Risale-i Nur Talebesi
Diyar-ı Bekirli
- Katılım
- 30 Haz 2006
- Mesajlar
- 1,460
- Tepkime puanı
- 11
- Puanları
- 0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Meyvelerinden yesinler diye, Biz o ölmüş yeryüzünde hurma ve üzüm bahçeleri yarattık, içinden pınarlar fışkırttık. Bütün bunları onlar kendi elleriyle yapmadı. Öyleyse neden şükretmezler?
Yâsin Sûresi: 34-35
08.10.2006
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Başkalarına karşı büyüklenmek için bir elbise giyene Allah Kıyâmet günü ona benzer elbise giydirir, sonra da Cehennem ateşiyle tutuşturur.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3749
08.10.2006
Ramazan’a riâyetsizlik musibeti getirir
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde, Risâle-i Nur talebeleri hesabına gayet ehemmiyetli, endişeli bir suâl-i mânevî kalbime ihtar edildi. Sonra anladım ki, ekser Risâle-i Nur talebelerinin lisan-ı halleri bu suâli soruyor ve soracaklar. Birden bir cevap hatıra geldi; Feyzi’ye söyledim. Dedi: “Hiç olmazsa icmâlen kaydedilsin.”
Endişeli suâl: Bu âhirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalâlet, biçare aç ehl-i imanı, derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba, herşeyde hattâ kaht azâbında ehl-i iman ve mâsumlar için bir vech-i rahmet ve kader-i İlâhî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risâle-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?
Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi, küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i ilâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.
Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risâle-i Nur talebelerinin vazifesi, bu musibetli açlığı, Ramazan riyâzet-i diniyesinin tarzındaki açlık gibi vesile-i iltica ve nedâmet ve teslimât yapmaya çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir.
Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risâle-i Nur’u dinleyip, bu mecburî açlık hissiyle açlara merhamete gelip, zekâtla yardımlarına koşmaktır.
Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevk edip sarhoş eden gençler dahi, Risâle-i Nur’un irşadıyla, bu hadiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle tâate ve hayrata girip, o hadiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp, lehlerinde istimal etmektir.
Ve ehl-i ibâdet ve salâhat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve mânen müşterek olan erzâk-ı umumiyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mecburî belâya bir riyâzet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlâhiyeye karşı şekvâ ile değil, rızâ ile karşılamaktır.
Umum kardeşlerime, hususan musîbetzedelere çok selâm ve selâmetlerine duâ ediyorum.
Kastamonu Lâhikası, s. 104
Bediüzzaman Said NURSİ
08.10.2006
Güzel ahlâkın kaynağı Kur’ân’dır (1)
Giriş
“Ahlâk” kelimesi, Arapça’da “hulk” kelimesinden türemiştir. “Yaratılış” mânâsına geldiği gibi, “insaf” ve “din” mânâsına da gelmektedir. Sadece bir tek çoğulu vardır, o da “ahlâk”tır.1 “Güzel ahlâk” veya “kötü ahlâk” ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den rivayet edilen çok sayıda hadis vardır. Gerçekte ahlâk, insanın iç dünyasında yer alan nefsinin özellikleridir. Başka bir deyimle, “yaratılış ve fıtrat” mânâsına gelen “ahlâk” kelimesi insanın fıtrî ve ruhî tüm özelliklerini ifade etmektedir. “İnsanların iman yönünden en mükemmeli, ahlâk yönünden en güzelleridir”2 hadisi göz önüne alındığı zaman, ahlâkın insan ruhu üzerindeki fonksiyonu daha iyi anlaşılır.
Ahlâk insanın beden ve ruh bütünlüğüyle alâkalı olduğu için, insanın kendi iradesiyle iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak durmak istemesi anlamına gelir. Diğer taraftan ahlâk, hem insanın ruhî ve zihnî hallerini ve huylarını hem de toplumun alışkanlık, töre ve âdetlerini, yani moral değerlerini anlatan bir kelimedir. Ahlâk, sadece iyi huylar ve değerler mânâsına gelmez. Çünkü iyi ve kötü huyların tümüne ahlâk denir. Bu tanıma göre “ahlâksız insan yoktur, iyi veya kötü ahlâklı insan vardır” denilebilir. Ancak halk arasında “ahlâklı insan” övgü makamında, “ahlâksız insan” da yergi makamında kullanılmaktadır. İslâmî kaynaklarda iyi huylara “ahlâk-ı hamide, ahlâk-ı hasene”, kötü huylara da “ahlâk-ı zemime, ahlak-ı seyyie” gibi adlar verilmiştir. Bediüzzaman’ın kötü huylar için sık sık “ahlâk-ı rezile”3 deyimini de kullandığını görüyoruz.
Ahlâkın kaynağı konusunda felsefecilerle din âlimleri arasında öteden beri tartışmalar söz konusu olmuştur. Felsefecilere göre ahlakın kaynağı beşer aklı iken, İslam bilginlerine göre güzel ahlâkın kaynağı akıl değil, vahiydir. Başka bir deyimle, tarih boyunca güzel ahlâkın en güzel numunelerini bize gösteren peygamberler ve onları takip eden din önderleri olmuştur. Bu yüzden Bediüzzaman, güzel ahlâkın salt insan aklından ortaya çıkmış olabileceğini kabul etmemektedir. Ona göre, insanın ruhuna mânen yükselmeyi ve ahlâken kemâlâtın zirvesine çıkmayı aşılayan ve teşvik eden şeriatlardır. Eğer peygamberler gönderilmeseydi, vahye dayalı dinler de olmayacaktı; dolayısıyla insan, hayvanlar seviyesinde basit bir mahlûk olarak kalacağı için insanda güzel ahlâktan ve vicdanî kemalattan söz edilemezdi.4 Buna göre diyebiliriz ki, güzel ahlâkın kaynağı dinler ve peygamberlerdir; yani vahiydir. Bediüzzaman, Kur’ân’ın insanları terbiye ettiğini, nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye ettiğini, ruhlara inkişaf ve terakki, akıllara istikamet ve nur sağladığını, ayrıca hayata hayat ve saadet verdiğini,5 ifade ederek güzel ahlâkın kaynağının Kur’ân olduğunu vurgulamaktadır. Hz. Peygamber’in, “Benim Allah tarafından gönderilmemin hikmeti, güzel ahlâkı tamamlamak ve insanlığı ahlâksızlıktan kurtarmaktır”6 şeklindeki sözleri; diğer taraftan Hz. Aişe’nin Hz. Peygamber’i anlatırken “Onun ahlâkı Kur’ân’dı” diyerek güzel ahlâkın kaynağı olarak Allah’ın kitabını göstermesi7 Bediüzzaman’ın tezini doğrulamaktadır.
—Devam edecek—
Dipnotlar:
1. Tacü’l-Arus, “HULK” maddesi.
2. Ebu Davud, Sünnet, 14.
3. Sözler, s. 29; Emirdağ Lahikası, s. 378.
4. İşaratü’l-İcaz, s. 214.
5. Şuâlar, s. 124.
6. Malik, Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 8.
7. Müslim, Sahih, Müsafirin, 139.
Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ
08.10.2006
SORULARLA RİSALE-İ NUR
* Peygamber Efendimize (asm) kırk yaşında peygamberlik gelmesinin ve altmış üç yaşında vefat etmesinin hikmeti nedir?
Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki: Nübüvvet gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidâdât-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesât-ı nefsâniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirâsât-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlâhî ve uhrevî ve kudsî olan vezâif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına, “Belki dünyanın şan ve şerefi için çalışır” vehmi gelir. Onların ithamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a’mâl-i uhreviyesinde çabuk o ithamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sûizandan kurtulur, halâs olur.
Amma ömr-ü saadetinin altmış üç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Şer’an ehl-i iman, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekrem’ini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmış üçte Mele-i Âlâya gönderiyor, yanına alıyor, her cihette imam olduğunu gösteriyor.
Mektûbât, s. 272
08.10.2006
Meyvelerinden yesinler diye, Biz o ölmüş yeryüzünde hurma ve üzüm bahçeleri yarattık, içinden pınarlar fışkırttık. Bütün bunları onlar kendi elleriyle yapmadı. Öyleyse neden şükretmezler?
Yâsin Sûresi: 34-35
08.10.2006
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Başkalarına karşı büyüklenmek için bir elbise giyene Allah Kıyâmet günü ona benzer elbise giydirir, sonra da Cehennem ateşiyle tutuşturur.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3749
08.10.2006
Ramazan’a riâyetsizlik musibeti getirir
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde, Risâle-i Nur talebeleri hesabına gayet ehemmiyetli, endişeli bir suâl-i mânevî kalbime ihtar edildi. Sonra anladım ki, ekser Risâle-i Nur talebelerinin lisan-ı halleri bu suâli soruyor ve soracaklar. Birden bir cevap hatıra geldi; Feyzi’ye söyledim. Dedi: “Hiç olmazsa icmâlen kaydedilsin.”
Endişeli suâl: Bu âhirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalâlet, biçare aç ehl-i imanı, derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba, herşeyde hattâ kaht azâbında ehl-i iman ve mâsumlar için bir vech-i rahmet ve kader-i İlâhî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risâle-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?
Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi, küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i ilâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.
Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risâle-i Nur talebelerinin vazifesi, bu musibetli açlığı, Ramazan riyâzet-i diniyesinin tarzındaki açlık gibi vesile-i iltica ve nedâmet ve teslimât yapmaya çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir.
Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risâle-i Nur’u dinleyip, bu mecburî açlık hissiyle açlara merhamete gelip, zekâtla yardımlarına koşmaktır.
Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevk edip sarhoş eden gençler dahi, Risâle-i Nur’un irşadıyla, bu hadiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle tâate ve hayrata girip, o hadiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp, lehlerinde istimal etmektir.
Ve ehl-i ibâdet ve salâhat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve mânen müşterek olan erzâk-ı umumiyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mecburî belâya bir riyâzet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlâhiyeye karşı şekvâ ile değil, rızâ ile karşılamaktır.
Umum kardeşlerime, hususan musîbetzedelere çok selâm ve selâmetlerine duâ ediyorum.
Kastamonu Lâhikası, s. 104
Bediüzzaman Said NURSİ
08.10.2006
Güzel ahlâkın kaynağı Kur’ân’dır (1)
Giriş
“Ahlâk” kelimesi, Arapça’da “hulk” kelimesinden türemiştir. “Yaratılış” mânâsına geldiği gibi, “insaf” ve “din” mânâsına da gelmektedir. Sadece bir tek çoğulu vardır, o da “ahlâk”tır.1 “Güzel ahlâk” veya “kötü ahlâk” ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den rivayet edilen çok sayıda hadis vardır. Gerçekte ahlâk, insanın iç dünyasında yer alan nefsinin özellikleridir. Başka bir deyimle, “yaratılış ve fıtrat” mânâsına gelen “ahlâk” kelimesi insanın fıtrî ve ruhî tüm özelliklerini ifade etmektedir. “İnsanların iman yönünden en mükemmeli, ahlâk yönünden en güzelleridir”2 hadisi göz önüne alındığı zaman, ahlâkın insan ruhu üzerindeki fonksiyonu daha iyi anlaşılır.
Ahlâk insanın beden ve ruh bütünlüğüyle alâkalı olduğu için, insanın kendi iradesiyle iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak durmak istemesi anlamına gelir. Diğer taraftan ahlâk, hem insanın ruhî ve zihnî hallerini ve huylarını hem de toplumun alışkanlık, töre ve âdetlerini, yani moral değerlerini anlatan bir kelimedir. Ahlâk, sadece iyi huylar ve değerler mânâsına gelmez. Çünkü iyi ve kötü huyların tümüne ahlâk denir. Bu tanıma göre “ahlâksız insan yoktur, iyi veya kötü ahlâklı insan vardır” denilebilir. Ancak halk arasında “ahlâklı insan” övgü makamında, “ahlâksız insan” da yergi makamında kullanılmaktadır. İslâmî kaynaklarda iyi huylara “ahlâk-ı hamide, ahlâk-ı hasene”, kötü huylara da “ahlâk-ı zemime, ahlak-ı seyyie” gibi adlar verilmiştir. Bediüzzaman’ın kötü huylar için sık sık “ahlâk-ı rezile”3 deyimini de kullandığını görüyoruz.
Ahlâkın kaynağı konusunda felsefecilerle din âlimleri arasında öteden beri tartışmalar söz konusu olmuştur. Felsefecilere göre ahlakın kaynağı beşer aklı iken, İslam bilginlerine göre güzel ahlâkın kaynağı akıl değil, vahiydir. Başka bir deyimle, tarih boyunca güzel ahlâkın en güzel numunelerini bize gösteren peygamberler ve onları takip eden din önderleri olmuştur. Bu yüzden Bediüzzaman, güzel ahlâkın salt insan aklından ortaya çıkmış olabileceğini kabul etmemektedir. Ona göre, insanın ruhuna mânen yükselmeyi ve ahlâken kemâlâtın zirvesine çıkmayı aşılayan ve teşvik eden şeriatlardır. Eğer peygamberler gönderilmeseydi, vahye dayalı dinler de olmayacaktı; dolayısıyla insan, hayvanlar seviyesinde basit bir mahlûk olarak kalacağı için insanda güzel ahlâktan ve vicdanî kemalattan söz edilemezdi.4 Buna göre diyebiliriz ki, güzel ahlâkın kaynağı dinler ve peygamberlerdir; yani vahiydir. Bediüzzaman, Kur’ân’ın insanları terbiye ettiğini, nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye ettiğini, ruhlara inkişaf ve terakki, akıllara istikamet ve nur sağladığını, ayrıca hayata hayat ve saadet verdiğini,5 ifade ederek güzel ahlâkın kaynağının Kur’ân olduğunu vurgulamaktadır. Hz. Peygamber’in, “Benim Allah tarafından gönderilmemin hikmeti, güzel ahlâkı tamamlamak ve insanlığı ahlâksızlıktan kurtarmaktır”6 şeklindeki sözleri; diğer taraftan Hz. Aişe’nin Hz. Peygamber’i anlatırken “Onun ahlâkı Kur’ân’dı” diyerek güzel ahlâkın kaynağı olarak Allah’ın kitabını göstermesi7 Bediüzzaman’ın tezini doğrulamaktadır.
—Devam edecek—
Dipnotlar:
1. Tacü’l-Arus, “HULK” maddesi.
2. Ebu Davud, Sünnet, 14.
3. Sözler, s. 29; Emirdağ Lahikası, s. 378.
4. İşaratü’l-İcaz, s. 214.
5. Şuâlar, s. 124.
6. Malik, Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 8.
7. Müslim, Sahih, Müsafirin, 139.
Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ
08.10.2006
SORULARLA RİSALE-İ NUR
* Peygamber Efendimize (asm) kırk yaşında peygamberlik gelmesinin ve altmış üç yaşında vefat etmesinin hikmeti nedir?
Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki: Nübüvvet gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidâdât-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesât-ı nefsâniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirâsât-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlâhî ve uhrevî ve kudsî olan vezâif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına, “Belki dünyanın şan ve şerefi için çalışır” vehmi gelir. Onların ithamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a’mâl-i uhreviyesinde çabuk o ithamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sûizandan kurtulur, halâs olur.
Amma ömr-ü saadetinin altmış üç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Şer’an ehl-i iman, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekrem’ini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmış üçte Mele-i Âlâya gönderiyor, yanına alıyor, her cihette imam olduğunu gösteriyor.
Mektûbât, s. 272
08.10.2006