ramazana özel sohbetler

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



"İşte o zaman ben ap açık bir sapıklığa düşmüş olurum. Ben

hepinizin Rabbi olan Allah'a inandım; siz de gelin beni dinleyin."


Yâsin Sûresi: 24-25


01.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Çocuğu olan kimse onunla çocuklaşsın.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3741


01.10.2006




Ramazan, ömür içinde leyle-i Kadirdir




Rabian: Şu mübarek şehr-i Ramazan, leyle-i Kadri ihata ettiği için, kendisi de ömür içinde bir leyle-i Kadirdir ki, muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür. Saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-i bâkîdir. Senden ve âhiret hemşirem yani ikinci validem ve kardeşimin muhterem validesinden duânızı istiyorum. Madem duâda sizi şerik ediyorum; siz de benim duâma âmin hükmünde olarak duâ ediniz.

Barla Lâhikası, s. 159

***

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede fedakâr arkadaşlarım Sabri, Hâfız Ali, Hüsrev, Refet, Bekir, Lütfü, Rüşdü Efendiler,

Kardeşlerim, bu Ramazan-ı Şerifte size, âlem-i nurdan bahisler açmak arzuları var idi. Maalesef bir hadise zulmet âleminden bahsetmeye beni mecbur ediyor. Bu yeni hadise için etraftaki dostlar lisan-ı kal ve halle meraklı, endişeli bir tarzda benden istizah istiyorlar. Onları ve sizleri meraktan kurtarmak için, o hadiseyi, iki kısım olarak, bir parça beyan edeceğim.

Birinci kısım: Bu bize nisbeten musibetli ve elîm hadiseyi, Cenâb-ı Hak inâyet ve rahmetiyle başka surete çeviriyor. Evet, Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Bu hadisenin bize karşıki veçhi, rahmet görünüyor. Ehl-i dünyaya karşı veçhi, Cehennemin lüzumunu gösteriyor. Filhakika bu Ramazan-ı Şerifte hadisenin sûreti çok çirkindi. Fakat Gavs-ı Âzamın dediği gibi, inâyet gözünün altında ve hıfzında olduğumuzdan, çok cihetlerle hakkımızda lemeât-ı rahmet göründü.

İkincisi: Bu Ramazan-ı Şerifte acz ve zaafı ve fakr ve ihtiyacı tam hissedip, Cenâb-ı Hakka iltica etmek, bir surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı Şerifte şimdi okuduğum münacatların okunmasına bu hadise mühim bir kuvvet oldu. Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münacat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahâbelerdeki ibadetlerinin sırr-ı tefevvuku bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün mânâsıyla şuurlu bir surette söyledikleridir.

Barla Lâhikası, s. 163

***

Aziz kardeşim,

Beni merak etmeyiniz inâyet-i Rabbaniye devam ediyor. Maişet cihetinde kanaat ve iktisat beni ihtiyaçtan kurtarıyor. Sakın birşey gönderme. Sen altı yedi nefse bakıyorsun; benim yarım nefsim var. Sen beni değil, ben seni düşünmeliyim. Sabri’nin mektubu ona yetişmemiş. Sen ve Hulûsi, benim her bir amel-i uhrevîmde hissedarsınız. Mâh-ı Ramazanda kazanç bire bindir. Siz de bana duânızla yardım ediniz.

Barla Lâhikası, s. 164


Lügatçe:


Leyle-i Kadir: Kadir Gecesi.

Şehr-i Ramazan: Ramazan ayı.

Mâh-ı Ramazan: Ramazan ayı.

ömr-i bâkî: Sonsuz ömür.

âlem-i nur: Nur âlemi.

zulmet: Karanlık.

lisan-ı kal ve hal: Hal ve söz dili.

istîzah: Anlaşılmaz bir mesele hakkında izah isteme.

inâyet: Yardım.

hıfz: Koruma.

lemeât-ı rahmet: Rahmet parıltıları.

intibah: Uyanma.

sırr-ı tefevvuk: Üstünlük sırrı.

ihata: Kuşatma.

Bediüzzaman Said NURSİ

01.10.2006




Bediüzzaman'ın Ramazan geceleri




Bediüzzaman'ın yakın talebe ve hizmetkârlarından merhum Bayram Yüksel anlatıyor:

“Üstadımız Ramazan'ın on beşinden sonra kendisi yatmazdı, bizi de yatırmazdı. Hattâ çok gece kontrol ederdi. Eğer uyurken yakalarsa, bize su döker, uyandırırdı. Bizleri uyumamaya alıştırırdı. Mübarek geceleri ihyâ ettiğimiz zaman sabah namazı olduğunda kılar, yatardık.

“‘Hem rivayet-i sahiha ile Leyle-i Kadr’i nısf-ı âhirde, hususan aşr-ı âhirde arayınız’ ferman etmesiyle bu gelecek seksen küsûr sene bir ibadet ömrünü kazandıran Leyle-i Kadr’in gelecek gecelerde ihtimali pek kavî olmasından istifadeye çalışmak böyle sevaplı yerlerde bir saadettir’ diye bize dersler verirdi.

“Üstadımız, mübarek Ramazan'da daima evrad ve ezkârıyla meşgul olurdu, hergün bir cüz okurdu. Bizleri de teşvik ederdi. Bizler Ramazan'da muhakkak cüzlerimizi okurduk. Üstad fitresini bize verirdi. Bizlere de ‘Siz talebe-i ulumsunuz, fitrenizi birbirinize devredebilirsiniz’ derdi. Biz de birbirimize devrederdik, o parayla buğday alırdık. Sav'da, bazen Kuleönü'nde ekmek yaptırırdık, nafakamızı iktisatlı olarak harcardık.”


(Son Şahitler, 3. Cild, s. 31)


01.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler



Ramazan...




Yılın en bereketlisi, ayların en güzîdesi, hazırlıkların en anlamlısı... Nüzûl-u Kur’ân. Kur’ân’ın parça parça, peyderpey, sanki yeniden indirilişinin simgesi. O mânânın, hem de havanın derhatır, tahattur edilmesi. Dünyanın her köşesinde, çeşit çeşit âvâzları ile an be an Kur’ân’ın tilâveti...

Ümmetin ayı...

Oruca duruş; sahura kalkış, iftarı bekleyiş, duâ ediş... Kulluğa daha bir yaklaşış, emri bekleyiş... Nefsi gemleyiş, şeytanı bağlayış... Manevî havanın temizlenişi... İbâdete, günahlardan sakınmaya, tefekküre, zikre daha bir muvaffakıyet... Mideyle beraber, göz kulak, dil... bütün âzâların, kendini bir çeşit ibâdetle meşgul bilmesi...

Kalbin yumuşaması, merhamet duygularının kabarması, diğergamlığın uyanması. Kendi durumu ne kadar sıkıntılı olsa da kendinden daha sıkıntılı birinin bilinmesi, bulunabilmesi...

İnsanın kendini ona yardımla mükellef bilmesi.

İnsanın insâniyeten gelişmesi, tenmiyesi.

Manevî havanın değişmesi...

Uhrevî âlemlerden insanın gönlüne, kalbine, rûhuna pencereler belirmesi... Dünyevîliklerin bir aylığına da olsa asgarîye, en aza indirilmesi... Konuşmaların, görüşmelerin, gülüşmelerin, çalışmaların... Ziyaretlerin sıkılaşması, sevgilerin, beraberliklerin... Samîmiyetlerin kucaklaşması, hal hatır sormaların... Hiçbir karşılık beklemeksizin yardımlaşmaların... Sadece Allah rızâsının gözetilmesi... Başka, maddî, mânevî bir menfaat, bir makam, bir rütbe istenilmemesi...

Biraz meleklere benzeyiş, sırf Allah için yaşayış, O’nun için oluş... Sadece, zikir, tilâvet-i Kur’ân, tesbih, tekbir, hamd, tehlil ve tefekkür gibi mânevî gıdalarla tagaddî edilmesi, sadece onlarla yetinilmesi... Yaratılış gâyesine insanın daha bir yakınlığı, kurbiyeti... Düşmanlıkların bırakılması, kızgınlıkların, kırgınlıkların unutulması...

“Dünya öyle değerli bir metâ, bir mal değil ki, üzerinde çekişmeye, nizâya, kavga edilmeye değsin!” Hâfız-ı Şirâzî’nin ne kadar haklı olduğunun daha bir görünmesi...

İnsan ufkunun gelişmesi, daha yüksek, daha müteal, ve de daha aşkın şeylerin istihdaf edilmesi...

Oruç; riyânın, gösterişin, çalım satmanın içine giremiyeceği tek ibâdet göstergesi... İslâmın en büyük bir sembolü, şeâir-i İslâm’ın en büyük bir edillesi...

İftar ve terâvih; Rubûbiyet-i İlâhiyeye karşı ubûdiyet-i insaniyenin bir resmi geçidi, hem de o haşmetli mukabelesi...

Sahur; “Muhammed Ümmeti”nin acziyetinin, zayıflığının hem de onu diğer ümmetlerden ayıran “mümtâziyetinin” en beliğ bir gerekçesi...

Teheccüd; gecenin karanlığını delen o en parlak yıldız.

Hem de kabir gecesi karanlığının en aydınlık bir târık-ı kevkebi.

Bayram bir ay boyunca tutulan o mübârek savmın, o bereketli orucun bir mükâfat-ı âcilesi.

Hem de bir ücret-i muaccelesi...

Orhan Ali YILMAZ

01.10.2006




Dörtlük



Nefsin esaretinden kurtulmalı nur ile.

İman ile kalbimiz dolmalı sürur ile.

Bu dünya hayatını müstakîm yaşayarak,

Ahiret kapısına varmalı huzur ile.

Abdülkadir MENEK

01.10.2006




Takvim



Oruç tutun diye emir var,

Gelince şehr-i Ramazan.

Sekiz gündür anlaşıldı ki,

Hikmet dolu bu Ferman.

Ferhat ÖĞMEN

01.10.2006




Sözünde durmak



“Şu altı hususta bana söz verin, ben de Cennete girmenize kefil olayım. Miraslarınızı paylaşırken birbirinize haksızlık etmeyin, aleyhinizde de olsa insanlara adaletli davranın, düşmanlarınızla savaşırken korkaklık göstermeyin, umumun malına hıyanet etmeyin, zalimlerin elini mazlûmlardan çektirin.” (Hadis-i Şerif)

Sözünde durmak, verdiği sözü yerine getirmek olgun mü’minin vasfıdır. İnsan yaptığı anlaşmaya sadık kalmalıdır. Verdiği sözü unutmamalıdır. Yerine getiremeyeceği vaadleri de yapmamalıdır.

İnsanlar arasında güven esastır. Güven sarsıldığında toplumda huzur diye bir şey kalmaz.

“Söz namustur” derler. Bu açıdan, verilen sözler mutlaka yerine getirilmeli. Büyük zatlar ekseriyetle verdikleri sözleri yerine getirmişlerdir.

Anlaşmaları bozmak, verilen sözden caymak kişi ve toplumlar arasındaki güveni azaltır.

Sözünde durmak, sözünü yerine getirmek dürüst ve güvenilir insanların şiârıdır. Sağlam bir toplumun oluşmasında güvenilir, dürüst insanlara günümüz dünyasında çok ihtiyaç duyulmaktadır.

Mehmet ERBAŞ

01.10.2006




Yardımlaşma ayı




Ramazan ayında biz kullara verilen mesajlardan biri de tok olanın aç olanın halinden anlamasıdır. Cenâb-ı Hak oruçla bu durumu bizatihî kendi bünyemizde deneyimleyerek fakirin halinden anlamamızı, onu hissetmemizi, şefkat ve merhametle ihtiyaç sahibine karşılık vermemizi ister. Meselâ kendi kazancımızdan ihtiyacı olanlara infak etmemizi Kur’ân-ı Kerim tekerrüren beyan eder.

Yasemin Uçal ABDULLAH

01.10.2006




Dâvet, gece gündüz devam ediyor



Peygamberimizi (asm) işiterek sözlerini dinlemek isteyen birçok kişi vardı. Bunlardan birisi Resulullaha (asm) geldi ve:

“Sen Allah’ın resûlü müsün?” diye sordu.

Peygamberimiz (asm):

“Evet, ben Allah’ın resûlüyüm” deyince:

“Sen insanları neye dâvet ediyorsun?” dedi.

Peygamberimiz (asm) buyurdu:

“Bir olan, sana bir zarar dokunduğu zaman ona yalvardığında senden o zararı kaldıran, sana bir kıtlık isabet ettiğinde yalvardığında sana rızk veren, sen tenha bir çölde yolunu kaybettiğin zaman duâ ettiğinde seni doğru yola götüren Allah’a dâvet ediyorum” buyurdu.

Bunun üzerine o kişi Müslüman oldu.

Sonra:

“Ey Allah’ın Resûlü, bana tavsiyede bulun” dedi. Hz. Peygamber (asm):

“Sakın hiçbir yerde, hiçbir canlıya küfretme. Allah onu işitir” buyurdu.

O kişi Peygamberimizin (asm) bu tavsiyelerinden sonra ne bir deveye, ne de bir koyuna küfretmedi.1

***

Peygamberimiz (asm) dâvetine devam ediyor, gece gündüz demeden insanlara ulaşmaya çalışıyordu. Vahiy de ardı arkası kesilmeden devam ediyordu.

Bu arada Beled Sûresi nazil oldu. Yüce Allah bu sûrede iman ve küfür caddelerinin insanı nereye götürdüğünü veciz bir şekilde anlatmakta Hz. Ebû Bekir (ra) överken, kölelere zulmeden Ubey bin Halef ve benzerlerini yermektedir.

Sahabeler Peygamberimize (asm) sordular:

“Ashab-ı Meymene ile Ashab-ı Meş’eme nedir?”

Peygamberimiz (asm) cevap verdi:

“Onlar iki yoldur. Biri hayrı, diğeri şerri ifade eder.”2

Sonra temsillerle bu iki yolun yani hidayet ve şekavet yolunun neticelerini veciz bir şekilde beyanda bulundular. Hidayet ve dalâletin neticelerinden bahsettiler.


Dipnotlar:


1- Heysemi, Mecmauzzevaid, 8:72

2- Hak Dini Kur’ân Dili, 9:225

M. Ali KAYA

01.10.2006




NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR



İkinci ve Sekizinci Söz


“Küfür, manevî bir Cehennemin çekirdeği olduğu İkinci Söz’de ve Sekizinci Söz’de ve başka sözlerde ispat edildiği gibi, maddî bir Cehennem dahi onun meyvesidir.” (Barla Lâhikası, s. 153)

***


Altıncı, Yedinci, Sekizinci ve Otuz İkinci Söz


“Risâle-i Nur’daki ekser muvazeneler, küfür ve dalâletin dünyadaki elim ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus gayri meşrû lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevk eder. O muvazenelerden Altıncı, Yedinci ve Sekizinci Sözlerdeki küçük muvazeneler ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki uzun muvazene, en sefih ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor” (Şuâlar, s. 582)

Fatma ÖZER

01.10.2006
 
U

uhuvvet

Guest
Ce: ramazana özel sohbetler

Allah emeklerinin mükafatını gani gani versin kardeş
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Ona "Haydi, gir Cennete" denildi. O da, "Keşke," dedi, "Rabbimin günahlarımı bağışlayıp bana ikramlarda bulunduğunu kavmim de bir bilebilseydi!"


Yâsin Sûresi: 26-27


02.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse bir Müslümanı kesinlikle korkutmasın.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3742


02.10.2006




Müslüman gölgeler!




“Allah’ın yarattığı şeylerin gölgeleri uzayıp kısalarak (sağa sola vurarak) Allah’a boyun eğip secde etmekte olduklarını görmüyorlar mı?”


(Nahl Sûresi: 48. âyet)


Kâinata gönderildiği andan itibaren, fıtratına yerleştirilen merak duygusunun tetiklemesi ile çeşitli keşiflere başlayan insanoğlu, en küçük daireden en geniş daireye kadar, hatta maddenin mülk yani görünen boyutunun haricinde melekût boyutunda yani metafizik tarafında dahi birçok araştırmalarda bulunmuş ve elde ettiği verileri de başka akılların nazarına sunmayı ihmal etmemiştir. Ancak yapılan bu araştırmaların hepsinin doğru sonuçlara ulaştığı söylenemez. Nitekim insanlar farklı karakterlere, farklı inançlara, farklı duygulara sahip olduklarından kâinata bakış açıları da bu şekilde farklılıklar göstermiş ve elde ettikleri her bilgiyi tam bir realite içerisinde, objektif bir açıyla inceleyememişlerdir. Buna tarihten verebileceğimiz en açık örneklerden biri Darvin teorisidir. Fakat burada belirtilmesi gereken önemli bir husus vardır ki, o da, insanların, daha çok maddenin mülk tarafında değil melekût tarafında hataya düştükleridir. Bunun en önemli sebebi ise nazarlara yön verecek doğru bir klavuzu rehber edinmemelerinden kaynaklanmaktadır. İşte bu noktada Kur’ân-ı Kerim devreye girmekte ve kâinata getirdiği nurla heryeri aydınlatıp kâinatın tılsım-ı muğlakını sönmemiş akıllara göstermektedir. Hatta öyle ki bizim önem vermediğimiz teferruatlara dahi dikkatleri çekerek kâinatın yaratılış sırrı olan “Cemal ve Kemal sahibi Zât’ın”1 vahdaniyetini, ehadiyetini ve rububiyetini akıllara ilân etmektedir. Yani felsefecilerin gözlüğüyle değil de mânâ-i harfî nazarıyla kâinata baktırmakta ve böylelikle Kur’ân’ın kendi tabiriyle yaş ve kuru ne varsa2 her şeyi bir sır olmaktan çıkarıp açıklığa kavuşturmaktadır. İşte bu mükemmel kılavuzun, sır olmaktan çıkardığı ve konumuzun ana teması olan ilginç bir mesele: Gölgeler...

Hep fizik kitaplarında tanımlanmasına alışık olduğumuz gölgeler, aslında sanıldığı gibi sadece güneşin ışınlarının etkisiyle bağlı olduğu kaynağın dört yanının birinden yansıyarak uzayıp giden basit bir tabiat kanunu değil, belki çoğu insanın yapmadığı kulluk vazifesini yerine getiren farazî bir abddir. Nahl Sûresinin 48. âyetinin dahi hususan gölgeler üzerinde durması bu mânâyı ifade etmek içindir.

Ekseriyetle sonuçların sebeplere bağlı olarak gerçekleştiği hikmetler dünyasında, gölgeler dahi, vukua gelme neticelerine sebebiyet veren kaynaklara bağlı olarak gerçekleşirler. Meselâ yansımasına alışık olup da tefekküründen gafil kaldığımız bu gölge hadisesine dağ, taş, ay, insan, ağaç gibi nesneleri birer sebep olarak gösterebiliriz. Sebeplerin ve sonuçların yaratıcısı olan Cenâb-ı Hak, Güneş sebebiyle ağacı gölgelendirip tasvir ederken, ağaçları da Kendi isimlerinin cilvelerine birer gölge olarak yaratıp bir cihetle esmâsını tasvir etmiştir. “Şu kâinatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemaller ve hüsünler, bir Cemal-i Sermedî cilvelerinin bir nevî gölgeleri olduğunu gösterir”3 diyen Bediüzzaman da bu meseleye işaret eder. Demek vazifeleri Yaratıcılarının vahdaniyet ve ehadiyetini ilân etmek olan bu gölgeli gölgeler, vahid-i kıyasî sırrı ile onları tasvir eden Rableri gibi gölgelerini yansıtarak Musavvir ismine mazhar olmaktadırlar. Nasıl ki görme fiili Basar isminin gölgesini, yaşama fiili Hayy isminin gölgesini yansıtır; aynen bunun gibi her şeyi en mükemmel ve harika bir sûrette tasvir edip şekillendiren Fatır-ı Hakim’in Musavvir isminin gölgesi dahi gölgelerin yansıma fiili ile bir cihette tezahür eder. Bu durumda gölgeler dahi Rablerinin ismini tecellî ettirmekle kulluk vazifelerini yerine getirmektedirler. Zaten, âyette belirtilen de, varlıkların gölgelerinin, tıpkı “Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp, O’nu tesbih etmesin” (İsra: 44.) âyetinde olduğu gibi Allah’a secde edip, O’na karşı kulluk vazifesini yerine getirdiğidir. Öyleyse Allah’ın isimlerinin gölgesi olan mahlûkatın O’na kul olması gerektiği gibi, gölgeleri dahi O’na kul olmalıdırlar ve olmaktadırlar.

Âyette meydan okumaya ve hatırlatmaya işaret eden “Görmüyorlar mı?” tâbiri ise derin ve hakikî bir mânâyı ifade etmek içindir. Ünlü müfessir Elmalılı Hamdi Yazır da bu konuyu şu şekilde açıklamaktadır: “Görmediler mi? Bir baksalar! Allah’ın yarattığı herhangi birşeye bakıp bir düşünseler, görürler ki gölgeleri boyun eğerek büyüklük taslamadan Allah’a secde ederek sağ ve sola düşüyor. Yani etrafından, yahut doğudan batıya doğru döner, eğilir. Burada secdeden maksat, isteğe bağlı hareketle sınırlı olmayan kayıtsız boyun eğmektir. Yani gölgesi bulunan şeylerin gölgeleri bile sahiplerinin hükmüne ve iradesine değil, Allah’ın emrine mahkûm olmuşlar ve boyun eğmişlerdir. Sahibi ne kadar uğraşırsa uğraşsın gölge yüce Allah’ın emir ve takdiri ile ışığın geliş noktasının istikametinde düşer ve onun dönüşlerini takip eder. Aynı zamanda gölge, ışığın eseri de değildir, cisimler ile ışık arasında öyle bir ilişkiye bir kanuna mahkûmdur ki, işte o kanun Allah’ın bir emridir. Ve bundan dolayı eşyanın gölgelerinde bile hâkimiyet ve tasarruf Allah’ındır. Onlar yerde sürünürlerken sahiplerine değil Allah’a secde eder ve yüce Allah’ın birliğini ilân ederler.”4

Bu noktada Seyyid Kutub’un da yorumu oldukça güzel: “Kur’ân varlıkların ve eşyanın İlâhî yasalara boyun eğişini—bunun en belirgin görüntüsü olan—”secde” ifadesi ile vermektedir. Dikkatleri—uzadıktan sonra geri dönen—gölgelerin hareketine çekmektedir. Gölgelerin hareketi gerçekten de gizli saf duygular üzerinde etkili olan, köklü ve derin bir harekettir. Burada bütün yaratıklar gönülden boyun eğmiş, teslim olmuş ve itaatkâr olmuş biçimde çizilmektedir. Ayrıca bunlara yerde ve gökte bulunan her canlı ilâve edilmiştir. Bu kâinattaki tüm varlıklara bir de melekler ekleniyor. Sonra bakmışız ki sahne, nesneler, gölgeler, hayvanlar ve meleklerle dolup taşmıştır. Hepsi boyun eğmiş, itaate yönelmiş, ibadete ve secdeye kapanmıştır. Allah’a kulluk yapmaya karşı büyüklük taslamıyorlar. Ve O’nun emrine aykırı hareket etmiyorlar. Bu ilginç ve hayret verici ortamda kural dışı kalanlar, sadece büyüklük taslayan ve inkâra kalkışan insanlardır.”5

Âyette değinilen bu mânâların haricindeki bir başka mânâ ise Bediüzzaman’ın tabiri ile sinek kanadı kadar israf etmeyen6 O Mutasarrıf-ı Hakim’in, gölgeleri yaratıp öylece mânâsız ve abesiyet içerisinde bırakıp israf etmemiş olması ve onlara bile adeta yeri öpercesine boyunlarından tutup secde ettirerek gayet manidar bir varlık olarak değer kazandırmasıdır.

Öyleyse âyetten aldığımız derse göre anlıyoruz ki; kâinatta var olan herşey Rablerinin Saltanat-ı Rububiyetine boyun eğerek ve teslimiyetlerini ilân ederek “Müslümanlık” sıfatını kazanıyorlar.

Bu makamda sorulması gereken önemli bir soru ortaya çıkıyor: “Madem ki kâinatta var olan her şey ve gölgeleri Allah’a teslim olup Müslümanlık sıfatını kazanıyorlar, öyleyse mahlûkatın ve ruy-i zeminin halifesi olan insan ve gölgesi ne kadar Müslümandır? Çünkü diğer mahlûkat gibi insanların dahi gölgeleri secde edercesine bir yerlere yansıyorsa, insanın halife-i arz oluşundaki değer nerede kalıyor? Yani ihtiyar nerede?”

Sorunun cevabını, asrın âlimi Bediüzzaman’ın tesbiti ile açıklayabiliriz. Kâinat ağacının en mükemmel meyvesi7 olan insanın muhakkak ki mükemmelliği derecesinde diğer mahlûkattan bir farkı olmalıdır. Hatta insan cihazatça hayvanâta müsavidir. Zira biyoloji ve tıp gibi ilimlerde bile insan ve hayvan hücresi birbirinden ayrılmaksızın aynı kategoride incelenmekte ve insanın yapı ve kabiliyet itibariyle hayvanâta benzediği görülmektedir. Öyleyse diğer mahlûkatın sahip olduğu cihazatın hemen hepsine sahip olan ve kâinatın en cami’ ve mükemmel meyvesi sıfatını taşıyan insanı, diğer mahlûkattan ayıran alâmet-i farikası, sahip olduğu cihâzâtı nasıl kullanacağına yönelik olan akıl ve irade pusulasıdır. Değil mi ki, insanoğlu akıl ve iradesi sebebiyle emanet-i kübrayı taşımaya en muvafık mahlûk olma şerefini kazanmıştır. Çünkü eğer akıl ve iradeye sahip olmasaydı, o da şuursuz ve cüz’î bir kul olarak kalacaktı. Oysa ki insana verilen akıl ve irade, onu sadece fıtratının gerektirdiği sûrette yapmış olduğu ibadetle fıtrî ve şuursuz bir kul olmaktan çıkarıp, şuurlu ve küllî bir kul olma vaziyetine sokuyor. Öyleyse insan, diğer mahlûkat gibi sadece lisan-ı hâli, lisan-ı fıtrîsi, lisan-ı ihtiyacî veya istidadî ile değil, iman ile, şuur ile, rıza ile ve duâ ile, bütün lâtifeleri ile, hatta gölgesiyle bile küllî bir abd olmalıdır. Demek insanın gölgesi her ne kadar secde edercesine sağa sola yansısa da, o gölgenin “Müslüman” vasfını kazanması ancak akıl ve iradenin getirdiği şuurlu bir teslimiyetle alnını seccadeye götürüp süren bir insanın, kendisiyle beraber eğilen gölgesine de secde ettirmiş olmasıyla gerçekleşebilir. Bu durumda her bir azanın mes’uliyetini taşıyan insan, gölgesinden dahi mes’ul olmakla o gölgenin kaynağı olarak Müslümanlığına dikkat etmelidir. Yani insan ne kadar teslim olmuş bir Müslümansa, gölgesi de o kadar Müslümandır. Meselâ kulluğu en küllî mertebede yaşamanın en büyük temsilcileri olan sahabeler, şehadetle şerefleninceye kadar en hayırlı haller üzere olduklarından, bu zamandaki bir insanın bizzat kendisi bile onların gölgelerinin Müslümanlığına yetişemez. Bizler gölgelerimizi, bilerek veya gafletle bazen bir haramın, bazen bir ademin, bazen bir şerrin üzerine düşürdüğümüzden, onların her daim ibadet halinde olan varlıklarının ibadet üzere yansıyan gölgelerine bile yetişmemiz neredeyse imkânsız gibidir. İşte Müslüman kullar ve işte kullukları nisbetinde onların Müslüman gölgeleri!


Dipnotlar:


1- Sözler, s.111, Y.A.N.

2- En’am Sûresi, 59. âyet

3- Sözler, s. 619, Y.A.N.

4- Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri

5- Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’ân Tefsiri

6- Şuâlar, s. 119, Y.A.N.

7- Sözler, s. 497, Y.A.N.

Gülşen HARTAVİ

02.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

Ramazanın kıymettar vaktini zayi etmemeli



Aziz, sıddık kardeşlerim,

Meyve’nin Dördüncü Meselesindeki bir hakikatin izahını eski Said’in afaka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hadisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerifteki kıymettar vakitleri radyonun malayaniyatıyla zayi etmemesi için mânen kalbime kaç defa ihtar edildi ki, o geniş ve karışık fırtınalı hakikatin kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nev’inde, Risâle-i Nur şakirtlerinin meraklarını tadil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mesele çok geniş, vaktim de dar, halim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.

Meyvenin o Dördüncü Meselesinde denilmiş ki:

“Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur” meâlinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve afaki hadisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan biçareler! Eğer “İnsanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin, farz ve lâzım vazifeniz zararına o hadise, o geniş boğuşmalara sevk ediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir” derseniz, ben de derim:

Kat’iyen biliniz ki, insanın, çok mu’cizâtlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemâl-i merakla temâşâsına daldığı gibi; aynen bu asırda, nev-i beşerin muvakkat ve fânî, tahripçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisât-ı acîbeye mazhar o milletlerden, her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm tâifesine baksan, bu nev-i beşerdeki hâdisâtın yüz defa daha mûcib-i merak ve rûhânî, mânevî zevklere medar hâdiseler var. Bu hakîkî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve zevkle bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler dâimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakîkî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki, havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î... Ondaki zarar ve menfaati, o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhîtten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin Onun tasarrufunda ve senin cismin Onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdesin rubûbiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihâyetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divânelik olduğu târif edilmez.

Hem imân ve hakîkat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakîkî vazîfe-i insâniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş dâire ise siyâset dâiresidir. Hususan böyle umûmî ve mücâdele sûretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir imân lâzım ki, herşeyde, her vaziyette, herbir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i Rabbâniyenin izini, eserini görsün, ta o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, imân sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Hatta ehl-i hakîkat, hakîkat ve mârifetullahı bulmak için, kesret dâirelerini unutmaya çalışıyorlar—tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fânî şeylerde telef olmasın. Hatta bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imânlar taşıyan bir kısım Sahâbeler ve onlara benzeyen mücâhidînden, Selef-i Sâlihinden başka, siyâsetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakîkî dindar, müttakî olanlar, siyâsetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyâsetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakîkî dindar ise, “Bütün kâinâtın en büyük gâyesi ubûdiyet-i insâniyedir” diye, siyâsete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dîne ve hakîkate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâkî elmasları kırılacak âdî şişelere âlet yapar.

Elhâsıl: Nasıl ki sarhoşluk, hakîkî vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de, böyle fânî boğuşmaları ve hâdiseleri merakla takip etmek bir nevî sarhoşluktur ki, hakîkî vazifelerden gelen ihtiyâcât ve yapmamaktan gelen teellümâtı muvakkaten unutturduğu için menhus bir zevk verir. Veya tehlikeli bir ye’se düşüp “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” (Zümer Sûresi: 53) âyetindeki emr-i İlâhiye muhâlefet eder, tokada müstehak olur. Veya “Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur” (Hûd Sûresi: 113) olan şiddetli tehdid-i İlâhî tokadına mazhar olur, zâlimlerin zulümlerine hasbî olarak mânen iştirak eder, bi’l-istihkak cezasını da dünyada, âhirette çeker.


Emirdağ Lâhikası, s. 52


Lügatçe:


Bahr-i Muhît: Büyük okyanus.

zulm-ü zulmet: Karanlık zulüm.

mârifetullah: Allah’ı tanıma, bilme.

kesret: Çokluk.

müttakî: Takva sahibi, kendini haramdan sakındıran.

Bediüzzaman Said NURSİ

02.10.2006




İnsan, kendi hayat çiftliğinin hizmetkârıdır!




İnsana, “hayat” denilen öyle geniş ve büyük bir çiftlik verilmiş ki, içinde her türlü donanım ve hizmet var. Peki, insan bu çiftlik için neler yapıyor?


İnsanın hayatla iletişimi…

Hayat ile aramızda çift yönlü bir iletişim olmasına rağmen, çoğu kez, benliğimize olan düşkünlüğümüz yüzünden tek taraflı algılarız kendi kâinatımızı. Sanırız ki, bu kâinatta yalnızca “ben” var. Oysa hayatta bize ait olduğunu sandığımız o kadar çok işler ve işlemler var ki, biz bunların ne mahiyetlerinden ve ne de sonlarından haberdar oluyoruz. Neler mi bunlar:

Cesedimiz: Hani o gençliğinde zarif bir güle benzerken, yaşlanınca kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine dönüşüveren şu cesedimizden söz ediyorum. Nasıl çalışır; neler olup biter; işleyişi nasıldır, hangi mekanizmalarla donanımlıdır; farkında mıyız sanki? Hani umurumuzda da değil! Böylesine umursamazlık içindeki bir insansak, kalkıp da bu cesedimize nasıl “benim” diyebiliriz?

Peki, farkında olmalı mıyız? Evet! Umursamak zorunda mıyız? Evet! O zaman, işleyişine pek karışma şansın olmayan cesedine bakmakla mükellefsin. Temizliğinden, bakımından, onarımından, düzenlenmesinden, estetiğinden ve diğer işlemlerin yerine getirilmesinden sorumlusun!

Madem kendi hayat çiftliğinin hizmetkârısın, bir emanet olan çiftliğinde, emaneti hakikî Sahibine geri teslim edinceye kadar görevlerini yerine getir. Sağlığına dikkat et meselâ. Sağlıklı bir ceset sana iyi bir yol arkadaşıdır. Dişlerini fırçala. Temizliğine özen göster. Tırnaklarını kes. Sigara ve uyuşturucudan kaçın. Alkol alma. Yanlış beslenme. Hırs, öfke, kıskançlık gibi negatif davranışlardan kaçın. Davranışlarını organize et. Düşünerek adım at.

Sonra, bu cesedine takılı bulunan beş dışsal duyularını zinde tut. Gözünü güzellikleri görmede kullan. Göz penceresinden bakan ruhunu yaralayan şeylerle ilgilenme. Gözünü, onu senin cesedine takan ve gerçek görme Kendisine ait “Sâni-i Basîr”e sat! Yani, O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştır. O zaman, o bir çift gözün, büyük bir kitap olan kâinatın bir çeşit okuyucusu, kâinattaki san’at eserlerinin seyircisi ve dünya bahçelerinde her şeyin güzeliyle ilgilenen bir bal arısı derecesine çıktığını göreceksin!

Dahası, diliniz meselâ… Dilinizin, midenizin hesabına çalışan bir kapıcı mı olmasını istersiniz; yoksa dünya yüzündeki çeşitli ve farklı nimetleri tadıp şükreden bir gurme olmasını mı? Karar sizin!

Mademki bedeniniz bir emanet, ona iyi bakın! Hatta bu konuda sineği de örnek alın. Evet, evet, hani o küçücük sinekçik, küçücük zarif kanatçığıyla bedenini sürekli temiz tutmaz mı? Biz de en az o sinekten geride kalmamalıyız.

Bir kimyagerin araştırmalarına göre insanın değeri komik denecek kadar düşük olup adeta sudan ucuzdur. Çünkü vücudumuzda yedi kalıp sabun yapacak kadar yağ, orta boyda çivi yapacak kadar demir, ancak bir kahve fincanı dolduracak kadar şeker, bir tavuk kümesini boyayacak kadar kireç, 2000 kibrit yakacak kadar fosfor, ufak bir topun atımına yetecek barut için potasyum bulunmaktadır.

Madde itibariyle bu kadar ucuz olduğu halde tek bir organını bile dünyaya değişmeyen insan, kendisine verilen bu değerin kıymetini bilmeli ve yine kendisini kâinatın dilenciliğinden kurtarıp, bütün mahlukatın sultanı yapan Zât’a karşı kulluk vazifelerini yerine getirmelidir.

Aksi takdirde gerçek değer, kokuşmaya mahkûm birkaç kilo et, birkaç litre kan ve bir yığın kemikten ibaret kalacaktır.

Teklif: Sahiplendiğiniz ve çok yoğun ilgi gösterdiğiniz cesedinizi maddî-manevî bakımda tutun!

B. Sait ÇİFTÇİ

02.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR



Onuncu Söz


Onuncu Söz, önce Haşir Risâlesi adıyla telif edilmiştir. 1926 yılı Berat Kandilinde yazılmaya başlanmıştır. Bu sebeple Berat Gecesinin bir kandili olarak adlandırılmıştır. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 105)

Onuncu Söz hakkında Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“Bundan sekiz dokuz sene evvel, Onuncu Söz, sekiz yüz nüsha yayılmasıyla, ehl-i dalâletin kalblerindeki inkâr-ı haşri sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi; ağızlarını tıkadı. Onuncu Söz’ün harika bürhanlarını gözlerine soktu. Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azim imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalâleti susturdu.” (Tarihçe-i Hayat, s. 219)

“Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden süzülmüş bazı katarâttır; sâir risâleler dahi umumen öyledir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 175)

“Evet, Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belâyı def etti. Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve harb-i umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda Onuncu Söz çıktı ve tab edildi. Bin nüshası etrafa yayıldı, onu gören herkes kemâl-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirâne fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 106)

“Onuncu Söz’de kalbi, iman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmiştir.” (Sözler, s. 479)

“Onuncu Söz’de ispat edildiği gibi, bütün mevcudat bütün hakaikiyle dâr-ı âhirete işaret ediyorlar.” (Mektûbât, s. 244)

Fatma ÖZER

02.10.2006




Ramazan, empati geliştirir




Fakirlere yardım noktasında, hepimizce malûm ki, istenilen sadece olayın maddî boyutu değildir. Tam 2da bu yönüyle ilişkilerimizi düzenlemede bize önemli bir şifre sunar mübarek Ramazan. Yani “empati” (kendini ötekinin yerine koyma durumu) kurmamız istenir. Ötekinin sıkıntısını, derdini paylaşacağı sadece güvenilir bir insan olarak kalmayıp, kendimizi dostumuzun yerine koyarak, nasıl ve hangi yöntemlerle ona yardımcı olacağımızı düşünmeliyiz ve onu bu sıkıntısından kurtaracak şartları öncelikli olarak yerine getirme gayretinde olmalıyız. Ramazan, manevî olarak da kendimizi başkasının yerine koymak gibi önemli erdemlerden birini bize hatırlatmış olur.

Yasemin Uçal ABDULLAH

02.10.2006




Selim saatler



Misafirlikte yeni yayına giren “Sağır Oda” filmini kısa da olsa seyretmek sıktı beni… Ne kadar da sığ bir film… Ne büyük hakikat katliâmı gösterilen görüntü… Gözler körleştiriliyor… Kalp odası sağırlaştırılıyor… Temiz dimağlar bombalanıyor… Duru duygular dinamitleniyor… Dünyalar savaşı sanki…

Görselliğin hükümranı firavunlar sihir silâhıyla vuruyor… Selimi silâhlı, silahlıyı da selim göstererek… Odaları sağırlaştırıyorlar cam kafeslerle… Kafeslenmiş kafalar beyazı siyah, siyahı beyaz görüyor.

Selim Müslüman “Selâm”ın aynasıdır. Barıştır, sevgidir, hoşgörüdür şiârı… Düşmanıyla karşılaşmaktan kaçınır, karıncayı bile ezmek istemez. Çimleri çiğnemektense kuru toprağa basmayı tercih eder. Bastığı yerleri de toprak diye geçmez, anlam adımlarıyla tefekkürle yürür yeryüzünde. Yüzünü ukbaya çevirmiş, yükünü tevekkülle bırakmıştır Kadîr-i Hâkim’e.

Hikmetten doğar sevgi… Hikmet sevdalarla doludur sadrı… Şefkat yayılır gönlünden… Kâinatın kalbini dinler kalbi… Rahman zikrini duyar kulağı… Hakikatin renklerini görür gözleri… Zulme tenezzül zayıfların silâhı… Kâinatın Sultanına dayanan zayıf mıdır? Sevgisiz sığlıkta boğulan zulüm ipine tutunur. Sevgi denizlerinde şefkatle yüzen bir sadırdan zulüm damlar mı?

Yok yok dünya daha tersten dönmeye başlamadı… Firavun firavundur, Musa da Musa… Selim silâhıyla zulmetmez, zalim de selim olmadı henüz. Yeryüzüne sahiplenmekten önce kafaları kafeslemek istiyor birileri… Global zalimler sağır odalara hapsedip cam zulümler ediyor.

Odalar ıssız, odalar renksiz… Sevgi ellerle kâinat bahçesinde gezdirilmeyi bekleyenleri bekletmemeli şefkat kahramanları… Kuşatmayı kırmalı kalpleri kazanarak…

Camların ötesinde canlara hitap edebilmek, hikmeti sevgiyle söylemek… Duvarlara değil duygulara dinletebilmek hakikati… Selim saatler için “Sağır Oda”ları boşaltmalıyız.

Hüseyin EREN

02.10.2006




‘İftara bize buyurun’




Mübarek Ramazan ayının henüz ilk günlerindeyiz. Önümüzde bir hayli zaman var. Fakat yine de programımızı şimdiden ayarlamakta yarar görüyorum.

Kur’ân ayı olan Ramazan’da hatimlerimizi, ibadetlerimizi, eğer yaşadığımız şehirde mübarek makamlar ve ziyaret edilecek önemli zatlar varsa oraları ziyaret, büyüklerin hatırını sormak, mağdur ve yardıma muhtaç aileleri veya insanları bulup onlara yardım etmek gibi vazifeleri edâ ettikten sonra önemli bir geleneği de unutmamak gerekiyor.

İftar yemeklerine dâvet edeceğimiz dost ve arkadaşları tesbit edip onlar için de uygun olan zamanı ayarlamak bence önemli bir husus.

Bu düşüncede olanlar eğer dâvetlerini son zamanlara bırakıyorsa benim gibi sıkışacaklardır.

Ya sizin için zaman uygun olmuyordur ya da dâvet ettiğiniz insanlar başka yerlere söz vermişlerdir. O zaman da işin yoksa kimi kiminle denkleştirip dâvet edeceğiniz konusunda daralıp kalıveriyorsunuz.

Bu yıl benim için bu sıkıntı had safhada.

Yurt dışındaki oğlumun bu Ramazanda bizimle olması sebebiyle istedim ki bir hafta oğlumla ailece baş başa olalım, aynı masada telâşsız ve samîmî iftar yemekleri yiyelim.

Ben bu düşüncedeyken bir de baktım ki Ramazan yarılanmak üzere.

Oysa yemeğe almak istediğim onca dost ve akraba var. Hangisinden başlamalı, birkaç aileden oluşacak isimleri nasıl tesbit etmeli telâşına düşünce diğer vecibeleri ve güzellikleri yaşamaya vakit az kalıyor.

Bu önemli mi diye soranlar olacak aranızda. Bunu hissedebiliyorum. Bence çok önemli. Çünkü, çok diyar gezdim. Çok gurbet yaşadım. Çocuklarım ailesinden uzakta çok Ramazanlar geçirdi.

İftar dâvetlerinden kasıt öncelikli olarak garipler, yalnızlar olmalıdır değil mi?

Henüz yeni gittiğimiz yerlerde tam çevre edinemediğimiz Ramazanlarda çocuklarım sorardı: ‘Anne biz niye iftara birilerine gitmiyoruz?’ diye.

Diyemezdim ki, ‘Yavrularım insanlar birbirlerini ağırlamakla meşgul, biz henüz akıllarına gelmiyoruz.’

Dört yıl İstanbul’da yaşayan oğlum derdi ki: ‘Anne bir yemek firmasına veriyorlar siparişi, alın size iftar yemeği deyip sıra savıyorlar. Kaldığımız apartmanda sırf öğrenci olduğumuz için bize kıyamayan bir Karadenizli teyzenin arada bir verdiği ev yemekleri de olmasa inan ev tadını unutacaktık.’

İnsan sevindirme ayı olan Ramazanda bence iftar dâvetlerini önce gurbetçi olanlara vermekte yarar var. Onların anaları, babaları, teyze ya da akrabaları yok ki iftara çağrılsınlar. Körler sağırlar birbirlerini ağırlar hesabı ben teyzemi, teyzem beni çağırmasın sadece, onların yanına bir de gurbetin yalnızlığını çeken birilerini de katsak fena mı olur?

Hele öğrenciler…

Zaten ailelerinden uzaktalar. Zaten ev yemeğine, ev ortamına hasretler. Bir de bizler hazır yemeklerle sıra savar gibi yemek verirsek veya tamamen unutursak olur mu?

Geçen Ramazan çocuklarım bizden ayrıydı. Her türlü yemek hazırlayıp derin dondurucularına koymama rağmen diyorlardı ki, ‘Anne masadaki yemekler bize, biz yemeklere bakıyorduk. Canımız yemek istemiyordu bile. Kendimizi garip ve kötü hissediyorduk.’

Neyse ki dünya iyisi komşularım vardı. Sahurlar da dahil olmak üzere çocukları yalnız koymadılar. Hatta içlerinde biri vardı ki, kendisine sık sık gitmekten çekindiklerini anlayınca pişirdiği yemekleri alıp geçiverirdi bizim eve. Kendi çocukları ve bizimkilerle şen-şakrak iftar yemeklerinin ardından namaz için ayrılırdı.

Şimdi düşünüyorum da bu hanımın aldığı duâ ve sevindirdiği iki gencin kendisine olan hüsn-ü zannı az bir nimet miydi?

Hani ‘kardeşiz’ diyoruz ya… Müfritane irtibat, muhabbet diyoruz ya… Okuduklarımız uhuvvet, kardeşlik üzerine ya…

‘Acaba uyabiliyor muyuz?’ diye sormalıyız kendimize..

Yoksa okuduklarımız ve baş salladıklarımızla uyguladıklarımız arasında bir kopukluk mu var?

Allah rızası için yemek ve yedirmek ise aslolan, sahiden bunu ortaya koymalıyız. Yoksa gönül kırıklıklarına sebep olacaksak yedirmenin-içirmenin ne anlamı var?

Belki de kazancımızın bereketinin zayi olmasının temelinde bu var.

İftar dâvetlerini asla es geçemiyorum.

Akraba hakkını daima saklı tutmak kaydıyla, gurbetçiler, öğrenciler, yaşadıkları yerde bir yakını olmayanlar daima favori konuklarım.

Yaşadıklarım bana bunu öğretti.

Özel dâvete gerek bile yok.

Eğer yolunuz Türkiye’nin en doğusuna düştüyse ve kendinizi yalnız hissediyorsanız soframız daima açık.

‘İftara bize buyurun’

Hülya YAKUT

02.10.2006




Öfkeyi yenmek




Yüce Allah bizleri birçok güzel duygularla süslemiştir. Yalnız, bu duyguları hem iyi yönde, hem de kötü yönde kullanmak mümkündür. İnsanda bulunan belli başlı duygulardan biri de öfkedir. Yaratılışça sınırlandırılmayan bu duygu, kendi başına bırakıldığında aşırılıklar arasında bir ibre gibi devamlı oynar.

Öfkeyi belli bir ölçüde tutmak, ancak sağlam bir irade ile mümkündür. İyi bir eğitim, güçlü bir inanç ve keskin bir iradeyle kontrol altına alınan öfke, insanı gerçekten huzur dolu bir atmosfere ulaştırır.

“Öfkeyle kalkan zararla oturur” atasözünün doğruluğunu bizzat yaşayarak görenlerimiz çoktur. İnsan, bir defa öfkesine kapıldı mı, aklı başından gider, sonu pişmanlıkla bitecek maceralara sürüklenir. Yerine göre vurup kırar, yakıp yıkar, öldürür. Bazen ıztırabını bir ömür boyu çeker.

Dizginlenmeyen öfke, insan için bir zehirdir. Öfkenin zararlarından dolayı, Allah Resûlü (asm), kendisinden, kısa ve unutulmayacak bir şey öğretmesini isteyen sahabeye, tek kelimeyle “Hiddetlenme!”1 buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz (asm) bir gün: “Siz aranızda kimi pehlivan kabul edersiniz?” diye sordu. Ashab:

“Erkeklerin yenmeyi başaramadığı kimseyi!” dediler. Tekrar Resûlullah (asm) şöyle buyurdu:

“Hayır! Gerçek pehlivan öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.”2

Gerçek mü’minler için Kur’ân-ı Kerim’de “Onlar, bollukta ve darlıkta bağışta bulunurlar, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever”3 buyrulur. Şûrâ Sûresinin 37. âyetinde ise, “Öfkelendiği zaman bağışlayanlar” övülmektedir.

Dinimiz öfkelenmemeyi tavsiye ederken, öfkelenen bir kimsenin sinirlerini nasıl yatıştıracağını da öğretmektedir. Peygamber Efendimiz (asm) bakınız ne buyuruyor:

“Öfke şeytandandır. Şeytan ise, ateşten yaratılmıştır. Ateşi ise, ancak su söndürür. Sizlerden biri öfkelendiği zaman abdest alsın.” Ve yine “Sizden biri öfkelendiği zaman ayakta ise otursun. Öfkesi geçerse ne âlâ. Yoksa uzanıp yatsın.”4

Bir gün iki kişi Resûlullah’ın (asm) huzurunda küfürleştiler. Birisinin yüzünde öfkesi belli oluyordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Ben bir kelime biliyorum. Eğer onu söyleyecek olsa, kendinde beliren öfke giderdi: Eûzü billâhi mine’ş-şeytani’r-racîm.”5

Evet, buraya kadar ifade edilen öfke, zarar verenidir. Yoksa yiğitliğe dönüşen, orta yolda kullanılan öfke zararlı değildir. Ne korkup zillete düşeceğiz, ne de öfkelenip hak ve hukuka zarar verici hale geleceğiz. Sadece haklarımızı çiğnetmeyecek, gerektiğinde kahramanlığı ele alıp düşmanlarımızı zararsız hale getireceğiz. O zaman öfke duygusu, yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmış olur.6


Dipnotlar:


1- Buhârî, Edeb, 76.

2- Ebû Davud, Edeb 106.

3- Al-i İmran Sûresi : (3) 134.

4- Ebû Davud Edeb, 4.

5- Müslim, Birr ve 109

6- İ. Ünal, Görgü 132-134

Necmi ÜNLÜ

02.10.2006




Takvim



Kapatılır Cehennem kapıları,

Gelince ol Rahmet Ayı.

Dokuz gündür tüm azalar,

Terk ettiler günahları.

Ferhat ÖĞMEN

02.10.2006




Takvim



On bir ayın sultanıdır

Kalplerde hep huzur vardır

Eller duaya açılır

Dokuz gündür nur saçılır

Celal YALÇIN

02.10.2006




Dörtlük



Ölüm varken bu dünya, ruhlara dar her zaman.

Vicdanlarda sonsuzluk arzusu var her zaman.

Hayatında ihlâsı rehber yapan mü’mine,

Allah bu zorlu yolda Ebedî Yar her zaman.

Abdülkadir MENEK

02.10.2006




BİR KISSA, BİN HİSSE



İsrafil (as) gökten neden indi?


İbn-i Abbas (ra) anlatıyor:

Peygamber Efendimiz (asm) Cebrail Aleyhisselâm ile Safa’ya doğru giderlerken Hz. Cebrail’e (as):

“Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in evinde akşamdan sonraya bir avuç un kalmamıştır.” buyurdu.

O sırada gökten korkunç bir ses duyuldu. Peygamber Efendimiz (asm):

“Kıyamet mi kopuyor?” buyurdu. Cebrail Aleyhisselâm:

“Hayır. Senin sözünü duyan İsrafil yere indi. İşte buradadır.” Buyurdu.

İsrafil Aleyhisselâm:

“Ya Resulallah, Allah sözünüzü işitti. Ve yerin hazinelerinin anahtarları ile beni sana gönderdi. Bunları sana arz etmemi ve istersen Tihame Dağını gümüş, altın, yakut ve zümrüt yaparak içinde sizi gezdirmemi emretti. İstersen hükümdar bir peygamber, istersen kul bir peygamber olarak kal. Bu ikisinden hangisini tercih edersin?” dedi.

Cebrail Aleyhisselâm işaret etti. Peygamber Efendimiz (asm):

“Ben, kul bir peygamber olmayı, bir gün aç, bir gün tok yaşayıp, acıktığım gün Allah’a tazarru ve niyazda bulunmayı, doyduğum gün de Allah’a hamd etmeyi tercih ederim.” buyurdu.


(Tirmizi)

Süleyman KÖSMENE
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Ondan sonra Biz onun kavmine gökten bir ordu indirmedik; indirecek de değildik. Korkunç bir ses onlara yetti. Sönüp gittiler.


Yâsin Sûresi: 28-29


03.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Şâhidlik yapmaya çağrıldığında bildiğini söylemeyen kimse yalancı şahitlik yapan kimse gibi olur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3743


03.10.2006




Oruç ve zekâtı terk etmenin getirdiği musibet




..Tekrar biri sordu:

“Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musîbet-i amme ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”

Dedim:

“Mukaddemesi üç mühim erkan-ı İslamiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât. Zîra, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Halık Teâlâ bizden istedi; tenbellik ettik. Beş sene, yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile, bir nevî namaz kıldırdı. Hem, senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi; nefsimize acıdık. Keffareten, beş sene oruç tutturdu. ‘On’dan, ya ‘kırk’tan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi; buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekâtı aldı. Amelin karşılığı kendi türünden birşeyle verilir”


Tarihçe-i Hayat, s. 120


***


Evet, âlem-i İslâmın, bu asrın hasâreti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umûmiden kurtulmasının sebebi, Kur’ân’dan gelen îman ve a’mal-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı açlık ve kahtın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikar etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harb olmamasının sebebi, “İman edenler müstesna” (Asr Sûresi: 3.) kelime-i kudsiyesinin hakîkatini fevkalade bir sûrette yüz bin insanların kalblerine tahkîki bir tarzda ders veren Risâle-i Nur olduğunu pekçok emarelerle ve şakirtlerinden binler ehl-i hakîkat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.


Tarihçe-i Hayat, s. 278


Lügatçe:


mukaddeme: Başlangıç.

musîbet-i amme: Umumî musibet.

terettüb: Sıralanmak, netice olarak çıkmak.

erkan-ı İslâmiye: İslamın şartları, rükünleri, direkleri.

salât: Namaz.

savm: Oruç.

buhl: Cimrilik.

müterakim: Birikmiş.

a’mal-i saliha: Salih, iyi, hayırlı ameller.

kaht: Kıtlık, kuraklık.

hasâret: Zarar.

ihtikar: Karaborsacılık.

kelime-i kudsiye: Yüce, kudsî söz.

Bediüzzaman Said NURSİ

03.10.2006




Oruç, uyurken bile ibadet ettiriyor!




Mehmed Fırıncı anlatıyor:

“Ramazan gelmişti. Üstad Hazretleri bütün Ramazan boyunca hiç yatmadı. Usûlü şöyleydi. Derdi ki: ‘Ramazan’da insan oruçla ibadet halinde olduğundan, uykuda da olsa farz bir ibadeti ifâ etmiş oluyor.’ Her dakikası bire bin verebilen bir ayda ibadetsiz bir zaman boşluğu bırakmak istemiyordu. Onun için iftardan sonra zaten akşamla yatsı arası kendisinin her zaman normal olarak evrad vaktidir. Tâ sahura kadar. İmsak vakti girer girmez hemen sabah namazını kılar, tesbihatı kendisine mahsus ifâdan sonra istirahata çekilirdi. Tâ kuşluğa kadar. Ondan sonra kalkar, gene Nur dersleri ve evrad-u ezkâr ile meşgul olurdu. Benim hayretimi mucip olan bir husus olmuştu. Üstad Hazretlerinin karşısındaki evler yüksekti. Oradan Üstadı görmek için kadın-erkek, çoluk çocuk hepsi toplanırlardı. Üstadı görmek ve ibadetini seyretmek için. Biz de mecburen kapatıyorduk. Sonradan komşulardaki yaşlı hanımlarla konuştuk. Onlar, ‘Niye kapatıyorsunuz? Hocaefendi sabaha kadar evrad-u ezkâra devam ediyor, biz de onunla beraber devam ediyoruz’ dediler. Üstad Hazretleri geceleri çok parlak ışıkta evrad ve ezkâra devam ederdi. Loşluktan hoşlanmadığını görürdüm.”


Son Şahitler, C. 4, s. 344


03.10.2006




Takvim



On gündür azalarımız,

Arınmakta günah kirinden.

İmân nuru ile dolan kalb,

Yüz çevirmez Rabbinden.

Ferhat ÖĞMEN

03.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

Nur-u Muhammedî’yi (asm) içinde hissetmek




Oruç tutan insan bilir ki:

Maddî varlığın başlangıcındaki vâveylâ, muhtemelen en nihâî meyvesini vermenin heyecanı ile zuhura gelmenin sonucuydu. Varlığın çekirdeği hükmündeki ilk atom “Âlemlere Rahmet” olacak bir kimliğin bedenine hamile olmanın, onun zerrelerini taşıyor olmanın heyecanı ile sonsuz uzay boşluğunu dolduracak bir patlama ile kabuğunu çatlatmış olmalıdır. İlk zerreyi ve ondan sonraki bütün zerreleri, bu zerrelerin uyum ile bir araya gelmelerinden oluşan ne kadar varlık varsa hepsini anlamlandıracak olan, Hazret-i Muhammed (asm) isimli bedende yer alacak zerreler ve o bütünlükten çıkacak mânâlar olmalıdır. Ondan sonraki süreçte sürekli geliş gidişler ve istikbale dair koşuşturmaca sanki “Acaba biz de onun (asm) zerreleri içinde yer alabilir miyiz?” telâşıydı. Zaman hakikatinin ondan (asm) öncesine denk gelen zerreler bu heyecanla koşuşturmuş ve tahavvül etmiş olmalı. Sonrasında gelen zerreler de hâlâ onu (asm) istikbalde ve ulaşılması gereken zirvede görmenin verdiği algı ve oraya ulaşmanın heyecanı ile koşuşturup halden hale geçerek o zirveye (asm) ve saadet asrına ulaşmanın heyecan ve telâşını yaşıyor olmalılar.

Bu yeni noktanın uzantısında ortaya çıkacak olan kâinatın bir kitap olduğu ve o kitabı anlamlı kılan en parlak cümlenin Hazret-i Muhammed (asm) olduğu sonucudur. Kitap içindeki bütün cümlelere anlam veren ve her noktanın gerisindeki gizli mânâları açığa çıkaran şahsiyet-i Muhammediye (asm) hakikati olmalıdır. Mevcutlar ve Hâlık-ı Kâinat arasındaki bağlantının merkezinde o zat (asm) yer almaktadır. Bu anlamın, Âlemlerin Rabbi tarafından kâinatın olmazsa olmazı konumuna getirilmesinin sebebi olmalıdır. Varlığa mânâ kazandıran bu konum zerrelerle şekillenen âlemlerin de ötesinde farklı mânâ âlemlerine ve her türden âleme ulaşıyor, bütün kevnleri, oluşları kuşatıyor olmalıdır. Âlemlerin Rabbi’nin her ne türden hitabı varsa hepsinin anlamı ve şifresi Muhammedî (asm) gerçeklik içinde gizli gibidir. Bu ilişkiler ağı, zaman ve mekân ötesi varlığın bütününü kuşatan ve kâinata adeta ruh veren bir yapı içinde gerçekleşmektedir. Bu türden ilişkilerin fizik âleme de yabancı olmadığı, yeni fiziğin ölçülerinde de ortaya konmaktadır. Her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu bir âlem algısında ilk atomun ve son atomun Hazret-i Muhammed (asm) ile bağlantısı daha kolay algılanabilir ve anlaşılır hale gelmiştir. Onun (asm) varlığa nur kattığı hepimizi ve bütün âlemi aydınlığa kavuşturduğu düşünülürse, bu bedenin insan adını almış olması ve onunla (asm) aynı türden oluşumuzun ne büyük bir şeref olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Belki de zerrelerin sürekli kaynaşması onun (asm) zerrelerden yaratılmış olmasının verdiği tarifi imkânsız bir sevinç ve her zerreye şeref veren bu halin hissettirdiği mutluluktan kaynaklanmaktadır. Salâvat ise bu mutluluğun zerrelerle şekillendirilmiş bedenlerden kelimelere dökülmesi ve varlık âlemini kuşatan sonsuz rahmete onu (asm) vesile yapmak anlamına geliyor olmalıdır.

Allah (c.c.) ve melekleri ona salâvat getiriyorlar. Biz de bütün zerrelerimizle ve kâinatı kuşatan bütün zerreler adına ona (asm) salâvat getirmeliyiz. Çünkü o (asm) kâinat kitabının âyetü’l-kübrâsıdır. Hazret-i Muhammed’in (asm) nuru, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer bu kâinata bir ağaç nazarı ile bakılsa, o zatın (asm) nuru, bu ağacın hem çekirdeği, hem de en güzel meyvesi olur. Dünya hayat sahibi bir varlık kabul edilse, ruhu, nur-u Muhammedî olur. Ramazan hali ile Hazret-i Muhammed’i (asm) ruhunda çok daha belirgin hisseder. O açlık içinde getirilen salâvat ile onun (asm) nurunu içinde hissetmenin tadı bir başkadır.

Hakan YALMAN

03.10.2006




SORULARLA ORUÇ



* Ramazan orucu için niyet nasıl yapılır?

Oruç için niyet, kişinin oruç tutacağını bilmesi ve oruç tutmaya karar vermesinden ibarettir. Oruç için sahura kalkılması, oruç için sahurda bir bardak su içilmesi veya oruç için sahurda bir lokma bir şeyler yenilmesi de niyet yerine geçer.

Ayrıca dil ile de niyet edilebilir. Dil ile niyet edileceği zaman şöyle denir: “Niyet ettim Allah rızası için yarınki Ramazan orucunu tutmaya.”


* Ramazan orucu için her gün ayrı niyet etmeli miyiz?

Ramazan-ı Şerifte her gün için ayrıca niyet edilmelidir. Çünkü her günün orucu müstakil bir ibadettir. Ramazan’ın başında bir defa toplu niyet edilip artık niyet edilmemesi doğru değildir, yeterli değildir. Çünkü her gün bir ayrı ibadet günüdür. Her günün tecellileri de farklı olmaktadır. Bir gün sıhhatli iken, bir diğer gün hasta olabilmekteyiz. Bir başka gün yolculuğa çıkmak zorunda kalabilmekteyiz. Bu durumda baştaki toplu niyetimiz bizi sıkıntıya sokacaktır.


* Ramazan orucu için bir günün niyetini ne zaman yapmalıyız?

Niyet sahur vakti yapılabileceği gibi, o günün en geç kuşluk vaktine kadar da yapılabilmektedir. Ancak bu vakitten sonraya niyet bırakılmaz. En geç kaba kuşluk vakti niyet yapmak için de, o ana kadar orucu bozacak davranışlardan uzak bulunmak lâzımdır. Yoksa niyet geçersiz olur. Oruca niyet etmenin en erken vakti, bir gün önceki gün batımında başlar. Niyet için en hayırlı ve efdal vakit ise sahur vaktidir.

Süleyman KÖSMENE

03.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Ce: ramazana özel sohbetler

Eylül




Bir çoklarının aksine sonbaharı ve kışı sevenlerdenim. Her Eylül ayı, havaların serinlemesi, düzenli bir hayatın başlangıcı, tatillerin bitişini hatırlattığı için midir, yoksa başka bir sebebten midir bilemiyorum, kendimi daha iyi hissediyorum.

Tenbelliğin bittiği, okulların açıldığı, işin gücün rayına oturduğu aydır Eylül.

Hele bu yıl daha bir sevimli geldi. Çünkü beraberinde Ramazan ayı da vardı. Oruç ayını Eylül’ün son haftasında karşıladık. Bir yanda okul telâşı, bir yanda yazın bitip kışa hazırlık çalışmaları, turşular, tarhanalar, kesmeler, erişteler derken ayların sultanı Ramazanın gelişi ile özellikle hanımlar bu ayı biraz daha yoğun yaşadılar.

Ömür denilen ağacın son demlerini hatırlarım bu ayda.

Koştur, çabala, didin, diren derken nasıl geçtiğini anlamadığımız kos koca bir ömrün sararan yaprakları gibidir Eylül.

Öyle hızlı geçti ki bu ay, geçen kızıma ‘Ekim’in mi, yoksa Eylül’ün mü sonundayız?’ diye sormuşum.

“Eh be anne, isimlerimizi karıştırıyorsun tamam da, ayları nasıl karıştırdın?” diye sordu kızım.

Aslında ayların adı değil karışan, zamanın karıştığını düşünüyorum. Geceler gündüze, sabahlar akşama, kışlar yaza öylesine benzedi ki, ben Eylül’ü Ekim’le karıştırmışım çok mu?

Ne ayın doğuşunu fark ediyoruz, ne kışın gelişini doyasıya yaşıyoruz.

Bu yaz Iğdır sıcak mı sıcaktı. Gittiğim arkadaşın evlerinin içi buz gibi. Sokaklar cayır cayır yandı ama, mağazası olan bayan esnafların dükkânları da serin mi serin.

Havalar soğudu sayılır. Ama kimin umurunda, evler kalorifer denilen nimet ile sıcacık. Giysiler kalın. Her yere arabayla gidiliyor. Karmış, soğukmuş kimi ilgilendirir ki.

Amma Eylül öyle mi ya.

Geceleri hafif üşütür, gündüzleri sıcacık ısıtır. Tezgâhlarda hem kışlık, hem yazdan kalma sebze ve meyveler görmek mümkün.

Hiçbir yerde ne klima çalışıyor, ne de kalorifer yanmakta.

Yani kısacası tadını çıkara çıkara Eylül’ü yaşıyoruz.

Sabah ince giyinen, öğleden sonra şemsiyesini açmak durumunda kalıyor. Mevsimine göre yaşamak ve Eylül’ün tadını çıkartmak için fazladan bir çabaya ve masrafa gerek yok.

Kuşların avareliğine bakıp da aldanmak olmaz. Pazara çıkan her sırlı nimet gibi, Eylül’ün kendine has şiirselliğiyle yaşanıyor zaman.

Üstüne üstlük bir de Ramazan gelmiş. Doyulur mu Eylül’ün tadına.

İlk kez oruç ayında gece ile gündüz birbirine bu kadar yakın.

İlk kez geceden karşılıyorum sabahı.

Yatsımı kılıp hazırladığım kahvaltı masasının ardından kılınıyor sabah namazları.

Sabah namazından sonra yapılan kahvaltının aksine, oruç zamanı bu böyle.

Gece günle buluşuyor, tokluk açlıkla kucaklaşıyor.

Aç kalmak için niyet eden bedenler, güne mideleri boş ama gönülleri dolu dolu başlamanın sevinciyle bir sonbahar mevsimini belki de en az benim kadar mutlu yaşıyor.

Eylül’e dair çok şarkılar dinledim.

Konusu Eylül olan çok şiirler okudum ve de yazdım.

Ama ömür defterime yazdığım en müstesna Eylüllerden biri bu Eylül.

Düşünün…

Bir daha başka bir Eylül’ü böylesine bereketli ve nurlu yaşama şansımız olabilir mi?

Ecel vakti gelinceye kadar kaç kişinin hayatında oruçlu Eylül fırsatı olacak acaba?

Eylül bu yıl hakikaten güzel.

Ben zaten Eylül’leri çok seviyordum.

Sevmeyenler için bu fırsat önemli bir sebeb.

Eminim siz de şimdi çok seviyorsunuzdur.

Hülya YAKUT

03.10.2006




Dörtlük



Hikmetle yaratılmış, bu muhteşem kâinat.

Her yerinde hükmeder, bir mükemmel saltanat.

Hiç kimse, hiçbir yerde, asla kusur bulamaz.

Ezelden tâ ebede, geçerli bu hakikat.

Abdülkadir MENEK

03.10.2006




Takvim



Bu ilk on günü rahmettir

Hem ortası mağfirettir

Ramazan bu berekettir

Müslümanlar anlar bunu

Celal YALÇIN

03.10.2006




Düşünen sorumludur!i




Çoğu kez başkasının hayatıyla ilgilenmekten hoşlanırız. Kimbilir, belki de bu bir kaçış; hayatın insana yüklediği sorumluluklardan bir kaçış…


Düşünme ile sorumluluk arasında ilişki var


İnsanın karışma, düzenleme ve düzeltme şansı bulunmayan nice işleri vardı ki, belki de onlara karışsaydı daha da karıştırırdı! Sözgelimi, lezzetlere eğilimli bir varlıktır insan... Buna günümüzde “Hazcılık” diyorlar ya, bunlar şimdilerde insanların peşinden koştuğu lezzetler… Oysa insan bilseydi ki, bu hazları elde etmek kısmete bağlıdır. O zaman, hazları elde etmek için uğraşsa da kalbine sokmaması gerektiğini, hatta mümkünse terk etmeye çalışması lâzım geldiğini ancak anlardı!

Madem bu hayatta ve bu güzel dünyada birer misafiriz; buradan da ait olduğumuz yurda gideceğiz, siz hiç misafirin kaldığı yerdeki eşyaları sahiplenmesini hoş karşılar mısınız? Kendisine ait olmayan şeylere kalbini ve aklını bağlamasını normal bir davranış olarak görür müsünüz? Mademki bulunduğumuz bu diyarı terk edeceğiz; aziz olarak terk etmek varken, rezil olarak terk etmek mükemmellik yolcusu olan insana yakışır mı hiç?

Düşünün bir kere; hani şu sonu ölümlü olan hayatımızı bir düşünün! Her alıp verdiğimiz nefesle yaşadığımızın çoğu kez farkına varamadığımız hayatımızla ne kadar bilinçli ilgiliyiz dersiniz?

Düşünün bir kere; hani şu yok olmakla var olmak arasında gidip gelen; diğer varlıklar arasında “insan” olarak adlandırdığımız kimliğimizi ne zamandır unutmuyor muyuz?

Düşünün bir kere; hani şu sınırlı olan; ne ileri ve ne de geriye sarılabilen ömrümüzü. Yarınını bilemediğimiz için elimizden bir şey gelmeyen; ne zaman son bulacağını bilemediğimiz için de her an bizi tedirgin eden hayatımızı düşünün! Belirsizliklerden dolayı düştüğümüz endişe elemi, gelecek karartısından doğan hüznümüz bizi perişan ederken; sahiden de bunları düşündüğümüzde dert etmeye değmediğini de fark ederiz hemen. Yüklendiğimizde kaldıramadığımız uzun emellerimizi, eleme dönüşmeden sırtımızdan attığımızda öylesine rahatlarız ki, denemeye değer!

Düşünün bir kere; hani şu geçici olarak başımıza musallat edilen belâlar var ya şu belâlar! Nasıl olsa geçer diye düşünerek üstesinden geleceğimiz musibetler, aslında sürecin faydalı birer parçası; geçince bizi mutlu etsinler diye ikram edilen belâlar onlar. Paniğe gerek yok!

Teklif: Üzerine vazife olan şeyleri en güzel şekilde yap, gerisine karışma ve karıştırma! Mutlu ol, hayatın keyfini çıkar!

B. Sait ÇİFTÇİ

03.10.2006




O (asm) bir muallimdi



Yüce Allah tevhid delilleri ile kıyamet ve haşri ispat eden âyetlerini ders veren vahiylerini göndererek mü’minleri eğitmeye devam ediyordu. Çünkü dinin esası devamlı eğitimdi. Geçmiş peygamberlerin ibret dolu tevhid mücadelelerinden örnekler vererek mü’minleri hem tesellî ediyor, hem de motive ediyordu.

Sahabeler Darü’l-Erkam’da toplanarak okuyor, öğreniyor, ezberliyor ve namazlarda tekrar ediyorlardı.

Din bir eğitim müessesesi olarak doğdu. “Oku!” emriyle başladı. Allah, okumaları için “kitap” gönderdi. Bu eğitimin üç basamağı vardı.

1. Okumak

2. Anlamaya çalışmak

3. Tatbikata geçmek.

Peygamberimiz (asm) Darü’l-Erkam’da bir eğitim merkezi açmış “muallim olarak gönderildiğini” beyan buyurarak gece gündüz sahabelerini eğitime tâbi tutuyordu. Bediüzzaman’ın tabiriyle “Muallim-i ukûl” (Akılların muallimi) idi o (asm).

Bu arada vahiy peş peşe gelmeye devam ediyordu. Peygamberimiz (asm) sırasıyla “iman eğitimi”, “ibadet eğitimi” ve “ahlâk eğitimi” veriyordu. Sabır, fedakârlık, feragat, mücadele duygularını geliştiriyor; cesaret, azim ve merak duygularını pekiştiriyordu. Böylece iman, teslim ve tevekkülle mükemmel eğitim veriliyor, kabiliyetler inkişaf ediyor ve ruhlar tekâmül ediyordu.

M. Ali KAYA

03.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
--->: ramazana özel sohbetler

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Yazıklar olsun o kullara ki, ne zaman onlara bir peygamber gönderilse onu alaya alırlardı.


Yâsin Sûresi: 30


04.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Çok konuşanın hatası çok olur. Hatâsı çok olanın günahı çok olur. Günahı çok olana ise Cehennem daha lâyıktır.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3744


04.10.2006




Ramazanda ibadetlerdeki manevî ortaklık




Aziz, sıddık kardeşlerim,


Evvelâ: Bütün ruh u canımla mübarek Ramazanınızı tebrik ederim. Ve o mübarek şehirde ettiğiniz duâların, Cenâb-ı Hak yanında makbul olmasını Erhamürrâhimînden niyâz ederim.

Saniyen: Bu seneki Ramazan-ı Şerif hem âlem-i İslâm için, hem Risâle-i Nur şakirtleri için gayet ehemmiyetli, pek çok kıymetlidir.

Risâle-i Nur şakirtlerinin iştirâk-i âmâl-i uhreviye düstur-u esasiyeleri sırrınca, herbirisinin kazandığı miktar, herbir kardeşlerine aynı miktar defter-i âmâline geçmesi, o düsturun ve rahmet-i İlâhiyenin muktezası olmak haysiyetiyle, Risâle-i Nur dairesine sıdk ve ihlâsla girenlerin kazançları pek azim ve küllîdir. Herbiri, binler hisse alır. İnşaallah, emval-i dünyeviyenin iştirâki gibi inkısam ve tecezzî etmeden, herbirisine, aynı amel defterine geçmesi, bir adamın getirdiği bir lâmba, binler aynaların herbirisine aynı lâmba inkısam etmeden girmesi gibidir.

Demek, Risâle-i Nur’un sadık şakirtlerinden birisi leyle-i Kadrin hakikatini ve Ramazan’ın yüksek mertebesini kazansa, umum hakikî sadık şakirtler sahip ve hissedar olmak, vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeden çok kuvvetli ümitvârız.

***

Aziz, sıddık, mübarek, kahraman kardeşlerim,

Evvelâ: Bu mübarek Ramazan’da, iştirâk-i âmâl düstur-u esasiyle, herbir has kardeşimizin kırk bin dili bulunan bir melâike hükmünde, kırk bin dillerle, yani kardeşlerin adedince manevî dilleriyle ettikleri ve edecekleri duâlar, rahmet-i İlahiye nezdinde makbul olmasını, o lisanlar adedince, Cenâb-ı Erhamürrâhimînden niyaz ediyoruz. Bu mahiyetteki Ramazan’ınızı tebrik ediyoruz.

Kastamonu

Lâhikası, s. 65

***

Mübarek Ramazan’ın Leyle-i Kadir sırrıyla, seksen üç sene bir ömr-ü manevî kazandırması sırr-ı hikmetiyle ve Risâle-i Nur’un şakirtlerindeki sırr-ı ihlâsla, tesanüd ve iştirâk-i âmâl-i uhrevî düsturuyla, herbir sadık şakirt, o fevkalâde manevî kazancı elde edeceğine gayet kuvvetli bir delili budur ki:

Bu daire içinde kırk bin, belki yüz bin halis, hakikî mü’minlerin içinde hakikat-i leyle-i Kadri elde edecek bir, iki, on, yirmi değil, belki yüzlerin elde etmesi ihtimali kavîdir.

Sırr-ı ihlâsla ve iştirâk-i âmâl-i uhrevî düsturunun sırrıyla biz ve siz bu hakikate müteveccihen, bu Ramazan-ı Şerif’te herbirimiz umumun hesabına ve umum arkadaşları içinde kendini farz edip, nun-u mütekellim-i maalgayrı, yani daima “Bizi mükâfâtlandır, bize merhamet et, bizi bağışla, bize muvaffakiyet ihsan et ve bizi doğru yoldan ayırma. Bu leyle-i Kadri, hakkımızda bin aydan hayırlı kıl” gibi kelimelerde “Biz (Nâ)” içinde umum kardeşlerini niyet etmektir. Ve bilhassa, en zayıf olan bu kardeşinizi, ağır vazifesinde, o hususi niyetle yardım etmektir.


Kastamonu Lâhikası, s. 138


Lügatçe:


iştirâk-i âmâl-i uhreviye: Ahirete yönelik amellerde ortaklık.

defter-i âmâl: Amel defteri.

emval-i dünyeviye: Dünyevî mallar.

inkısam: Kısımlara ayrılma, bölünme.

tecezzî: Parçalanma.

vüs’at-i rahmet-i İlâhiye: Allah’ın geniş rahmeti.

tesanüd: Dayanışma.

nun-u mütekellim-i maalgayr: Konuşan kimsenin kendisinin de içinde bulunduğu bir cemaata ait fiili ifade eden kelimelerin sigasıdır.


04.10.2006




Bediüzzaman’ın yeğeni Suad Ünlükul’u rahmetle anıyoruz




Suad Ünlükul, Bediüzzaman Said Nursî'nin kardeşi Abdülmecid Ünlükul'un oğludur.

1929'da Osmaniye'de doğdu. Eskişehir'de Trafik Başkomiserliği, Konya'da Ahlâk Zabıta Başkomiserliği ve Gülşehir'de Savcı Kâtipliği olmak üzere yurdun çeşitli yerlerinde görev yaptı. 4 Ekim 1993'te Pazartesi günü İstanbul'da vefat etti.

Suad Ünlükul, amcası Bediüzzaman'ı hayatında bir defa görmüştür. Kendisi bu görüşmesini şöyle anlatır: “Emirdağ'a inince, rastladığım bir kahveci garsonuna sordum: ‘Bediüzzaman nerede oturuyor?’

“Garsonun tarifiyle az sonra Seyda'nın kapısının önündeydim. Seyda'nın eşiğine bile ulaşmak artık benim için saadetlerin en büyüğüydü.

“Kapıya Tahiri Ağabey (Mutlu) çıktı. ‘Gel Suad’ diye çağırdılar. İçeride beni karşılayan Zübeyir Ağabey (Gündüzalp), ‘Gel Suad, Üstad seni bekliyor, dün mü çıktın yola?’ dedi.

“Sanki tepemden bir kazan sıcak su dökülmüş sandım. Benim geldiğimi, geleceğimi nasıl işitmişti?

“‘Üstadın haberi var mı geleceğimden?' dedim.

“Zübeyir Ağabey, 'Üstad geleceğini bize söylemişti' dedi. İçeri girdim, çok heyecanlanmıştım. Eline kapandım.”


(Son Şahitler, c. 3, s. 354)


04.10.2006




Takvim



Sabır, şükür ve duâ ile

Geldik, on birinci güne.

Mü’minler giderken iftara,

Sanki gidiyorlar düğüne.

Ferhat ÖĞMEN

04.10.2006




Orucun kazandırdığı şeffafiyet



Oruç tutan insan bilir ki:

Oruç, insanı ruhuna, özüne ve şeffâfiyetine götüren bir nefis terbiyesidir. Açlığı içinde farklı bir rahatlama, lâtif ve şeffaf özelliklerinin açığa çıkmasının huzurunu hisseder. Varlık âleminde işleyen temel sırlardan biri şeffafiyettir. Bu sırra mazhar olanlar, cismen ve şeklen kendilerini ön plana çıkarmazlar. Eşya içerisindeki işleyişleri, daha derinden ve nüfuz etme şeklindedir. Bu yüzden şekilleri, sınırladıkları belirli bir alan, katı bir yapıları yoktur. Her şeye, her şekle uyum sağlayabilecek derecede esnektirler, ancak her şeyin içine nüfuz ederek hayatî fonksiyonlar icra ederler. Bunun zıddı ise, Risâle-i Nur terminolojisinde teşahhusât şeklinde yer almaktadır. Teşahhusât sırrına mazhar olanlar ise daha katı, şekilleri belirgin olan ve belirli bir alanı sınırlamış varlıklardır. Nüfuz edebilmeleri, hatta aynı alanda bir başka varlıkla bir arada bulunabilmeleri bile çok zordur. Çoğu zaman mümkün değildir. Haliyle, sınırladığı alanda mutlak hâkim olduğu hissini uyandırır. Varlık âleminde şeffafiyetin en güzel örnekleri nur (ışık, elektromanyetik dalgalar), hava ve sudur. Bu maddeler her yerde her şeyin içinde bulunup çok önemli görevler icra etmelerine rağmen o nesnelere şekillerini vermeye çalışmazlar. Havasız ve susuz hayat olmaz, ancak bu hayatî fonksiyonlarını varlıklarından bile haberdar olunmayacak şekilde icra ederler. İnsan bedeni ve dünyanın yaklaşık dörtte üçünün su olduğu bilinmektedir, ancak bunlara dışarıdan bakıldığında suyun var olduğu bile belli değildir. Diğer taraftan kayalar, taşlar ve bütün katı nesneler belirli bir alanı sınırladıkları ve oraya hâkim olduklarını hissettiren, geçit vermez ve esnemez bir hali temsil etmektedirler. Sevgiyle insanları kuşatarak onları belirli bir şekle sokma gayreti şeffafiyeti, siyaset ve otorite yoluyla baskıyla aynı fiil teşahhusâtı ifade etmektedir.

Çevremizde cereyan eden oluşlar, yani kâinat ya da kevnler, varlıklar âlemi sürekli bir şeyler anlatma çabası içinde. Şimşeğin çakışında, yağmurun sağnak sağnak inişinde, rüzgârın uğultusunda, dağların görüntüsünde, kısacası varlık âleminde ne var ve hangi işleyiş varsa hepsinde pek çok anlamlar yüklü ve her haliyle bir şeyler anlatmak istediklerini ifade ediyorlar. Bu yapıların bir kısmı şeffafiyeti, bir kısmı teşahhusâtı yansıtıyorlar.

İnsanın yeryüzüne gönderilmesinde ve varlık âleminin yaratılmasında gözetilen temel maksadın sonsuz bir güzelliğin varlıklar şeklinde ifade edilmesi ve şuur boyutunda yansıtılması sırrı olduğu, yine varlık ve şuur arası iletişimden anlaşılmaktadır. Bu anlamda ferdin ve ferdin de bir parçası olarak içinde var olduğunu algıladığı varlığın anlamlandırılması, yine bu ikili bağlantının temel meyvesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu cümleden olarak tarihin farklı dönemlerinde farklı varlık algıları ve kimlik tanımları ortaya çıkmıştır.

Oruç ile kısmen maddî alandan elini çekmek ve maddeden mânâya yöneliş, bir boyutu ile teşahhusattan şeffafiyete geçiştir. Oruç tutan insan bu şeffafiyetin rahatlığını, suyun inşirah verici halini bu hal ile hisseder.

Hakan YALMAN

04.10.2006




SORULARLA ORUÇ




İmsak girdikten sonra ezan bitinceye kadar yemeye ve içmeye devam edilebilir mi?


Ezan okunmaya başladığı anda yeme ve içmeye son verilmelidir. Ezan bitinceye kadar yemeye ve içmeye devam etmek orucu tehlikeye sokar.

Ülkemizde genelde ikinci fecirde, temkin vaktinin bitiminde ezan okunarak imsak vaktinin geldiği îlan edilmektedir. Netice olarak, ezan başlangıcında yeme ve içmenin kesilmesi ve oruca başlanması Kur’ân’ın ölçülerine uygun düşer. Eğer ezan okunmazsa, takvimlerde veya imsakiyelerde belirtilen imsak vaktine uyulması yeterlidir. İmsak vakti girdikten sonra, artık yemek ve içmek haramdır. Sabah namazının farz olduğu vakit de, bu vakittir.

Süleyman KÖSMENE

04.10.2006




Takvim



Bugün on birinci gündür

Kıymetlendir, gün bugündür

Günler ne çabuk geçiyor

Ömür çay gibi akıyor.

Celal YALÇIN

04.10.2006




Dörtlük



Nefsin arzularına râm olma deli gönlüm.

Gözlerimde pişmanlık yaşları, seli, gönlüm.

Misafirsin burada, kalben bağlanmak hata.

Dünya sür’atle geçer, durmuyor, beli, gönlüm.

Abdülkadir MENEK

04.10.2006




Sabır



“Sabır insana önce zehir gibi olur, fakat fıtrata yerleşirse bal olur.”


(Zübeyir Gündüzalp)


Güzel ahlâkın özelliklerinden bir tanesi de sabırdır. Sabır olaylar karşısında dayanıklı olmaktır. Tahammül göstermek, dayanmaktır. Bunun zıddı aceleci olmaktır.

Acelecilik çoğu zaman insanı büyük hatalara yöneltebilir. Yanlış kararlar vermeye sebep olabilir.

Hz. Muhammed’in (asm) hayatına baktığımızda, yüksek ahlâkın bir parçası olan sabrın en zirve noktasını onda görmek mümkündür.

Sabrı şu üç yerde kullanmak gerekir:

Günahlara karşı sabır: Günahları işlememek için direnç göstermek.

İbadette sabır: İbadetin güçlük ve zorluklarına karşı sabır göstermek ve ibadeti sürekli olarak yapmaya devam etmek.

Musibet ve belâlara karşı sabır: Maddî veya manevî belâ ve hastalıklara karşı Allah’a teslimiyet içerisinde olmak.

Sabır kurtuluşun anahtarıdır. Bu konuları göz önünde bulunduran insanlar, Allah’ın kendilerine verdiği sabır kuvvetini gereği gibi kullanarak huzuru elde ederler.

Mehmet ERBAŞ

04.10.2006




Duâ zamanı




Vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi. Bediüzzaman’ın kitaplarından okuduğum bu cümle ilk duyduğum anlardan itibaren o kadar hoşuma gitmiş, o kadar benim gibi birisine hitap etmişti ki anlatamam.

İnsan en çok bunaldığı zaman Rabbine sığınır, en ihtiyacı olduğu zaman O’ndan ister.

Duâ zamanı özel anlardır. Duâ zamanı bilinmezlerin kapılarının çalındığı, şefkat ve merhamet saraylarına sığınıldığı vakitlerdir.

Kabul görülen, reddedilmeyen zamanları iyi bilmek gerek.

Kum gibi insanların her birinin kalbinden geçenleri duyup işten, her arzuya cevap veren, her ihtiyacı gideren bir sahibimizin olduğunu bilmek insanı nasıl da güvende hissettiriyor.

Bire on, bire yüz, bire bin sevab ve karşılık verilen bu mübarek ay, aslında bizler için yakalanması gereken çok önemli fırsatlardır. Senede bir aylık bir şans, bir yıllık zaman içerisinde onca günah ve vebali temizlemeye vesile olacak ibadet ve kulluk için insanlara bahşedilen müstesna zamandır Kur’ân ve Oruç ayı.

Çaresizliğin ve garipliğin cevaplandığı aydır duâ ayı.

İbadetlerin ve sevapların cevaplandırıldığı aydır bu ay.

Açlığın ve susuzluğun işitildiği, halsizliğin ve zayıflığın gözetildiği bir aydır.

Verenlerin övüldüğü, arayanların bulduğu, arananların sevindiği bir aydır.

Her bir harfine binler sevap yazıldığı Kur’ânî ve İlâhî aydır.

Her zerrenin, her kimsenin, her duygunun, her halin ve hareketin defterlere yazıldığı bu ay eşsiz bir fırsat değildir de nedir?

Ey Hâlıkımız!

Ey Rabbimiz!

Ey sevdiğimiz ve kendisine muhtaç olduğumuz Yaratıcımız, sahibimiz!

Ellerimizi Sana açtık. Yüzümüzü sana çevirdik. Olanca safiyetimiz ve mahcubiyetimiz içinde kapındayız. Duâ ayının hürmetine ve Sana açılan eller adedince yalvarıyoruz. Seni sevmenin ve Sana kul olmanın arzusuyla yandır bizi.

Oruçlu ağzımızla Senin rahmetini ve merhametini dileniyoruz.

Bizi bize tanıttır, bize Seni tanıttır.

Âmin Allah’ım, âmin…

Hülya YAKUT

04.10.2006




İhlâs Sûresinin nâzil olması



Darü’l-Erkam’da toplanan sahabeler Peygamberimizi (asm) pür dikkat dinliyorlar ve yeni nâzil olan sûreleri öğrenmeye çalışıyorlardı. Peygamberimiz de (asm) yeni nâzil olan vahiyleri burada kâtiplerine yazdırıyor ve sahabelerine öğretiyordu. Onların sorularına cevap veriyor ve dertleri ile ilgileniyorlardı. Sahabeler de burada öğrendiklerini evlerine ve akrabalarına götürerek onlara da öğretmeye çalışıyorlardı. Mekke’de çalışmalar bu şekilde devam edip gidiyordu. Müşrikler ise sahabelerin bu çalışmalarına engel olmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı.

Peygamberimiz (asm) İhlâs Sûresinin nâzil olduğu gece sahabelerine bu sûreyi talim etti. Kâtiplerine yazdırdı ve Hz. Cebrail’in (as) sûrenin önemi ve fazileti hakkında kendisine öğrettiği şeyleri de sahabelerin soruları ve istekleri üzerine öğretiyordu.

Peygamberimiz (asm) İhlâs Sûresini öğrettikten sonra buyurdu: “Allah’ın kelâmı olan bu Kur’ân bize Tevhid, Haşir ve Nübüvvet hakikatlerini ders vermektedir. İhlâs Sûresi bu üç hakikatten Tevhidi tamamıyla ders verdiği içindir ki Kur’ân’ın üçte birine denktir.”1

Sonra devam etti: “Sizden herhangi biriniz yatarken Kur’ân’ın üçte birini okumaktan aciz olur mu?” Sahabeler: “Buna kim güç yetirebilir yâ Resulallah!” dediler. Peygamberimiz (asm) cevap verdi: “Sizler yatmadan önce üç İhlâs ve bir Fâtiha okuyamaz mısınız? Bunu yaparsanız Kur’ân’ın üçte birini okumuş olursunuz” buyurdu.2

Sahabeler bu müjdeli haberden o derece memnun ve mesrur oldular ki bundan sonra yatmadan önce yatağa uzanan sahabeler artık bunu terk etmemeye özen gösteriyorlardı. Peygamberimiz de (asm) İhlâs ve Muavvizateyn (Felak ve Nâs) sûreleri nazil olduktan sonra sahabelerine devamlı olarak bu sûreleri tekrar tekrar okumaya, Allah’ı ihlâs okuyarak zikretmeye, Muavvizateyn okuyarak her türlü şerden Allah’a sığınmaya ve imanı yenileyerek artırmaya teşvik ediyordu.

Bir gün sahabelerden birisinin “İhlâs Sûresini” devamlı okuduğunu duyunca “Vacip oldu! Vacip oldu!” buyurdu. Yanındaki sahabeler sordular. “Ya Resûlallah vâcip olan nedir?” Peygamberimiz (asm) buyurdu: “İhlâs Sûresini okuyana Cennet vâcip oldu”3 Bunu duyan sahabeler, Peygamberimizden (asm) duyduklarını hemen birbirlerine naklettiler ve anlattılar. Cennetin kendilerine vacip olması için İhlâs Sûresini dillerinden düşürmemeye başladılar. Ne zaman boş kalırlarsa İhlâs Sûresini okuyorlar ve bunun faziletini birbirlerine anlatıyorlardı.


Dipnotlar:


1- Sabuni, 3:622; Şeyh Mensur Ali Nâsıf, Tâc, 4:25

2- Ali Nâsıf, Tâc, 4:25; Münziri, Terğib ve Terhib, 2:380; İbn-i Kesir, Tefsir, 4:608

3- Terğib ve Terhib, 2:380; Tâc, 4:26

M. Ali KAYA

04.10.2006




Onuncu ve On Birinci Sözler



“Evet, Kur’ân’ın hakaik-ı İlâhiyeye dair beyânâtı ve tılsım-ı kâinatı fethedip ve hilkat-i âlemin muammâsını açan beyânât-ı kevniyesi, ihbârât-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünkü, o hakaik-ı gaybiyeyi, hadsiz dalâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhi hükemaları o mesâilin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur.

“Hem Kur’ân gösterdiği o hakaik-ı İlâhiye ve o hakaik-ı kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyâtından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü ‘Sadakte’ deyip o hakaikı kabul eder, Kur’ân’a ‘Bârekâllah’ der. Bu kısmın, kısmen On Birinci Söz’de izah ve ispatı geçmiştir; tekrara hâcet kalmamıştır.

“Amma ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat, Kur’ân’ın gösterdiği yollarla, onları görmek derecesinde ispat ediyor. Onuncu Söz’de, Kur’ân’ın şu ihbârât-ı gaybiyesi ne derece doğru ve hak olduğu izah ve ispat edilmiştir; ona müracaat et.”


(Sözler, s. 370-371)

Fatma ÖZER

04.10.2006




BİR KISSA, BİN HİSSE



Şükretmek borcumuz


İbrahim bin Ethem Hazretleri hükümdarlığını, tacını ve tüm varlığını terk ederek kulluk tacını giyip Horasan’dan ayrılınca, Belh’e Şakik Belhî’nin eşiğine kemale ermeye gitti. Şakik Belhî sordu:

“Ülkenin fakirlerini ne halde bıraktın?”

İbrahim bin Ethem:

“Olduğu zaman şükrederler, olmadığı zaman sabrederler; dilencilik etmezler.” dedi.

Şakik Belhi dedi ki:

“Bizim Belh’in köpekleri de böyle yaparlar.”

İbrahim bin Ethem:

“Sizin fakirleriniz nasıl yaparlar?” diye sordu.

Şakik Belhi:

“Bizim fakirlerimiz olmadığında şükrederler, olduğunda daha muhtaçlara verirler.” dedi.

İbrahim bin Ethem:

“Doğru söylüyorsun. Böyle olmalı.” dedi ve Şakik’in başından öptü.

Süleyman KÖSMENE

04.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Onlar görmedi mi, kendilerinden evvel nice nesiller yok ettik de bir daha geri dönmediler.


Yâsin Sûresi: 31


05.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Bile bile benim adıma yalan söyleyen Cehennemdeki yerine hazırlansın.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3745


05.10.2006




Ramazan’da evrad ve dersle meşgul olmalı



Aziz, sıddık kardeşlerim,

Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak bu Ramazan-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin. Âmin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hükmünde hakkınızda kabul eylesin, âmin.

Saniyen: Bayrama kadar burada kalmamızın bizlere çok faydası ve hayrı olduğuna kanaatim var. Şimdi tahliye olsaydık, bu medrese-i Yusufiyedeki hayırlardan mahrum kaldığımız gibi, sırf uhrevî olan Ramazan-ı şerifi, dünya meşgaleleriyle huzur-u mânevîmizi haleldar edecekti. “Allah’ın, kullarını sevkettiği ve onlar için seçtiği her şeyde hayır vardır” sırrıyla, inşaallah bunda da hayırlı büyük sevinçler olacak. Mahkemede siz de anladınız ki, hattâ kanunlarıyla da hiçbir cihetle bizi mahkûm edemediklerinden, ehemmiyetsiz, sinek kanadı kadar kanunla teması olmayan cüz’î mektupların cüz’î hususiyâtı gibi cüz’î şeyleri medâr-ı bahis edip büyük ve küllî mesâil-i Nuriyeye ilişmeye çare bulamadılar. Hem gayet küllî ve geniş Nur talebeleri ve Risâle-i Nur’un bedeline yalnız şahsımı çürütmek ve ehemmiyetten iskat etmek bizim için büyük bir maslahattır ki, Risâle-i Nur ve talebelerine kader-i İlâhî iliştirmiyor. Yalnız benim şahsımla meşgul eder. Ben de size, bütün dostlarıma beyan ediyorum ki, bütün ruh u canımla hattâ nefs-i emmâremle beraber Risale-i Nur’un ve sizlerin selâmetine, şahsıma gelen bütün zahmetleri mânevî sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum. Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Dünya ve zahmetleri fâni ve çabuk geçici olduğu gibi, bize gizli düşmanlarımızdan gelen zulüm ve mahkeme-i kübrâda ve kısmen de dünyada yüz derece ziyade intikamımız alınacağından, hiddet yerinde onlara teessüf ediyoruz.

Madem hakikat budur. Telâşsız ve ihtiyat içinde kemâl-i sabır ve şükürle, hakkımızda cereyan eden kaza ve kader-i İlâhî ve bizi himaye eden inâyet-i İlâhiyeye karşı teslim ve tevekkülle ve buradaki kardeşlerimizle de hâlisâne ve tesellikârâne ve samimâne ve mütesânidâne hakikî bir ülfet ve muhabbet ve sohbetle Ramazan-ı Şerifte hayrı birden bine çıkan evradlarımızla meşgul olup ilmî derslerimizle bu cüz’î, geçici sıkıntılara ehemmiyet vermemeye çalışmak büyük bir bahtiyarlıktır. Ve Nurun pek ehemmiyetli bu imtihanındaki tesirli dersleri ve muarızlara kendini okutturması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyedir.


Said Nursî, Şuâlar, s. 435 Lügatçe: evrad: Virdler, dualar. inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı. mütesânidâne: Dayanışma içerisinde.

Bediüzzaman Said NURSİ

05.10.2006




Muhsî



Allah (c.c.), Muhsî’dir. Yani, Cenâb-ı Hak bir anda tüm mahlûkatını görür ve gözetir. Her an, her yerde hâzır ve nâzırdır. En küllîden en cüz’îye kadar bütün varlıkları dertleriyle, kederleriyle, sevinçleriyle, saadetleriyle, istekleriyle, ihtiyaçlarıyla, duâlarıyla, niyâzlarıyla, tesbîhâtıyla bilir, tanır, duâlarına cevap verir, ihtiyaçlarını giderir, hiçbirisinin ihtiyâcını eksik bırakmaz, hiçbirisini unutmaz, hepsini sayar, hepsinin adedine vâkıftır. Kullarının zerre kadar da olsa, iyi-kötü hiçbir amelini görmezden gelmez. Sayar, yazar, muhafaza eder ve himâyesi altına alır. İndinde, her şeyin kaydı tutulur.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (asm) rivâyet ettiği1 Muhsî ismi Kur’ân’da fiil sîgası halinde mevcuttur.

Cenâb-ı Hak bir âyette, “Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz. Amellerini ve davranışlarını yazarız. Biz her şeyi İmâm-ı Mübîn’de saydık,”2 bir diğer âyette ise, “Biz her şeyi bir kitapta yazıp saydık”3 buyurmaktadır.

İnsanı tam bir şevk ile şükre sevk eden ve tam mânâsıyla minnettâr edip hamd ettiren tatlı nîmetlerin başta şifâlar, devâlar ve âfiyetler olmak üzere hadsiz olduğunu ve Zât-ı Akdes’in şefkatinin de bütün canlıları ihâta edecek derecede küllî bulunduğunu, binâenaleyh Cenâb-ı Allah’ın bütün insanları rızıklandırmakta eşit muâmele buyurduğunu beyan eden Bedîüzzaman, ebedî saadet ve bâkî mülk noktasında insanların en küçük amellerinin sayılarak derecelendirildiğini, bütün mü’minlerin derecelerine göre İlâhî lûtfa mazhar kılındığını kaydeder.4

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenneti ve ebedî saadeti cinler ve insanlar için hazırlayan, en küçük bir canlıyı unutmayan, en âciz bir kalbi tatmin ve taltif eden, rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrelerden gezegenlere ve yıldızlara kadar bütün mahlûkat cinslerini emirlerine itaat ettiren hâkimiyetinin sonsuz ihâtasını haber veren Rabbü’l-Âlemîn, kâinatı zerreleri adedince sayfaları bulunan büyük bir kitap hükmüne getirmiştir.

Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakkın, Levh-i Mahfûz defterleri olan İmâm-ı Mübîn ve Kitâb-ı Mübînde bütün mevcûdâtın bütün hayatlarını kaydedip yazdığını; bütün çekirdeklerde ağaçların fihristelerini ve programlarını kaydettiğini; şuur sahiplerinin başlarında, bütün hâfıza kuvvelerinde, sahiplerinin hayat tarihçelerini yanlışsızca kaydettiğini belirtir.

Allah’ın kudsî ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatmıştır. Bunu, her bir mevcûda çok hikmetler takmasından, her bir ağaca meyveleri sayısınca neticeler vermesinden, her bir hayat sahibini hücreleri, uzuvları ve parçaları adedince zevk verici ölçücükler ile donatmasından kavramak mümkündür.5


(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)


Dipnotlar:


1- Tirmizî, Daavât: 86

2- Yâsîn Sûresi: 12

3- Nebe Sûresi: 29

4- Şuâlar, s. 14

5- A.g.e., s. 56


05.10.2006




Ahlâkta rehber, Hz. Peygamber (asm)




Cemiyetlerin maddî ve manevî kalkınması, asâyişi, huzuru ve refahı, fertlerinin ahlâkî yapısıyla yakından ilgilidir.

Gazete havâdisleri veya bizzat karşılaşılan hadiseler vesilesi ile, cemiyetteki bazı insanların ahlâkî zaaflarından sadece “dert yanmakla” kalınır ve gereği yapılmazsa, şikâyet sebepleri ortadan kalkmaz ve şikâyetler devam edip gider. “Kırk gün karanlıktan şikâyet etmektense, bir gün bir mum yakmak daha hayırlıdır.”

İnsanların ferdî ve içtimâî meselelerinin odak noktasında bulunan ahlâk, çok geniş ve çok mühim bir mevzudur. İnsanlara ahlâk olarak neyi, niçin ve nasıl telkin etmek gerektiği, ferdî ve içtimâî hastalıkları önlemek ve gidermek için iyi bilinmeli ve iyi yapılmalıdır.

İnsanların maddî hastalıkları için nasıl mütehassıs hekimlere müracaat ediliyorsa, manevî hastalıkları için de, bu sahada ulaşılabilecek en iyi mütehassıs araştırılmalı; onun teşhis ve tedavi usulleri dikkate alınmalıdır.

Beşeriyetin en yüksek temsilcisi olan Peygamberimiz (a.s.m.), ahlâk hususunda da en önde gelen rehberimizdir. “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”, “İslâm güzel ahlâktan ibarettir” gibi hadis-i şerifleriyle ahlâkın mahiyetine ve ehemmiyetine dikkatimizi çeken Resûlulllah’ın (a.s.m.) ahlâkının nasıl olduğu sorulduğunda Âişe validemiz; “Onun ahlâkı Kur’an ahlâkıydı” şeklinde kısa ve tatminkâr bir cevabı vermeyi kâfî görmüştür. Bediüzzaman da, “Yaşayan Kur’ân” olan Peygamberimizi (a.s.m.) anlayabilmemiz için, onu “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarriften biri” olarak tanıtmağa çalıştığı Risâle-i Nur eserlerinde, aynı zamanda bize en mühim ahlâk derslerini de vermiş olmaktadır.

Ahlâkı çeşitli bakış açılarından ele alan çok sayıda kitap vardır. Ahlâkın temeli semavî dinler ve onlar arasında da asliyetini bozulmadan muhafaza etmiş olan İslâm dinidir. İnsanı kâinatın misal-i musağğarı (kâinatın küçültülmüş bir misali), eşref-i mahlukât ve arzın halifesi olarak yaratan Allah (c.c.) elbette uyması için ona yapması ve yapmaması icap edenleri de bildirmiştir ki, bunlar da âyetler ve hadisler başta olmak üzere İslâmî kaynaklarda mevcuttur. Bu sebeple, ahlâk mevzuundaki İslâm dışı çeşitli felsefî görüşlerde boğulmamalı; İslâm ahlâkı üzerinde durulmalı; İslâm ahlâkının bilhassa Peygamberimizin (a.s.m.) örnekliğiyle lâyıkı ile tanıtılması yolunda mesai sarf edilmelidir.

Bediüzzaman Said Nursî, âyet ve hadislerden süzülmüş manâlar halinde İslâm ahlâkı ile ilgili olarak eserlerinde geniş olarak bahsetmiştir. Bunlardan, kısaca ve özet olarak misâl verebileceğimiz bazı mevzular şunlardır:

1- Güzel şeylerimiz gayrimüslimler eline geçtiği gibi, Batı ülkelerinin bize güzel görünen bazı ahlâkî hususiyetleri de semavî dinlerden ve bilhassa İslâm dininden alınmıştır. Sanki İslâm’ın yüksek ahlâkının bir kısmı İslâm ülkelerinde revaç bulmadığından darılıp onlara gitmiş ve onların bir kısım ahlâksızlıkları da, kendileri içinde çok revaç bulmadığından, İslâm ülkelerinin ahlâkî değerler pazarına getirilmiştir.

2- Bir ülkenin ilerleyebilmesinde en sağlam esaslardan biri olan; “Ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var” düşüncesi, aslında din-i Hak’dan ve iman hakikatlerinden çıkar; onun asıl kaynağı İslâmî imandır. Buna tamamen zıt olan, “Benden sonra tufan” kötü seciyesiyle yaşayan bir adam; “Ben susuzluktan ölsem, hiç yağmur bir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben saadet görmesem, dünya istediği kadar bozulsun” diyebilir ki, âhireti bilmemekten ve dinsizlikten çıkan bu sözler, insan cemiyetleri için manevî bir zehir gibidir ve cemiyetlerin içine düştüğü zaaf ve sefaletin de başlıca sebebidir. Çünkü, herkesin millet menfaatini düşünmeyip, şahsî menfaatini düşünmesi halinde, bin adam bir adam hükmüne düşer. Ruhuyla, canıyla, fikriyle ve vicdanıyla; “Biz ölsek hakikat dini İslâmiyet hayattadır, milletim sağ olsun; sevab-ı uhrevî bana kâfîdir. Milletimin hayatındaki manevî hayatım beni yaşattırır, âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder” diyebilenlerin teşkil ettikleri insan cemiyetlerinin yüksek özellikleri ve bunların semereleri, tarihin şahadetiyle de sabittir. Bu yüksek haslet, aslında hakikî dindarlığın, İslâm dininin muktezasıdır ve cemiyetimizin maddî ve manevî bir çok hastalıklarına karşı bir devâ hükmündedir. Bunun gibi, ahlâkın esası olan ahlâk-ı İslâmiye’yi lâyıkı vechile, mantıkî, ilmî, delilleriyle tanıtmak, hem fertlerin hem de onların teşkil ettikleri cemiyetlerin ve bütün küre-i arzın sulhu, sükûnu, huzuru, refahı ve saadeti için büyük bir ihtiyaçtır.


–Devam edecek–

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

05.10.2006




Işık veren değnek



Hazret-i İmam-ı Ahmed ibni Hanbel, Ebu Saidi’l-Hudrî’den tahriç ve tashih eder ki:

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Katâde ibni Numan’a, karanlıklı, yağmurlu bir gecede bir değnek verir ve ferman eder ki: “Sana, lâmba gibi, onar arşın her tarafta ışık verecek. Evine gittiğin zaman bir siyah şahıs gölge göreceksin. O şeytandır. Onu hanenden çıkar, tard et.”

Katâde değneği alır, gider. Yed-i beyzâ gibi ışık verir. Evine gider, o siyah şahsı görür, tard eder.


Mektubat, s. 138


05.10.2006




Münâcâtü'l-Kur'ân



RUM:


1. Ey evvelce de, sonra da hüküm Kendisine âit olan! Ey o gün mü’minleri nusretiyle sevindiren ve dilediğine yardım eden Azîz ve Rahîm! (4-5)

2. Ey ilkin mahlûkatı yaratıp ölümünden sonra bu yaratmayı tekrarlayan ve bu Kendisine pek kolay olan ve ey göklerde ve yerde bulunan en yüce sıfatlar Kendisine âit olan mutlak güç ve hikmet sahibi! (27)


05.10.2006




Risâle-i Nur hakkında fikir edinmek



Risâle-i Nur hakkında bilgi soran arkadaşlarımıza gelince; bu hususta bir fikir edinebilmek için hiçbir yerden izahat almaya lüzum yoktur. Siz bu feyyaz eserleri okuyun, bizzat kendi cehd ve şahsî gayretinizle onu anlamaya ve tanımaya çalışın. O ilim ve irfan hazinesine bizzat giriniz, işte ancak o zaman arzu ettiğiniz malûmatı hakkıyla elde etmiş olacaksınız.


05.10.2006




Bir Ramazan günü...




Merhum Muhiddin Yürüten anlatıyor:

“Bu hadise bir Ramazan günü olmuştu. Emirdağ’a gitmek için vasıta beklerken zil-zurna sarhoş biri çıkageldi. Üstad Hazretlerinin de üşümemesi için sırtına bir yorgan sarmıştık. Sarhoş, Üstadın yanına varmış, ‘Aman hocam, üşüme, üşüme’ diyerek Üstadın yorganını düzeltiyordu.

“Üstad sarhoşa, ‘Kardeşim, otur yanıma. Seninle konuşalım’ dedi. Sarhoş edepli bir şekilde Üstadın yanına oturdu. Üstad ona, ‘Beş vakit namazını kılacağına ve senede bir ay oruç tutacağına bana söz ver, ben de ölünceye kadar sana duâ edeceğime söz vereyim’ dedi. Bu sözler üzerin sarhoş hüngür hüngür ağlamaya başladı ve şöyle dedi:

“‘Hem vallahi, hem billâhi söz veriyorum. Bugün abdest alacağım ve bu gece sahura kalkacağım. Yeter ki, sen bana duâ et de bu halden kurtulayım. Hem namazımı, hem de orucumu terk etmeyeceğim.’”


(Son Şahitler, c. 3, s. 199)


05.10.2006




Takvim



Kur’ân’a fedadır canım

Fikirle zikir her ânın

Allah’a açılan elim

On iki gün huzurdayım

Celal YALÇIN

05.10.2006




Dörtlük



Şeytanın hilesiyle dağılmaktan korkarım.

Nefsânî emirlere, eğilmekten korkarım.

Ya Rab, Sana sığındım, Rahmetine muhtacım.

Günahların selinde boğulmaktan korkarım.

Abdülkadir MENEK

05.10.2006




Az zaman




Yanıp sönen lamba gibi geçiyor günler… Akşamı ve sabahı yakalayamaz olduk… “An” halkaları hızla birbirine eklenirken diğer yandan da her “an” bir daha gelmemecesine elimizden çıkıp gidiyor...

Giden fırsatlar gelenleri müjdeliyor bir boyutuyla… Değerlendirmeyi bilmeyen için, zaman değirmeninin dönüyor olması hiçbir şey ifade etmiyor… Dikkatli olanlar kaybedişlerin içinde kazanmayı, kazanma içinde kaybedişi görüyor…

Çoğu kez küçük şeylerin içinde kayboluyoruz… Basit bir şey bizi boğabiliyor… Dünya daralıyor, kâinat üzerimize çöküyor sanki… Başka “an”lara taşındığımızda fark ediyoruz bunu… Geçen geçmiş yeni güne bakalım desek de bir müddet sonra benzerlerini yaşıyoruz tekrar… Bat-çık adımlarla ilerliyoruz zaman nehrinde…

Günler adedince ömürler yaşıyoruz… Vehmî bir ebediyet hissi hissizleştirebiliyor bizi… Kalıcılık kandırmacasına kanabiliyoruz… Kalbi köreltiyor bu…

Asıl sevinç ve asıl üzüntü, vehmî perdelerin ardında…

Perdeleri aralamak zamanı ziyan etmeyenlerin harcı… Hayat harcı bitmeden sonsuz saadet binasını tamamlamaya çalışmak çabaların en akıllacası, yatırımların en sağlamı…

Kendine zaman ayırıp mekânda tefekkürle yürüyen “an”lardan O’na giden sonsuz yolları bulabilir. Yanıp sönse de günler, içinin aydınlığı her mekâna yansır. Kederler zerreler kadar küçülür, “an”lar kadar hızlı akar…

Kederleri bir kenara bırakıp kaçmak değil üzerlerine basıp yürümek bize mutlu zamanlar kazandıracaktır. Zaman kaybetmeden böylesi adımları hızlandırmalıyız çünkü zaman hızla geçiyor.

Az zamanda çok iş yapmak istiyorsak, az kalmış zamanı çok iyi değerlendirmeliyiz. Zaman sonsuzluk diye eriyor çünkü…

Hüseyin EREN

05.10.2006




İnsan farklılıkların temsilcisidir



Vücudumuzu bir topluluk gibi düşündüğünüzde, çokluğu ve farklılığı temsil ettiğini hemen fark ederiz. Beş duyumuz başta olmak üzere, tüm organlarımızın, hislerimizin, duygularımızın, her birisinin lezzeti, gıdası, elemi, acısı farklıdır. Böyle bir farklılıklar topluluğu, harekete geçtiğinde öylesine bir yardımlaşma ve dayanışma örneği sergilerler ki şaşırıp kalırız. “İnsan” böyle olunur işte!


Kişi ile birey arasındaki fark…


İnsanı diğer insanlarla “aynı” kılan ve onlardan bir farkı olmayan ortak yönleri vardır. Herkeste bir çift göz, bir çift kulak, bir çift böbrek, bir burun, ağız, dil vb. vardır. Üstelik bu nimetlerin herkeste olması ve bu nimetin umumî olması, herkesi kapsaması onun değerinin azlığına ya da değersizliğine delil olamıyor. Siz, örneğin, şöyle şikâyet eden bir insan gördünüz mü: “Ya, benim gözüm çok değersiz, çünkü herkeste de var. Hatta hayvanlarda bile var. Ben hayvanlara benzemek istemiyorum!” Ya da diyebilir miyiz ki “Kulağımın benzerleri herkeste var, artık işe yaramaz!”, “Şuna bak, şu başparmağa, herkeste de var, benim için artık bu parmak anlamsız!”

İnsanların dış organları “aynı” olduğu halde, yüzleri, bakışları, sesleri ve parmak izleri “farklı” farklıdır. Aynı malzemeden yapıldıkları halde her insan farklıdır. Çünkü o maddeyi ayakta tutan ruhları farklıdır.

İşte insanı, diğer insanlarla “aynı” yapan özelliği onun “Kişi (Zat)” olduğunun; “farklı” kılan özellikleri ise onun “Birey (Ferd)” olduğunun göstergesidir.

Hayvanlar ise öyle değildir. Her hayvan türü ruh olarak da, cisim olarak da aynıdır.

Bu farklılıklarından dolayı, birer ferd (Birey) konumunda olan insan, sahip olduğu mal, mülk, evlat, makam ve mevki vb. özellikler yönünden de aynıdır. Bu mal-mülkü kullanma yönünden farklıdır. Yani bir zengin, sahip olduğu varlıklar nedeniyle sıradan bir insandır, bir kişidir. Ancak varlıklarını kullanma yönünden bireydir, yani ferdiyeti vardır. Zenginlerin mal ve mülklerini kıskanan ya da onlara haset eden insanların kulakları çınlasın!

Bir insan kendi dünyasında böyleyse, her biri farklı olan insanların oluşturduğu toplumda da farklılıklar hâkimdir. Bu farklılıkların sebebi, bir vücudun organları gibi, yardımlaşma, dayanışma, birbirinin açığını giderme içindir. Sürtüşme, kavga ve savaş gibi farklılıkları ortadan kaldırmaya yönelik eylemler için değildir.

Mükemmellik yolculuğunda kimi insanın geride kalması, kimilerinin ise ilerilerde yolculuğa devam etmesi kaçınılmazdır. Her insan kendi hayatını bir minare olarak görse ve kendi hayat minaresinin en üst basamağında yer alsa, bu konum o kişi için ne kadar mutluluk verici olur değil mi? Öyleyse, kişi, bulunduğu minareyi başkalarının hayat minarelerinin yüksekliğiyle değil, kendini kendi hayat minaresi içinde kalıp, kendi içinde kıyaslayarak değerlendirmelidir. O zaman görecek ki, dünyada yalnız kendisi vardır ve kendi dünyasının kaptanı olarak gemisini sahil-i selâmete ulaştırmakla yükümlüdür.

Ne mutlu o insana ki, kişisel yolculuğunda kaza yapmaksızın amacına doğru ilerler.


Teklif:


Kişisel ve toplumsal farklılıklara saygı duyun ki, size de saygı duyulsun!

B. Sait ÇİFTÇİ

05.10.2006




NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR



Onuncu, Yirmi Sekizinci Sözler ve Lâsiyyemâlar


“Onuncu Söz bütün hakaikiyle, Yirmi Sekizinci Söz İkinci Makamında Lâsiyyemâlardaki bütün berâhiniyle, gurub etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû edeceği derecesinde bir kat’iyetle göstermiştir ki, hayat-ı dünyeviyenin gurubundan sonra, şems-i hakikat hayat-ı uhreviye sûretinde çıkacaktır.” (Sözler, s. 492)


Onuncu, Yirmi Sekizinci, Yirmi Dokuzuncu

Söz, Dokuzuncu Şuâ ve Münâcât


“İşte, iman-ı âhiretin meyveleri ve neticeleri gösteriyorlar ki, nasıl ki âzâ-yı insanîden midenin hakikati ve ihtiyacatı, taamların vücuduna kat’î delâlet eder; öyle de, insanın hakikati ve kemâlâtı ve fıtrî ihtiyacatı ve ebedî arzuları ve iman-ı âhiretin mezkûr netice ve faydalarını isteyen hakikatleri ve istidatları daha kat’î olarak âhirete ve Cennete ve cismanî bâki lezzetlere delâlet ve tahakkuklarına şehadet ettiği gibi, bu kâinatın hakikat-i kemâlâtı ve mânidar tekvînî âyâtı ve insaniyetin mezkûr hakikatlerle alâkadar bütün hakikatleri, dâr-ı âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve haşrin gelmesine ve Cennet ve Cehennemin açılmasına delâlet ve şehadet ettiklerini, Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Onuncu ve Yirmi Sekizinci (iki makamı), Yirmi Dokuzuncu Sözler ve Dokuzuncu Şua ve Münacât risaleleri hüccetlerle, parlak ve şüphe bırakmaz bir tarzda ispat etmişler.” (Şuâlar, s. 206)

Hazırlayan: Fatma ÖZER

05.10.2006




YAKARIŞ



Ey desteği olmayanların desteği! Ey dayanağı olmayanların dayanağı! Ey övünülecek bir şeyi olmayanların övüncü! Ey imdada koşacak kimsesi olmayanların imdadı! Ey koruyacak kimsesi olmayanların koruyucusu! Ey iftihar edecek kimsesi olmayanların iftiharı! Ey izzeti olmayanların izzeti! Ey yardımcısı olmayanların yardımcısı! Ey dostu olmayanların dostu! Ey zenginliği olmayanların zenginliği! Sen bütün kusurlardan, aczden, şerikten ve noksan sıfatlardan münezzehsin! Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin! Eman ver bize, eman diliyoruz! Bizi Cehennem azabından koru! Âmin...

Süleyman KÖSMENE

05.10.2006




Takvim



On iki gündür okunuyor,

Sevap yüklü hatimler.

Kalplerin pası silindikçe,

Şevkleniyor mü’minler.

Ferhat ÖĞMEN

05.10.2006




Seccadelerin saltanatı




Hemen herkesin evinde var. Hem de birden fazla.

Her anne, kızının çeyizine birkaç seccade koyar.

Yeni evlilerin evinde namaz kılmanın en meraklı tarafı nakışlı, süslü seccadelerin üzerinde ibadet yapmaktır her halde.

Oruç ayı olan Ramazanların dikkat çekmeyen bir yanı da budur galiba.

Uzun zaman çekmecelerden, bohçalardan çıkmayan seccadeler Ramazanın gelmesiyle ortaya çıkarılır.

Oldukça genç olan birilerine iftara davetliydik.

Hem tesettürlü, hem hacı olunca namaz kılacağımız yüzde yüz tahmin edildiğinden gül yağı kokulu, saten seccadeler önceden çıkarılmış, koltuğun üzerine konulmuştu bile.

Evin yaramaz oğlu saten üzerine simlerle işli seccadeleri alıp alıp oynamaya, üzerine örtüp türlü maskaralıklar yapmaya başladığında annesi büyük bir hürmetle seccadeyi çocuğunun elinden alıp;

‘Dur yapma, günah, bak teyze onun üzerinde Allah diyecek’ deyip çocuğunu uyardı.

‘Bırak dedim. Seccadelerin saltanatlığından o da nasibini alsın!’

Anlamamakla birlikte, gülümsedi.

Sahi…

Bu ay ne güzel bir ay değil mi?

İbadet edenin de, etmeyenin de, oruç tutanın da, tutmayanın da pür dikkat kesildiği, Allah’ın emri olan namaza özen gösterildiği bir ay.

Secdelere varmanın, kulluğu ilân etmenin, ibadet emrini nerede, kimde olursak olalım, alenî ve iç rahatlığı ile başkalarının da teşviği ve saygısıyla yapmanın hazzını yaşıyor insan.

Namaz emrini yerine getirmeyen veya ihmal edenlerce de namaza teşvik edildiği bir ayın muhteşemliğini yaşıyoruz.

İftar sonrası beyler cemaatle namaz kılacaklar.

Bir akrabamız da paçalarını sıvayıp, abdeste girdi.

Oysa orucunu tutmasına rağmen namaz kılmadığını biliyordum.

O resmin bir parçası olmayı arzu etmesinden etkilendim.

Melekler bu görüntüyü kaydetmişlerdir dedim.

‘Yenge eksiğimizi yüzüme mi vuruyorsun?’ dedi.

‘Hayır, oruç ibadetini tamamlayan namaz kılma niyetini tebrik ediyorum’ dedim.

Seccadeler yılın on bir ayı olmadıkları kadar itibar görüyorlar bu ay.

İnsanlar yılın on bir ayı olmadıkları kadar secdelere kapanıyor.

Bir Müslümanın olması gerektiği gibi davranıyor oruç tutanlar.

Seccadelerin saltanatında, iman sarayının kapısını çalanlara, Rabbin rızasını kazananlara, mü’min olma sıfatına mazhar olanlara imreniyorum.

Evlatlarımız ve yakınlarımız, arkadaş ve tanıdıklarımız için de aynı şeyleri diliyor, makamlarının manevî âlemlerde en yükseklerde olması için duâlar ediyorum.

Hülya YAKUT

05.10.2006




Kul hakkı



Kul hakkı, insanın can, mal ve nâmus gibi dokunulmazlıklarına yönelik tecâvüz ve haksızlıkların ortaya çıkardığı hak. İnsana yönelik tecâvüz ve haksızlıklar, haram ya da mekruh eylemler içinde yer alır. Bu nedenle günah, dolayısıyla cezâ konusudur. Kul hakkından doğan günah ve cezâların Allah ya da devlet tarafından bağışlanması söz konusu değildir. Kul hakkı, ancak hak sahibi kulun bağışlaması ile ortadan kalkabilir.

Müfessirler, “‘Ey kavmimiz’ dediler, ‘Allah’ın davetçisine uyun ve O’na inanın ki, (Allah) günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azâbdan korusun’”1 âyetini yorumlarken bağışlanacak günahların Allah hakkını ilgilendirenler olduğu, kul hakkından doğan günahların ise Allah tarafından bağışlanmayacağı sonucuna ulaşırlar. Hz. Peygamber’den (asm) gelen rivayetler de bunu doğrular niteliktedir. Ebû Hureyre’den rivâyet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (asm), üzerinde kul hakkı bulunan kişilerin kendilerini mazlumlara bağışlatmalarını öğütler. Bunun yapılmaması durumunda haksızlık yapan kişinin sâlih amelleri, haksızlığı ölçüsünde alınarak hak sahibine verilir. Eğer verilecek sâlih amel bulunamazsa, o zaman da mazlumun günahları zâlime yüklenir.2 Hz. Peygamber (asm), başka bir hadisinde Allah’ın huzuruna kul hakkı ile gelen kimseyi müflis olarak tanımlar ve şöyle buyurur: “Müflis şu adama derler ki, dünyada yaptığı bütün ibâdet ve tâatın sevabı ile Kıyâmet gününde Allah’ın huzuruna gelir. Bu adam dünyada birçok hayırlar, ibâdetler yapmış olmakla birlikte başkalarına zulmetmiş, kimini dövmüş, kiminin gönlünü kırmış, şuna buna eliyle ve diliyle eziyet etmiş... İşte bu hak sahiplerinin hepsi o adamın çevresine toplanacaklar, haklarını isteyecekler: ‘Bana dünyada iken şöyle yaptı, hakkımı al ya Rab!’ diye dâvâcı olacaklar. Allah bunun hayır ve iyiliklerinden hâsıl olan sevapları bunlara taksim edecek, fakat borcu yine kapanmayacak. Nihâyet onların günahlarını bunun üzerine yükleyecek, Cehennem’e gönderecek. İşte asıl müflis böyle bir adamdır.”3

Bu hakikatler inanan her gönlü hareketlendirecek derecede önemli hakikatlerdir. Haksızlığa teşebbüs edenlerin nasıl hesap vereceklerini düşünmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktur.

Ne mutlu haksızlıktan kaçabilen, hakkı yerine getirmede titizlik gösterebilen kimselere!


Dipnotlar:


1- El-Ahkaf, 46/31, 2- Buhârî, Mezalim, 10., 3- Müslim, Birr, 60.

Necmi ÜNLÜ

05.10.2006




Sahur ne zaman biter? İmsak ne zaman başlar?



Cenâb-ı Hak imsak vaktinin girişini şu âyetle bildiriyor: “Fecirde beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın.” İki türlü fecir vardır: Fecr-i kâzib (beyaz-ı mustatil) ve fecr-i sadık (beyaz-ı müsta’razi).

Fecr-i kâzib, yalancı fecir demektir ki, birinci fecirdir. Gecenin sonuna doğru, doğu tarafta ufuk üzerinde görülen, göğe doğru dikey piramit şeklinde yükselen, etrafı karanlık bir beyazlık, yani karanlığı yırtan donuk, akçıl, ışığımsı, geçici bir beyazlıktır. Bu geçici beyazlıktan sonra yine kısa bir süre karanlık basar.

Bu birinci fecrin hiçbir fıkhî ve dinî hükmü yoktur. Ne yatsının bitiş vaktidir, ne sabahın giriş vaktidir, ne de imsakla ilgili her hangi bir başlangıç veya bir işarettir. Ancak ve ancak gecenin sona doğru yaklaştığına bir alâmet olabilir. Bunda ittifak vardır.

Fecr-i sadık ise, sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca genişleyerek yayılan dağınık ve enlemesine bir aydınlıktır. İşte bu ikinci fecir aydınlığı ile beraber yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının da vakti girmiş olmaktadır. Aynı zamanda oruca başlama vakti, yani imsak vakti de bu vakittir. Yani bu ikinci fecirle artık sahur yemeğine son verilir ve oruca başlanır. Oruç yasakları bu ikinci fecrin girmesiyle başlamış olur. Bunda da ittifak vardır.

Bu meselede ihtilâf olarak nazara verilen husus, içtihadî bir meseleden başka bir şey değildir. O da şudur: Kimi âlimler doğu ufkunda dağınık beyazlığın “doğuşu” ile birlikte ikinci fecrin başladığına kanaat getirmişler; âlimlerin çoğunluğu ise bu beyazlığın biraz uzayıp, genişleyip, “dağılmaya” başladığı anda ikinci fecrin başladığına kâni olmuşlardır. İhtilâfa konu olan, yaklaşık on dakikalık bir zaman diliminden ibarettir.

Ekser âlimler, Kur’ân’ın fecri “beyaz ipliğin siyah iplikten seçildiği vakit” olarak tarif etmesi ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) de sahuru geciktirmenin daha faziletli olduğunu beyan buyurmasını dikkate alarak, oruç tutanlar lehine, imsakın, ikinci görüşe göre, ışığın biraz uzayıp dağıldığı zaman başladığını söylemişler, bu vakte kadar yenilip içilebileceğine hükmetmişlerdir. Birinci görüşü temsil eden âlimlerse, daha ihtiyatlı olduğu gerekçesiyle ikinci fecrin ilk doğuş anına itibar etmişlerdir.

Aradaki on dakikalık vakti “temkin vakti” görerek, temkin vakti girmeden yeme içmenin kesilmesinin ihtiyata daha uygun olacağını düşünenlerle, temkin vaktine gerek duymadan, beyazlığın dağılmaya başladığı vakti tercih edenler arasında, görüldüğü gibi sadece bir içtihat farkı bulunmaktadır.

Yukarıda bildirdiğimiz Kur’ân ayeti, fecrin tam ortaya çıkışına kadar yemeyi ve içmeyi mubah kılmıştır. Dinde aşırılık ve zorluk yoktur. Ahmed bin Hanbel’e göre, fecir vaktinin girip girmediğinden şüphede kalan kişi, fecrin doğduğundan emin olana kadar yemeye devam edebilir. Kaldı ki günümüzde fecir ve imsak vaktinin başlangıcı takvim ve saat vasıtasıyla, şüpheye ve tereddüde mahal bırakmayacak ölçüde belirlenmiştir.

Süleyman KÖSMENE

05.10.2006




Nimetlerin farkına varmak



Son zamanlarda yaşanılanların aksine Ramazan’da birbirimizi davet etmek yerine yoksulları soframıza davet ederek yapay olarak ortaya çıkarılan sınıf farkını kaldırabiliriz. Onların halini daha yakından hissedip, gözlemleyerek, başka zamanlarda görme imkânı bulamadığımız ya da görmeye engel perdeler oluşturduğumuz sonsuz nimetleri hakkıyla görme imkânı buluruz.

Yasemin Uçal ABDULLAH

05.10.2006




BİR KISSA, BİN HİSSE



Hz. Ömer (ra) neden ağladı?


Hazret-i Ömer Resul-i Ekrem Efendimiz’in (asm) yanına girmişti. Peygamber Efendimiz’i (asm) hurma liflerinden örülmüş bir hasır üzerinde uyur buldu. Hasır mübarek vücudunda iz bırakmıştı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (ra) ağladı.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Ey Hattab oğlu! Neden ağlıyorsun?” buyurdu.

Hazret-i Ömer (ra):

“Ya Resulallah! Senin Allah’ın sevgilisi ve Resulü olduğun halde bir hasır üzerinde uyuduğunu görünce, Kisra’yı, Kayser’i ve onlarda bulunan mülk ve saltanatı düşündüm. Gözyaşlarıma hâkim olamadım.” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Dünyanın onlara, ahiretin de bize olmasını istemez misin?” buyurdu.

Hazret-i Ömer (ra):

“İsterim ya Resulallah!” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Mesele budur.” buyurdu.


(Buhari, Müslim)

Süleyman KÖSMENE

05.10.2006











 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Onların hepsi kıyâmet gününde toplanıp huzurumuza getirileceklerdir.


Yâsin Sûresi: 32


06.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Gereğini yapmaya gücü yettiği halde öfkesini yutan kimsenin kalbini Allah güven ve imanla doldurur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3746


06.10.2006




Ramazan tebrik ve duâları



Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hem mübarek Ramazanınızı, hem inşaallah hakkınızda bin ay kadar meyvedar leyle-i Kadrinizi, hem saadetli bayramınızı, hem çok kıymettar hizmetinizi bütün ruhumla tebrik ve tes’id ederim.

Kastamonu Lâhikası, s. 33

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizin leyle-i Berâtınızı ve gelecek Ramazanınızı tebrik eder ve bu gelecek leyle-i Kadri hakkınızda ve hakkımızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i âmâlimize böyle geçmesini Cenâb-ı Haktan niyaz ediyoruz. Ve böylece, bayrama kadar “Allah’ım! Bu Ramazan’da Leyle-i Kadrimizi bize ve sadık Risâle-i Nur talebelerine bin aydan daha hayırlı kıl” duâsını etmeye niyet ettik.

Hem sizin iki mucizeli Kur’ân’ı bizlere bu mübarek aylarda göndermeniz, inşaallah o derece medâr-ı bereket ve sevap ve hasenat ve fütuhat olacak ki, hakkımızda bu Ramazanın herbir günü bir leyle-i Kadir hükmüne geçeceğini rahmet-i İlâhiyeden ümit ederiz.

Kastamonu Lâhikası, s. 62

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bütün ruh u canımla mübarek Ramazanınızı tebrik ederim. Ve o mübarek şehirde ettiğiniz duâların, Cenâb-ı Hak yanında makbul olmasını Erhamürrâhimînden niyâz ederim.

Kastamonu Lâhikası, s. 65

***

Aziz, sıddık, mübarek, kahraman kardeşlerim,

Evvelâ: Bu mübarek Ramazan’da, iştirâk-i âmâl düstur-u esasiyle, herbir has kardeşimizin kırk bin dili bulunan bir melâike hükmünde, kırk bin dillerle, yani kardeşlerin adedince manevî dilleriyle ettikleri ve edecekleri duâlar, rahmet-i İlâhiye nezdinde makbul olmasını, o lisanlar adedince, Cenâb-ı Erhamürrâhimînden niyaz ediyoruz. Bu mahiyetteki Ramazan’ınızı tebrik ediyoruz.

Kastamonu Lâhikası, s. 65

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin mübarek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn bu Ramazan-ı Mübarekenin hürmetine, Rahmeten lil-Âlemîn olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine rahmetiyle imdat eylesin. Âmin. Âsâr-ı gadab-ı İlâhî olan âfât ve dalâletlerden muhafaza eylesin. Âmin. Ve Risâle-i Nur şakirtlerini neşr-i envâr-ı Kur’âniyede muvaffak eylesin. Âmin.

Kastamonu Lâhikası, s. 116

Bediüzzaman Said NURSİ

06.10.2006




Ahlâkî hayatta Ahiret inancının önceliği




—Dünden devam—


3- Bediüzzaman, Peygamberimizin (a.s.m.) gençliğinden itibaren taşıdığı “Muhammedü’l-Emîn” sıfatına da dikkati çekerek, insan ahlâkının inşasında her şeyden önce ve ona lâzım olan “doğruluk” üzerinde ısrarla durur ve küllî bir hakikatin, cüzleri ile münasebetini göstererek gerekçelerini açıklar. Doğruluğun, niçin içtimaî hayatımızın esası olduğunu, küfrün bütün çeşitleriyle yalan; imanın ise doğruluk olduğunu, bu sırra binaen doğruluk ve yalancılık arasında hadsiz bir mesafe olduğunu, şark ve garp kadar birbirinden uzak olması icap ettiğini, nâr ve nur gibi birbirine girmemesi lâzım geldiğini, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavî etmemizin zaruri olduğunu, zihinlere kabul ettirecek bir mânâ genişliği ile beyan eder.

4- Bediüzzaman’ın insanların ahlâkî eğitimi mevzuunda yapılacak çalışmalar için üzerinde ehemmiyetle durup dikkat çektiği diğer mühim bir mevzu, fertlerde âhiret akîdesinin tesisine ve kuvvetlenmesine çalışmaktır. Ahiret akidesinin ruhî faydalarının ve içtimaî hayattaki müsbet neticelerinin pek çok olduğundan bahsederek buna dâir misaller verir ve insan hayatının, içtimaî hayatının, saadetinin ve kemalinin esasını ahiret akidesinin teşkil ettiğini belirtir. Bediüzzaman, bu mühim mevzuu Kur’ân-ı Kerim’in üçte birini teşkil eden haşir meselesi ile ilgili âyetlerden ve hadislerden süzülmüş mânâlar halinde aklî, mantıkî deliller göstererek gerekçeleriyle geniş bir şekilde açıklar. Bu açıklamalarında insan cemiyetlerindeki gençlerin, çocukların, ihtiyarların ve insan cemiyetlerinin en küçük birimi olan ailenin ahiret inancı yönünden durumlarını ayrı ayrı ele alır ve tahlil eder. Onun bu tahlillerini özetlersek:

a) İçtimaî hayatta dinamik unsur olan gençlerin şiddetli galeyana gelebilen hislerini, ifratkâr nefis ve arzularını, tecavüzlerden, zulümlerden, tahribattan koruyan ve içtimaî hayatın iyi cereyanını temin eden yalnız Cehennem fikri olabilir. Cehennem endişesi olmazsa, “El-hükmü li’l-galip” kaidesiyle, sarhoş delikanlılar, hevesleri peşinde zayıflara dünyayı cehenneme çevirebilirler ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete dönüştürebilirler.

b) Çocuklar, gayet mukavemetsiz olan ruhî mizaçlarında, ancak Cennet fikriyle bir ümit bulup, etraflarında kendileri gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri karşısında tahammül gösterebilirler.

c) İhtiyarlar, ölüm ve yok olmak fikrinden gelen dehşetli yeise karşı, ancak dünyadaki ölümlerinden sonra, âhirette bâki hayata kavuşmak ümidiyle mukabele edebilirler.

d) Aile hayatının saadeti, hakikî hürmet ve samimî merhamete dayanır. Dünya hayatında evlilikle kısacık bir beraberlikten sonra ebedî bir ayrılığa uğrayan arkadaşlık, esassız, muvakkat, hayvan gibi bir cinsî rikkat, sun’î bir hürmet ve merhamet verebilir. Hayvanlarda olduğu gibi, başka menfaatler ve diğer galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip, o dünya cennetini cehenneme çevirebilir.

Özetle verilen bu misâllerde görüldüğü gibi, âhiret akidesinin neticeleri insanlardan çıkınca, aslında çok yüksek ve mühim olan insaniyetin mahiyeti murdar bir ceset hükmüne dönüşebildiğinden, Bediüzzaman ahlâk mevzuunda cemiyet üzerinde müessir olmaya çalışılırken, insanın ferdî ve içtimaî hayatının, saadetinin, kemâlinin esasını teşkil eden âhiret akidesini, haşri, vicdanlarda ve şuurlarda yerleştirmeye çalışmanın önemine dikkati çeker.

5- Bediüzzaman, kâinatta dindarlık ile dinsizliğin Hz. Âdem (a.s.) zamanından beri cereyan edip geldiğini ve kıyamete kadar devam edeceğini belirterek, insanları dindarlık saflarına dâvet eder.

6- Dinsizliğe karşı dindarlığın bu zamanda takip edebileceği en selâmetli bir yol ve hareket tarzının, aynen ihtiyar bir annenin şefkatle evlâdını tehlikeden kurtarmak için yılmadan ve hiç vazgeçmeden fedakârane didinmesi gibi, akılları tenvîr ve kalpleri mutmaîn etmek için yılmadan feragatle ve şefkatle yapılacak “nuranî bir müdafaa” olabileceğini söyler.

7- Felsefe-i tabiiyenin karanlık fikirleriyle, medeniyetin kötülüklerini iyilik zannederek insanlık âlemini sefahate ve dalâlete sevk eden Avrupa’nın bozuk kısmının tesiri altında, bütün dünyanın ve bilhassa İslâm âleminin ekser yerlerinde dinin, çeşitli tazyikler altında tutulmakta veya ihmâle uğramakta olduğuna dikkati çeker.

8- Buna rağmen, dindarların, zalim düşmanlarına ve dinde alâkasızlara karşı her çareye başvurarak haklarını müdafaa ve hâkimiyetlerini idame ettirmek ve dinde alâkasızlığı kırmak için, aynen zalimlerin tarzında, izafî adaletle iktifa, siyaset topuzuyla hareket ve menfî bir şekilde maddî ve manevî tahripten kaçınmayarak boğuşmaya atılmalarının; çekici, fakat pek tehlikeli, gürültülü ve korkulu olup kazanç ihtimâli az, fakat zarar ihtimâli pek fazla bir yol olduğunu ve bundan sakınılması gerektiğini belirtir.


–Devam edecek–

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

06.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Şehîd



Allah (c.c.), Şâhid’dir, Şehîd’dir. Yani Cenâb-ı Allah her hâdiseye nazar eden, her şeyi aynı anda gören, bütün kâinatı bir anda müşâhedesi altında bulundurandır. Cenâb-ı Allah her yerde hâzır ve nâzırdır. Bütün kullarının bütün fiillerinden her an haberdardır. Her an, her şeyi görür, işitir ve bilir. Her zaman her şeye müşâhittir, şâhittir ve tanıktır. Her duâyı anında işitir ve cevap verir. Kâinatta her şey Cenâb-ı Allah’ın müşâhedesi altında ve görüş sahası içindedir. Her şeyin en iyi tanığı ve şâhidi Allah Teâlâdır. Hiçbir şey Onun görüş sahasının haricinde değildir.

Şâhid ve bunun mübalağa şekli olan Şehîd ismini Peygamber Efendimiz (a.s.m) bildirmiştir. Bunlardan Şehîd şekli Kur’ân’da da geçmiştir.

İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:

“Göklerin ve yerin mülkü Onundur. Allah her şey üzerinde Şehîd’dir. (Her şeyi görür.)”1 “Muhakkak Allah, her şeye karşı hakkıyla Şehîd’dir (Şâhid’dir).”2 “Allah sana bilerek indirdiğine şâhitlik eder. Melekler de şâhitlik eder. Allah Şehîd (Şâhid) olarak kâfidir.”3

Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakkın bütün eşyayı birden gördüğünü ve ezel-ebed ortasında bütün hakikatleri bir anda müşâhede ettiğini kaydeder.4

Bedîüzzaman’a göre, en yüksek hilkat neticesi, Kendi san’atını Kendisi temâşâ etmek isteyen, Kendi güzel yaratışını Kendisi müşâhede etmek dileyen, Kendi isimlerinin cilvelerinin güzelliklerini aynalarda Kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelâlin yüksek nazarına görünmek ve mazhar olmaktır.5 Cenâb-ı Hak Şâhid ve Âlim-i Bâkîdir. Öyle ise, sevgililer dünyadan gittikleri zaman kederlenmemelidir. Çünkü onlar, yok olmuş değillerdir. Onların vücutları ve varlıkları, sonsuz müşâhede sahibi Zâtın, yani Cenab-ı Hakkın ilim ve nazar dâiresinde devam etmektedir.6

Ezelin, mâzi silsilesinin bir ucu olmadığını belirten Bedîüzzaman, “ezel” tâbiriyle, Cenâb-ı Hakkın mâzi, hal ve müstakbel olmak üzere tüm zamanları birden tutuşunun, tüm zamanlara, tüm mekânlara ve tüm olaylara, her an, zaman ve mekân dışından ve yüksekten bakışının kastedildiğini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre ezelî ilim makâmı, en yüksek görüş ufkundan bakan, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyi birden gören, ihâta eden ve müşâhede eden bir yüksek makamdır.7 Cenâb-ı Hakkın bu umûmî teveccühünden ve müşâhedesinden hiçbir şey saklanamaz, hiçbir şey gizlenemez, hiçbir fert uzak kalamaz; Ona hiçbir iş ağır gelmez.8

Cenâb-ı Hakkın cemî eşyayı birden gördüğünü ve ezel ve ebed ortasında bütün hakikatleri bir anda müşâhede ettiğini9 beyan eden Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenâb-ı Allah’ın hadsiz bir ilimle sıfatlarının tecellîsinden hiçbir şey saklanamaz, fiillerinin birlik sırrı içinde tasarrufundan hiçbir şey gizlenemez, hiçbir birim uzak kalamaz. Celîl-i Zülcemâl ve Cemîl-i Zülkemâl her şeye gayet yakındır; her şey ise Ondan gayet uzaktır.10

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, baharın her bir günü ve her bir haftası bitkiler ve hayvanlar sınıfının birer bayramı hükmündedir. Bahar günlerinde her bir bitki ve her bir hayvan, sultanlarının kendilerine ihsan ettiği hediyeleri zevkle teşhir etmektedirler. Bunun için her bir bitki ve canlı birer resm-i geçit tarzında gelip geçerek Sultan-ı Ezelî olan Cenâb-ı Allah’ın yüksek görüşüne ve ulvî nazarına kendilerini arz etmektedirler.11

Bedîüzzaman’a göre, her bir mahlûkun ve her bir canlının en büyük varlık sebebi, yaratılışının gayesi ve neticesi, Fâtır-ı Zülcelâlin nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmaktır. Yani Cenâb-ı Hakkın san’atının kemâlâtını, isimlerinin nakışlarını, hikmetinin süslemelerini ve rahmetinin hediyelerini yine Cenâb-ı Hakkın nazarına arz etmek, Cenâb-ı Hakkın cemâl ve kemâline bir âyine olmaktır.12 Çünkü Fâtır-ı Zülcelâl, Kendi san’atını önce Kendisi temâşâ etmekte, Kendi güzel eserlerini önce Kendisi müşâhede etmekte ve Kendi isimlerinin cilvelerinin güzelliklerini önce Kendisi görmektedir.13

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenab-ı Hakkın nazarına ve müşâhedesine mazhar oluşun idrâkinde olarak ve Ona îmân etmiş olarak bir “an” yaşamak, milyonlar sene Onu tanımadan yaşamaya bedeldir.14


(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)


Dipnotlar:


1- Buruc Sûresi: 9; 2- Nisa Sûresi: 33; 3- Nisa Sûresi: 166; 4- Sözler, s. 401; 5- Şualar, s. 19; 6- A.g.e., s. 82; 7- Sözler, s. 430; 8- A.g.e., s. 179; 9- A.g.e., s. 401; 10- Sözler, s. 179; 11- A.g.e., s. 56; 12- Mektubat, s. 278; 13- Şuâlar, s. 19; 14- Mektubat, s. 280


06.10.2006




Münâcâtü'l-Kur'ân



LOKMAN


1. Ey gizli açık nîmetlerini bizlere bolca ihsan eden! (20)

2. Ey az bir zaman kâfiri nîmetlendiren, sonra da ağır bir azaba sürükleyen! (24)

3. Ey Kıyâmet hakkında bilgi ancak kendi katında olan, yağmuru yağdıran ve rahimlerde bulunanı bilen! (34)


06.10.2006




Risâle-i Nur’u okudukça...



Evet, Risâle-i Nur’u okudukça, Kur’ân nuru içinize dolacak, o Kur’ânî hakikatlar aklınızı ve kalbinizi tenvir edecek ve imanınızı inkişaf ettirip kuvvetlendirecektir. Nur Risâlelerini okudukça İlâhî bir feyiz, ruh ve mâneviyat âleminizi kaplayacaktır. Hayatta, sizlere büyük bir huzur ve saadetin refahı içinde yaşayabilmenin kapıları açılacaktır. Dünyanın bir âhiret mezraası olduğunu ve bu fâni dünyaya, ebedî bir hayatın kazanılması için geldiğinizi bu eserlerden öğrenecek ve bu iman cihetinden dünyanın cennetten daha zevkli olduğunu hissedeceksiniz. İşte böyle sonsuz ve mânevî bir şevk ve aşkla dünyayı, şu geçici hayat için değil, ebedî bir hayatı ve bâkî bir saadeti kazanmak için seveceksiniz.

Hem namaz kılmanın ve ibadetin büyük ve kudsî bir zevk olduğunu bir kat daha anlayacaksınız. Namazda Rabb-i Rahîmimizin, Allah’ımızın huzurunda durmaktan o kadar derin ve ilâhî bir zevk duymaya başlayacaksınız ki; namazsız geçen günleriniz ıztırap ve sıkıntılarla dolacak; en sevinçli, en mesut anlarınızı Allah’a ibadet ve taatta bulacaksınız.


06.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Değnek kılıç oldu



Bir menba-ı garaip olan gazve-i kübrâ-yı Bedir’de, Ukkâşe ibni’l-Muhassını’l-Esedî’nin müşriklerle döğüşürken kılıcı kırıldı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ona, kılıca mukabil, kalınca bir değnek verdi. Dedi: “Bununla harb et.” Birden, değnek, biiznillâh, uzun, beyaz bir kılıç oldu. Onunla harb etti. Hayatı miktarınca, tâ Yemâme harbinde şehid oluncaya kadar boynunda taşıdı.

Şu hâdise katîdir. Çünkü Ukkâşe bütün hayatında onunla iftihar etmiş ve o kılıç “el-avn”* namıyla meşhur olmuş. İşte, Hazret-i Ukkâşe’nin iftiharı ve kılıcın “avn” nâmıyla, kılıçların fevkinde iştiharı, şu hadisenin iki hüccetidir.

* el-avn: Yardım, yardımcı.


Mektubat, s. 138


06.10.2006




Dörtlük



Âlemin Efendisi, Rahmet Peygamberisin.

Mü’minlerin her zaman, her yerde rehberisin.

Rabbim “Habibim” demiş, ey gönlümün sultanı

İsmet sıfatı sahibi, günahlardan berîsin

Abdülkadir MENEK

06.10.2006




Takvim



Akşama bekler ezanı

Dudaklardan ezan sesi

Bismillah sofra kuruldu

On üç gün kalpler huzurlu

Celal YALÇIN

06.10.2006




Hayat, dört duvarı aynadan bir yapı...




Hayat, bize tüm ayrıntılarımızı gösteren bir endam aynası aslında... Bu öyle bir ayna ki, acımasızca her sırrı ifşa eder; görülmezi gösterir, detaylarda boğdurur insanı. Boğulmayanlarsa, bu hayat aynasının kırılabilir bir özelliğe sahip olduğunu fark edenler yalnızca…


Aynalar, ah aynalar…


Dört duvarı da aynadan yapılmış küçük ve dar bir odada yaşadığınızı düşünün! Bu daracık oda, aynalar sayesinde, size bir şehir gibi geniş gelecektir. Ancak bu sanal genişliğe aldanıp da başınızı hafifçe kımıldatsanız başınızı bu cam duvara vurup kanatabilir; odanın ne kadar dar, genişliğinin ise ne kadar sanal olduğunu anlarsınız. İşte bu hayat da, gerçekte oldukça kısa olduğu halde, insan beynine yerleştirilen hayal, vehim ve gayret aynalarıyla sanal bir uzunluk sunar bize. Ne zaman başımızı kımıldatırsak, o zaman bu hayatın dar ve kısa olduğunu anlarız. Başımızdaki hayalin uçtuğunu, uykumuzun kaçtığını fark ederiz hemen. Hatta o geniş zannettiğimiz dünyanın kabirden daha dar, incecik köprüden daha müsaadesiz olduğunu, ömrümüzün şimşekten daha hızlı ve çabuk geçtiğini; hayatımızın ise bir ırmaktan daha hızlı aktığını o zaman fark ederiz. Çünkü hayatı enlemesine ya da diklemesine yaşarız çoğu kez. Uzun yaşamak hepimizin arzusudur meselâ. Oysa bu bizim elimizde mi? Elimizde olan, derinlemesine yaşamaktır. Hayatı, yaşadığın “an” bilmektir; her “ân”ı birer “anı” olacak kadar derin yaşamak; sevgiyle, muhabbetle yaşamak; hayat duvarının aynalarını buğulandırmadan yaşamak.

“Şimdi”nin gücünü fark edin!

Hayat duvarına ışıklar yansır zaman zaman. Aynalar yansıtır birbirine bu ışıkları. İnsan o anda yakalamalı bu ışıkları. Karanlığa küsmek yerine tutmalı ışık haytlarını. Çünkü belki de bir daha yansımayacak o ışık. O gün son yansıyan ışık olacak kimbilir. Şimdinin sunduğu bu fırsatı sonraya bırakmadan kullan. Çünkü şimdi varsın. Şimdi güçlüsün. Şimdi düşünüyorsun. Şimdi seninle o. Ya sonra? Kimbilir belki hayatta olmayacaksın. Belki gücün kalmayacak tutman için. Işıkları görecek güçlü gözlerin olmayacak. Ferleri sönecek gözlerinin. Işığın geldiğini göremeyebilirsin sonra. Kulakların duymayacak sonra. Fırsatların birer birer elinden gittiğini gördükçe hayıflanacaksın ışığı neden daha önce tutmadığına. Çünkü fırsatların kazasının olmadığını bir bir anlayacaksın!

O halde, gel! Fırsatı değerlendir! Hayatı yaşadığın an bil! Provası olmayan hayatta hoş bir sâdâ bırakarak git. Aziz olarak ayrıl bu dünyadan. Tıpkı bu şehirden ayrıldığın gibi, bu dünyadan da aziz olarak ayrıl. Minnetsiz, sade ve vazifesini yerine getirmiş bir eda ile el salla geride kalanlara. Doğduğunda sen ağlarken herkes gülüyordu. Öyle bir hayat sür ki, öldüğünde onlar ağlarken sen gülesin!

Bugünü bir kelebeğin öyküsü ile bitirelim:

Bir ilkbahar sabahıydı. Güneş, pırıl pırıl altın ışıklarını yeryüzüne yolluyordu.

Bu ışınları gören kozalardan o sabah beyaz bir kelebek çıktı. Çok büyük ve tül gibi ince bembeyaz kanatları vardı. Birden kendini bir bahçenin çiçekleri arasında buldu. Önce keşif uçuşuna çıkıp bahçeyi dolaştı. Sonra dinlenmek için kırmızı bir güle kondu. Dinlenirken, kanatlarını dikleştirip birleştirmişti. Etrafına baktı. Doyasıya yeşilliğe daldı, saatlerce seyretti.

Dinlenmişti. Şimdi dolaşma vaktiydi, yaşamalıydı, önünde uzun zamanı vardı. Ağaçlara uçtu. Çiçeklere kondu. Mutluydu, özgürdü. Herkes ona bakıp “Ne güzel yaratılmış” diyordu. Akşama kadar çiçekten çiçeğe, daldan dala uçup durdu. Güneş batarken bir garip his kapladı içini, artık öğrenmişti.

Sadece bir günlük olan ömrü bitmişti. Son bir kez etrafına baktı. Batan güneşe daldı. Ve bir daha hiç uyanmadı.

Teklif: Hayat böyle bir şey işte! Camı kırmadan yaşamaktır büyük ustalık!

B. Sait ÇİFTÇİ

06.10.2006




Doğruluk



Bu zamanda en önemli meselelerden biri doğru olmaktır. Doğruluk; hareketlerde, davranışlarda, sözlerde Allah’ın istediği gibi olmaktır. Doğruluk sözün ve hareketlerin uyum içinde olmasıdır.

“Doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de insanı Cennete götürür” buyuruyor Peygamberimiz (a.s.m).

İnsan konuşmasıyla, davranışlarıyla doğru olduğu zaman hem kendi mutlu olur, hem de etrafındaki insanları mutlu eder ve onların güvenini kazanır.

Doğruluğun kaynağı ise yüksek imandır. İman ne kadar güçlü olursa, doğruluk da o derece yaygınlaşır.

Bu zamanda sözden ziyade güzel davranış insanlara daha etkili olur. O bakımdan “Lisan-ı hâl lisan-ı kalden daha üstündür” demişlerdir. Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc (İslâmiyete) dâhil olacaklardır.”

Evet kısaca bizlere düşen görev; Kur’ân’ın doğru ahlâkını hareketlerimize yansıtmak…

Mehmet ERBAŞ

06.10.2006




Yâsîn Sûresi ile verilen cevap



Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Ubey bin Halef, Amr bin Hişam (Ebû Cehil), Âs bin Vâil ve Velid bin Muğire, öldükten sonra dirilmenin imkânsızlığını aralarında konuştular. Dediler ki: “Öldükten sonra dirilmiş hiçbir kimse yoktur. Ahirette dirilme meselesi de Muhammed’in uydurmasıdır. Muhammed bununla insanları korkutarak kendisine bağlamak istiyor. Bunun için de ‘Allah ölüleri diriltecek ve konuşturacak’ deyip duruyor. Lât ve Uzza’ya yemin olsun ki biz gideceğiz, kendisi ile tartışacağız ve ona galebe çalacağız ve bu iddiasını çürüteceğiz.”1

Beraberce Peygamberimizin (asm) yanına geldiler. Âs bin Vâil eline çürümüş bir kemik parçasını alır ve parmakları arasında ufalayarak şöyle dedi: “Yâ Muhammed! Bu kemiklerin böyle çürümesinden sonra tekrar onun dirileceğini mi söylüyorsun?”

Peygamberimiz (asm): “Evet! Allah seni de öldürecek, sonra diriltecek ve Cehennemine sokacaktır” dedi.2

Onlar “Böyle saçmalık olmaz!” dediler ve dönüp gittiler. Sonra da “Biz Muhammed’e gittik ve böyle böyle dedik. O da bize cevap veremedi” diyerek bire on katıp anlattılar ve bu haberi tüm Mekke’ye yaydılar. Gençlerin kafasına imansızlık tohumları ektiler ve Müslümanlara karşı kışkırttılar.

Bu olay üzerine Yasin Sûresi nazil oldu. Sûrenin bir bölümünde şöyle buyrulur:

“Ey Resûlüm! Onların sözleri seni üzmesin. Biz onların konuşmalarını da, kalplerinde gizledikleri niyetlerini de çok iyi bilmekteyiz. Görmedin mi o azgını ki biz onu bir damla sudan yarattık da sonra bize apaçık bir düşman kesiliverdi. Kendi yaratılışını unuttu da bize misâl getirmeye kalkıştı. ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi.

“Ey Resûlüm sen de ki: ‘Onu yoktan ilk önce kim yarattı ise o diriltecek.’ O her şeyi hakkı ile bilerek yaratandır. O Allah sizin için yaş ve yeşil ağaçtan ateş çıkarır da, onun ile ısınır ve yemeklerinizi pişirirsiniz. Ummadığınız şeylerden hiç beklemediğiniz şeyleri yaratan Allah, elbette sizi yoktan yaratmıştır ve o Allah sizi tekrar diriltecektir. Gökleri ve yeri yaratan onların benzerini tekrar yaratamaz mı? Elbette yaratır. O her şeyi kudreti ile yaratan ve her şeyi hakkıyla bilendir.

“Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol!’ demektir; o da oluverir. Şanı ne yücedir Onun ki, her şeyin hüküm ve tasarrufu elindedir. Siz de ona döneceksiniz.”3

Peygamberimiz (asm) sûrenin nazil olması ile çok sevindi. Hemen yanında bulunan Hz. Ali’yi (ra) göndererek Müslümanların gizli olarak “Dâr-ı Erkam”a gelmelerini sağladı. Onlara nazil olan sûreyi güzelce okudu. Vahiy kâtiplerine yazdırdı. Sonra sahabelerin “Acaba Peygamberimiz (asm) bu sûre ile ilgili olarak ne açıklamalarda bulunacak?” şeklindeki meraklı bakışları içinde olduğunu görerek söze başladı:

“Benim Kur’ân’da yedi ismim vardır. Muhammed, Ahmed, Yasin, Tâhâ, Müddessir, Müzzemmil ve Abdullah”4 “Kim gece, nazil olan bu Yasin Sûresini okursa sabaha affedilmiş olarak çıkar. Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’ân’ın kalbi de Yasin Sûresidir. Kim Allah rızası için Yasin okursa mutlaka affolunur. Hastalarınızın yanında Yasin okuyunuz, şayet ölürse Allah her harfine mukabil on melâike indirerek o kişinin cenazesine katılırlar. Saf halinde cenâze namazını kılarlar ve ölüye istiğfarda bulunurlar. Defin olunana kadar da yanından ayrılmazlar”5 buyurdu. Sonra “Allah-u Teâlâ mahlûkatı yaratmadan bin yıl önce Yâsin Sûresini okudu. Melekler bu sûreyi duyunca ‘Müjdeler olsun bu sûrenin nâzil olacağı ümmete! Müjdeler olsun bu sûreyi ezberleyenlere! Müjdeler olsun bu Kur’ân’ı okuyan dillere!’ diyerek Yâsin Sûresini okuyanları tebşir etmişlerdir” buyurdu.6

Sahabeler birkaç gün içinde Yasin Sûresini ezberlediler. Yakınlarına ve çocuklarına okudular. Peygamberimiz de(asm) Kâbe’ye giderek müşriklerin ileri gelenlerinin toplandığı makamda kendisine soru sormak için gelen Âs bin Vâil ve diğerlerine sorunuzun cevabı diyerek Yasin Sûresini okudu. Onlar da seslerini çıkarmadan dinlediler ve hiçbir şey diyemediler.


Dipnotlar:


1- Zemahşerî, Keşşaf, 3:331

2- İbn-i Hişam, Sire, 1:987; F. Râzi, Tefsir-i Kebir, 26:107; Suyuti, Dürrü’l-Mensur, 5:270; Zemahşeri, Keşşaf, 3:331

3- Yasin Sûresi: 76-83

4- Tefsir-i Tıbyan, Yasin Tefsiri, 4:6

5- Tefsir-i Tıbyan, 4.21

6- Gazâlî, İhya, 1:774

M. Ali KAYA

06.10.2006




Takvim



On üç gündür orucuz,

Kim demiş, Cennet ucuz.

Bu ay rahmet ayı,

Onun şefkati sonsuz.

Ferhat ÖĞMEN

06.10.2006




Bir’e kölelik, bine kölelikten kurtarır!



Oruç tutan insan bilir ki:

Tevhid nazarı ile bakış, ferdin sosyal yaşantı içindeki davranışlarının da merkezinde yer almalıdır. Mânâ-i harfî ile algılanan bir dünyada bütün davranışların ve kabullerin merkezinde İlâhî murad ve semavî hükümler yer alıyor. Bu da ferdi baskı ve zulümlerden kurtaran fikri, irfanı ve vicdanı hür bir konuma getiriyor. Bu, değerlerinden hiçbir şekilde taviz vermeyen ve rızık endişesi, maişet derdi olmayan, Rabbi’ne tam dayanmış ve tüm işlerinde O’nu vekil kılmış ideal birey psikolojisi olmalı.

Yeni dünya düzeninde ise, köleliğin şekli de farklı bir hale bürünüyor ve insanlar çoğu zaman farkında olmadan ve adı konmadan kölelik yaşıyorlar. Ücret, makam, daha iyi bir sosyal statü ve bunların kaybından korku ile ferdler kendi istedikleri gibi değil, bunları sağladığı düşünülen odakların istedikleri gibi yaşıyorlar. Bu hal en basit memurları bile içinde bulundukları ortamda müstebitler haline getiriyor. Bir rektör, bir vali ya da bir general kanuna uymayan hallerde bile yaptırımı olan bir konumda olabiliyor. Bu durumda hukukun, genel insanî değerlerin değil şahsî iradelerin uygulamalara yansıdığı ve bu uygulamalara maruz fertlerin modern kölelere dönüştüğü bir düzen ortaya çıkıyor. İşten atılmak, makamından olmak ya da hapse atılmak gibi korkularla amirinin hukuk dışı emirlerine de uymak durumunda kalan memurlar ya da vatandaşlar aslında bir tür kölelik ruhu ile yaşıyorlar.

Kölelik sisteminin oluşabilmesi tek başına insanları köleleştirmek isteyen müstebitlerin varlığı ile mümkün olmamalıdır. Bununla birlikte köleliği kabullenmiş ya da farklı endişelerle karşısında duramayan köle ruhlu insanlara da ihtiyaç vardır. Padişahı kanun namına hareket ettiği için değil de makamından dolayı padişah olarak tanıyan ve kanun dışı hallerini haydutluk olarak algılamayan fıtratlar ancak köleliğe lâyık olmalıdırlar. Temel değerlerin haktan ve onun sosyal düzene yansıması olan hukuktan kaynaklanmadığı her hal ve her tavır, özünde istibdadın ve köleliğin yaşandığı bir zemin olarak kabul edilmelidir.

Oruç haliyle insan anlar ki, yalnızca Rabbi’ne köledir. En temel ihtiyacı olan rızık dahi O’nun emri ve izni dairesinde gerçekleşmektedir. O’na köle olmak ise, başkalarının köleliğinden kurtulmak için en etkili yoldur. İnsan iftar sofrasında anlar ki, rızkı veren Allah’tır ve razı edilmesi gereken sadece O’dur. İşten atılma, maişet derdi gibi endişelerle Allah’ın rızasına uymayacak haller mazur görülmez. İftar sofrasında bunu ruhunun tâ derinliklerinde hissetmeli ve asıl rızkı Vereni bulmakla iktidarların ve sebeplerin köleliğinden ruhen kurtulmalıdır. Bu anlamda Ramazan aynı zamanda kölelik zincirlerini özde kırma anıdır.

Hakan YALMAN

06.10.2006




Sahur sonrası lezzeti



Buralarda iftar erken oluyor.

Buralarda iftarla birlikte gün erken bitiyor.

Mesaisi iftara yakın bitenlere, evine koşup iftar sofrası hazırlamak için vakit bulamayanlara ‘Keşke azıcık daha geç okunsa ezan’ diyenlere rağmen ellerimiz lokmalara erken uzanıyor.

Haliyle erken yediğimiz akşam yemekleri ile sahur sofraları arasında geçen zaman batı illerimize göre daha uzun gibi geliyor insana.

Çünkü günümüz insanı için akşam saatleri genellikle televizyon programlarına göre ayarlandığından, haberler bittiğinde sanki vakit gece yarısına gelmiş gibi hissediyorum.

Mutfağı ayarlamak, sahur sofralarında yenecek mönüyü hazırlamak derken uyku vakti geliyor.

Birkaç saatlik uykunun ardından çalan saat alarmı ile mutfağa koşarken bir yandan da bizimkileri uyandırıyorum. Çay demlenme kıvamına gelinceye kadar gençlerin odalarıyla mutfak arasında bir iki kez gidip geliyorum.

Ahenkli sesler duyuluyor camilerden.

Kur’ân ayının meşalesi yanıyor camilerde.

İlâhî kelâm terennüm ediliyor o mekânlarda.

Sabah namazı hazırlıkları da bitip koltukta otururken perdesi açık pencereden dışarı bakıyorum.

Gün öyle güzel, gece o kadar sırlı bitiyor ki, tarifi imkânsız gibi.

Hayret ediyorum…

Kuşlar niye bu kadar güzel ötüyorlar, dallar niye bu kadar tatlı salınıyor diye.

Gönül dilsiz bir çağlayan gibi ufuklara doğru akmakta…

Ağrı Dağının vakur duruşuna bakılmamalı, içinde ne fırtınalar saklamakta… Kimbilir?

Tepesindeki bulutların dinmeyen çabasına benzer gayretlerle insan olmak yolunda kemâle ermek zamanı diye bakıyorum bu vakitlere.

Sahur sonrası lezzet bir parmak bal gibi…

Namaz vaktini beklerken sanıyorum ki, kutlu bir buluşmanın eşiğindeyim.

Unutulmuş bu şehrin kıyısında, bir sahur vakti sonrasını yaşarken, bakir duyguların daha çok yaşandığını düşünüp azıcık da mutlu oluyorum.

Büyük şehirlerin beni korkutan keşmekeşliğinde, birbirlerini arayıp sormama veya soramama perdesini aralamanın beyhûdeliğine sığınanları düşünüp, illâ ki onlar adına üzülüyorum.

‘Sana ne’ denilmeli belki de bu düşüncelerime…

‘Bana ne’ diyememenin azabını hep çektim, bundan sonra çekeceğimden maada…

Sonu gelmez düşünce halkalarıma bir yenisi değil, aynılarından takıp, seher vaktinin en güzel düşüncelerine dalmama çengel atan kapı gıcırtısıyla kendime gelip seccademe uzanıyorum.
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Allah’ım!

Yüreğinde sevgi olan, az biraz merhametle yoğrulan kullarından eyle diye duâlar ediyorum.

Mayası muhabbetle yoğrulandan kimseye zarar mı gelir?

En evvelâ da kendime faydası var.

Gönül toprağında çiçekler büyütmek yerine, niçin kin, kıskançlık, ard niyet besleyeyim ki?

Bu günlük bunlar taştı gönül pınarımdan.

Bu günlük Ramazan duygularım, yoğun ve yorgun geçen bir günün ardından, sahur vaktinin dinginliğinde bunları yaşamayı ve sizlerle paylaşmayı seçtim.

Her biten gecenin sabahı aydınlık olurmuş ya…

Bu gece zaten aydınlık mı aydınlıktı ama, iki mânâlı şafak yaşamanın tadını her zaman yakalayamıyor insan.

Sahur sonrası vakitlerde arada bir balkona çıkın, ya da cama uzanıp etrafa bir bakın.

Mevsimsiz yaşanan onca zevklerin ötesinde bir şey bu tatlar.

Mânâ âlemlerinden gelen, arştan ferşe, zeminden göklere yükselen iman tablolarının sergisi gibi adeta.

Yakalayabilene, seyredene ve gezebilene ne mutlu.

Hülya YAKUT

06.10.2006




Fotoğrafların dili




Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.


Bediüzzaman, Sözler, s. 193

İbrahim KILIÇ

06.10.2006




Oruçlu için neler mekruhtur?



Oruçlu iken; gerek orucun sıhhati açısından, gerek ibadet ruhuna uygun düşmemesi açısından yapılması hoş olmayan mekruh davranışlar vardır. Bu davranışlar orucu bozmazlar, fakat orucu bozma tehlikesi taşıyabilirler.

Bu davranışlar özetle şunlardır:

1. Oruçlu iken ağza ve burna fazla su vermek, ağzını su ile doldurmak veya ağzında suyu bekletmek mekruhtur. Çünkü burada boğaza su kaçma tehlikesi vardır. Su kaçarsa oruç bozulur.

2. Oruçlu iken ıslatılmış misvak kullanmak veya diş fırçalamak da boğaza su veya madde kaçma tehlikesinden dolayı mekruh sayılmıştır. Ancak dikkat etmek ve boğaza hiçbir şey kaçırmamak şartıyla misvak kullanılabilir, diş fırçalanabilir. Bu kerâhetten sakınmak için en iyisi gerekli diş ve ağız temizliğini sahurda yapmalıdır.

3. Kadının yemeğin tadına bakması, alışveriş yapan birisinin alacağı gıda maddesinin tadına bakması, bozmak tehlikesine çok yaklaşıldığı için mekruhtur. Ama mecburiyet hâsıl olursa yutmamaya özen gösterilerek bakılabilir. Yutulursa oruç bozulur.

4. Eğer halsiz düşeceğinden korkarsa oruçlunun kan aldırması mekruhtur. Ancak kendisini güçlü ve dirençli hissediyor ve halsiz düşmeyeceğine güveniyor ise kan aldırabilir.

5. Yıkanmak, temizlenmek, güzel koku sürünmek ve güzel koku koklamak mekruh değildir. Ancak suya giren birisi, ağız, burun veya kulak yoluyla boğazına su kaçırmamaya özen göstermelidir.

6. Oruçlu iken hanımı ile şehveti artıracak ölçüde oynaşmak mekruhtur.

7. İftarı sebepsiz olarak geciktirmek mekruhtur.

8. Oruçlu iken tükürüğünü ağızda biriktirip yutmak mekruhtur.

9. Gece ihtilâm olan bir kimse mümkünse gece yıkanmalıdır. Buna imkân bulamaz ise, sahurdan sonra da yıkanabilir. Fakat bilerek geciktirmemelidir.

Süleyman KÖSMENE

06.10.2006




Yürüme âdâbı




Yolda, çarşıda yürümek bile insanın kişiliği için ölçü olabilir. Kur’ân-ı Kerim’de, büyüklük taslayarak yürüme yasaklanmaktadır:

“Yeryüzünde şımarıklık taslayarak yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilirsin ve ne de boyca dağlara erebilirsin.”1

“Allah’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde sükûnetle, vakarla yürürler.”2

“İnsanlardan büyüklük taslayarak yüzünü çevirme, yeryüzünde çalımlı çalımlı yürüme. Şüphesiz ki Allah, her böbürlenen kendini beğenmişi sevmez.”3

Cenâb-ı Hak nasıl yürünmeyeceğini belirtirken, ne şekilde yürümek gerektiğini de ifade etmektedir:

“Yürüyüşünde mutedil ol, sesini alçalt…”4

Hz. Lokman’ın (a.s.) oğluna yaptığı tavsiyelerde de bu konuya yer verilmektedir:

“Yavrucuğum, böbürlenip çalımlı yürüme. Yolda yürürken, ne çok acele et, ne de ağır davran. Bu ikisi arasında ortalama bir ölçüyle yürü.”

Kur’ân-ı Kerim’in en iyi uygulayıcısı, şüphesiz, Peygamber Efendimiz’dir (asm). Ebû Hureyre şöyle anlatır: “Resûlullah (asm), ayağının bütünü ile yere basardı, ayağında boşluk olmazdı. Bütün vücudu ile öne döner ve bütün vücudu ile geri dönerdi. Ne ondan önce, ne de ondan sonra O’nun gibisini (güzellikte) görmedim.”5

Hanımlara da özel bir tavsiye vardır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamberin (asm) hanımlarına şöyle buyurur: “Evlerinizde (vakar ile) oturun. Evvelki cahiliyet devri kadınlarının kırıla döküle, süslerini göstere göstere yürüyüşü gibi yürümeyin.”6

Bu emirlerin sadece Allah Resûlünün hanımlarına ait olması düşünülemez. Onlar, mü’minlerin anneleri oldukları halde böyle olmaları istenirse, diğer Müslüman hanımlarından herhalde öncelikle istenir.

Grup halinde yürümelerde, bir kişinin önden veya arkadan yürümesi arkadaşları arasında tenkit sebebi olabilir. Devamlı önde yürümeyi gurura yükleyen, arkadan gelmeyi de yakınlarını kontrol eden bir göze bağlayanlar çıkabilir. Bu meselede Peygamberimizin (asm) uygulaması ortadadır. Sahabelerin arasında yürür, alçak gönüllülüğünü gösterirdi.

Uzun yola çıkacak kişilere de Peygamber Efendimiz (asm), şu tavsiyede bulunur: “Üç kişi yolculuğa çıktıkları vakit içlerinden birini başkan seçsinler.”7

Dinimiz yol hakkına da çok değer vermektedir. Yolların lüzumsuz eşya ve insanlara zarar verecek şeylerden arındırılmasını istemektedir.


Dipnotlar:


1- İsra Sûresi: 37. 2- Furkan Sûresi: 63. 3- Lokman Sûresi: 63. 4- Lokman Sûresi: 19. 5- El-Edebü’l-Müfred, 2:520. 6- Ahzâb Sûresi: 33. 7- Ebû Davud, Cihad, 80

Necmi ÜNLÜ

06.10.2006


 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Ölmüş yeryüzü de onlar için bir delildir. Biz o ölmüş yeryüzünü diriltir, ondan daneler çıkarırız da, yiyip dururlar.


Yâsin Sûresi: 33


07.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Öfkesini tutanın Allah kusurunu örter.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3747


07.10.2006




Bayrama kadar yapılmaya niyet edilen duâ



Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizin leyle-i Berâtınızı ve gelecek Ramazanınızı tebrik eder ve bu gelecek leyle-i Kadri hakkınızda ve hakkımızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i âmâlimize böyle geçmesini Cenâb-ı Haktan niyaz ediyoruz. Ve böylece, bayrama kadar “Allah’ım! Bu Ramazan’da Leyle-i Kadrimizi bize ve sadık Risâle-i Nur talebelerine bin aydan daha hayırlı kıl” duâsını etmeye niyet ettik.

Hem sizin iki mucizeli Kur’ân’ı bizlere bu mübarek aylarda göndermeniz, inşaallah o derece medâr-ı bereket ve sevap ve hasenat ve fütuhat olacak ki, hakkımızda bu Ramazanın herbir günü bir leyle-i Kadir hükmüne geçeceğini rahmet-i İlâhiyeden ümit ederiz.

Şimdiden biz tedbir ettik ki, iki Kur’ân’ı, Risâale-i Nur’un buradaki has talebeleri, Ramazan-ı Şerifte, herbiri, her günde bir cüzün sizinle beraber okumakla, Ramazan’ın her gününde bir hatme-i Kur’âniye olarak, mânevî ve çok geniş bir mecliste, Isparta ve Kastamonu’yu ihata eden bir dairede halka tutan Risâle-i Nur talebelerinin ve o dairenin merkezinde sizler bulunmak cihetiyle Risâle-i Nur şakirtlerinin etrafınızda olarak, Nakşîde, “hatme-i hâcegân” tarzında, fakat çok büyük bir mikyasta Risâle-i Nur’un bütün şakirtleri mânen hazır ve o dairede bulunuyor niyetiyle tasavvurla okunmak, o kudsî hatmeyi yapmak Cenâb-ı Hakkın rahmetinden tevfik niyaz ederiz.

Saniyen: Hacı Hafız’ın Sav Köyünün kahraman talebelerinin fevkalâde hizmetleri, oralarda sebeb-i teşvik ve medar-ı gayret ve nümune-i imtisal olduğu gibi, bu havalide dahi onların o harikulâde sa’y ve gayretleri, fevkalâde hüsn-ü misal ve nümune-i gayret olarak ehemmiyetli bir intibah ve iştiyaka sebebiyet vermiş. Kahraman Hüsrev’in onlara dair mektupları, mübarek nüshalar gibi, tembellik, lâkaytlık hastalıklarına müptelâ olanlara şifa olur, ellerde gezer.

Salisen: Sizin buraya gelen kıymettar mektuplarınızı Lâhikaya yazmışız; fakat bazı kelimeleri tayyettik. Müfritane hüsnüzandan gelen cümleleri tadil ettik, gücenmeyiniz.

Rabian: İslamköyü, Kuleönü ortasında olan ve Sıddık Sabri ve Lütfi gibi talebeleri yetiştiren Atabey, Aras karyesi, çok defa hatırıma geliyordu, “Acaba bu köy neden geri kaldı, söndü?” diye düşünüp müteessir oluyordum. Fakat Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Tahir ve Abdullah Çavuş o endişemi tamamıyla izale ettiler, büyük bir teselli bana verdiler. Hatta Tahir’in bu defa bize hediye ettiği Lem’alar ve Yedinci Şuâ’yı bir cilt içinde cilt ettikten sonra mütalâa ettim. Tahirî’de, bir Hüsrev, Bir Lütfi, bir Âsım gördüm. Cenâb-ı Hak ondan ve sizlerden ebediyen razı olsun. Onun o nüshası, burada çok iş görecek inşaallah.

Kur’ân-ı Azîmüşşân ve Mucizü’l-Beyânın, Hizbü’l-Ekberü’l-Âzam namında, Resâilü’n-Nuriyenin menbaları ve esasları olan beş yüzden fazla âyâtları yazdık, bu Ramazanda size göndermeye muvaffak olamadık. İnşaallah bir vakit size gönderilecek.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve duâ ederiz. Ve bu mübarek eyyâmda ve leyâlide duâlarını isteriz.


Kastamonu Lâhikası, s. 62

Bediüzzaman Said NURSİ

07.10.2006




Terörün beş çaresi




—Denden devam—


9– Bu durumda, tam ve mutlak adâlet dersiyle, içtimâî hayatta emniyet, selâmet, insaf, uhuvvet ve muhabbeti temin edip Kur’ânî ve nuranî ispatlarla insanları ikna ve irşad etmek sûretiyle, Hak yolunda tamirci ve müsbet bir tarzda çalışmayı tavsiye eder.

10- Bediüzzaman “Vazifemiz hizmettir. Muvaffakiyet, muzafferiyet vazifemiz değildir. O, vazife-i İlâhiyedir. Vazife-i İlâhiyeye karışmak haddimiz değil” diyerek her dindarlığın özü olan ihlâsla, Allah rızası için, îman hakikatlerine hizmet etmekte maddî muvaffakiyeti esas tutmamak ve sırf uhrevî neticeye müteveccih olmak gerektiği şeklinde verdiği çok mühim ölçüyle hareket edilmesinin önemini ısrarla vurgular.

11 - Anarşi ve terör, maalesef asrımızın gündemden düşmeyen bir belâsı olmaya devam etmektedir. Anarşi ve terörün sebepleri, önlenmesi ve giderilmesiyle alâkalı çok mühim ferdî ve içtimaî ahlâk reçeteleri veren Bediüzzaman’ın, bu hususta mahkeme müdafaalarında da tekrarladığı mühim bir ahlâkî reçetesi vardır:

“Bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için beş esas lâzımdır ve zarurîdir:

Birincisi: Merhamet

İkincisi: Hürmet

Üçüncüsü: Emniyet

Dördüncüsü: Haramı helâli bilip haramdan çekinmek

Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir.”

Bediüzzaman’ın bu ahlâk reçetesinin her bir maddesinin ayrı ayrı çok iyi tahlil edilip anlamaya ve anlatılmaya, kabule ve kabul ettirilmeye, yaşamaya ve yaşatılmaya çalışılmasının, ferdî ve içtimaî ahlâkımıza katkı ve faydası çok büyük olacaktır.

12– Asrımızdaki ahlâkî meselelerin bir kısmının da, “aşk” kelimesine yüklenen bazı yanlış, sadece nefsanî ve eksik mânâlarla ilgili olduğu inkâr edilemez. Bediüzzaman, Risâle-i Nur’da “şiddetli muhabbet” dediği aşkın hakikî olanının dersini de verir. Bu kelimeyi en büyük günahlardan zinanın ve ona yakın günahların kılıfı veya çeşitli kitle iletişim vasıtalarında reyting, yazılı basın ve neşriyatta da yüksek tiraj ve rantiyecilikle maddî menfaat için istismar malzemesi olarak kullananlara mukabil o, aşkın hakikîsini ve en yüksek mânâda olanını açıklar. Aşkın, öncelikle ona en lâyık ve hakikî mâşuk olan Allah’a (c.c.) ve ondan sonra da Allah’ın (c.c.) hesabına O’nun mahlûkatına ve mutlaka meşrû dairede olması gerektiğinden geniş şekilde bahsederek, bunun aksinin tehlikelerine dikkat çeker. Şefkatin, aşktan da üstün bir his olduğunu ve mesleğinin dört esasının ilkini teşkil ettiğini belirtir.

13- Türkiye’deki Batılılaşma hareketinin ilk dönemlerinde, öz manevî değerlerimizi hafife alıp, bilim ve teknikte bizi geçmiş Avrupa ve Amerika ülkelerine karşı marazî bir aşağılık duygusunu hissedenler ve bunu içinde bulundukları cemiyette, dehşetli bir manevî hastalık halinde başkalarına da bulaştırmaya çalışanlar, maalesef olmuştur. İslâmiyet hakikatleri, hem manen hem de maddeten terakkiye vesile olduğu halde; “Din terakkiye manidir” teranesiyle yapılan hakikat tahrifâtıyla, dinî inançlarına bağlılık gösteren Müslüman halkımız hafife alınmış, hor görülmüş ve yıllarca tedirgin edilmiştir. Maalesef halkımızdan bu tahrifata kapılanlar da olmuş ve hakikat dini olan İslâm’dan koparak hem kendilerinin hem de onları taklit ile aldananların ebedî hayatlarını mahvetmişlerdir.

Temelleri ve kaynakları bakımından hakikatte yine İslâmın malı olan fen ve san’atı, tevhid nuruyla yoğurarak, Kur’ân’ın bahsettiği tefekkür ve mânâ-yı harfî nazarıyla, yani onun san’atkârı ve ustası namı ile onlara bakmaya ve baktırmaya çalışmak, ferdî ve içtimaî ahlâkımızın çok mühim hedeflerinden biri olmalıdır. O dehşetli manevî buhran devirlerinde yaşamış ve maneviyatları, ebedî hayatları mahvolan o nesli görmüş olan Bediüzzaman, ahlâk problemimizin bu yönü üzerinde de fevkalâde müessir ve mükemmel yapıcı faaliyetleri göstermiş; yüz binlerce kişinin imanlarının ve ebedî hayatlarının kurtulmasına vesile olmuştur.

Netice olarak, Risâle-i Nur eserlerinde Kur’ân ve hadislerden süzülmüş mânâlar halinde en mühim hakikatleri anlayışımıza yaklaştırmaya çalışıp bizim istifademize sunarak—kendi tabiriyle—bu mevzuda “tercümanlık” yapan Bediüzzaman’ın, eserlerindeki imanî ve diğer hususlar yanında, yukarıda kısa ve özet olarak vermeye çalıştığımız bazı örneklerdeki gibi, insanlığa ders verdiği ahlâkî prensipleri de anlamaya ve tatbike çalışmak, asrımız insanlarının çok mühim bir ihtiyacıdır.


—SON—


(Köprü, Yaz/2006 sayısından alınmıştır)

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

07.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Münâcâtü'l-Kur'ân



SECDE:


1. Ey görüneni de, görünmeyeni de bilen Azîz ve Rahîm! (6)

2. Ey herşeyi en güzel şekilde yaratan, insanı da ilk önce çamurdan yaratan; sonra insanın neslini basit ve hakîr bir suyun özünden yaratan! (7-8)


07.10.2006




Risâle-i Nur’u devamlı ve dikkatle okumalı



Risâle-i Nur, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle değil, bir ihsan-ı İlâhî olarak yazılmış olan ilhamî bir eserdir. İşte insan üzerindeki tesiri pek büyük olan böyle bir eseri devamlı olarak teenni ile ve lûgatların mânâlarını öğrenerek, dikkatle okuyabilseniz, geceli gündüzlü çalışan birçok Nur talebeleri gibi siz de büyük bir huzur ve saadete kavuşursunuz. Hem gayet cevval ve faal bir hâle gelirsiniz. O kudsî eserleri günlerce okuyabilmenin İlâhî hazzı ile çırpınırsınız. Bu gibi kıymeti ölçüye sığmayan eserlerle meşgul olabilmek için beş dakikayı bile boşa gidermezsiniz. Ve hem daima cebinizde, çantanızda Nurları taşımak, okumak, daima okumak için zamanlarınızı büyük bir kıymetle kıymetlendireceksiniz. Nurları okumak sevgisiyle, Nurları okumak heyecanıyla, Nurları okumak ihtiyacıyla yanacaksınız.


07.10.2006




Şifa mucizelerinden



Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Gazve-i Hayber’de, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Aliyy-i Haydarî’yi bayraktar tayin ettiği halde, Ali’nin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tiryak gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada şifa bularak hiçbir şey kalmadı. Sabahleyin Hayber Kalesinin pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup Kale-i Hayber’i fethetti.

Hem o vakıada, Selemet ibnü’l-Ekvâ’nın bacağına kılıç vurulmuş, yarılmış. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona nefes edip, birden ayağı şifa bulmuş.


Mektûbât, s. 140


07.10.2006




Takvim



Ezan sesi çın çın çınlar

Gökteki melekler dinler

Bugün orucun on dördü

Kalpler ve de ruhlar serinler

Celal YALÇIN

07.10.2006




Hacı annemin yemekleri




İftara dâvet ettiğimiz misafirler teravih namazına gitmiş, biz de mutfakta bir şeyler yapıyorduk ki cep telefonum çaldı.

Kuzenim Ali telefondaydı.

‘Ablacığım nasılsın ne yapıyorsun, neredesin?’ (Nerede olduğumu artık en yakınlarım bile takip edemiyorlardı)

Karşılıklı hal hatır sorma faslından sonra biraz da beni kıskandırma babından, ‘Biz de hacı yengemin misafiriyiz, iftarı amcamlarda yaptık. Hacı yengemin o nefis yemeklerini yedik, şimdi de senden bahsediyorduk, bir alo diyelim dedik’ diye gerekli bilgileri bir nefeste verdi.

Hacı annemin yemeklerini her Ramazan ayında bir yazı konusu yapıyordum zaten. Bu yıl hiç niyetim yoktu ama onlar istedi ben ne yapayım?

Otuz yıla yaklaşan ev hanımlık hayatımda belki de onlarca kez kuru fasulye yapmışımdır. Ama her seferinde annemin yaptığı kuru fasulye tadını bulamamışımdır.

Hele türlü. Hele tereyağlı bulgur pilavı…

Güveçte yaptım aynı tadı bulamadım, odun ateşinde pişirdim aynı lezzeti yakalayamadım.

Demek ki anaların elinin lezzeti bir başka oluyor. Onların Cennete lâyık görülmelerinin hikmetlerinden biri olsa gerek. Onlardaki şefkat kahramanlığı özelliği pişirdiklerine yansıyor demek ki.

Ne zaman anneannelerden bahsedilse çocuklarım onun odun ateşinde yaptığı sac böreklerini ve gözlemeleri hatırlıyorlar.

Uzun zamandır bizden ayrı olan büyük oğlum geldiği için yemeğe dâvet eden dostlarımızdan eve geldiğimizde, ev sahibesi hanımın yemeklerinin lezzetinden bahsedip yorum yapıyorduk.

‘Yok be anacığım, senin elinin lezzeti bir başka, evet çok güzel yemeklerdi ama ben yine de senin yemeklerinin tadını tercih ederim’ dedi.

Güldüm…

Öyle olacaktı tabiî…

Ben de bu yaşımda annemin yemeklerindeki tadı kendi yaptıklarımda bile bulamıyordum. Bu çok normaldi.

Hacı annemi duâlar etmesi, bize okuması, salçamızı, biberimizi, yaprağımızı yapması için aramıyorduk sadece, elinin lezzetini, bereketli sofrasını da arıyorduk.

Kuzenler, yeğenler bir araya gelmiş, yemiş içmişler. Âfiyet olsun olmasına da, insan azıcık insaf eder bu kadar ballandırmaz ama değil mi?

Bu yazımızı da Üstad Bediüzzaman’ın şu güzel sözüyle bitirelim:

‘Valide en kerim, en rahîm, öyle fedakâr bir dosttur…’

Hülya YAKUT

07.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR



On Birinci ve On İkinci Söz


“On Birinci ve On İkinci Sözlerde hikmet-i felsefiyenin aczi ve iflâsı ve hikmet-i Kur’âniyenin i’câzı ve gınâsı ispat edilmiştir; müracaat edebilirsin”


(Sözler, s. 374)


İlk on iki Söz


“İlk on iki Söz’ün her biri gayet bedî bir tarzda, güzel bir temsille, büyük ve derin bir hakikat-ı Kur’âniyeyi tefsir ve ispat eder.”


(Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 114)


On İki, Yirmi Dört ve Yirmi Beşinci Sözler


“On İkinci ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvetin velâyete nisbeti, güneşin ayn-ı zâtı ile, aynalarda görülen güneşin misâli gibidir. İşte, daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan Sahâbeler dahi, daire-i velâyetteki sulehaya tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ, velâyet-i kübrâ olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet—ki Sahâbelerin velâyetidir—bir velî kazansa, yine saff-ı evvel olan Sahâbelerin makamına yetişmez.”


(Sözler, s. 453)


On Üçüncü Söz


“Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın büyük bir vech-i i’cazı On Üçüncü Söz’de beyan edilmiştir”


(Sözler, s. 399)

Hazırlayan: Fatma ÖZER

07.10.2006




İhlâs



“İhlâslılara müjdeler olsun. Onlar fitne karanlıkları içerisinde parlayan, doğru yolu gösteren kandiller gibidir.” (Hadis-i Şerif)

İhlâs samimiyet demektir. Diğer bir anlamda; yapılan iş ve amelin Allah rızası için yapılması demektir.

Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur:

“İnsanlar helâk oldu âlim olanlar müstesna, âlimler de helâk oldu ilmi ile amel edenler müstesna, ilmi ile amel edenler de helâk oldu ihlâslı olanlar müstesna, ihlâslı olanlar da her an onu kaybetmekle karşı karşıya.”

İhlâslı olmak elbette önemli. Ama en önemlisi onu muhafaza etmek. İhlâsı devam ettirmek.

İhlâsı muhafaza etmek için riya ve gösterişten uzak durmak gerekir. Hırs ve tama da ihlâsa terstir. Makam, mal ve mevki düşkünlüğü de ihlâsa manidir.

İhlâsı muhafaza etmek isteyen kimse; yapacağı işlerde sadece Allah’ın rızasını düşünmelidir. Herhangi bir menfaat ve karşılık beklentisi gibi şeylerden uzak durmalıdır. Bir de ölümü çok hatırlamalıdır.

Dünyanın faniliğini düşünen ve bâkî hayatın ahiret olduğunu hatırlayan kimse ihlâsı kendine düstur yapar ve ihlâsı kıracak hareketlerden uzak durur.

Mehmet ERBAŞ

07.10.2006




Şevkli şarkılar



Ortaokul yıllarında en sevdiği, kitapçıya gidip kitapları seyretmek olurdu... Çoğu kez almadan da çıkmazdı… Birer ikişer derken küçük bir kütüphane kurmuştu kendine… Yolda otobüste okur, okuduklarını etrafına heyecanla anlatırdı… İlk aşkı gibiydi sanki…

Küllenen aşk gibi hayatına nüfuz etti kitap… Yalnızlığını kitap bahçesinde gezerek gideriyordu…

Her gün yeni bir şeyler öğrenmek, her gün yeni insanlar tanımak için yollarda yıllardır... Hayat felsefesini yenilemek için çocukluk hayallerine dalar, yarınki yol haritasını çizer… Sisli yollarda el feneri gibi geçmiş hayalleri…

Geçmiş geçmiş değildir, yarın onunla yeniden yüzleşecektir… Öyleyse bugün köprüleri iyi kurmalıdır… Şevk duyuyorsa yaptığından, şavkı yakalamıştır… Işık hikmeti olmadan hayatın hareketi ve rengi nasıl görünecek?

Ay’a hayranlığı o yıllara dayanır… Hayat düşüncelerini Ay’la yüzleştirir oldu ne zamandır… Ağlasa da, gülse de o aynada seyreder kendini…

Yarının enginliği dünün derin düşüncelerinde… Dün duru duygularla yapılan tefekkür, yarın yol azığı olarak çıkar karşımıza…

Şevk şavkını yakalamak isteyen kendi geçmişini iyi incelemeli… Hayatının köklerine indiğinde bugünü bulacak, yarına da bugünden hazırlanacaktır…

Ben neyim, ne olmak istiyorum, nereye varacağım? Bu soruların cevabı çocukluk coşkusuyla oynadığımız oyunlarda, kurduğumuz hayallerde gizli…

Kendini bilmek için önce kendini dinlemesini bilmeli… İçinin sesini bastırmak yerine kalp kulağını iyi açıp dinlemeli… Zırvalarla kulağımız paslanmadıysa, O coşkulu ses bizi zirvelere çağıracaktır…

Zirvelere şevkle çıkılır… Şevk ise içimizde depolu… Anahtarı ise kalp kapısında asılı… Uzanmak için de uyanmalı, ayaklarımız üzerine basmalıyız…

Ninnilerle uyumak yerine içinin şevkli şarkılarıyla uyanmak… Şavklı yarınlar için bugün gerekli…

Hüseyin EREN

07.10.2006




Takvim



On dörtte yarıya yakın,

Ey nefsim günahtan sakın.

Düşme şeytanın tuzağına,

Orucun şerefini takın.

Ferhat ÖĞMEN

07.10.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Onun (asm) sünneti edeptir




Varlığımızı borçlu olduğumuz Hz. Muhammed’in (asm) hakkını ödemek, ancak ve ancak sünnetine tabi olmakla mümkündür. Çünkü kulluğun en mükemmelini dahi o (asm) yapmıştır. Yüce Yaratıcımız “Ey Habibim, sen olmasaydın bu âlemleri yaratmazdım!”1 buyurmuştur. Evet böyle bir Peygambere (asm) ümmet olmakla şereflendirilmişiz. Ücretimizi peşin almışız, teşekkür etmek bizim üzerimize bir borçtur. Hâtemü’l-Enbiya ve Kalplerin Tabibi oluşuyla, teşekkürün yolunu dahi bizlere o öğretiyor. Açtığı Sünnet-i Seniyye yolunda yürüyenler, hem Allah’a kul olmanın şuuru, hem de Resûlüne (asm) ümmet olmanın şükrü ile hareket ediyorlar.

O yalnız insanların değil, cinlerin dahi rehberi. Bir dönemin değil, asırların peygamberi. Bize sunduğu en edepli örnek hayat modeli, asırlardır nuraniyetini muhafaza ediyor. Ve müjde veriyor: “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız, o emanetler Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberinin (asm) sünnetidir.”2

Bediüzzaman, sünnetin önemini şöyle bildiriyor: “Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın.”3 Evet o (asm), yüce Yaratıcının terbiyesinde ve Cebrail’in (as) arkadaşlığındaydı. Bunu yine onun fermanından öğreniyoruz: “Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etti, beni edeplendirdi”4 buyurmuştur.

Adeta ümmeti için yaşadı. Bütün beşerî muameleleri, sözleri edepli ve nurluydu. Onun içindir ki, iksirli ve hikmetliydi, tesiri hâlâ devam ediyor ve edecek. Hariçte nur ve hikmet aramaya ihtiyaç yoktur. Onun ahlâkı en üst seviyedeydi. Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmıştı. Hz. Aişe Validemiz, “Adeta yürüyen Kur’ân’dı” diye tarif eder. Çünkü Allah’tan en çok korkan, en çok itaat edendi. Ümmetine şefkatinde dahi zirvedeydi. Allah’ın Rahman isminin cisimleşmiş haliydi. Yüce Yaratıcı Kur’ân’da: “Ey insanlar, size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir”5 buyuruyor.

Yaratılış sırrına, fıtrata en uygun hayat tarzı onun hayatında mevcut. Günlük âdetleri ibâdete çevirmenin tek yolu, “Sünnete uygun yaşamak”. Bir hadis-i şerifinde: “Kim ümmetimin fesada gittiği zamanda benim sünnetime sarılır, hayatında onu tatbik ederse, o kimse yüz şehidin sevabına nâil olur”6 buyurmuştur.


Dipnotlar:


1-Keşfü’l-Hafa, 2:164 (H.2123)

2-Muvatta, 46/3.

3-Lem’alar, s, 106.

4-Acluni, Keşfü’l-Hafa, 1:70.

5-Et-Tevbe, 9/128.

6-Feyzü’l-Kadir, H.9:171.

Necmi ÜNLÜ

07.10.2006




SORULARLA ORUÇ



* Yıkanırken kulağına su kaçan birinin orucu bozulur mu?

Oruçlu iken kulağa su kaçarsa, dimağa ulaşmadıkça oruç bozulmaz. Dimağa ulaşırsa bozulur.


* Sigara içmekle oruç bozulur mu?

Sigara keyif verici olarak içildiği için, bilerek sigara içmekle oruç bozulur.


* Pasif sigara içiciliği ile oruç bozulur mu?

Sigaranın pasif içiciliği demek, sigara içilen bir odada bulunarak farkında olmadan sigara dumanına maruz kalmak demektir. Bu orucu bozmaz. Fakat mekruhtur. Mümkünse oruçlu iken sigara içilen yerde bulunmamak daha doğru olur.


* Hasta iken kusmakla oruç bozulur mu?

Hastalık sebebiyle kusmakla oruç bozulmaz.


* Ağza kadar gelip geri yutulan kusmuk orucu bozar mı?

Ağza gelen kusmuk geri yutulursa oruç bozulur.


* Kendiliğinden gelip, kendiliğinden geri dönen kusmuk orucu bozar mı?

Kendiliğinden gelip, ağza ulaşmadan kendiliğinden geri dönen kusmuk orucu bozmaz.

Süleyman KÖSMENE

07.10.2006




“Anam, babam feda olsun sana!”




Müslümanların sayısı 30 kişiyi bulmuştu. Bir gün sahabeler Dârü’l-Erkam’da otururlarken Hz. Ebubekir (ra) Peygamberimize (asm) “Yâ Resulullah! Artık kendimizi gizlemeyelim. Hak dini açıktan yaymaya başlayalım” dedi. Bu hususta ısrar etti. Peygamberimiz (asm) “Henüz sayımız azdır” dedi ise de ısrarına devam etti.

Peygamberimiz (asm) Darü’l-Erkam’dan çıktı. Sahabeler de kimi evlerine gitti ve kimisi de Kâbe’nin etrafına dağıldılar. Yakınlarının arasına girdiler ve Kur’ân okuyarak açıktan dâvete başladılar. Hz. Ebûbekir (ra) Kâbe yakınında yüksek bir yere çıktı ve veciz bir hutbe okumaya başladı. Hz. Peygamber de (asm) Ebûbekir’i (ra) dinliyordu. Ebûbekir’in (ra) konuşmasına dayanamayan müşrikler üzerine yürüdüler. Mü’minler de işe karıştı ve ortada büyük bir kargaşa ve arbede yaşandı. Ortalık karıştı.

Bu esnada Hz. Ebûbekir’i (ra) o derece dövmüşler ve hırpalamışlardı ki düşüp bayıldı. Müşriklerin en şakîlerinden olan Utbe bin Ebi Rebia Ebûbekir’in (ra) üzerine çıktı. Altı çivili ayakkabısı ile yüzüne, gözüne vurmaya başladı. Hz. Ebûbekir’in (ra) yüzü kan revan içinde kaldı ve tanınmaz hale geldi. Bunu duyan Teymoğulları koşarak geldiler, Hz. Ebûbekir’i (ra) bir örtüye sararak evine götürdüler. Sonra Kâbe’ye gelerek “Şayet Ebûbekir (ra) ölecek olursa biz de Utbe bin Ebî Rebia’yı öldüreceğiz!” dediler ve tehditlerde bulundular. Tekrar eve döndüler ve babası Ebu Kuhafe ile beraber onu uyandırmaya ve konuşturmaya çalıştılar.

Nihayet Ebûbekir (ra) gözlerini açtı ve ilk olarak “Allah’ın Resûlü ne durumdadır?” diye sordu. Resûlullah’a (asm) olan sevgisini gösterdi. Akrabaları ona: “Sen onun yüzünden bu felâkete uğradın. Sen ise gözünü açar açmaz onu soruyorsun” dediler ve “Ne halin varsa gör!” diyerek yanından ayrıldılar.

Annesi Ümmü’l-Hayr bir şeyler yedirmeye çalışıyordu. O ise mütemadiyen “Hz. Peygambere ne oldu? Allah’ın Resûlü ne durumdadır?” diye soruyor, başka bir şey demiyordu. Annesi “Bilmiyorum!” diyince “O halde Ümm-ü Cemil bin Hattab’a git. Ondan sor!” dedi. Nihayet annesi Ümm-ü Cemil’e gitti. Peygamberin durumunu sordu. O da henüz Müslüman olmayan Ümm-ü Hayr’dan çekinerek “Bilmiyorum! Haberim yok, Ebû Bekir’e gidelim” dedi ve beraber geldiler. Ümm-ü Cemil, Ebûbekir’i (ra) yara-bere içinde görünce bir çığlık attı ve “Seni bu hale getirenler kesinlikle kâfir ve fasıklardır. Ümit ederim Allah senin intikamını onlardan alır” dedi.

Ebûbekir (ra) ona “Hz. Peygamberin durumu nasıl?” diye sordu. Ümm-ü Cemil “Annen burada” deyince Ebûbekir (ra): “Annemden çekinme!” dedi. Bunun üzerine “Resulullah iyidir, merak etme” cevabını verdi.

Hz. Ebûbekir (ra) “O şimdi nerededir?” diye sordu. Ümm-ü Cemil “Dârü’l-Erkam’dadır” dedi. Hz. Ebûbekir (ra) “Vallahi onu görüp iyi olduğuna tam kanaat getirmedikçe bir lokma ekmek yemem ve bir damla su içmem” dedi.

Gece yarısı aralarına Ebûbekir’i (ra) alarak Dârü’l-Erkam’a gittiler. Hz. Ebûbekir (ra) Peygamberimizi (asm) görür-görmez gözyaşları içinde boynuna sarıldı. Allah’ın Resûlü ve oradaki mü’minler kendisi için üzüldüklerini söyleyince şöyle dedi: “Anam ve babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! O fasığın yüzüme vurmasından başka derdim yok. Sen mübareksin, annem Ümm-ü Hayr için duâ buyurun da Allah onu da iman ve hidayet ile şereflendirsin. Sizden ve ondan başka bir derdim ve düşüncem yoktur” dedi.

Peygamberimiz (asm) duâ buyurdular. Bu hali gören annesi Ümm-ü Hayr da daha fazla direnmedi ve Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman oldu.1


Dipnot:


1- Hayatü’s-Sahabe, 1:270-271; Halebi, İnsanu’l-Uyun, 1:275

M. Ali KAYA
 
Üst