda bir haşmet, bir sır, bir bereket var.

Önemsiz olan onca dünyevî şeyi önemliymiş gibi ciddiye alıp, kendi kendimi hırpalarken, geliverdin usulca. Yüzümü ve hallerimi en önemli gerçeğe çevirmeme vesile olup, silkeledin adeta.

İçinde bin bir sırrı saklayan Ramazan.

Yüreğime serptiğin serinliğin tadıyla bitmeden özledim, gitmeden bekliyorum seni.

Hırçın fırtınalardan sonra, demir atacak sakin bir liman gibisin insanlara.

Dünya keşmekeşliğinde boğulup kalanlara sonsuz bir çağrının ismi, resmi olmaktasın ya.

Sırlı âlemlere açılan kapılardan biri… Belki ilki, belki sonuncusu… Ama umutlu, güvenli, bire bin veren bereketli aysın.

Seni anlamak… Hakkını verebilmek… İhyâ edebilmek... Farkını fark edebilmek...

Hem kolay, hem çok zor.

Hülya YAKUT

12.10.2006




SORULARLA ORUÇ



* Hangi oruçlar farzdır?


Ramazan orucu farz oruçtur. Bu ayda oruç tutmayı Cenâb-ı Hak şu âyet-i celile ile insanlara emretmiştir. “Ey iman edenler, sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi oruç size de farz kılındı. Tâ ki, günahtan sakınıp takvaya eresiniz.” (Bakara Sûresi: 183) Ramazan ayında, her ne sûretle olursa olsun, oruç tutamayanların Ramazan’dan sonra gününe gün tutmaları gereken kaza orucu da, farz oruçtur. Ramazan ayı orucuna mahsus cezaî bir müeyyide olan kefaret orucu da farz oruçtur. Ramazan’a bağlı veya Ramazan’ın uzanımı hükmünde olan bu üç tür oruçtan başka farz oruç yoktur.



* Hangi oruçlar vaciptir?


Kişi üzerinde her hangi bir borç olmadığı halde, “Şu işim olursa falan günde bir gün oruç tutacağım” diye adanan orucu tutmak vaciptir.

Tutmaya niyetlendiğimiz bir nafile orucu bozduğumuzda da, kazası vaciptir.


* Hangi oruçlar sünnettir?


Farz veya vacip oruçların dışında tutulan oruçlar nafile oruçlardır. Bunlardan Peygamber Efendimizin (asm) tuttuğu veya tavsiye buyurduğu günlerde tutulan oruçlar sünnettir. Bazı günlerde Peygamber Efendimiz (asm) oruç tutmayı tavsiye buyurmuşlardır. Bunlar: Şevval ayında altı gün, Aşure günü bir gün evvel ve bir gün sonrasıyla birlikte üç gün, Zilhicce ayının ilk dokuz gününde, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri, Şaban ayı orucu, her aydan üç gün oruç, Pazartesi ve Perşembe günleri oruçları, Hz. Davud (as) gibi gün aşırı oruç sünnet oruçlardır.

Süleyman KÖSMENE

12.10.2006





 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Ne Güneş Ay’a yetişir, ne gece gündüzü geçer. Hepsi de kendi yörüngelerinde akıp giderler.


Yâsin Sûresi: 40


13.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ki din kardeşine sevgi dolu bir gözle bakarsa, Allah onun günahlarını bağışlar.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3754


13.10.2006




İktisat, izzet ve cömertliktir



BEŞİNCİ NÜKTE


Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya, yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.

Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları hısset ile itham ediyorlar. Hâşâ! İktisat, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikati teyid eden, bu risalenin telifi senesinde Isparta'da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:

Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve Ramazan'da o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, "Alınız" dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat, her ne ise, birbirine ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir cihette ulvî bir hasletle iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler. Ben gülerek dedim: "Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü üçe indirdiniz. Afiyet olsun!" dedim. Fakat ben, kendi o bir okka balımı iktisatla sarf ettim. Bütün Şâban ve Ramazan'da hem ben yedim, hem, lillâhilhamd, o kardeşlerimin herbirisine iftar vaktinde birer kaşıkHAŞİYE verip, mühim sevaba medar oldu.

Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telâkki etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telâkki edebilirler. Fakat, hakikat noktasında, o zâhirî hısset altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmeseydi, bir dilencilik ve gayrın eline tamahkârâne ve muntazırâne bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir hâleti netice verirdi.


Lem'alar, 19. Lem'a, s. 205


Haşiye: Yani, büyükçe bir çay kaşığı iledir.


Lügatçe:


hısset: Cimrilik.

mübezzir: İsraf eden, müsrif.

tebzîr: Boş yere malını harcamak, dağıtmak, israf.

Bediüzzaman Said NURSİ

13.10.2006




Bediüzzaman'ın Mardin hayatından portreler: ABDÜLGANİ BEY




Molla Said’in Mardin hayatında çok özel bir yeri olan, Ensari ailesinin önemli ve değerli simalarından biri de şüphesiz Abdülgani Beydir. Kaderin bir cilvesi olarak Bediüzzaman bu mübarek ailenin, değerli ferdi olan Abdülgani Beyle Ankara’da bir araya gelir. “İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edildiği yıllarda Bediüzzaman da oradadır ve işgal kuvvetlerine karşı cesur mücadelelerde bulunur. Bediüzzaman’ın bu kahraman mücadelesini yakından takip eden Ankara hükümeti, onu dâvet eder. Önceleri ‘Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade, burayı daha tehlikeli görüyorum’ diyerek bu dâvete yanaşmasa da, ısrarlı teklifler üzerine 1922 yılı Kurban Bayramından bir hafta kadar evvel trenle Ankara’ya gider. İstasyonda kalabalık bir halk topluluğu ve milletvekilleri tarafından karşılanır. Zamanın Siverek Milletvekili Yüzbaşı Abdülgani Ensari ile Bediüzzaman arasında o günlere ait şöyle bir lâtife cereyan eder:

“3 Temmuz 1922 Perşembe günü Kurban Bayramı arefesinde Bediüzzaman, Ensari’ye: ‘Ensari! Yarın Said’in başını kesecekler’ der.

“Ensari de bu cümledeki inceliği ve tevriyeyi anlayamaz ve ‘Nasıl olur efendim?’ diye telâş eder.

“Bediüzzaman bu lâtifeyi ona şu şe-kilde izah eder: ‘Said kelimesinden ‘sin’ harfi kaldırılsa, yani baş harfi olan ‘sin’ kesilirse, geriye ‘iyd’ kalır ki, o da bayram demektir. Yarın kurban bayramıdır.”1

“Abdülgani Bey (Ensari, 1885, Mardin), Şeyh İsmail Efendi’nin oğludur. 23 Mayıs 1906’da Harbiye Mektebi aşiret sınıfına girdi ve 1 Temmuz 1909’da süvari teğmen rütbesiyle orduya katıldı. 30 Kasım 1911’de üsteğmen oldu; Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu cephesinde gösterdiği başarılarıyla gümüş muharebe liyakat madalyası aldı. 1 Mart 1918’de yüzbaşı oldu. Siverek jandarma komutanı iken Milli Mücadele’ye katıldı, Siverek milletvekili olarak 18 Ağustos 1920’de Meclis’e girdi. 16 Mayıs 1921’de Şeyh Sunusi refakatinde görev yapmak üzere üç ay izinli sayıldı. (Şeyh Sunusi, İttihatçıların Trablusgarb Savaşı sırasında ilişki kurdukları, Birinci Dünya Savaşı sırasında cihad ve Teşkilat-ı Mahsusa çalışmaları kapsamında İstanbul’a gelen, mütarekede Bursa’ya, daha sonra Millî Mücadele döneminde Ankara’ya giderek, Doğu gezisine çıkan zâttır.) Abdülgani Efendi 6 Mart 1922’de Musul’da görevlendirildi. 2. dönemde Mardin milletvekili oldu, 30 Mart 1927’de emekliye ayrılarak Mardin’e döndü. 17 Eylül 1974’te öldü.”2

Abdülgani Bey, yörede Milli Mücadele karşıtı faaliyetlerin önlenmesinde etkili oldu. Bediüzzaman’ın Cumhuriyetin kuruluş döneminde yaşanan havayı yansıtan görüşlerini, Abdülgani Beyin aktardığı hatıralarından çok net bir şekilde öğrenebiliyoruz.

1970 yılında Mardin’e bir dâvâ takibi için gelen Nur’un avukatı Bekir Berk’le kalabalık bir cemaatin huzurunda Seyyid Ahmet Ensari’nin evinde görüşen Abdulgani Bey, Bediüzzaman’nın Mecliste M. Kemal’e namaz konusunda çok hiddetlendiğini, hatta daha ileri giderek iki parmağını gözlerine yönelttiğini, araya giren milletvekilleri sayesinde olayın yatıştırıldığını ve bu olaydan sonra kendisi ve diğer milletvekili arkadaşları ile beraber Bediüzzaman’a bir zarar gelme ihtimali karşısında endişe duyduklarını anlatır. Bu anekdotu hadiseyi bizzat dinleyen M. Derviş Nurdağ Beyden öğreniyoruz.

1973 yılında yine Abdülgani Beyi vefatından önce hasta haliyle ziyaret eden Abdülkadir Badıllı’nın tespit ettiği değerli hatıralara kulak verelim:

“Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’dan Ankara’ya ilk geldiği günlerde daha önceleri de birbirimizi tanıdığımız için, sık sık görüşüyorduk. Ankara’ya geldikten bir müddet sonra, mebusları namaza davet etti. Bir beyanname yazıp neşretmişti. Bu mevzuda Atatürk ile münakaşaları esnasında ben hazır idim. Atatürk’ün hiddetli bağırmasına karşı, Bediüzzaman daha çok şiddetli ve hiddetli bir şekilde bağırarak, ona karşı namazı ve İslâm şeairini müdafaa etti. Münakaşanın tam ortasında, yani ikisi karşılıklı sert konuşurlarken; Sultan Abdülhamid’in meşhur müezzini Hafız Hüseyin Efendi meclis mescidinde ‘Allahu Ekber Allahû Ekber’ diye Ezan-ı Muhammediye’ye başlar başlamaz, Bediüzzaman o şiddetli münakaşayı dakikasında bırakarak, namaz yerine koştu.”

Yine Abdülgani Ensari der ki:

“Bir gün Üstâd Hazretleri bana dedi ki: ‘Ey Ensari! Ben senin ceddin olan Ebâ Eyyûbe’l-Ensârî’nin yanından müsellah olarak gelmiştim.’

“Dedim: ‘Seyda o hangi silahtır?’

“Dedi: ‘O silah Kur’ân’dır.’”

Yine merhum Abdülgani Ensari hatıralarına devamla demişti ki:

“Paşalar, kumandanlar ve meb’uslar Atatürk’ün karşısında değil sertçe konuşmak, belki bazıları titrerlerken; Üstâd Hazretleri ise, bir çocuğu azarlar gibi onu azarlardı.”

Abdülgani Ensari başka bir hatırasını da şöyle anlatmıştı:

“M. Kemal Paşa, heykelini yaptırmaya ilk teşebbüs ettiği sıralarda, Üstad Hazretleri ona hitaben uzun bir mektup yazdı ve Paşa’nın yâverine verdi, M. Kemal Paşa’ya vermesini söyledi. O mektubu ben de görmüş ve çok korkmuştum. Hatırımda kalan birkaç cümlesi şöyle idi:

‘Nasıl ki mestûr olduğu zaman, sair insan ve mahlûkat görmezler. Amma eğer insan avret yerini açar, dolaşırsa; o zaman herkese maskara olur. Aynen öyle de, bu sanem ve heykel dahi, âlem-i İslâm’ın bin seneden beri bayraktarlığını yapmış bu milleti temsil etmediği gibi, gayet ahmak ve divane birisinin avret yerini açarak halka teşhir eder misüllü bir hamakat ve maskaralıktır. Bu millet için yapılacak heykel; yol, köprü, mektep vesâire gibi hizmetlerdir.’”

Merhum Abdülgani Ensari, bir başka hatırasını da şöyle anlatır:

“O sıralarda Şeyh Sunusi de Ankara’ya gelmişti. Ben onunla da dostluk kurmuştum. Bir akşam evime götürdüm. Dolayısıyla o akşam Üstad’ın sohbetinde bulunamadım. Sair zamanlarımda mutlaka Üstad’ın sohbetlerinde bulunurdum. Sabahleyin beni gördü, ‘Ensari!’ dedi, ‘Sizin Mardin tüccarları nereye ticaret yaparlar ve yüzde kaç kazanırlar?’

“Dedim: ‘Efendim, ekseriyâ Bağdat’a gider gelirler ve yüzde ancak on beş kadar kâr ederler...

“Dedi: ‘Peki yüzde yüz kârlı bir ticaret olan ve sana çok daha yakın dün akşamki ticareti niye yapmadın?’

“Dedim: ‘Seyda, dün akşam misafirim Şeyh Sunusi idi, onun için gelemedim.

“Dedi: ‘Neden onu da mahrum bıraktın?’”

Son olarak, yine Abdülgani Ensari Efendi, bir başka hatırasını da şöyle anlatmıştır:

“Üstad Hazretleri’nin Ankara’dan ayrılacağı yakın günlerde, bir gece rüyamda gördüm ki: ‘Peygamber Efendimiz (asm) sahabe ve yârânı ile birlikte, tam Meclis’in üstünden göğe doğru uçarak yükselip gittiler! Tâ, kayboluncaya kadar gittiler. Ben sabahleyin rüyamı Üstâd Hazretlerine hikâye ettim. Çok üzüldü, müteessir oldu. Epey düşündü, sonra bana dedi: ‘Ey Ensari! Bu rüya işaret ediyor ki; artık sizin meclisinizde iman nuru, maneviyat ve ruhaniyyat tesiri uçtu gitti…’”3


Dipnotlar:


1-Bilinmeyen Taraflarıyla B.S.N., s. 258

2-Mardin Aşiret-Cemaat-Devlet, Tarih Vakfı Yay, s.240

3-Bediüzzaman Said Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı, s. 572-573

Mehmet Selim MARDİN

13.10.2006




SORULARLA RİSALE-İ NUR



Mezheblerin ortaya çıkma

sebebi ve hikmeti nedir?


Asırlara göre şeriatlar değişir; belki, bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat, teferruâtta bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır.

Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mîzaçlara göre ilâçlar tebeddül eder; öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin teferruât kısmı ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.

Enbiyâ-i sâlife zamanında tabakàt-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidâî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvâfık bir tarzda, ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ, bir kıtada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Sonra, âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar, güyâ iptidâî derecesinden idâdiye derecesine terakkî ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtât ile, akvâm-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat, tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyede gitmediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat, bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.

Eğer desen: “Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?”

Elcevap: Bir su, beş muhtelif mîzaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır, şöyle ki: Birisine, hastalığının mîzâcına göre, su, ilâçtır; tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir, âfiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, “Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur”?

İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheblere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir; hem, hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle İmâm-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet itibâriyle Hanefîlere nispeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati bir tek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimâiye de nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kàdiü’l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususi matlûbunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer birer okuyorlar. Hem, ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı âzama ittibâ edenler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, İslâmî hükümetlerin ekserîsi o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimâiyeye müstaid olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum nâmına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip-onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.

Hem meselâ, mâdem şeriat tabiatın tecavüzâtına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder; elbette, ekser etbâı köylü ve nimbedevî ve amelelikle meşgul olan Şâfiî mezhebine göre, “Kadına temas ile abdest bozulur, az bir necâset zarar verir.” Ekseriyet itibâriyle hayat-ı içtimâiyeye giren, nimmedenî şeklini alan insanlar ittibâ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, “Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necâsete fetvâ var.”


(Devamı için bknz: Sözler, s. 448)


13.10.2006




Takvim



Başladık sanki daha dün

Sen takva zırhına bürün

Günler geçiyor ne çabuk

Sanki rüya şu yirmi gün

Celâl YALÇIN

13.10.2006




Çocuğun Ramazanı




Çocuklarımızı oruç ibadetine alıştırmanın tam zamanı.

Biliyorsunuz çocukların oruç tutması farz değil. Bahsimiz onlara oruç ibadetini kavratabilmek ve sevdirmek. Hiç şüphe yok, bu konuda farklı yaş gruplarındaki çocuklar için değişik izahlar ve uygulamalar gereklidir.

Normal bir aile ortamında anne-babaların çocuklarını ibadetlere özendirici tutum ve davranışları kolayca bulabileceklerini varsayarak, birkaç noktayı hatırlatmakla yetinelim.


Müjdeleyin, korkutmayın!


Çocuklara yanlış veya istenmeyen şeyler yaptıklarında, çoğunlukla yaptıklarının günah olduğu ve Allah tarafından cezalandırılacakları söylenir. Oysa ki, günahla korkuturken çok dikkatli ve titiz olmak gerekir. Sık sık bu yola baş vurulduğunda, çocuğun zihninde insana hayatı zehir eden bir din imajı canlanır. Unutmayın çocuk, Allah katında davranışlarından sorumlu değildir ki!


Geleceğin büyüğü…


Yaşı ve bünyesi uygun bir çocuk oruç tutmak istediğinde, ibadetinin geçerli olmayacağı, boşu boşuna aç kalmaması söylenirse çocuğun şevki kırılır. Allah’ın, onu muhatap kabul etmediğini, hiçe saydığını düşünebilir.

Büyükler, oruç tutan çocuklarla onur duymalı, onları her fırsatta ödüllendirmelidir. Oruç ibadetinin özünü kavrayan çocuklar, bayramın manevî hazzını daha çok tadarlar.

Tam gün tuttuğunuz orucu yüklüce bir harçlıkla satın alan ya da “Sen alışmak için öğlene kadar çocuk orucu tutabilirsin” diyen büyükannelerinizi hatırlayın…


Çocuk “Niçin oruç tutmalıyım?” diye sorduğunda…


Ona oruç ibadetinin kazandırdığı irade, sabır, akılda tutma, nefs hâkimiyeti, öz denetim, paylaşma, sahip olunanların değerini anlama, şükretme gibi önemli özellikleri izah etmeye çalışın. Bunun yanında dinin sadece bir kültür ve bilgi değil, aynı zamanda yaşama biçimi olduğunu hayatınızla gösterin.

Çocuklarımıza Ramazan ayında, pek çok yönden diğer zamanlardan daha iyimser ve şefkatli bir ortam sunmak için çabalamalıyız. Bu rahmet ayında, asla açlık başımıza vurmuşçasına asabî, telâşlı, hoşgörüsüz davranmamamız gerekir. Aksi durumda ibadetlerin insan üzerinde uyandırdığı ulvî hisleri, güzel duygu ve düşünceleri onlara kabul ettirmekte zorlanırız.


İftar dâvetleri


Çocuklara sevdikleri yemekleri hazırlayın ve paylaşmayı öğretin.

Dost ve akrabalarla paylaşılan bir iftar sofrası bayram havası estirecektir.


Hangi yaşta oruç?


Okul öncesi yaşlardaki çocuklara oruç tutturmak uygun değildir. Sahura kaldırılabilir, 2-3 saatlik veya yarım günlük denemeler yaptırılarak tam gün tutmuşçasına sevindirilebilir. 7-10 yaşlarındaki çocukların sağlık durumları müsaitse, hiç olmazsa hafta sonları veya bir-kaç gün oruç tutturulabilir. 10-13 yaşlarında ise, oruç ibadeti daha ciddî takip edilmelidir. Çünkü bu yaşlar ergenliğin yani ibadet sorumluluğunun başlangıcıdır.


Namazı ve camiyi sevdirin…


Çocuğun oruç ile birlikte namaza alıştırılması da, üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Beş vakit namaz kılmasalar da, çocukların babayla birlikte teravih namazına gitmesi teşvik edilebilir. Çocuklara cami sevdirilmeli, yer darlığı veya gürültü sebebiyle asla dışarı çıkmaya zorlanmamalıdır. Çocukların cemaati rahatsız eden davranışları olabilir. Yetişkinler yine sabırlı, hoşgörülü davranmalı, çocukları şefkatle aralarına alarak grup psikolojisi içinde şımarmalarına engel olmaya çalışmalıdır.


(Bizim Aile, Ekim-2006 sayısından alınmıştır)

Yeşim ALKIN

13.10.2006




Gençlik ve moda




Moda, giyimde, saç tipinde, yiyecek ve içeceklerde, ev eşyalarında, takılarda, dekorasyonda ve hayat tarzına etki eden her şeyde meydana gelen sık sık değişikliklere denilir.

Moda, dört mevsime göre değişebilmektedir. Gençliğimizi birçok bakımdan sıkıntıya atan hususlardan birisi, “moda”dır.

Gençlerin modayı takip etmesi, zevklerine ve gelir seviyelerine göre değişiyor. Senede bir değişiklik yapan olduğu gibi, bir toplantı veya düğünde giydiği elbiseyi bir daha giymeyenlere de rastlanıyor.

Güzellikler ve hikmet dini olan İslâm’da bu mânâda bir “moda” anlayışı yoktur. Ama değişim ve yenilik vardır. Acaba, dinimiz İslâm, dünyevî ve nefsî isteklerden kaynaklanan modaya niçin karşıdır?

Çünkü modanın temel esprisi olan sürekli ve sık değişim, israfa sebep olmaktadır. İsraf ise dinimizde yasaktır. Rabbimiz, “Yiyiniz içiniz, israf etmeyiniz. Muhakkak ki Allah, israf edenleri sevmez”1 buyurmaktadır.

Moda, gerçek ve zarurî bir ihtiyaçtan değil, his ve hevâdan, zevk ve sefâdan kaynaklanmaktadır.

Modanın kaynağı dünyevîliği esas alan Batıdır. Bunların ise dinî bir kaygısı yoktur. Bu yüzden “moda” olarak ortaya çıkan bir şey, bizim temel dinî prensiplerimizle çatışabilmektedir.

Meselâ, tesettüre uygun olmayan elbiseleri hiçbir şekilde giymek caiz değildir. Çünkü, farklı ölçülerde de olsa belirli yerlerini örtmek erkek ve kadın için farzdır.

Modanın özünde başka milletlere benzemek esastır. Mü’minlerin ise, başka milletlere benzemeleri Peygamberimizin (asm) “Kim bir kavme benzerse o onlardandır”2 hadisiyle yasaklanmaktadır.

Bu hadisten de anlaşıldığı gibi mü’min bir genç, başka bir milletin giyimini, saç tipini, eğlence şeklini, hayat tarzını taklit edemez.

Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri çok ibretlidir:

“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.”3

Moda hususunda şu hadislerden de alacağımız önemli dersler vardır:

“Allah kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lânet etsin.”4

“Allah erkeklere benzemeye çalışan kadınlara ve kadınlara benzemeye çalışan erkeklere lânet etsin.”5


Dipnotlar:


1- A’raf Sûresi: 3

2- Ebû Dâvud, Libas: 5.

3- Lem’alar, s. 172.

4- Ebû Davut, Libas: 28.

5- Buhari, Libas: 61.

Necmi ÜNLÜ

13.10.2006




Oruç eller



Yüreğin ışığı vurdu yüzlere, yüzler yürekle yüzleşir oldu… Ay yarılandı, yarı melekleşti oruç insanlar… Ağızlar hakikat için açıldı, gözler güzelliği aradı, Kelâm-ı Ezelî’yi dinledi kulaklar, duygular nuraniyetle doldu, akıl hikmete doydu…

Şeytan bağlandı, nefis ağlıyor… Günah tiksinti veriyor tâ uzaktan… İnsî ve cinnî şerirler bir şey yapamamanın sıkıntısıyla debeleniyor…

Gıybet, sen ne kokuşmuş şeymişsin… Zan, sen ne büyük zulümmüşsün… Düşmanlık, sen düşmanımmışsın… İnat, sen ne inatmışsın… Yalan, bizim mahallede zaten yoktun… Nifak, ne nefret edilesi şey… Fitne, uyu uyuduğun yerde hiç uyanma…

Gel ey sevgili sevgi, sarılalım… Koş şefkat, kucaklaşalım... Hikmet, hep yâr ol bize… Siz ki kâinatın köküsünüz… Dünya sizsiz dönmez… Sizi tutuyoruz Kur’ân ayında… Kur’ân’ı ve kâinatı dinliyor kalp… On bir ayın hasretini dindiriyor lâtif lâtifeler…

Ay yarılandı, kalana kısmet… Kadir’in kapısından geçebilsek, gecelerimiz gündüze dönecek… Günlerin güdük gündemlerinden kurtulabilsek daha bir kuvvetli tutacağız ışık geceyi… Bir’e binler mahsulât toplayacağız… Cennet çiçekleri dolacak kucaklarımıza, eteklerimizdeki taşları şeytanlara atabilsek…

Nur gece, nar geceleri temizler. Nar zayıftır Nurun karşısında… Gelen günler Nur geceyi yaklaştırıyor… Çabuklaştıralım hazırlığı… İyi hasletlerle bezenmiş karşılayalım onu… Arınmış kalbimiz Nura kansın. Kanımız Nur diye aksın, yüzümüze yansısın nurâniyet… Yüzümüze bakanlar yüreğimizi görsün, oruç insanlar çoğalsın.

Kıtaların üstünü hayâ mahyalarıyla süsleyelim… Bu ay geldiğinde oruç diye dönsün dünya… Yüreğimiz bunun için yanıyorsa yarınlar yakındır. Yanmadıkça Nur parlamaz… Oruç ellerle tutuşalım bugün bunun için.

Hüseyin EREN

13.10.2006




Takvim



Yirmisinde gönüller hoş,

Kadir gecesi geliyor koş.

Bu geceyi beklemeyen,

Ya divanedir, ya da serhoş.

Ferhat ÖĞMEN

13.10.2006




NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR



On Yedinci Söz


“On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör.

“Birinci levha: Ehl-i dalâlet gibi, fakat sarhoş olmadan, gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder.

“İkinci levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir.” (Sözler, s. 299)


On Dokuzuncu Söz ve On Dokuzuncu Mektub


“On Dokuzuncu Söz ve On Dokuzuncu Mektub Risâle-i Nur’un büyük nurlarıdır” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 106)


İlk yirmi Söz


“Elhâsıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır. Eğer istersen Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklıHAŞİYE bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlâhiyeye ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl sâfi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.” (Sözler, s. 240)

Bakmak için görmek, gör(ebil)mek için de tüm benliğimizle okumamız lâzım.

Haşiye: Belki otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları, yüz yirmi basamaklı bir merdivendir.

Risâle-i Nur Külliyatı, insanı Kur’ân semasına çıkaran, âyetlerin anlamlarına ulaştıran bir merdivendir.

Hazırlayan: Fatma ÖZER

13.10.2006




SORULARLA ORUÇ



Orucu bozmayan davranışlar nelerdir?


1. Unutarak yemek, içmek veya cinsî münasebette bulunmakla oruç bozulmaz. Ancak hatırlandığında derhal bırakmalıdır. Aksi takdirde oruç bozulur. Hatırlanmadığı takdirde bunların oruçluya Allah’ın bir ikramı olduğu, bizzat Resûlullah Efendimiz (asm) tarafından beyan edilmiştir. Binaenaleyh bir kimse oruçlu olduğunu unutarak ve hatırlamayarak karnını tamamen doyursa orucu bozulmaz.

2. Diş etlerinden çıkan kan yutulmadan tükürülürse oruç bozulmaz. Yutulursa bozulur.

3. Mîdeden gelen suyu geri yutmak orucu bozmaz.

4. Yenilmeyen ve kendisinden faydalanılmayan şeylerin, farkına varılmadan nefesle boğaza kaçması halinde oruç bozulmaz. Meselâ havadaki duman, toz ve uçan bir sineğin boğaza kaçması gibi örfte yenilmeyen ve yiyecek olarak kabul edilmeyen şeyler bilinç dışı boğazdan aşağıya alınmış olsa, oruç bozulmaz. Fakat bu tür şeylerin bilerek yutulması orucu bozar.

5. Diş arasında kalan ve nohut tanesinden küçük bir yemek artığını yutmak orucu bozmaz.

6. Ağız dolusu olmayan bir kusuntunun kendiliğinden gelip sonra içeriye dönmesi ile oruç bozulmaz.

7. Kasıt olmaksızın; kendiliğinden, yani bir rahatsızlık sebebiyle kusmak orucu bozmaz. 8. İhtilâm olmakla veya isteği dışında yalnızca meni ya da akıntı gelmekle oruç bozulmaz.

9. Yıkanmakla veya suya girilmekle, su yutulmadıkça oruç bozulmaz.

10. Kan aldırmakla oruç bozulmaz. Ancak halsiz düşeceğinden korkan ve orucunun sıhhatine zarar vereceğinden endişe edenler kan aldırmamalı veya kan aldırmak için iftardan sonrayı tercih etmelidirler.

11. Abdest aldıktan sonra ağızda kalan yaşlık orucu bozmaz.

Süleyman KÖSMENE

13.10.2006




YAKARIŞ



Allah’ım!

Kararlarımızda isabet, fikirlerimizde istikrar, inancımızda istikamet, hizmetimizde ihlâs, ehl-i iman arasında uhuvvet ihsan eyle! Doğru kararlar almakta ve aldığımız doğru kararlara uymakta bizden inayetini esirgeme! Bizi şerre değil, hayra yönlendir! Bizi bâtıla değil, hakka yönlendir! Bizi dalâlete değil, doğruya yönlendir! İnsanları iman, İslâm, hayır, hak ve doğruluk sathında kardeş kıl! Kardeş kıldığın kullarının kalplerini, nazarlarını ve gayelerini Sana hizmette birleştir! Âmin.

Süleyman KÖSMENE

13.10.2006




‘Acıktım anne’




Okuldan gelmişti.

Epey de yol yürümüş olmasından kaynaklanan yorgunluk her halinden belli oluyordu.

Sırt çantasını antreye attığı gibi okul formasıyla koltuğa atıverdi kendini.

Eline aldığı kumandayla kanalları ararken, bir yemek programına takılıp kaldı.

‘Seyredecek başka kanal bulamadın mı oğlum?’ dedim.

İçime işleyen bir ses tonuyla;

‘Çok acıktım anne’ dedi.

Mümkün olsa, onun yerine de oruç tutmaya razı olacaktım. Analık şefkatinin olanca şiddetiyle saçını okşadım.

‘Akşama iki-üç saat bir şey kaldı yavrum, az daha sabret’ derken, üzerine bir pike örtüp, uyumasını tavsiye ettim.

‘Namazımı kılmadım’ dedi.

Onu kendi haline bırakıp, mutfağa geçtim.

Uzun yıllardan beri, bütün aile ilk kez bir Ramazanı bir arada geçirmekteydik.

Bunun verdiği bir keyfle sofralarıma daha bir özen gösteriyorum.

Desteği olmayanların desteği olan yüce Rabbim!

Bahşettiğin bu zevki ve lezzeti bize çok görme Allah’ım.

‘Acıktım anne’ cümlesinde içi titreyen bir ananın şefkatiyle kıyaslanmayacak engin şefkatinin ve merhametinin hatırına bizi de şefkatinin ve merhametinin gölgesine al.

İmana acız Allah’ım…

Kulluğa muhtacız.

İbadete susuz, takvaya yabancıyız ey Âlemlerin Sahibi ve Padişahı!

Sünnet yolunda zikzaklar çizmekte, yardım ve kardeşlikte ihmalkârlık sergilemekteyiz.

İman ve Kur’ân hizmetine talibiz ama, hakkını verememenin sıkıntısı içerisindeyiz.

O kadar eksiğimiz, bir o kadar da doğru bildiğimiz yanlışımız var ki Allah’ım!

Bir çocuk kadar çaresiziz.

Yağmura hasret toprak neyse, biz de oyuz.

Senin şefkat ve merhametini dileniyoruz.

O çok sevdiğin Habibinin hatırına bizi doğru yolu bulanlardan eyle.

Üşüyen ruh bedenimizi, iman, ihlâs örtüsüyle ört.

Acıkan gönüllerimizi kemale erdir.

Susayan yürek yangınlarımıza Kur’ânî yağmurlar yağdır.

Hülya YAKUT

13.10.2006






 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Onlar için bir delil de, insan neslini dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.

Yâsin Sûresi: 41,42.


14.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim din kardeşine haksız yere onu korkutacak bir gözle bakarsa, Allah da Kıyâmet günü kendisini korkutur.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3755


14.10.2006




‘Kadir Gecesini son on günde arayınız’



Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Rivâyât-ı sahiha ile “Leyle-i Kadri nısf-ı âhirde, hususan aşr-ı âhirde arayınız” ferman etmesiyle, bu gelecek geceler, seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandıran Leyle-i Kadrin gelecek gecelerde ihtimali pek kavî olmasından istifadeye çalışmak, böyle sevaplı yerlerde bir saadettir.

Şualar, s. 437

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hadîs-i şerifin sırrıyla Ramazan-ı Şerifin nısf-ı âhirinde, hususan aşr-ı âhirde, hususan tek gecelerde, hususan yirmi yedisinde, seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandırabilen Leyle-i Kadirin ihyasına ve herbiriniz umum Nur talebeleriyle beraber, hususan bu biçare, çok kusurlu, hasta, zayıf kardeşinizi hissedar etmenizi ve herbirinizin duâlarınızın binler mânevî âminlerin teyidiyle dergâh-ı İlâhîde kabul olmasını rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz.

Emirdağ Lâhikası, s. 268

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvela: Bu aşr-i âhir-i Ramazan’da her gece, hususan tek gecelerde Leyle-i Kadrin bulunmak ihtimali kuvvetli olduğunu hadis-i şerif ferman ediyor. Onun için, Nurcular o nur-u azamdan istifadeye çalışmak gerektir.

Emirdağ Lâhikası, s. 213

***

İnsanlarda velî, Cumada dakika-i icabe, Ramazan’da Leyle-i Kadir, Esmâ-i Hüsnâda İsm-i Âzam, ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene müphem bir ömür, nihayeti muayyen bin sene ömre müreccahtır.

Mektubat, s. 460

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Seksen küsur sene ibadetli bir ömr-ü bâkiyi temin eden Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh-u canımızla tebrik ve her gecesi bir nevi Leyle-i Kadir hükmünde hakkımızda menfaattar olmasını niyaz ederiz. Ve teşrik-i mesai sırrıyla ve her has Nurcu, umum Nurcuların mânevî kazancına hissedar olmasıyla, mânen binler dille ibadet ve dua ve istiğfar ve tesbihat yapmaya hakikî uhuvvet ve ihlâs ile mazhariyetinizi rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz ve öyle de ümit ediyoruz.

Emirdağ Lâhikası, s. 265


Lügatçe:


rivâyât-ı sahiha: Sahih, sağlam ve doğru rivayetler.

Leyle-i Kadr: Kadir Gecesi.

nısf-ı âhir: İkinci yarı, son yarı.

aşr-ı âhir: Son on gün.

aşr-i ahir-i Ramazan: Ramazanın son on günü.

dakika-i icabe: Duânın kabul olduğu dakika, an.

İsm-i Âzam: Allah’ın isimlerinden mânâ yönüyle diğer isimlerini kapsayan en câmî ismi.

efrad: Ferdler.

müphem: Belirsiz, gizli.

müreccah: Tercih edilen, üstün.


14.10.2006




ESMA-İ HÜSNA



Muhsin


Allah (c.c.), Muhsin’dir. Yani, sonsuz ihsân ve ikram sahibidir. Bütün mahlûkatına, hiç birini ihmâl etmeksizin ikram eder, ihsanda hiçbirisini hariç bırakmaz, bütün kullarını günahlarına bakmaksızın eksiksiz memnun eder, güzel davranır, nîmetlendirir.

Cenâb-ı Hak musîbet ve belâları bir rahmet ve şefkat içinde verir. İhsânı rahmet mânâsında tüm kâinatı kuşatmıştır. Mahlûkâtına mutlak mânâda iyilik yaptığı gibi, kullarının da iyilik yapmalarını ister ve emreder. Cenâb-ı Allah kullarının hiçbir iyiliğini küçümsemez, hiçbir ihsanına ilgisiz kalmaz. Zerre kadar bile olsa, yapılan iyiliğin karşılığını eksiksiz verir. Kullarına umulmadık yerlerden ve sebeplerden nimetler ve rızıklar ihsan eder. Bir sevaba en az on iyilik yazar. Kullarına inâyetini esirgemez. En güzel isimler sahibi olan Cenâb-ı Hak, Kendi iyiliklerinin takdir edilmesini diler ve kullarından şükür ister.

Muhsin ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebîr’de zikri geçen esmâdandır.

Muhyî isminin Muhsîn burcunda doğarak insanlık dünyasını rahmet ve nîmetle doldurduğunu1 beyan eden Saîd Nursî, Allah’ın açlığı ve susuzluğu nimetindeki lezzet derecelerini tanımamız için verdiğini, yaratılış vazifemizi eda etmemiz için de, bizi rahmeti hissedecek ölçüde muhtelif ihtiyaçlar içinde yarattığını beyan eder.2

Saîd Nursî’ye göre, Allah Teâlâ şuur sahibi mahlukları sevindirmek, kendine minnettar ve dost etmek için, umulmadık yerlerden, tesâdüfe havalesi imkânsız biçimde lezîz nimetlerinin her çeşidini ihsan ediyor.3

Hattâ kullarını ucb ve gururdan korumak açısından bakacak olursak, bazen ihsânını hissettirmemesi bile Cenâb-ı Hakkın ehemmiyetli bir ihsânı bulunduğunu anlamakta gecikmeyiz.4

Bedîüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hak yeryüzünü gayet geniş bir nîmet sofrası yapmış, her bahar mevsimini üç yüz binden ziyâde yaratık türleriyle tezyin etmiş, süslendirmiş ve her yeri had ve hesaba gelmez ihsan cinsleriyle doldurmuştur.5 Zengin ihsan çeşitleriyle her bahar sayfası, “Yâ Muhsin!” zikrini okumaktadır.6 Allah Teâlâ ihsânlarını yenilemek için her bir tabakada yeni îcatlar ve değişiklikler meydana getirmektedir.7 İnâyetle yapmak ve îcat etmek mânâları içinde süslemek ve güzel yapmak fiilleri, her yaratığın güzellik ve sevimliliği diliyle Sâni ve Muhsin isimlerini herkese okutmaktadır.8

İnsan ruhunun, Muhsin isminin ihsân ve inâyetlerine çok muhtaç olduğunu beyan eden Bedîüzzaman,9 bir cisme hayat girdiğinde, hayatın devam ve kemâli için Rahîm isminin zengin ihsanlarla o cisme taltif ettiğini kaydeder.10 Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre kast, şuur ve irâdeyi gösteren hikmet perdesi bütün kâinatı kaplamış üstüne, lütfu, süslemeyi, güzelleştirmeyi ve ihsânı gösteren inâyet perdesi serilmiştir.11

(Risale-i Nur'da Esma-i Hüsna)


Dipnotlar:


1- Mektubat, s. 399; 2- Nur’un İlk Kapısı, s. 31; 3- Şualar, s. 74; 4- A.g.e., s. 281; 5- Sözler, s. 62; 6- A.g.e., s. 302; 7- A.g.e., s. 597; 8- A.g.e., s. 575; 9- A.g.e., s. 586; 10- A.g.e., s. 617; 11- A.g.e., s. 272


14.10.2006




Münâcâtü'l-Kur'ân



SAD:

1. Ey Dâvud’un (a.s.) emrine sabah ve akşam kendisiyle birlikte tesbih eden dağları veren! (18)

2. Ey Dâvud’a (a.s.), ilim ve hikmet ile hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifâde gücü veren! (20)

3. Ey Süleyman’a (a.s.), istediği yere onun emriyle kolayca giden rüzgârı musahhar kılan! (36)


14.10.2006




Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden



Risâle-i Nur’la meşguliyetin kazandırdığı


Evet, Risâle-i Nur’la olan iştigalimiz, iş ve derslerimizdeki muvaffakiyeti kat kat arttırarak bize kuvvet ve heves veriyor. Bizde dünyaya din için çalışmak fikrini uyandırıyor. Bize vaktin kıymetini idrâk ettiriyor, takvim yapraklarının geri dönmeyeceğini kalb ve aklımıza tesirli bir surette ihtar ederek, ömür sermayesi olan zamanımızı kıymetlendirmek şevk ve azmini veriyor. Çalışma saatlerinde şurada burada boşu boşuna veya lüzumlu zannına kapıldığımız ve fakat bizce faydasız şeylerle vakitlerimizi öldürmekten bizi kurtarıyor. Hattâ istirahat zamanlarında dahi imân hakikatlarına çalışma sevgisini husule getirerek rahmet-i İlâhînin hareket içine dercettiği faaliyet zevkini tattırıyor, böylece fâni bir ömürde bâkî bir hayatı kazanmanın yolunda yürütüyor.


14.10.2006






 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Dilersek onları boğuveririz de, ne yardım eden bulunur, ne bir kurtaran.

Yâsin Sûresi: 43.


15.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ki Allah onu iki çenesi ve iki bacağı arasındakilerin şerrinden korumuşsa, Cennete girer.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3756


15.10.2006




İktisat ile cimriliğin farkı




Altıncı Nükte


İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden mânen ayrı ve sûreten benzer bir haslet-i memdûhadır. Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise, sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız sureten bir benzeyiş var. Bu hakikati teyid eden bir vakıa:

Sahabenin Abâdile-i Seb’a-i meşhuresinden olan Abdullah ibni Ömer Hazretleri ki, Halife-i Resulullah olan Faruk-u Âzam Hazret-i Ömer’in (r.a.) en mühim ve büyük mahdumu ve Sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zât-ı mübarek çarşı içinde, alışverişte, kırk paralık bir meseleden, iktisat için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir Sahabe ona bakmış. Rû-yi zeminin halife-i zîşânı olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk para için münakaşasını acip bir hısset tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister.

Baktı ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti.

Uzaktan bakan o Sahabe merak etti. Gitti, o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?”

Herbirisi dedi: “Bana bir altın verdi.”

O Sahabe dedi: “Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, kemâl-i rıza-yı nefisle versin!” diye düşündü. Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer’i gördü, dedi:

“Ya imam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.”

Ona cevaben dedi ki:

“Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.”

İmam-ı Âzam, bu sırra bir işaret olarak, “Lâ isrâfe fi’l-hayri kemâ lâ hayra fi’l-isrâfi” demiş. Yani, “Hayırda ve ihsanda—fakat müstehak olanlara—israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”

Lem’alar, 19. Lem’a, s. 205


Lügatçe:


hısset: Cimrilik.

ahlâk-ı seyyie: Kötü ahlâk.

tezellül: Zillet içine girme, alçalma.

haslet-i memdûha: Övülmüş, methedilmiş haslet.

bahillik: Cimrilik.

Abâdile-i Seb’a-i meşhure: Hadis, İslâm hukuku, Tefsir gibi ilimlerde otorite kabul edilen “Yedi Abdullahlar” ismiyle şöhret bulmuş sahebe-i kiram (r.a.).


15.10.2006




Tüketen bir canavar mı, şirin bir emanet mi?



“Nazarla niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder.”


(Bediüzzaman)


İnsanların kalp ve ruh aynasına göre dünyaya ve olaylara bakışı çeşitlenir. Yani insan ne düşünüyorsa öyle nazar eder. Bu duruma göre çeşitlilik arz eden algılamalar, evlilik ve evliliğin en güzel meyvesi ve nimeti olan çocuk yorumlarında da farklılıklara sebebiyet verir. Keza bu nazarların bir vechesi noktasında, Batıda ‘özgürlük’ sloganı adı altında bazı kesimlerce evlilikten ve çocuktan uzak bir hayat tavsiye edilmekte ve özendirilmeye çalışılmakta.

“Kimseye bağlı yaşayamam” mânâsındaki bir özgürlük algısına insanları götüren en önemli hususlardan biri salt dünya anlayışı olsa gerek. Hayatın sonunu sıfır görmekten ya da hazır lezzetlere meftun kör hissiyâtların ölümden sonrasına gaflet vermesiyle gelen yaklaşımlar insanı bireyselleştiriyor, bencil, sadece kendi hayatını ve şahsî menfaatlerini düşünen bir insan profili çıkarıyor ortaya. Bu durumda da en popüler eğilimler; lüks yaşantı, keyfince yaşama ve dünyaya endeksli idealler oluyor. Dolayısıyla bu istek ve heveslere, kendince mani unsurlar ne olursa olsun feda edilip inkâr edilebiliyor.

Bu hal, özellikle insanların evlenmemesinin ve evliliklerin çoğunun kısa sürede boşanmayla sonuçlanmasının en büyük sebeplerinden biri olsa gerek.

“Ben özgürüm, eşime bağlı yaşayamam, zevklerimi sınırlandıramam, kariyerime engel teşkil edecek unsurlara tahammül edemem” gibi yaklaşımlar evliliği ve beraberinde gelen bebeği çekilmez hale getiriyor. Ferâgat, paylaşmak, fedakârlık gibi kavramlar kendinden ödün verme olarak algılanabiliyor ve mahrumiyetlere sebebiyet veren, özgürlüğe ket vurucu hasletler olarak çıkabiliyor karşımıza.

Bir dergide dikkatimi çeken bir yazının tüyler ürperten başlığı şöyleydi: “En güzel bebek oyuncak olandır.”

Neden? Çünkü bebek sizi kendinize bağlar, egonuzu yer bitirir, dünyaya dair bir çok arzunuzdan sizi koparır, kendinizden ödün verirsiniz, özgürlüğünüzü sınırlar, dünyevî hedeflerinize manidir! Halbuki bu dünyada yaşamak ve tutmak istediğiniz çok şey vardır! Dolayısıyla bebek sahibi olmak, yaşamak ve yapmak istediklerinize manidir! Verilecek olan bebek sanki sizi tüketip bitirecek küçük bir canavar gibidir! Dolayısıyla onun için yaşayamaz ve kendinizi harcatamazsınız!

Nazar ve niyet, eşyanın mahiyetini nasıl da değiştiriyor. Fıtrî güzelliği ve şirinliğiyle insanın şefkatini harekete geçiren bebek nasıl da bir nazarla farklılaşıyor. Sadece dünya için var olma düşüncesi, maddeci anlayışlar ve imandan mahrum olan kalpler, nasıl da ürpertici nazarlar veriyor insanların gözüne.

Bu durumun tehlikeli bir tarafı ise, Batıda oldukça ciddî boy gösteren bu eğilimin, ülkemizde de değişik yayın organları vasıtasıyla toplumumuza mal edilmeye çalışılması. Kezâ bahsi geçen yazıda çocuksuz bir evlilik anlayışının Avrupa’da birçok ailenin, özellikle bayanların tercihi olduğu aktarılmakta ve bu anlayışın geleceğe mal olacağına dair görüşler serdedilmekte. Malûm olduğu üzere bizde alışkanlık halini almış bir husus, çoğu şeyi batıdan doğuya akıtmamız. Her haliyle batıyı örneklemeye çalışmamız. Bunun için meseleleri iyi tahlil edip neyin doğru ya da yanlış olduğunu tesbit edebilmemiz çok önemli.

***

İman, bütün varlıklar arasında bir bağ ve rabıtaya sebeptir. Yani Yaratıcısını bilen insanın her unsurla bir nevî kardeşliği vardır. Çünkü iman vasıtasıyla Yaratıcıyla kurduğu bağ, diğer bütün mevcudatla bir irtibat kurmasına sebeptir. Kendisini kim yaratmışsa, onları da, eşini de ve çocuklarını da yaratan O’dur. Bu mânâdan gelen çok esaslı yakınlıkları vardır. Dolayısıyla eşi de, bebeği de bir nevî Yaratıcının emaneti ve ihsanıdır. Bu bilinçle birbirlerine ve çocuklarına bakarlar. Diyalogları ve birliktelikleri sadece bu dünya için değildir. Yaratıcılarının rızasını kazanma adına ve Onun şefkatine, güzel isimlerine en güzel şekilde âyine olma noktasında birbirlerine karşı hoşgörülü yaklaşırlar, fedakâr ve özverilidirler. Bebeklerine ise biyolojik bağın çok ötesinde bir yaklaşımla nazar eder ve severler. Elbette ki çocuk yetiştirmek fedakârlığı ve ödün vermeyi gerektiriyor. Ama bu dünya ebedî değildir ki bundan kaçalım. Zaten Rabbimizin bebeğe mukabil ebeveynlere verdiği şefkat duygusunun ve lezzetin, o zahmet ve sıkıntıları çok geride bıraktığı da bir gerçektir. Ama maalesef bahsi geçen Batıdaki örnek insanlarda olduğu gibi varolduğu dünyayı kendi adına fırsat görme ve bunun neticesinde doğan ben merkezli yaklaşımlar ve sınırsız eğlence, sefahat arzusu ya da dünyevî kariyer düşüncesi ne yazık ki fıtratı bozuyor, şefkati bastırıyor ve her şartta sadece ‘ben’ dedirtiyor.

Gençlik dönemlerinde şefkat ve merhamet hislerini bastırarak çocuksuz bir yaşantıyı tercih eden insanlar, ileri yaşlarda kendileri adına şefkat, ilgi bekleyecekleri çocuk ve torunlara ihtiyaç hissediyor. Ne yazık ki büyük ihtimalle hatırsız bir yalnızlıkla hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Gerektiğinde kullanılmayan hasletler, bir zaman sonra kendilerine karşı da kullanılmıyor. Çünkü biliyoruz ki başkalarına merhametle yaklaşmayan, merhametten mahrum bırakılacaktır.

Dolayısıyla Yaratıcıyı bilmek ve Onun hikmeti üzere yaşamak olmalıdır gayemiz. Kezâ “Kime hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiştir.”1 İnsanların derecelerini belirleyen; kendilerine verilen maddî ve manevî teçhizatları, duygu ve lâtifeleri hangi hikmet üzere kullandıklarıdır. Nefis ve şeytanın kölesi olmaksızın, Yaratıcının çizmiş olduğu istikamet üzere hayat sürmekle insan gerçek özgürlüğü yaşayacak, kemal bulacak ve insana yakışır bir keyfiyet kazanacaktır.

İmanlı bir nazar da “En güzel bebek, oyuncak olandır” mânâsına hiçbir zaman nazar etmeyecek, “Bebek, en şirin ve tatlı bir emanet!” diyecektir.


Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, 2:269

İlker KARDAŞ

15.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Ancak Bizden erişecek bir rahmetle kurtulurlar ve kendileri için takdir edilen bir zaman kadar yaşarlar.


Yâsin Sûresi: 44.


16.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ki dilinin, midesinin ve tenâsül organının şerrinden korunmuşsa, Cennet ona vâcip olmuştur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3757


16.10.2006




Ferec için ekseriyetin halis duâsı şart



Kardeşlerimizden Çaprazzâde Abdullah Efendi gibi bazı adamlar, ehl-i keşiften rivayeten, bu geçen Ramazan’da Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde, zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif neden hilâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de, birden, sünühat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur:

Hadis-i şerifte vârit olmuştur ki, “Bazen belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.” (El-Hâkim, el-Müstedrek, 1: 492.) Şu hadisin sırrı gösteriyor ki, mukadderat, bazı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek, ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şerâitle mukayyet bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o hadise de vukua gelmiyor. Fakat o hadise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İspatta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor.

İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde, istihraca binaen veya keşfiyat nevinden verilen haberler, muallâk oldukları şerâiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzip etmiyorlar. Çünkü mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş.

Evet, Ramazan-ı Şerifte bid’aların ref’ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duâsı bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef camilere Ramazan-ı Şerifte bid’alar girdiğinden, duâların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasıl ki, sabık hadisin sırrıyla, sadaka belâyı ref’ eder; ekseriyetin hâlis duâsı dahi ferec-i umumîyi cezb eder. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi.

(Lem’alar, 16. Lem’a, s. 154)


Lügatçe:


ehl-i keşif: Perdeli olan hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla bilen velîler.

ferec: Ferahlık, sıkıntıdan kurtuluş.

fütuhat: Fetihler, zaferler, İlâhî feyizler.

hilâf-ı vâki: Vakıaya aykırı.

sünühat: Kalbe gelen mânâlar, doğuşlar.

muhtasar: Kısaltılmış, özet.

mukadderat: Takdir edilenler.

şerâit: Şartlar.

muttali: Bilgili, malûmat sahibi.

ecel-i muallâk: Gizli ve zamanı belli olmayan ölüm.

Levh-i Ezelî: Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kader levhası.

Levh-i Mahv-İspat: Cenâb-ı Hakkın yazar, ifade eder, sonra bozar tahtası hükmünde olan işleri.

muallâk: Asılı, asılmış. Havada, boşta, boşlukta duran.

bid’a: Dinin özüne ters olan, sonradan dine sokulan âdetler.

ref’: Kaldırma.

ferec-i umumî: Umumi ferahlık.

kuvve-i cazibe: Çekme kuvveti.


16.10.2006




Big Bang teorisi ve yaradılış (1)




“İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır; şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin, anâsır dalları, nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvanât çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında cârî olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, muktezâ-i ism-i Hakîmdir. Öyle ise, muktezâ-i hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem, öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismânîden başka, sâir âlemlerin numûnesini ve esâsâtını câmi’ olsun. Çünkü, binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Mâdem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nevden başka şecere yok; öyle ise, ona menşe’ ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezâsıdır. Çünkü, çekirdek dâimâ çıplak olamaz. Mâdem evvel-i fıtratta, meyve libasını giymemiş; elbette, âhirde o libası giyecektir. Mâdem o meyve insandır ve mâdem insan içinde, sâbıkan ispat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celb eden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesi ile âlemi ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmdır; elbette, kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek, en âhir bir meyve sûretinde görünecektir.

“Ey müstemi’! Şu acîb kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î mahiyetinden halk olunmasını istib’âd etme! Bir nevî âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (Aleyhisselâtü Vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte şecere-i kâinat, şecere-i Tûba gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurânî bir hayt-ı münâsebet var. İşte Mi’rac, o hayt-ı münâsebetin gılâfı ve sûretidir ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velâyetiyle gitmiş, risâletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliyâ-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nurânîde, Mi’rac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamât-ı âliyeye çıkıyorlar.

“Hem, sâbıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray sûretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medârı, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü, bir şeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medâr-ı kıymeti ve bütün maksadların medâr-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar onun nuru olmak lâzım gelir.” (Sözler, s. 532)

Bu ifade çok derin mânâları hâvîdir.

Biz meselenin Big Bang teorisi ile ilgili tarafına kısa bir izah getirmek istiyoruz. Zira ifade, 1922 yılında temelleri oluşturulan ve 1989 yılında tam olarak ispat edilen Big Bang teorisine hatta daha ilerisine işaret ediyor.

Peki, Big Bang Teorisi nedir?

Big Bang teorisi materyalist felsefeyi yerle bir eden, kâinatın yoktan yaratıldığını ispat eden ve bu gün inansın veya inanmasın bütün bilim adamları tarafından kabul edilen bir yaratılış teorisidir.

1922’de Rus fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein’in genel izafiyet teorisine göre kâinatın sabit ve durağan bir yapıya sahip olmadığını ve en ufak bir etkileşimin kâinatın genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı. Friedmann’ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak kâinatın bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini iddia etti. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da tesbit edilebileceğini belirtti.

Yapılan hesaplamalar, kâinatın tüm maddesini içinde barındıran bu “tek nokta”nın, korkunç çekim gücü sebebiyle “sıfır hacme” sahip olacağını gösterdi. Kâinat, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya “Big Bang” (Büyük Patlama) dendi ve bu teori de aynı isimle bilindi. Big Bang’ın gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim “yokluk” anlamına geldiğine göre, kâinat “yok” iken “var” hale gelmişti. Bu ise, kâinatın bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin “Kâinat, sonsuzdan beri vardır” tezini geçersiz kılıyordu.

1948 yılında bilim adamları, büyük patlamadan arta kalan ve kâinatın genişlemesiyle birlikte soğuyan ışınımın (radyasyon) yaklaşık -268 °C’lik bir sıcaklığa sahip olması gerektiği sonucunu teorik olarak hesapladılar. Aradan yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra 1965’te iki elektronik mühendisi duyarlı bir radyo antenini ayarlarken, antenin algıladığı sinyallerle kâinatın yaklaşık -270 °C’lik bir radyasyonla dopdolu olduğunu fark ettiler. Böylece 20 yıl önce teorik olarak hesaplanan sonuç ispatlanmış oldu.

Bu yıldan sonra Big Bang teorisi deney yolu ile de ispatlanmış oluyordu.

1965 yılındaki bu ispat hâlâ bazı bilim adamalarını ikna etmemişti. Bunun üzerine NASA 1989’da uzaya bir uydu fırlattı. Maksat büyük patlamadan sonraya kalan radyasyonu ölçmekti. Uydu daha fırlatılışından kısa bir süre sonra kesin olarak bu radyasyonun varlığını doğruladı. Böylece 1989 yılında bu teori kesin olarak kabul edilmiş oldu.

Özetlersek:

Bu teoriye göre;

1- Kâinat yoktan var edilmişti,

2- Kâinatın öncesi yoktu, yani zaman ve mekân aynı anda yaratılmıştı,

3- Materyalist felsefenin dediği gibi kâinat ezelî ve ebedî değildi,

4- Kâinat büyümeye ve genişlemeye devam ediyordu,

5- Böylece kâinatı bir son bekliyordu.

İşte Big Bang teorisinin kısa bir özeti bu.

Peki bu teorinin yukarıda, Mirac Risâlesinden naklettiğimiz ifadeler ile bağlantısı ne?

Bediüzzaman Hazretleri bu ifadelerle Big Bang teorisine mi işaret etmiş oluyor?

Bu ifadelere göre Big Bang teorisi yaratılışı açıklamak açısından yeterli mi?

Yoksa daha ileri keşifler mi gerekiyor?

Bu ve benzeri soruların cevaplarını da, yarınki yazımızda naklettiğimiz ifade içinden bulmaya çalışalım.


—Devamı yarın—

Halil AKGÜNLER

16.10.2006




Münâcâtü'l-Kur'ân



FUSSİLET

1. Ey iki günde yedi göğü var eden ve her göğün işini kendisine bildiren! (12)

2. Ey hem bağışlayıcı, hem can yakıcı azap sahibi olan! (43)

3. Ey her şeyi ilim ve kudretiyle kuşatan! (54)


ŞÛRA:

1. Ey insanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayan övülmeye lâyık hakikî dost! (28)

2. Ey dilediğini yaratan, dilediğine kız çocuk, dilediğine erkek çocuk bağışlayan! (49)


ZUHRUF:

1. Ey birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kılan ve rahmeti onların biriktirdiklerinden hayırlı olan! (32)

2. Ey kullarının sırlarını ve gizli konuşmalarını işiten ve bunu yanlarındaki elçileri yazan! (80)

3. Ey gökte de, yerde de ilâh ve ma’bud olan, Hakîm ve Alîm! (84)


16.10.2006




Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden



Risâle-i Nur’un değeri


Risâle-i Nur’un yüksek değerini tam beyan etmek mümkün değildir. Onun kıymeti, onu daimî ve sadakatla okuyanların ruhunu o kadar sarıyor, o kadar kendine râm ve meftûn ediyor ki, tahkikî imân mertebelerinde terakkî eden o fedakârlardan birinin başına bütün din düşmanları toplanıp Risâle-i Nur’dan vazgeçirmeye çalışsalar yine muvaffak olamazlar ve olamadılar.

Ben ki, Risâle-i Nur’u telifle vazifelendirilen ve istihdam edilen Üstadın hizmetçisi olmayı en büyük bir nimet bilirim. Hizmetçisinin hizmetçiliğini yapmayı bir şeref addederim. Bu kalbî ve samimî bağlılığı çok görenler olabilir, fakat hiç de fazla bulmamalıdır. Meselâ, kıymetli bir eser okuruz, müellifine karşı içimizde az çok bir takdir hissi belirir. Molière’in, Hugo’nun, Goethe’nin eserlerine bir hayranlık duyarız. Acaba İslâm dininin rehberi olan Kur’ân-ı Hakimi tefsir eden bir İslâm dâhisinin şahsına karşı bağlılığın derecesi nasıl olmalıdır? O meşhurlardan birinin eseri kâğıda yazılırsa, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ân tefsiri olan Nur Risalelerini altın sayfalara nakşetmek lâzımdır. Dine muarız olmayan müstakim bir filozofun eserini tetkik için saatlerce çalışılırsa, iki cihanın saadetini ders veren Bediüzzaman’ın eserlerini okumak için uykularımızı terk etmek gerektir. Evet, dünyevî bir kitaba beş lira ödersek, Risâle-i Nur gibi dünya ve âhirette insanı mes’ud kılan ve en yüksek bir mevki ve şerefe nâil olan bir tefsir-i Kur’ân’a yüz lira veririz ve veriyoruz. İcap ederse onun neşri uğrunda servetimizi de feda etmek İslâm cengâverlerinin torunları olan biz gençlere lâzım ve elzemdir arkadaşlar!


16.10.2006




Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)



Urdan eser kalmadı


Şürehbilü’l-Cu’fî’nin meşhur kıssasıdır ki:

Avucunda etten bir ur vardı ki, kılıcı ve atın dizginini tutamıyordu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eliyle avucundaki uru meshetti ve mübarek eliyle oğdu. O urdan hiçbir eser kalmadı.

Mektubat, s. 141


16.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Zâten onlara Rablerinin âyetlerinden hiçbir âyet gelmedi ki, yüz çevirmiş olmasınlar.

Yâsin Sûresi: 46


18.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim yerdekilere merhamet etmezse, göktekiler de ona merhamet etmez.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3758


18.10.2006




İsraf, bereketsizlik sebebidir



Üçüncü Netice: Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir.

Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir.(HAŞİYE-1) Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.

İktisat ise, kanaati intaç eder.

“Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer” hadisin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder. Hem sa’ye ve çalışmaya teşcî eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü, meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.

Hem iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekvâ kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.

İktisatsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dairede müşahede ettim. Şöyle ki:

Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin, oranın müftüsü birkaç defa bana dedi: “Ahalimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. “Fesübhânallah,” dedim. “Bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir.” Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle beraber, o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir” diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıât vardır.

İslâm hükemasının Eflâtun’u ve hekimlerin şeyhi ve filozofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali ibni Sina, yalnız tıp noktasında, “Yiyin, için, fakat israf etmeyin” (A’râf Sûresi, 7:31.) âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

“İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.”HAŞİYE-2

HAŞİYE-1: Evet, hangi müsrifle görüşsen, şekvâlar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da yine dili şekvâ edecektir. En fakir, fakat kanaatkâr bir adamla görüşsen, şükür işiteceksin.

HAŞİYE-2: Yani, vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek, veyahut telezzüz için mütenevvî yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.

Lem’alar, 19. Lem’a, s. 208


18.10.2006




Bediüzzaman’ın Doğu illerindeki barışa katkısıhâlâ devam ediyor




Van’ın Başkale İlçesi’nde yaşayan ve 30 binden fazla insandan sorumlu olan İskender Ertuş, soyadını aldığı Ertuş (Ertoşi) Aşireti’nin reisi. Bu zamana kadar yüzlerce barışa katılmış ve kan dâvâlarının sona ermesini sağlamış. Amacını “devlete yardımcı olmak” şeklinde açıklıyor: “Türkiye bir hukuk devleti. Ama bu durum batıdan göründüğü gibi değil. Burada bazı problemleri kendimiz aşmak zorundayız. Çevre aşiretlerle akraba olmamızdan dolayı ihtilafları kendimiz çözmeye çalışıyoruz. Bazen olay devlete intikal etmeden çözüme kavuşturuluyor. Bu da bizim vatandaşlık görevimizdir.” Barışa kendi aşireti içindeki husumetleri gidermekle başlayan İskender Ertuş, çağdışı ve insanlığın asla kabul etmeyeceği kan dâvâlarının sona erdirilmesi için kendine, doğunun en büyük âlimi olarak nitelendirdiği Bediüzzaman Said Nursî’yi rehber edindiğini söylüyor. Ertuş’a göre, Said Nursî bölgedeki barışa büyük katkı sağladı. Kan dâvâlarını çözdü.

Bediüzzaman Said Nursî, Ertuş (Ertoşi) Aşireti’nin geçmişinde önemli bir yere sahip. İskender Ertuş’un dedesinin kan dâvâsını Üstad Bediüzzaman çözüyor. Hadise, Abdülkadir Badıllı’nın hazırladığı Mufassal Tarihçe-i Hayat isimli kitapta şöyle geçiyor: “Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur ara-sıra, Van’ın etrafındaki kaza ve kasabalara da giderek ilmî toplantılar tertip eder, müşkil mes’eleler üzerinde tartışmalarda bulunurdu. Bir taraftan da aşâirin içlerini dolaşarak onların salâh-ı hallerine çalışırdı. Husumet ve adavetlere müdahale eder, hemen barıştırırdı. Çok büyük aşiret ve kabilelerin de araları bozulduğu zaman, hemen müdahale eder, irşad eder, müsalâhalarını te’min ederdi. Hatta hükümetin, Valilerin bile barıştırmaktan âciz kaldıkları Ertoşî aşiretinin Giravî kolunun reisi Şeker Ağa ile Miran Aşireti reisi Mustafa Paşa’yı bile barıştırarak, aralarında devam eden yayla hudutları üzerindeki muharebelerini durdurmuştur. Bu iki reisi barıştırırken, Mustafa Paşa’ya ‘Daha tövbe etmedin mi?’ diye hiddet eder. Paşa ise: ‘Seyda! Ne söylerseniz, sözünüzden çıkmam’ demiş ve barışmayı kabul etmiştir.”

(Haşim Söylemez, Aksiyon, Sayı: 570, 07.11.2005) - www.bediuzzaman.net


18.10.2006




Sorularla Risale-i Nur



Sabır kaç çeşittir?


Sabır üçtür:

Biri: Mâsiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvâdır; "Allah takvâ sahipleriyle beraberdir" (Bakara Sûresi, 2:194.) sırrına mazhar eder.

İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir. "Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever." (Âl-i İmrân Sûresi, 3:159.) "Muhakkak ki Allah sabredenleri sever." (Âl-i İmrân Sûresi, 3:146.) şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef’âlini tenkit ve rahmetini itham ve hikmetini beğenmemek çıkar.

Evet, musibetin darbesine karşı şekvâ suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekvâ Ona olmalı; Ondan olmamalı. Hazret-i Yakup Aleyhisselâmın "‘Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikâyet ederim’ dedi." (Yusuf Sûresi, 12:86) demesi gibi olmalı. Yani, musibeti Allah’a şekvâ etmeli; yoksa Allah’ı insanlara şekvâ eder gibi "Eyvah! Of!" deyip "Ben ne ettim ki bu başıma geldi?" diyerek âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.

Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor, en büyük makam olan ubudiyet-i kâmile cânibine sevk ediyor.

Mektubat, s. 271-72


18.10.2006




Yarınki gecenin Kadir olması



Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Yarın gece Leyle-i Kadir olmak ihtimali çok kuvvetli olmasından, bir kısım müçtehidler o geceye Leyle-i Kadri tahsis etmişler. Hakikî olmasa da, madem ümmet o geceye o nazarla bakıyor, inşaallah hakikî hükmünde kabule mazhar olur.

Şuâlar, s. 438


18.10.2006




Münâcâtü'l Kur'ân



AHKAF:

1. Ey insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye eden! Zira annesi, onu karnında zorluğa uğrayarak taşımış; onu güçlükle dünyaya getirmiştir. (15)

2. Ey çevrelerinde bulunan birçok kasabaları yok eden ve belki doğru yola dönerler diye âyetlerini türlü türlü anlatan! (27)

3. Ey gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmada hiçbir güçlük çekmeyen! (33)


MUHAMMED:

1. Ey dünyada dolaştığımız yeri de, âhirette duracağımız yeri de bilen! (19)

2. Ey kullarını, içlerinden mücâhidleri ve sabredenleri ayırd etmek ve hallerini meydana çıkarmak için imtihan eden! (31)


FETİH:

1. Ey Hz. Muhammed'e (a.s.m.) ap açık fetih ve zafer sağlayan, ona olan nîmetini tamamlayan ve böylece kimsenin güç yetiremeyeceği şekilde yardım eden! (1-3)

2. Ey göklerdeki ve yerdeki ordular kendisine âit olan Alîm ve Hakîm! (4)

3. Ey, "O ağacın altında sana bîat eden mü'-minlerden Allah râzı oldu. Kalplerinde olanı bildiği için Allah onlara sükûnet ve emniyet indirdi ve onları pek yakın bir fetihle mükâfatlandırdı" diye buyuran! (18)

4. Ey bütün dinlerden üstün kılmak üzere Resû-lünü hidâyet ve hak din ile gönderen ve şâhid olarak kullarına yeterli olan! (28)


18.10.2006




Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden



Risâle-i Nur’a her kesim muhtaç


Risâle-i Nur’da çok üstün meziyet ve hususiyetler vardır. O mümtaz ve müstesna hâsiyetler şimdiye kadar telif edilmiş olan hiçbir eserde görülmüyor. Ömrünü okumakla geçiren hakiki ilim adamlarından Risâle-i Nur’u okuyanlar bu hakikatı izhar ediyorlar. Ve o kadirşinas ve üstün şahsiyetler bu zamanda yaşayan insanların, ilmi ne kadar zengin olursa olsun Risâle-i Nur’u okumaya muhtaç oldukları kanaatına varıyorlar. Enaniyet ve ilmî kıskançlık gibi hastalıklara müptela olmaktan korkan faziletli âlim ve münevverler Risâle-i Nur’a derhal sarılıyorlar. Bazıları altmış yetmiş yaşlarında olduğu halde yine Nur Risâlelerine talebe olmak şeref ve nimetini kazanmaya çalışıyorlar.


18.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Ve sûr üflenir. Ve onlar kabirlerinden kalkıp

Rablerinin huzuruna koşarlar.


Yâsin Sûresi: 51


20.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Merhamet etmeyene merhamet edilmez, bağışlamayan bağışlanmaz.



Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3759


20.10.2006




Risâle-i Nur’un ekser hakikatleri Ramazanda zuhur etti



Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizin leyali-i aşere olan mübarek o geçmiş gecelerinizi ve kudsî bayramınızı ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak, rahmet ve keremiyle ve hıfz ve himayetiyle ve tevfik ve hidayetiyle, Risâle-i Nur’un tab ve intişarına ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın tevafuklu tab’ına sizleri muvaffak eylesin. Âmin.

Saniyen: Risâle-i Nur’un bir hülasası olan Ayetü’l-Kübra ve Hizb-i Nuriyenin bir hülasatü’l-hülasası hükmünde otuz üç kelime-i tevhidin namaz tesbihatındaki eskiden beri okuduğum ve Risâle-i Nur’un ekser hakikatleri namaz tesbihatında inkişaf etmesiyle hayalim fazla tevessü ederek, o otuz üç kelime-i tevhid, herbirisini kâinatın bir tabaka-i mahlukatının lisan-ı haliyle söylediği o kelimeyi ben o lisan ile söylüyorum gibi, o külli lisan-ı hal, benim cüz’î lisan-ı kalimin aynı olur. Ben, kemal-i zevkle okuyorum. Size de suretini gönderiyorum.

Benim şüphem kalmadı ki: ...”Tefekküri sâatin” sırrını taşıyan Hizb-i Nuriyenin on beş dakika zarfında bu Hülâsatü’l-Hülâsası dahi aynı sırrı taşıyor. Arabî bilmeyenler, Ayetü’l-Kübrâ’nın mertebelerini güzelce anlasalar, bu Arabî parça tam anlaşılır. Arabî bilmeyen, birkaç defa ikisine baksa, tam anlayacak. Bunu ben yirmi dört saatte bir defa ya sabah namazının tesbihatında veya başka vakitte, en ziyade usandığım ve sıkıntı zamanında okuyorum. Bana ulvî bir inşirah verir, usancı izâle eder. Âyetü’l-Kübrâ ve Hizb-i Nuriyenin ahirinde yazılsa, münasip olur. Manidardır ki, Ayetü’l-Kübrâ ve Risâle-i Nur’un ekser hakikatleri, Ramazan’da ve tesbihatında zuhuru gibi, bu Hülasatü’l-Hülâsa, aynen Ramazan’da ve tesbihatta zuhur etti.

Salisen: Bugünlerde haber aldım ki, Heyet-i Vekile, benim nüfusumu Kastamonu’dan alıp Emirdağına nakletmeye karar vermişler. Anlaşılıyor ki, Risale-i Nur’a ve talebelerine ilişmeye bahane bulamıyorlar, yalnız ehemmiyetsiz şahsıma ehemmiyet veriyorlar, kayıtlar altına alıyorlar.

Ben de size bütün kuvvetimle temin ediyorum ki, ben ruh u canımla, onların, Risâle-i Nur ve talebelerine ilişmeye bedel bana ilişmelerini iftiharla kabul ediyorum. Güya başka yerlerde birden bana iltihak ediyorlar ve men’ine çare bulamıyorlar, fakat burada tam çare bulmuşlar zannedip böyle muamele oluyor. Siz hiç müteessir olmayınız. Benim bu vaziyetim, Risâle-i Nur şakirtlerinin fütuhatlarına bir vesiledir. İnayet-i merhamet-i İlahiye, hakkımda ehl-i dünyanın haksızlıklarını büyük bir hayra çevirecek kanaatindeyim. Zaten mesleğimizde zaman, mekân sohbetimize mani olamaz. Şarkta, garpta, hatta ahirette, berzahta olsa da beraberiz. Meselâ, berzahta Hafız Ali (r.h.) hergün mânen yanımızdadır. Bu hakikate binaen, sûrî ayrılmaya, hatta ölüme ehemmiyet vermemeliyiz.

Emirdağ Lâhikası, s. 83


Lügatçe:


leyâli-i aşere: On mübarek gece.

zuhur: Ortaya çıkma, meydana çıkma.


20.10.2006




Namazı tavsiye etmenin ölçüsü



İslâm’da en önemli ibadetlerden birisi, belki de birincisi namazdır. Namaz dinin direğidir. Namaz imanın kalpte karar kılması için en önemli vasıtadır. İnsan her gün beş defa namaz yoluyla Cenâb-ı Hakkın huzuruna çıkarak iman ve teslimiyetini tekrar eder. Bu tekrarlar imanın kalpte kök salmasına yol açar. Daha o imanı kalpten söküp atmak mümkün olmaz.

Namaz aynı zamanda insanın hayatını düzene sokar. İnsan her gün düzenli olarak yaptığı bu ibadetle kâinatta geçerli olan nizam ve intizama uyum sağlamış olur. Namaz insanı maddî ve manevî çirkinliklerden, kötülüklerden alıkoyar, kalp, ruh ve nefsin temizlenmesine vesile olur. Bütün peygamberler ümmetlerine öncelikle namazı tavsiye etmişlerdir. Resûl-i Ekremde (asm) ümmetine ve yakınlarına namazı birinci görev olarak tavsiye ve teşvik etmişlerdir. Hatta Dar-ı Bekaya intikal ederken en son tavsiyeleri de “Namaz, namaz, namaz… Namaz kılmaya devam ediniz” olmuştur.

İşte namaz kılmak böylesine önemli ve hayatî bir ibadettir.

Lâkin bu asırda bu mühim ve kıymetli ibadetin ifasında sıkıntılar var. Ehl-i iman, mü’min ve inançlı insanlar olmasına rağmen, namaz ibadetini yerine getirmek yolunda tembellik yapabiliyor, bu mühim ve hayatî ibadeti ihmal edebiliyor. “Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor” tarzında bahanelerin arkasına sığınarak saadet-i ebediye hesabına ciddi zararlara giriyorlar.

Böyle düşünen mü’min kişileri münasip şartlar içinde irşat ve ikaz etmek gereği açıktır. Elbette ki öncelikle iman ve teslimiyeti güçlendirmek daha uygun olacaktır. Zira ibadet zaafının çoğu, iman esaslarını ve hakikatlerini bütün duygu ve lâtifeleriyle tam olarak massedememekten kaynaklanan bir iman zayıflığı sonucu ortaya çıkıyor. Cenâb-ı Hakk’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyarak imanını kuvvetlendiren bir mü’min elbette ki, namaza devam etmekte zorlanmayacaktır.

Ardından namaz ibadetini makul ölçüler içinde teşvik ve tavsiye etmek gerekiyor. Bazen imanı güçlü birisi dahi nefsin ve şeytanın desiselerine kapılıp ibadeti terk edebiliyor veya aksatıyor. Ancak bu noktada dikkat edilmesi gereken hususlar var. Namazı tavsiye ve teşvik ederken dikkatli olunmalı. Ölçüye dikkat edilmeli. Kişinin aklının alabileceği şekilde, gücünün yetebileceği kadarı tavsiye edilmeli. Çıtayı çok yükseğe koymamalı. Kişi daha yüksek atlamaya yeni başlamışsa, siz onun önüne dünya şampiyonunun atladığı yüksekliği çıkarırsanız, meseleyi baştan kaybetmiş olursunuz.

Bazı ehl-i irşadın sözlerinden duyuyoruz. Çoğu kez Cuma vaazlarında da anlatılıyor. Hikâye bu: Bir gün Hz. Ali Efendimizin ayağına bir hançer saplanmış. Çevresindekiler hemen o hançeri çıkarmaya koşmuşlar. O mübarek insan demiş ki, “Durun, ben namaza durayım siz o zaman o hançeri çıkarırsınız, o zaman acı duymam.” Bu doğru ve hak bir hadisedir. Elbette ki çok yüksek bir iman taşıyan bir insan, Allah’a böyle bir teslimiyet gösterecek ve maddî âlemin sınırlarını aşacaktır. Fakat günümüzdeki insanlara böyle bir namaz kılması gerektiğini söylemek, faydadan çok zarara yol açabilir. Zira sahabeler tarzında namaz kılmak çok büyük evliyalara bile nasip olmaz. Nerede ki, bu gün bir sinek ısırmasından namazı bozanlara nasip olsun.

Büyük bir evliya zât bir gecede bin rekât namaz kılmış. Ve yine mühim bir evliya kırk yıl yatsı abdesti ile sabah namazını eda etmiş. Bu ve benzeri misâller de sıkça verilen misâllerden. Elbette ki tamamen doğru ve hak olan bu tür misâller insanları namaza teşvik için, iyi niyetle söyleniyor ve gerektiği yerde söylenebilir de. Fakat dikkat edilmesi gereken; daha yeni namaz kılmaya başlayan veya namaz kılmayan kişiden beklenecek haller değil bunlar. Zira bu tür haller, daha bir günlük kırk rekâtı kılmayı başaramayanların zihninde mevhum barikatlar ortaya çıkarabiliyor. Kişi, Risâle-i Nur’da ifade edildiği gibi “Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede?” gibi vesveselere kapılarak daha namaza başlamadan yorulabiliyor.

Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin çok güzel teşvik ve tavsiyeleri var. Özellikle 9. Söz ve 21. Söz’de namaza dair çok hoş hikmetlerden bahsedilmiş. Hatta Üstad Hazretlerinin bu konuda ilginç uygulamaları da var.

Denizli hapishanesi esnasında idamlık bir mahkûm namaz kılmaya başlıyor. Nur talebelerinin bulunduğu bölümde namaz kılan bu mahkûm sadece vakit namazlarının farzlarını kılıyor, sünnetleri terk ediyordu. Ona sormuşlar, “Niçin böyle yapıyorsun” diye. Cevap bir hayli ilginç: “Hoca efendi bana namaz kılmamı söyledi. ‘Sen sadece farzları kıl, ben senin yerine sünnetleri kılarım’ dedi. Ben de sadece farzları kılıyorum.”

Gördünüz mü tavsiyedeki inceliği?

Ne kadar makul, ne kadar akılcı ve hale uygun bir namaz tavsiyesi. Tam da kaldırabileceği bir yük. Şayet o kişiye daha işe başlamadan gel kırk rekât kıl dense idi, belki de bu çok ağır bir yük olacaktı, kişi eski yoluna devam edecekti.

Sonra hatıralardan öğreniyoruz ki, o kişi sünnetleri de kılmaya başlıyor. Ardından kaza namazlarını da îfâ edip, ebedî hayatını ihyâ ediyor. Önemli olan kişiyi namaza bir noktadan başlatabilmek. Sonrası kendiliğinden geliyor. Namazın lezzetini alan namaz kılmaya doyamaz elbette.

Risâle-i Nur’da geçen “Yirmi dört saatten birisini namaza sarf edin. Günde bir saat abdestle birlikte namaza kâfî gelir” sözleri ne kadar güzel, ne kadar makul ve akılcı bir teklif şeklidir.

İşte namazsız insanlara namazı tavsiye ederken bu yol takip edilmeli. İnsanların yapabileceği en kolay ve en hafif şekli tavsiye edilmeli. “Kolaylaştırmalı, zorlaştırmamalı.”

Şimdi bir kişiye, “Sabah yatağından kalkarsın, bitkilerin, böceklerin, çiçeklerin ve tüm kâinatın uyandığı bir anda uyanırsın. Kalkar abdestini alır, vücudunu günün yorucu zahmetlerine hazırlarsın. Sabah namazını edâ edersin. Bu senin ancak on dakikanı alır. Ardından öğle vaktinde, gün dönümünde, hem dinlenir, hem de öğle namazını kılarsın. Bu da yaklaşık on-on beş dakikanı alır. Gün batımına doğru ikindiyi ifa eder, akşam namazında ise kısa bir nefsî hesap yaparsın. Hem akşam namazını kılar, hem de gün içinde isteyerek veya istemeyerek kazandığın günahlardan tövbe edersin. Yatsı namazını ise gecenin sessizliğinde, ahirette çok daha güzel bir hayat umudu ve beklentisi içinde ifa edersin. Bütün bu namazlar senin bir saatini almaz” diye makul ve akıl dairesinde bir teklif yapılsa netice alınması kuvvetle muhtemeldir.

Allah tüm mü’minlere namaz ibadetinde daim olmayı nasip etsin.

Halil AKGÜNLER

20.10.2006




Münâcâtü'l-Kur'ân



HUCURAT:

1. Ey bize îmânı sevdiren, onu gönüllerimizde süsleyen, küfrü, fıskı, isyanı da iğrenç gösteren; böylece bizi doğru yolda bulunduran! (7)

2. Ey âdil olanları seven! (9)

3. Ey göklerin ve yerin gaybını bilen ve onların yaptıklarını gören! (18)


KAF:

1. Ey gökten bereketli bir su indiren ve onunla bahçeler ve daneli ekinler bitiren! (9)

2. Ey insanı yaratan, nefsinin ona ne vesvese verdiğini bilen ve ona şah damarından daha yakın olan! (16)

3. Ey katında söz değişmeyen ve kullarına asla zulmedici olmayan! (29)


20.10.2006




Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden



Risâle-i Nur, ikna kabiliyetini geliştirir


Risâle-i Nur’u okuyanların ikna kabiliyeti artar, akıl ve mantığı işler ve kuvvet bulur. Herhangi bir mevzuu seviyesi nisbetinde muknî bir surette ifade edebilmek meziyetine sahip olur. Zira o Nurcu baştanbaşa aklî, mantıkî ve muknî bir şâheserin şâhâne dersleriyle tenevvür ve tefeyyüz etmektedir.


20.10.2006




Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)



Ona (asm) gelen şifa buldu


Evet, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek eli Hekim-i Lokman’ın bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır’ın âb-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nefesi gibi meded-res ve şifa-resan olsa; ve nev-i beşer çok musibet ve belâlara giriftar olsa, elbette Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma hadsiz müracaatlar olmuş. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmişler, cümlesi şifa bulup gitmişler. Hattâ, kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, Tâbiînin azîm imamlarından ve çok Sahabelerle görüşen, Tavus denilen Ebu Abdurrahmani’l-Yemânî Katiyen haber verir ve hükmeder ve demiş ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ne kadar mecnun gelmişse, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sinesine elini koymuşsa, katiyen şifa bulmuştur; şifa bulmayan kalmamış.

İşte, Asr-ı Saadete yetişmiş böyle bir imam, böyle kati ve küllî hükmetmişse, elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illâ şifa bulmuş. Madem şifa bulmuş; elbette müracaatlar binler olacaktır.

Mektûbât, s. 144


20.10.2006




ESMA-İ HÜSNA



Mülâkkin


Allah (c.c.), Mülâkkin’dir. Yani yaratıklarına ve mahlûkata vazifelerini telkin eder, kullarına istikâmeti gösterir ve hidâyet verir. Bilhassa hayvanâtın hemen hepsi dünyaya geldikleri zaman nasıl hareket edeceklerini, rızıklarını nelerden ve nasıl elde edeceklerini, hastalıklarında nasıl şifâ bulacaklarını, hayat şartlarına nasıl ayak uyduracaklarını, sevk-i İlâhî ile, yani telkin edilmiş bilgi ile beyinlerinde hazır bulmaktadırlar. Cenâb-ı Hak tüm canlılara ihtiyaçları olan şeyleri telkin ve ilham etmektedir.

Mülakkın ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebir’de vârit olmuştur.

İnsanın ilhama ve vahye mazhar olmakla beraber fıtrî vazifesinin ilim öğrenmekle kemâle ermek olduğunu vurgulayan Bedîüzzaman, hayvanın aslî vazifesinin ise tâlim ve öğrenmekle kemâle ulaşmak olmadığını, onlara ihtiyâcı olan bilgilerin doğrudan ilhâm edildiğini, onların yalnızca istidatlarına göre amel etmekle mükellef bulunduklarını beyan eder.

Cenab-ı Hakkın vahiy ve ilham yoluyla tüm mahlûkatına tâlimâtlar ve bilgiler gönderdiğini nazara veren Saîd Nursî, âlem-i gaybın her tarafında vahiylerin hakikatının her zaman hükmettiğini, âlem-i şehâdette ise Cenab-ı Allah’ın peygamberlerini vahiyle ihâta ettiğini, Kur’ân’ın ve semâvî kitapların sırf vahiyden ibâret olduğunu, Cenab-ı Hakkın Kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuştuğunu, böylece ilmiyle ve kudretiyle olduğu gibi kelâmıyla da her yerde hâzır ve nâzır bulunduğunu kaydeder.

Bedîüzzaman’a göre, vahiy gölgesiz ve sâfîdir. İlham ise gölgelidir, renkler karışır ve umûmîdir. Melâike ilhamları, insan ilhamları, hayvan ilhamları gibi muhtelif ilhamlar Allah kelâmının, denizlerin köpükleri kadar sonsuz tasarruflarındandır. “Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi” (Kehf Sûresi: 109) âyeti buna işâret etmektedir. Cenab-ı Hakkın kullarıyla ve mahlûkatıyla konuşmaları, onları sevdiğinin ve duâlarına fiilen ve kavlen cevap verdiğinin alâmetidir.

(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)


20.10.2006




Sorularla Risale-i Nur



Mü’minin mü’mine duâsı nasıl olmalıdır?


Esbâb-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde duâ makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimâı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.

Ezcümle, duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir dua olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.

* Hem bizahri’l-gayb, yani gıyaben ona dua etmek,

* Hem hadiste ve Kur’ân’da gelen me’sur dualarla dua etmek; meselâ,

“Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum.” (en-Nevevî, el-Ezkâr, 74); “Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.” (Bakara Sûresi, 2:201.) gibi câmi duâlarla dua etmek

* Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble dua etmek,

* Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,

* Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,

* Hem Cumada, hususan saat-i icabede,

* Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede,

* Hem Ramazan’da, hususan Leyle-i Kadir’de duâ etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyen me’muldür.

O makbul duânın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, duâ kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir sûrette kabul edilmiş denilir.

Mektubat, s. 270

esbâb-ı kabul: Kabul sebepleri.

şerâit: Şartlar.


20.10.2006





 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Cömertlik




Cömertlik, istemeden ve hakkı olmadığı halde muhtaç olanlara herhangi bir karşılık beklemeksizin bol bol vermek demektir. Cömertlik ahlâkî bir fazilettir. Aşırısı israf, yokluğu cimriliktir. Her ikisi de kötü kabul edilmiş ve yasaklanmıştır.

Allah’ın güzel isimlerinden biri de Cevad’dır. Yani, çok cömert olan demektir. Bunun içindir ki yarattığı canlılarda sayısız nimetleri ihsan etmektedir. Cenâb-ı Hak kendisi böyle cömert olduğu gibi, kullarının da cömert olmasını, kendi mal ve servetlerinden güçlerinin yettiği nispette başkalarına yardımda bulunmalarını ister. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Allah Tayyib’dir, iyiliği sever. Ve Allah cömerttir, cömertliği sever.”1

Allah Teâlâ, İsra Sûresinde şöyle buyurmuştur: “Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de onu açıp israf etme ki, sonra kınanmış olursun ve eli boş, açıkta kalırsın.”2 Yapılan yardımın cömertlik sayılabilmesi için iyi niyet ve Allah rızasının bulunması şarttır. Böyle olmayıp karşılığında hizmet, teşekkür ve övgü beklenen yardımlar cömertlik sayılmaz. Çıkar düşüncesi ile yapılan iyilikleri fazilet olarak değerlendirmek mümkün değildir. Güzel hasletler her zaman insanda doğuştan bulunmayabilir. Bir insan cömert olmayabilir veya hayır ve iyilikle elini vermeye alıştırmış olmayabilir. Fakat unutulmamalıdır ki, her güzel haslet gibi, cömertlik de iradeyi zorlamakla elde edilir. Nasıl ki ilim, ilme çalışmak, kendini zorlamakla elde edilirse, cömertlik de böyledir. İnsan vere vere vermeye alışır, zamanla vermek onun melekesi hâline gelir ve ruhuna ulvî bir zevk vermeye başlar.

Müslüman, cömertliği alışkanlık hâline getirmeli, Allah’ın kendisine verdiği nimetleri başkalarına dağıtmaktan haz duymalıdır. Peygamberimiz (asm) ve ashabı, tarihte eşi görülmemiş ölçüde cömertlik göstermişlerdir.

Cimri, vermekle malının azalacağından korkar. Hâlbuki kişi kesenin ağzını bağlamakla kendi rızkının da bağlandığının farkına varmamaktadır.

Mü’min, dünyanın fâniliğini idrak edip ebedî yurdunu düşünen, uzun soluklu ve ufku geniş insandır. Kısacık ömrünün yanında sonsuz hayatını da düşünmek daha akıl kârı değil midir?

Kur’ân’da şöyle buyurulur:

“…gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. O’nu dinleyin, O’na itaat edin. Kendinize iyilik olsun diye Allah yolunda bağışta bulunun. Kim nefsini cimrilikten korursa kurtuluşa erenler onlardır. Eğer siz Allah yolunda harcamakla Allah’a ödünç verirseniz, O size bunu kat be kat fazlasıyla geri verir ve sizin günahlarınızı bağışlar. Allah, Şekur’dur; küçük bir iyiliğin karşılığını fazlasıyla verir.”3


Dipnotlar:


1- Tirmizî, Edep, 41.

2- İsrâ Sûresi, 29.

3- Tegabün Sûresi, 16-17.

Necmi ÜNLÜ

21.10.2006




Takvim



Yirmi sekizde veda ilahileri başlar,

Bayram sevinci, içinde hüznü saklar.

Mübarek Ramazan’ı vedaya,

Daha hazır değil, Nurlanan kalbler.

Ferhat ÖĞMEN

21.10.2006




Gitme sultanım!




On bir ay yolunu gözlemiştik. Seni heyecanla beklemiştik. "Hoşgeldin" yazan mahyalarla süslemiştik camilerimizi. Rahmet oldu gelişin, sağanak sağanak yağdın çorak gönüllerimize. Tesellî verdin yaralı kalplerimize. Işık oldun karanlık gecelerimize.

Kanayan yaralarımız bir nebze dinmişti. Yetimlerin, yoksulların yüzü gülmüştü. Ele avuca sığmayan nefsimiz uzun zamandır bu kadar masum olmamıştı. Ne olur gitme sultanım biraz daha kal. Bizi bu dehşetli asırda, âhirzamanın dağdağasında bırakma.

Bizler, geçmiş bütün zamanlardan daha çok muhtacız sana. Daha edecek duâlarımız var. Affedilmeyi bekleyen günahlarımız var. Biraz daha kalsan ne çıkar?

Ne zamandır camilerimizi böyle tıklım tıklım görmemiştik. Fakir ile zengin, işçi ile patron aynı safta, aynı sofrada... Omuz omuza, el ele, diz dize.. Herkes memnun halinden, herkes mutlu. Çocukların gözlerinde parlayan Allah sevgisine, Ramazan coşkusuna ne demeli? Hepsi oruç tutmak, namaz kılmak, camiye gitmek için can atıyorlar. Şimdi bütün bu sevincimizi yarıda bırakıp gitme sultanım.

Ruhumuza huzur, sofralarımıza bereket getirmiştin. Gözyaşlarımızı şefkatinle silmiştin. Hiç düşünmez misin, gidersen ne olur halimiz? Ya bir daha göremezsek seni? O bin aydan daha hayırlı geceyi... Bir daha nasıl hissederiz melekleri kendimize bu kadar yakın? Ne olur sultanım hemen gitme sakın! Gidersen, özlemez miyiz sanıyorsun tatlı telâşlarla geçen iftar vakitlerini. Uykulu gözlerle uyandığımız sahur vakitlerini... Aramaz mıyız sanıyorsun yokluğunda seni? Gitme sultanım...

"Bu gün teravihe gitmiyor muyuz" diye soran masum yavrulara ne cevap vereceğiz? Ramazan davulunun sesini, hacivat-karagöz gösterisini, her dakikanı, her ânını özleyeceğiz.

Gitme sultanım. Ne çabuk tükendi bir bir günler, daha dün gelmiş gibisin. Biraz daha kal da üzerimizdeki kara bulutlar tamamen dağılsın, gitsin. Dünyada bize cenneti hatırlatan güzelliğinle biraz daha yaşayalım bu atmosferi.

Tüm güzelliğin ve nurunla âhir zamandan geçerken kalplerimizi ve geçtiğin zamanı temizle, arındır kirlerinden ne olur. Gideceğini bile bile kalmanı istiyor yüreğim. Yokluğun şimdiden boğazımda düğümleniyor. On bir ay öncesinden, daha gitmeden başladı hasretin, özlemin.

Ne desem gideceksin biliyorum. Peki git ama; kalplerimize öyle nurânî hediyeler bırak ki hep Ramazandaymış gibi yaşayalım. Bozulmasın getirdiğin bu mânevî ortam. Bize öyle bâkî meyveler bırak ki, Cennette karşımıza çıksın. Bağışlanmamıza ve duâlarımızın kabulüne, hayırlara öyle bir vesile ol ki, varlığını hep yanımızda hissedelim, sanki hiç gitmemişsin gibi. Yani git ama mânen hep yanımızda ol, gitme sultanım.

Mehtap YILDIRIM

21.10.2006




NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR



Yirmi Beşinci Söz


* “Kur'ân'ın, kırk vecihle mucize olduğu ve Kâinat Hâlıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve Mucizat-ı Kur'âniye namlarındaki, Risâle-i Nur'un bir güneşi olan meşhur bir risâlede tafsilen beyan edilmiştir” (Şuâlar, s. 119)

* “Aziz sıddık kardeşlerim,

“Bir meseleyi, çoktan beri size söylemek lâzım iken unutmuştum. O da şudur: Mucizât-ı Kur'âniye risâlesindeki ekser âyetler, herbiri, ya mülhidler tarafından medar-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından îtiraza uğramış veya cinnî, insî şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş âyetlerdir. İşte, Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar, i'câzın lemeâtı ve belâgat-ı Kur'âniyenin kemâlâtının menşeleri olduğunu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş; bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeyerek cevab-ı kat'î verilmiş.” (Emirdağ Lâhikası, s. 157)

* “Âyât-ı Kur'âniyenin i'câzlarını beyan ve Kur'ân'ın kırk vecihle mucize olduğunu yedi adet küllî vecihlerde ispat eder. Risâle-i Nur'un en meşhur ve parlak risâlesidir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 111)

* “Risâle-i Nur'un en mübarek ve bereketli olan Yirmi Beşinci Sözün ehemmiyetini gösteriyor” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî)

* “Risâle-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen ‘Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir’ (Bakara Sûresi: 20) ‘Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.’ (Ankebut Sûresi: 62) ‘Kudreti her şeye galip olan ve her işi hikmetle yapan da Odur’ (Nahl Sûresi:60) ‘Onun kudreti her şeye galiptir, O çok bağışlayıcıdır’ (Ankebut Sûresi: 5) gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekelerde ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâğat ve meziyetler ve cezâletler ve nükteler bulunduğunu, Yirmi Beşinci Sözün İkinci Şûlesinin İkinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pek çok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek, o hülâsalarda bir mucize-i kübrâ bulunduğunu muannidlere de ispat etmiş” (Şuâlar, s. 222).

Hazırlayan: Fatma ÖZER

21.10.2006




SORULARLA ORUÇ



* Oruç borcu olup fidye de ödemeden ölen hastaların fidyelerini vârisleri ödeyebilirler mi? Tutulmayan Ramazan orucunun fidyesi verilirse, kaza yükümlülüğü kalkar mı?


Sağlıklarında fidyelerini kendileri ödeyemeyenler, öldükten sonra fidyelerinin ödenmesini vasiyet edebilirler. Böyle bir vasiyetin bulunması halinde, geride bıraktığı malın üçte biri fidyeyi ödemeye yeterli ise mîrasçılarının bu bedeli ödemeleri vacip olur.

Vasiyeti yoksa veya malının üçte biri fidyenin ödenmesine yeterli değilse, mîrasçılarının sırf hayır ve fazîlet olarak bu fidyeyi kendi mallarından kendi rızaları ile ödemelerinin makbûle geçen bir davranış olacağı muhakkaktır.

Fidye ödeyebilecek kadar mâlî güce ve imkâna sahip bulunmayanlardan bu yükümlülük ölümle birlikte düşer. Ancak ölene kadar bu fidyeyi ödeme gayreti içinde olmaları gerekir.

Fidye, iyileşme umudu olmayan ağır hastadan kaza yükümlülüğünü kaldırır.

Fakat iyileşen hastalar, fidyelerini vermiş olsalar bile, hastalık günlerinde tutmadıkları orucu gününe gün kaza ederler. İyileşmiş hastaların, daha önce verdikleri fidye, kendilerinden kaza yükümlülüğünü kaldırmaz.

Süleyman KÖSMENE

21.10.2006




YAKARIŞ



Allah'ım!

Sana geldik! Sana döndük! Sana el açtık! Senin dergâhına yüz sürdük! Seni istiyoruz! Günahkârız! İsyankârız! Çaresiziz! Perişanız! Bize rahmet eden Sensin! Bize acıyan ve merhamet eden Sensin! Bize veren Sensin! Bizi kabul eden Sensin! Biz Senin kadr-i kıymetini bilemedik! Biz Sana gereği gibi yaklaşamadık! Biz Senin değerini takdir edemedik! Bizi bağışla Rabbim! Bize akıl, fikir, iz'an, basiret, feraset ver! Bizi Kendine kul eyle! Bizi Habibine ümmet eyle! Cehennemden azat eylediğin kullarının listesine bizi de ilhak eyle! Arefeyi ve bayramı âlem-i İslâm için hayırlara vesile kıl! Müslümanların dünya ve ahiret sıkıntılarını gider! Âmin.

Süleyman KÖSMENE

21.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



"Eyvah bize!" derler. "Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? İşte Rahmân'ın vaad ettiği! Demek peygamberler doğru söylemiş!"


Yâsin Sûresi: 52


21.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



İnsanlardan utanmayan Allah'tan da utanmaz.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3760


21.10.2006




Arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif



Aziz, mübarek kardeşlerim,


Pek çok selâm... Bizim memlekette eskide Arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve Arefede dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir. Ben, gerçi sizleri göremiyorum ve hususî herbirinizle görüşmüyorum; fakat ben, ekser vakitler, duâ içinde herbirinizle bazan ismiyle sohbet ederim.


Şuâlar, s. 266


***

Aziz, sebatkâr, fedakâr, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Gelecek bayramınızı tebrik ederim. “Yemin olsun fecre. Ve o geceye” (Fecir Sûresi: 2) kasem-i Kur’âniyle fevkalâde kıymetleri tahakkuk eden o mübarek gecelerde ve seherlerde mübarek kardeşlerimin mübarek duâları hem bana, hem ehl-i imana çok bereketli ve nurlu olmasını rahmet-i Rahman’dan niyaz ederim.


Kastamonu Lâhikası, s. 14


***

Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir hâleti çok defa tetkik ettim, gördüm ki, o hâlet hakikattir. O hâlet şudur ki:

Sûre-i İhlâsı Arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki, bendeki mânevî duyguların bir kısmı, birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mânâ tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, mânevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder.

Ve hâkezâ, git gide, o tekrarda yalnız bir kısım letâif kalır ki, pek geç usanıyor; devam eder, daha mânâya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lâfız ve lâfz-ı müşebbi’ olduğu bir meâl-i icmâlî ile ve isim ve alem bulundukları mânâ-yı örfî onlara kâfi geliyor. Eğer mânâyı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir.

Ve o devam eden lâtifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cilt hükmündeki lâfızları onlara kâfi geliyor ve mânâ vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lâfızlar ile, kelâmullah ve tekellüm-i İlâhî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.


Mektûbât, s. 326


Lügatçe:


kuvve-i müfekkire: Düşünme duygusu.

lâfz-ı müşebbi’: Doyurucu, tatmin edici söz.

meâl-i icmâlî: Kısaca özet mânâ.

mânâ-yı örfî: Bilinen, anlaşılan, kabul edilen mânâ.

tefehhüm: Anlama.

tekellüm-i İlâhî: Allah’ın kulları ile konuşması.

Bediüzzaman Said NURSİ

21.10.2006




Hakikî sevginin kaynağı imandır (1)




Sevginin gayesi


Kalb, sevmek için yaratılmıştır. Bu yüzden, insan alâkadar olduğu bütün güzel ve mükemmel şeyleri sever. Çiçekleri ve yıldızları sevdiği gibi, hayatı, dünyayı, güzel ahlâkı ve dostlarını da sever. Nasıl kendisine yardımı dokunan bir kimseye sevgi duyuyorsa, asırlarca önce yaşayıp da insanlığa büyük hizmetlerde bulunan kimseleri, tanışıp görüşmediği hâlde, muhabbetle anar. Öyleyse bu coşkun ve her şeyi kucaklayacak kadar geniş olan hissin insana veriliş maksadı nedir?

“Bâtın-ı kalb âyine-i Samed’dir ve O’na mahsustur”1 ifadelerinde belirtildiği gibi, sevgi mahalli olan kalbin asıl yaratılış maksadı Allah’ı sevmektir. Çünkü insan, kâinatın Yaratıcısı tarafından, yeryüzünde O’nun halifesi olarak yaratılmıştır. Bu hikmetin gerçekleşmesi için Allah, uçsuz bucaksız kâinatı yaratmış, gizli hazinelerini, misilsiz kemal ve cemalinin tecellilerini bu âlem sergilerinde teşhir etmiştir. Böylece kendi cemal ve kemalini hem kendi nazarıyla görüp müşahede etmek, hem de şuur sahiplerinin takdir ve teveccühlerinde görmek istemiştir. Bu husus bir hadîs-i kudsîde şöyle ifade edilir: “Mahlûkatı bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi müşahede edeyim diye yarattım.”2

Kendi cemal ve kemalini seven, şuur sahibi misafirlerine de sevdirmek için bu koca kâinatı yaratan Cenâb-ı Hak, onların da kendisini sevmesini beklemektedir. Dünyada Allah’ın misafirleri olmak şerefine erişen insanoğlu, kâinat sergilerinde görülen İlâhî tecellilerdeki ihtişam ve güzelliği müşahede ederek hayranlığını bütün kâinata ilân etmekle vazifelidir. Cemal ve kemale yaratılış itibariyle âşık olan ruhlar, o misilsiz güzelliklerin bâkî ve daimî olan Sahibine tükenmeyen bir aşk ve muhabbetle bağlanmak istidadındadır. Kalbin aşk-ı ebedî için yaratılmış olduğu ifadesinde bu hakikat dile getirilmiştir.

Allah, bizleri yokluk karanlıklarından çıkararak sayısız nimetlere gark etmesi bir tarafa, bizatihî nihayetsiz bir kemal ve cemale malik olması dahi muhabbet ve sevgi hissimizi hangi istikamete yönelteceğimiz hususunda bize yol göstermektedir. O sonsuz rahmet ve şefkat sahibi Yaratıcı, güzel isimlerinin tecellilerini kâinatta en mükemmel şekilde teşhir ederken, aralarında insanların da bulunduğu varlıkları sayısız nimetlerle ağırlamaktadır. Her insan kendisine ikram ve ihsanda bulunana muhabbet duyduğuna göre, bizimle beraber bütün sevdiklerimizi de nimetlere boğan Yaratıcımıza ne kadar muhabbet ve sevgi duymamız gerektiği âşikârdır.

Bir toplumdaki insanların birbirlerini sevmesi, bir sevgi toplumu meydana getirilmesi için, o toplumu meydana getiren fertlerin sevgilerini sağlam bir kaynaktan almaları gerekmektedir. Her güzel şey gibi, hakikî sevginin de kaynağı imandır. Kalbin “bâtını/özü/iç yüzü” Cenâb-ı Hakk’a mahsus olduğuna göre, ondaki engin muhabbet hissini bütünüyle Allah’a yöneltip karşılığında O’nun muhabbet ve rızasını elde etmeye çalışmak lâzımdır. Ama bu, Allah’ı sevmek için diğer varlıkları bir kenara itip onlara sırt çevirmek mânâsına gelmez. Esasen böyle bir şey zaten mümkün değildir. Çünkü insan olmamız sebebiyle etrafımızdaki belki de hemen herşeyle alâkamız vardır. Bu alâkalardan dolayı dünyaya, gençliğe, dost ve ahbablara, hayata, anne ve babamıza, eşimize ve evlâtlarımıza sevgi ve muhabbet duyarız. Peki, kalbin derinliklerindeki muhabbet hissinin Allah’a tahsisiyle, bunlara yönelen muhabbet nasıl kaynaştırılıp bir araya getirilebilir?

Dünya hayatında asıl olan, Allah’ın rızasını ve muhabbetini kazanmaktır. Diğer bütün alâkalar ve sevgiler, Onun namına ve Onun muhabbetine vesile oldukları nispette değer taşırlar. Bu nasıl olur? Meselâ, anne ve babamızı çok seviyoruz. Ama onlara duyduğumuz sevgi, Allah namına olmazsa, yani onları sadece dünya hayatı cihetinden hizmet ve fedakârlıklarını nazara alarak seversek de, bu menfaat karşılığı sevgi hem Allah hesabına olmadığı için makbul olmaz, hem çoğu zaman o mübarek zatların hukukuna gereken şekilde riayet edemeyiz, hem de onların muhabbetini bahane ederek kendimizi Allah’tan ve O’nun yolunda yapılan çalışmalardan alıkoymak suretiyle maddî ve manevî zararlara düşeriz. Halbuki onları misilsiz bir şefkatle donatıp hizmetimize koşturan Allah namına sevmek hem Allah’a olan muhabbetimizi artırarak mânen yükselmemize vesile olur hem de anne ve babamızın hukukuna riayet hususunda çok daha dikkatli oluruz. Çünkü bu hâlde onları Cenâb–ı Hakk’ın bizlere birer emaneti olarak gördüğümüz için, hizmetleri hususunda ayrı bir mesuliyet hissini vicdanımızda duyarız.

Aynı husus dünyaya duyduğumuz sevgide de bahis mevzuudur. Allah’ın sevgisiyle alâkası yönünden dünyaya baktığımızda, Bediüzzaman Hazretleri’nin tesbitiyle dünyanın üç yüzü olduğunu görürüz. Birinci yüzü Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine bakar ve onların aynasıdır. Allah’ın sonsuz cemal tecellîlerine sahne olarak Onun muhabbetine vesile olduğu için dünyanın bu yüzü sevgiye lâyıktır. İkinci yüzü ahirete bakar ve ahiretin tarlasıdır. Ahiret hayatının saadeti bu dünyada kazanılır. Bu yüz de sevilmeye lâyıktır. Üçüncü yüzü de insanın fani heveslerine bakar. Geçicidir ve aldatıcıdır. Bu yönüyle dünyayı sevmek, insanı Allah’tan ve yaratılış maksadından uzaklaştırır, felâkete sürükler. Fani dünya da elimizde durmaz, çabuk kaçar gider. Halbuki önceki iki yüzünü sevdiğimizde Allah’a muhabbetimiz daha da artar.3 Böylece, hem helâl dünya nimetlerinden istifade etmiş, hem de bu istifademizi ebedî saadete vesile yapmış olur ve kendimizi ölüm ve ayrılık eleminden kurtarırız.


—Devam edecek—


Dipnotlar:


1- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 598. İstanbul1980.

2- Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İ’câz, s. 17. İstanbul1959.

3- Sözler, s. 584 (32. Söz).

Mehmet Abidin KARTAL

21.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Sâlim



Allah (c.c.), Sâlim’dir. Yani noksansızdır, ayıp ve kusurlardan sâlimdir, münezzehtir. Sınırsız kemâldedir. Eksikliklerden berîdir. Sonradan yaratılmışlara benzemez. Bütün sıfatlarıyla eşsiz ve benzersizdir. Cenâb-ı Hak tüm canlılara hayatta oldukları her an esenlik, selâmet ve huzur verir.

Sâlim ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (asm) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebir’de vârittir.

Cenâb-ı Hakkın mâhiyetinin mümkinâtın mâhiyeti cinsinden olmadığını beyan eden Bedîüzzaman, Sâni-i Kadîr’in mekândan münezzeh olduğunu, bölünme ve ayrışma kabul etmediğini ve her şeye karşı bütün isimleriyle ilgili bulunduğunu kaydeder. Cenâb-ı Hak Vahid-i Ehaddir, Ferd-i Sameddir, Kadîr-i Mutlaktır, Alîm-i Mutlaktır, Rahîm-i Mutlaktır, Kerîm-i Mutlaktır.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, dârü’s-selâm olan Cennet bütünüyle, Allah’ın isimlerinin dünyaya nazaran daha yoğun tecellî ettiği yerdir.

Allah Teâlâ maddeden uzaktır, kaydın sınırlamasından ve maddeye mahsus karanlıklardan münezzehtir; bütün nûrlar ve aydınlıklar, Onun isimlerinin kutsî nûrlarının yoğun bir gölgesidirler. Cenâb-ı Hak, yer edinmeye ve mekân tutmaya muhtaç değildir. Uzaklık, yakınlık, büyüklük, küçüklük, perdeler ve engeller Onun yakınlığına, tasarrufuna ve görüşüne mâni olamaz. Maddî ve sonradan olanlar, âcizler, kayıtlılar ve sınırlıların özellikleri Zat-ı Akdese lâhik olamaz, yani Onun zatı ve vasıfları, bütün bu özelliklerin sonsuz derecede uzağındadır. Maddenin, imkânın, çokluğun, kayıt altına girmenin ve sınırlı olmanın gerekleri olan değişme, başkalaşma, yer tutma, bölünme gibi hususlar maddeden soyut, Vâcibü’l-Vücûd, Nûrü’l-Envâr, Vâhid-i Ehad, kayıtlardan münezzeh, hudutlardan berî, kusurlardan mukaddes ve noksanlı olmaktan yüce bir Zât-ı Akdese aslâ zarar veremez. Acz, Ona aslâ yakışmaz. Kusur, Onun izzetinin yüceliğine aslâ yanaşamaz.

Topraktaki tohumları, kökleri çok karışık oldukları halde, hiç şaşırmayarak, hârika bir sûrette sümbüllendirmenin, vücutlarını ayrı ayrı düzenlemenin, ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak, çiçek ve meyvelere ayırmanın, beden hücrelerine karışık bir sûrette giren gıda maddelerini eksiksiz bir hikmetle ve tam bir ölçü ile bölmenin, Hakîm-i Mutlak, Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakkın varlığını, kudretinin tasarrufunu ve birliğini gösterdiğini beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirmek ve her dakikada tam bir hikmetle ekip biçerek, “yeni kâinat mahsulâtını ondan alma” işleminin, Sâni-i Zülkemâlin zorunlu varlığını, kudretinin eksiksiz tasarrufunu, birliğini ve rubûbiyetinin büyüklüğünü göstermeye yeterli bulunduğunu kaydeder. Öyleyse selâmet ve esenlik, her şeyin Cenâb-ı Hak hesâbına tanınmasında ve Onun muhabbeti nâmına sevilmesindedir.


(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)


21.10.2006




SORULARLA RİSALE-İ NUR



Sahabelerden başkasına

“radıyallahu anh” denilir mi?


Evet, denilir. Çünkü Resûl-i Ekremin bir şiârı olan “aleyhissalâtü vesselâm” kelâmı gibi “radıyallahu anh” terkibi Sahabeye mahsus bir şiâr değil. Belki Sahabe gibi, veraset-i nübüvvet denilen velâyet-i kübrâda bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazalî gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemada Sahabeye radıyallahu anh, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne rahimehullah, onlardan sonrakilere gaferahullah ve evliyaya kuddise sirruhu denilir.


21.10.2006




Münâcâtü'l-Kur'ân



ZÂRİYÂT:


1. Ey Firavun’u ordusuyla birlikte yakalayıp denize atan! “O ise, inkâr ve inadı yüzünden son nefesinde kendi kendisini kınıyordu!” (40)

2. Ey Ad Kavminin üzerine köklerini kazıyan ve uğradığı herşeyi küle çeviren bir rüzgâr gönderen! (41-42)

3. Ey Allah’ım! Şüphesiz rızıklandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Sensin! (58)


TÛR:


1. Ey Tur Dağının, neşredilmiş sayfalar üzerine satır satır yazılı kitabın, gökte meleklerin tavaf ettiği mâmur makàmın, yükseltilmiş tavan gibi olan semânın ve taşkın denizin Rabbi! (1-6)

2. Ey “Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır” diyen! (7)

3. Ey çok iyilik eden Berr ve çok merhamet eden Rahîm! (28)


21.10.2006




Gerçek medeniyetin kaynağı Kur’ân’dır



Hakikî medeniyetin ve yüksek içtimâiyâtın, insanlık kanunlarının menbaı ve esası Kur’ân’dır. Kur’ân umum nev-i beşere hitap eden bir hatîb-i umumîdir. Kur’ân-ı Hakimin hakikî ve berrak ve parlak bir tefsiri olan Risâle-i Nur’da aradığınız imânî ve İslâmî, aklî ve fikrî, kalbî ve ruhî birçok ihtiyaçlarınızın tatmin edildiğini göreceksiniz. Kafanızdaki bir kısım istifhamların tam ikna edici bir tarzda cevaplandırıldığını büyük bir hayranlık ve şükran hisleri içinde müşahede edecek ve Risâle-i Nur’un kendinize hitap eden İlâhî hakikatlar mecmuası olduğuna kani olarak sonsuz bir huzur içinde mes’ûdâne bir hayat yaşamaya başlayacaksınız. O Nurları defalarca ve hattâ bir ömür boyunca okumak zevk ve sevgisinden kendinizi kurtaramayacaksınız.


21.10.2006




Vâcibü’l-Vücud



Şu kâinatın Sâni-i Zülcelâli, Vâcibü’l-Vücuddur. Yani, Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevâli muhâldir ve tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücut, Onun vücuduna nispeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir. Ve o derece Vücud-u Vâcib, râsih ve hakikatli; ve vücud-u mümkünat o derece hafif ve zayıftır ki, Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-ı vücudu evham ve hayal derecesine indirmişler, “Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur” demişler. Yani, “Vâcibü’l-Vücuda nispeten başka şeylere vücut denilmemeli; onlar vücut ünvanına lâyık değillerdir” diye hükmetmişler.


Mektûbât, s. 241


21.10.2006




Takvim



Yirmi sekiz oldu oruç

Cezasız kalır mı hiç suç

Kul kulluğunu bir bilse

Nur iman dolar kalbine

Celâl YALÇIN

21.10.2006




Peygamberimiz (asm), gelenlere ne öğretirdi?




Sahabelerin bilhassa fakir ve muhtaç olanları “Dârü’l-Erkam”dan günlerce dışarı çıkmadan dururlardı. Bazen olur ki açlıktan karınları yapışırdı. Çoğu zaman biri kendilerini çağırır da yemek yedirir diye beklerlerdi. Çoğu zaman Peygamberimiz (asm) onlara yemek yedirir ve yiyecek gönderirdi. Bazen de zengin sahabeler onları yemeğe dâvet eder ve Darü’l-Erkam’a yiyecek taşırlardı. Bu yoksul ve fakir sahabelere en çok yardım eden de Câfer bin Ebî Talip idi. Zaman zaman evine götürür, ne var ne yoksa yedirirdi. Bazen de yağ ve bal tulumunu getirirdi. Sahabeler onu parçalar da içindeki kalıntıları dilleri ile yalarlardı.1

Peygamberimiz (asm) kendisine ilim öğrenmek için gelenlere önce imanı öğretirdi. Şöyle buyururdu: “Allah’tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammed’in (asm) onun kulu ve resûlü olduğuna şahitlik edeceksin. Namaz kılacaksın. Bunun için de namaz kılacak kadar Kur’ân öğrenecek ve ezberleyeceksin. Fakir ve muhtaç olan mü’minlere yardımcı olacak, sadaka vereceksin. Kendin için ne istiyorsan kardeşin için de isteyecek, neden sakınıyorsan, onu kardeşine de yapmayacaksın”2 diye ders verirdi.

Bir kişi iman ederek Müslüman olduğu zaman Peygamberimiz (asm) ona namaz kılmayı öğretirdi.3 Hakem bin Umeyr (ra) anlatıyor: “Hz. Peygamber (asm) bize namazı öğreterek şöyle buyurdular: ‘Namaza başlarken ‘Allahü Ekber!’ diyerek tekbir getirirsin. Bu sırada ellerini kulaklarından yukarıya geçmeyecek şekilde kaldırırsın. Sonra ‘Sübhâneke Allahümme ve bihamdik. Ve tebareke’smük. Ve teâlâ ceddük. Ve lâ ilâhe ğayrük’ dersin” buyurarak namazı güzel bir şekilde öğretirdi.4

Yine Peygamberimiz (asm) Kur’ân sûrelerini ve bilhassa Fatiha ve İhlâs Sûresini talim eder, öğretirdi.5 Hz. Ali (ra) anlatıyor: “Hz. Peygamber (asm) bir gün beni yanına aldı ve Mekke dışına çıkarttı. Beraberce Kur’ân okuyorduk, yani bana Kur’ân öğretiyordu. Bir koyun sürüsü gördü. Bana o sürüyü göstererek şöyle dedi:

“Yâ Ali! Sana beş bin koyun vermemi mi istersin, yoksa dünya ve ahiretin için faydalı olan beş kelime öğrenmek mi istersin?”

Ben dedim:

“Ey Allah’ın Resûlü! Beş bin koyun az değildir; ama ben o beş kelimeyi öğrenmek isterim.”

Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) buyurdu:

“Yâ Ali! Allah’a şöyle duâ et: ‘Allahım! Günahlarımı affet. Ahlâkımı güzelleştir. Bana helâl rızık ver. Bana verdiğin nimetlerle yetinmememi sağla. Beni yasaklamış olduğun şeylere, amellere meylettirme. Kalbimi muhafaza et!’”6

Peygamberimiz (asm) bu şekilde en ince detaylarına kadar imanı, Kur’ân’ı ve namazı öğretiyordu.


Dipnotlar:


1- Terğib ve Terhib, 1:75

2- Kenzu’l-Ummal, 1:70

3- Heysemi, Mecmâu’z-Zevâid, 1:293

4- Kenzu’l-Ummal, 4:203

5- Kenzu’l-Ummal, 4:218

6- Kenzu’l-Ummal, 1:305

M. Ali KAYA

21.10.2006




Duâ




“Duâlarınıza dikkat edin, çünkü gerçekleşebilir.”


(Emerson)


“De ki: Eğer duânız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” (Furkan Sûresi: 77) Duâ kulluğun sırrıdır. Belki ruhudur.

Bütün varlıklar kendi lisanıyla yaratıcılarına duâ ederler. Sebepleri yaratan Allah’tan istek ve arzularını talep ederler.

Bir kısım duâlar vardır ki, kabul edilmesi zaruret derecesine gelmişse Allah bu duâları geri çevirmez.

Duâ etmek insanın vazifesidir. Fakat insan, duâ ettikten sonra “Benim duâm kabul edilmedi” diye Allah’a itiraz edemez. Çünkü insan, duâ etmekle vazifelidir. Allah isterse kabul eder, isterse kabul etmez. Hakkımızda neyin daha hayırlı olacağını ancak Allah bilir.

İnsan usûl ve âdâbına uygun şekilde duâ ettikten sonra sonucu tevekkül ve teslimiyet içerisinde karşılamalı.

Bediüzzaman Said Nursî duâ konusunda şöyle der: “Duâ bir ibadettir. Kul kendi acizliğini ve fakirliğini duâ ile anlar, ilân eder. Zahirî maksatlar ise o duânın ve ibadetin vakitleridir. Hakikî faideleri değil. İbadetin faidesi ahirete bakar. Dünyevî maksatlar hâsıl olmazsa ‘O duâ kabul edilmedi’ denilmez, belki ‘Daha duânın vakti bitmedi’ denilir.”

Mehmet ERBAŞ

21.10.2006



 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



İşte, tek bir sesledir ki, hepsi birden toplanıp huzrumuza getirilirler. O gün hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Ancak işlediklerinizin karşılığını görürsünüz.


Yâsin Sûresi: 53-54


22.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Cennete giren nimet görür, sıkıntı çekmez. Elbisesi eskimez, gençliği zâil olmaz.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3761


22.10.2006




Kâinata Allah nâmına bakmalı



İ’lem eyyühe’l-aziz!

Bir bürhanla elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti’zamla dar zihinlerine sığıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat’i, sahih bürhanı reddetmek üzere, “Bu neticeyi, bu kadar azametiyle, şu bürhan onu intaç edemez” diye bahanelerle kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyûmu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi, o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza, bürhan bir değildir; bin değildir, zerrat-ı âlem adedince bürhanlar vardır.

Fesübhanallah! Mülkle melekût arasındaki hicap ne kadar incedir, aralarındaki mesafe ne kadar büyüktür! Dünyayla ahiret arasındaki yol ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. İlimle cehil arasındaki hicap ne kadar latif ve ne kadar kalındır! İmanla küfür arasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir! İbadetle masiyet arasındaki mesafe ne kadar kısadır! Halbuki araları Cennet ile Nârın araları kadardır. Hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur! Evet, hal ile mazi arasında öyle ince bir perde vardır ki, ruhun mazi cihetine geçmesine mani değildir; cesede nisbeten bitmez bir mesafedir.

Kezalik, mülkle melekût, dünyayla ahiret arasında ehl-i kalb için şeffaf, ehl-i heva için kesif ince bir perde vardır.

Kezalik, geceyle gündüz arasında latif bir perde var ki, gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi; nefsin âlem-i maneviyata gözü kapanırsa ebedî bir gece içinde kalır, gözü maneviyata açılırsa neharı inkişaf eder.

Kezalik, Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehil olur.

Kezalik, iman ve tevhidle bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir.

Kezalik, ef’al-i beşer için iki cihet vardır. Eğer niyetle Allah’ın hesabına olursa, tecelliyata makes, şeffaf, parlak olur. Eğer Allah hesabına olmasa, zulmetli bir manzarayı göstermiş olur.

Kezalik, hayatın da iki veçhi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar; diğeri şeffaf, ahirete nazırdır. Nefis, siyah veçhin altına girer, şeffaf veçhe terettüp eden saadet-i ebediyeyi ister.

Mesnevî-i Nuriye, s. 166


Lügatçe:


isti’zam: Büyütme.

intaç: Netice verme.

mülk: Madde âlemi.

melekût: Eşyanın Cenab-ı Hakka bakan ve herşey için mutlak güzel olan yüzü.

hicap: Perde.

masiyet: Günah, isyan.

nâr: Ateş, Cehennem.

ehl-i heva: Nefsinin arzularına uyanlar.

nehar: Gündüz.

esbab: Sebepler.

cehil: Cehalet.

kezalik: Bunun gibi.

illâ: Tam tersi ise..

zulümat: Karanlık.

ef’al-i beşer: İnsanın fiilleri.

terettüp: Netice olarak çıkmak, sıralanmak.


22.10.2006




Sevgi toplumuna ilk adım



Sevgi toplumuna ilk adım, toplumu meydana getiren fertlerin gönüllerinde menfaate dayanmayan, yapılan iyilik ve ekonomik yardımlarda Allah’ın rızasından başka karşılık beklenmeyen, fedakârlık, feragat, merhamet gibi duyguların hâkim olmasıyla atılır. Bu da kaynağı iman olan sevgiyle mümkündür. Her şey Allah’ı sevmekle başlar. Yaratılan, Yaratan’dan dolayı sevilmelidir. “İnsanı, insan olduğu için sevmek ve saygılı olmak, asıl olan budur. Yoksa sadece kendi gibi düşünenleri sevmek ve saymak, samimî ve insanca bir sevgi ve saygı değil, bir bencillik ve insanın kendi kendini putlaştırması demektir. Hele hele temel düşünce ve tasavvurda, aynı çizgide olup da, tıpatıp bizim gibi düşünmeyenleri horlama ve aşağılama bir mürüvvetsizlik ve bencilliktir.”4

Günümüzde sevgiyi besleyen fedakârlık, feragat, merhamet gibi insanî duygular azalıyor. Böylece sevginin mekânı olan gönüller çoraklaşıyor denilebilir. Sonuçta da günümüz insanı, sevgi yetimi, şefkat öksüzü olarak yaşamaya mahkûm oluyor. Oysa ki sevgi, hayatın mânâsı, mutluluğun mayası, kalplerin cilâsıdır. Onsuz bir dünya anlamsız ve yaşamak tatsızdır. Sevgi, muhtevasını yitirmiş, içi boş bir kavrama dönüşmüş gibidir. Sevginin özünde özveri vardır, karşılık beklememek vardır, vermek vardır. Bu mefhumların toplumda hâkim olması, aynı zamanda belli ölçüde sosyo-ekonomik adaletin sağlanması demektir. Şimdi çılgın bir tüketim toplumunun anaforunda gittikçe hoyratlaşan insana nasıl tattıracağız gerçek sevgiyi? Sevgi, bir nazlı gönül misafiridir. Onu davet edebilmek için, önce gönül evini imanla tertemiz etmek gerekir. Maddeciliğin kararttığı, paslandırdığı, harabeye çevirdiği bir mekânda sevgi çiçekleri değil, bencillik zakkumları yetişir. Ruha ruh olan, hayata hayat veren sadece sevgidir. Hedefini bulmuş sevgi, kalbimizin gıdası, ağzımızın tadı, ömrümüzün amacı, toplumun huzuru, mutluluk ve refahımızın teminatıdır.

İslâm’ın özünde sevgi var. Cenâb-ı Hakk’ın insan ruhuna yerleştirdiği en güzel duygulardan biri sevgidir. Bu his sayesinde ruhumuz şenlenir, hayatımız ışıklanır. Muhabbet, imanın bir neticesidir. Onda Allah’ın isimlerinden Vedûd, Habib gibi isimlerin öncelikli tecellileri vardır. Sonsuz rahmet ve şefkatiyle Allah’ın en ziyade nihayetsiz muhabbete lâyık oluşunu ifade eden bu isim, muhabbet hissinin sonsuzluğunu gerektirir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz cemal ve kemali, sonsuz bir muhabbet hissinin kendisine yönelmesini ister. Bu sırdandır ki, bir kısım evliya kâinatın mayasının muhabbetle yoğrulduğunu söylemişlerdir.5 Gerçekten de, bu gözle bakıldığında, kâinatın baştan başa aşk ve muhabbetle dolu bir âlem olarak yaratıldığı görülür. Varlıkların bitip tükenmeyen hareketleri ve faaliyetleri, canlı ve cansız âlemlerin kendi içlerindeki ve birbirleri arasındaki münasebetlerin birbirinin yardımına koşacak şekilde tanzim edilmiş olması bu hakikatı gösteren şahitler arasındadır.

Bu mânâyı görüp kâinattaki Vedûd isminin tecellîlerini okuyabilmek, ancak kuvvetli bir imanla mümkündür. Ancak imanlı bir kimse, sayısız maksatlar için yaratılan bu kâinatta galaksilerden atomlara varıncaya kadar, aynı Yaratıcı’nın elinden çıkmış ve ona hizmet için varlık âleminde bulunan mahlûklar arasındaki kardeşliği görebilir, yardımlaşmayı fark edebilir.6 İman insana böyle bir anlayış kazandırdığına göre, her şeyden önce mü’min kalbinin, muhabbetle dopdolu olması icap eder. Kâinattaki her şey birbiriyle muhabbetli bir münasebet içinde iken, insanın ve bilhassa mü’minin yekdiğerine sevgi duymaması düşünülemez. Bu yönden, imanın toplum hayatına kazandırdığı muhteşem bir netice ortaya çıkar. İnsanlar arasında imandan doğan bir kardeşlik bağı, ana, baba, kardeş gibi akrabalık ve aynı şehrin veya ülkenin sakinleri olması itibariyle ortaya çıkan hemşehrilik gibi bağlarla daha da pekişerek insanlar arasında sarsılması kolay kolay mümkün olmayacak bir kaynaşmayı vücuda getirir.

Bir çok İslâm âlimi ve mutasavvıfı gibi muhabbeti İslâmiyet’in mizacı ve rabıtası7 olarak vasıflandıran Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, büyük bir hakikati dile getirmişti. Nitekim bunun en mükemmel örneği, Asr-ı Saadet’te yaşanmıştır. Cahiliye devrindeki Arapların büyük ekseriyeti, bilindiği gibi, az sayıdaki müstebidin zulmü ve baskısı altında inliyordu. Kadına eşya muamelesi yapılıyor, bazıları kız çocuklarını diri diri gömüyordu.8 Kalbi katı olan insanlar, en küçük bir söz yüzünden binlerce kişinin hayatına mal olan savaşlara tutuşmaktan kaçınmıyorlardı. Böyle bir zeminde gelen İslâm, kalbleri bir anda yumuşatıp, evvelce kızlarını diri diri gömecek kadar merhametsizleşebilen insanları, karıncaya basamayacak bir ruh inceliğine ulaştırdı. Kur’ân’da beşer tarihinde benzeri görülmeyen olağanüstü durumu “Hani siz birbirinize düşmüş kişiler idiniz de, O gönüllerinizi telif etmiş, birleştirip kaynaştırmış ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.” (Al–i İmran, 3/103) sözleriyle dile getirilmiştir.

Mü’minler arasındaki muhabbetin, sevginin en göz kamaştırıcı örneklerinden biri de, Mekke’den Medine’ye hicret eden Muhacirlerle onlara kollarını açan Medineli Ensar arasındaki kardeşliktir. Medine’ye hicretten 5 ay sonra Resûl-i Ekrem (asm), Ensar ile Muhaciri bir araya toplamış ve kırk beşi Muhacirlerden kırk beşi Ensardan olmak üzere 90 kişiyi kardeş yapmıştır. Peygamber Efendimiz’in (asm) kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî ve manevî yardımlaşma ve birbirlerine varis olma esasına dayanıyordu. Bu sûretle Muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma ve onlara güç ve destek kazandırma gayesi güdülmüştü.9 Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden herbirinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacaktı. İşte sevgi toplumu, işte bu karşılıklı sevginin doğurduğu sosyo-ekonomik yapı... Bu kardeşlik sayesinde Muhacirlerin iâşe ve iskân meseleleri de hâl yoluna girmiş oluyordu. Ensardan her biri, Muhacirlerden birini evinde barındırıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu nesep kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti. Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müsbet neticesini verdi. Toplumun muhtelif tabakaları bu kardeşlik sayesinde birbiriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu sûretle niyetleri kudsî, gayeleri, ulvî, içleri dışları nur faziletli bir sevgi toplumu meydana geldi.



Devam edecek



Dipnotlar:



4. Gülen, M. Fethullah, Çağ ve Nesil, s. 137, İzmir, 1982.

5. Nursi, Sözler, s. 583.

6. (Komisyon), Ölçü, İlâhiyat Serisi, Yay. s. 83, İstanbul, 1983.

7. Nursî, Bediüzzaman Said, Hutbe–i Şamiye, s. 46. İstanbul, 1960.

8. Suruç, Salih, Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, (Mekke Devri) s. 476; Yeni Asya Yay. İstanbul, 1992.

9. Haşr, 9.

Mehmet Abidin Kartal

22.10.2006




ESMA-İ HÜSNA



Müheymin


Allah (c.c.), Müheymin’dir. Yani kullarını korur, kullarının her hallerini murakabe eder, gözetler, denetler, her şeyin her haliyle ihtiyaçlarını bilir, görür, seslerini ve yakarışlarını işitir, acır ve imdat eder. Cenâb-ı Allah mahlûkatının her haline şâhittir. Yüce Rabbimiz sözünde, vaadinde, işlerinde ve fiillerinde emniyet sahibidir; kullarına emniyet ve güven verir ve her türlü korkulardan emîn kılar.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği1 Müheymin ismi Kur’ân-ı Kerîm’de de geçer. Cenâb-ı Rabb-i Müheymin şöyle buyurur: “O Allah ki, kendisinden başka İlâh olmayan, Melik, Kuddûs, Selâm, Mü’min, Müheymin, Azîz, Cebbâr, Mütekebbir’dir. Müşriklerin koştukları şirklerden ve bâtıl sıfatlardan münezzehtir.”2

İnsanın büyük hilâfet rütbesinde ve büyük emânet vazifesinde varlıkların umûmî terbiyesiyle ilişkilendirilen amellerinin ve fiillerinin eksiksiz yazıldığını ve korunduğunu3 beyan eden Bedîüzzaman, Cenâb-ı Hakkın her şeyi nizam ve mîzan içinde muhâfaza ettiğini, nizam ve mîzanın, ilim, hikmet, irâde ve kudretin tezâhürü ile gerçekleştiğini kaydeder.4

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenâb-ı Hakkın küllî irâdesinden, sınırsız kudretinden, kuşatıcı ilminden, isimlerinin tecellîlerinden ve ehâdiyet fiillerinden hiçbir şey saklanamaz, Ona hiçbir iş ağır gelmez, Ondan hiçbir iş gizlenmez, Onun tasarrufundan hiçbir fert uzak kalmaz, hiçbir şahsiyet de külliyet kazanmadan Ona yaklaşamaz. Celîl-i Zülcemâl ve Cemîl-i Zülcelâl insana gayet yakındır, insan ise Ondan gayet uzaktır.5

(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)


Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavat, s. 86; 2- Haşir Sûresi: 23; 3- Sözler, s. 75; 4- A.g.e., s. 76; 5- A.g.e., s. 179


22.10.2006




Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden



Akıl tam anlamasa da, kalp ve ruh hissesini alır


Kur’ân-ı Kerimin mânâsı bilinmese de, okunduğu ve dinlendiği zaman ruhlarda nasıl ki mânevî ve derunî bir tesir husule gelir. Zira kelâm, Allah kelâmıdır. Bu Kelâmullah’taki ve İslâmiyetteki mânânın kudsiyetidir ki, Türkler İslâmiyetle cihangir oldular, kıtalar, beldeler fethettiler. Bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmaktadırlar. Aynen öyle de, Kur’ân’ın bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’daki bazı bahisleri başlangıçta tamamen anlayamazsanız da onun mânevî tesiri ve mânevî feyzi, ruh ve kalbinize nüfuz eder; mânâ âleminizi istilâ eder, kat’iyen istifadesiz kalmazsınız ve kalmıyoruz. Hem insan yalnız akıldan ibaret değildir; kalb, ruh, sır ve vicdan gibi mânevi lâtife ve cihazata da mâliktir. Aklınız herbir mesele-i imâniyeyi birinci okuyuşta hakkıyla kavrayamasa da kalb ve ruh ondan hissesini alır.


22.10.2006




Arefe gününde kalbe gelen bir hakikat



Bir mübarek Arefe gününde, müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sûre-i İhlâsı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle, “Mühim bir suale cevap”* namında yazılan mesele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlâhiye ile kalb-i âcizâneme gelmiş. Hakikat şudur ki:

Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar Cibali Baba kıssası nevinden olarak, bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczupturlar. Ve bir kısmı dahi, bazen sahvede ve daire-i akılda görünür, Bazen aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir meseleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalâlete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller; bid’at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.

İşte, muvakkat veya daimî meczup olduklarından, mânen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubâneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid’aya taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’ûmâne bir sebebiyet verirler.

Mektubat, s. 328


* “Mühim bir suâle cevap” kısmı, Mektubat’ın 326-327 sayfalarındadır.


22.10.2006




Münâcâtü'l Kur'ân



NECM:

1. Ey muazzam kuvvetlere sahip ve Hz. Peygambere gerçek sûretiyle görünen Cebrail’in Rabbi! (5-6)

2. Ey kötülük edenleri yaptıklarıyla cezâlandıran ve iyi davrananları da Cennetle mükâfatlandıran! (31)

3. Ey rahme atıldığında, nufteden erkek ve dişi çiftleri yaratan! (45-46)

4. Ey evvelki Ad Kavmiyle Semud Kavimini helâk edip, onlardan hiçbir kimseyi sağ bırakmayan! (50-51)


22.10.2006
 
Üst