Râbıta’nın Usûl-i Fıkıh Işığında Tahlili

arifan yolcusu

Profesör
Katılım
9 Ağu 2010
Mesajlar
1,303
Tepkime puanı
79
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Dergah-ı Mualla
Râbıta’nın Usûl-i Fıkıh Işığında Tahlili








Hüseyin Avnî

Bundan sonra... [1]

İslâm Ümmeti içinde Sûfiyye-i Aliyye’nin ’âlimi ve ’avâmıyla hemen hemen hepsinin, Tefsîr, Hadîs, Fıkıh ve Akâid âlimlerinin de bir nicelerinin yapa geldikleri Râbıta ameli var. Bu amelin, zamânımızın kimi ilim adamı pozlarındaki câhil edebsizlerince ve onların yollarından giden sürülerce şirk olarak i’lân edildiğini işitiyor ve okuyoruz. Bunlar esâsen cevâb vermeye bile değmeyen sefîhler iselerse de, şeytânî vesveseleriyle aldatıp kandırdıklarına ve de sâmîmî kimselere faydası olur düşüncesiyle bu makâlede bahsi geçen mevzû’u incelemek istiyoruz. Ve billâhi’t-tevfîk…
 

arifan yolcusu

Profesör
Katılım
9 Ağu 2010
Mesajlar
1,303
Tepkime puanı
79
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Dergah-ı Mualla
Râbıta Ne Demektir?

Lüğatta Râbıta; Râbıta, rabt eden, bağlayan şey demektir. Râbıta, ulka ve vuslat demektir.[2] Ulka ise…… ve ilişik’e (yani alâkaya) denir. benim şu malda ulka’m, ya’ni alâkam var dersin.[3] Taallük, bağlantı, tutunulacak şey.[4] Vuslat: Ulaşmaklık, ittisâl ma’nâsınadır.[5] Şu hâlde, Tâcü’l Arûs sâhibi Zebîdî’ye göre Râbıta, İlişik, alâka, ulaşmaklık ve ittisâl/bitişmek demektir. Istılâhta Râbıta: Tasavvuf ıstılâhındaki Râbıta, değişik çeşitleriyle, farklı farklı ta'rîf edildiyse de, bizim üzerinde duracağımız çeşidi ve onun ta'rîfi şudur: Râbıta, bir mürîdin, fenâ fillâh’a[6] ulaşmış mürşid-i kâmilinin rûhâniyetiyle beraber, (kalbiyle) ondan yardım istemesinden ve sûretini kalb gözünün önüne getirerek hayâl etmesinden ibarettir.[7]
 

arifan yolcusu

Profesör
Katılım
9 Ağu 2010
Mesajlar
1,303
Tepkime puanı
79
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Dergah-ı Mualla
Temhîd:

Râbıta, ya hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak Saadet asrında vardı, veya yoktu. Var idi ve -kimi câhil ve sapıklarca iddiâ edildiği gibi- küfür idiyse, hakkında açık âyet ve hadîsin bulunması gerekirdi. Biz, kitâbımız Kurân’da böyle bir âyet veya onun birinci ve en esaslı tefsîri olan Sünnet’te de zayıf bile olsa bir hadîs bilmiyoruz. Vardır, diyen Allah celle celâlühû’ya veya Resûl’ü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ ediyor, demektir.

Hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak iki cihetiyle Saâdet asrında yok idiyse, ya ma'nâ ve muhtavâ olarak var idi ama şeklen ve sûreten yok idi, veya hem ma'nen hem de şeklen ve sûreten yok idi.

Hem ma'nen, hem de şeklen ve sûreten yok idiyse, Şerîat tarafından, hakkında her bakımdan susulan bir şey olmuş olacağından küfür veya şirk olduğunu iddiâ etmek, küfür veya şirk, yahud da fısk ve bid’attır. Zîrâ böyle bir iddiâ yeni bir teşrî’/kanun îcâd etmek, veya, ya câhilce konuşmak yahud da hakâret demektir. Bu ise küfür veya fıskdır. Yok eğer, şeklen ve sûreten yok idiyse de, ma'nâ ve muhtevâ bakımından var idi ve şirktir; veya tam tersine mendûb bir ameli ihtivâ etmektedir, deniliyorsa, ortaya iki zıd kanâat çıkıyor: Birincisi, Râbıta, şirk, veya harâm, yahud mekrûh olan bir bid’attir fikri, ikincisi ise, Râbıta, mendûb, veya sünnettir i’tikâd ve anlayışı… Şu iki takdîrde de, ortada, bir çeşit ictihâd veya daha dar ma'nâda bir nev-i kıyâs var demektir. Bu hâlde, önümüze ciddî iki müşkil/problem çıkıyor; Birincisi, bu ictihâdı ve kıyâsı kim yaptı veya yapacaktır? İkincisi, bu ictihâdın İslâmî hükmü ve değeri ne olacaktır? Şu ictihâdı yapan geçmişte hiçbir müctehid bilinmemektedir. Bilen varsa bildirsin. Bunu şimdilerde yapacak olanlar, Râbıta inkârcıları gibi yer ile göğü ayıramayacak kadar sarhoş ve mübtezel, tezekle çöreği fark edemeyecek kadar aç ve şaşkın kimseler ise, iş çok feci; âyet ve hadîslerle oynanılıyor demektir. Bu oynamaya, -şâyet, küfürdür diyemiyorsanız bile- en azından harâm olan bir cinâyettir, demek zorundasınız. Akıllı ilim sâhibleri ve ayıkların şu cinâyete müsaade etmemeleri îcâb eder. Bu ictihâd ve kıyâsı yapacak olanlar, eğer mutlak olarak/her bakımdan veya en azından kısmen ictihâda ve kıyâs'a ehil kimselerse, şu ictihâd ve kıyâsın hükmü zann olmakla, katî/kesin harâm değil de, en fazla ictihâdî bir harâm olur. Onu kabûl etmeyenler kâfirlikle suçlanamazlar. Sözü edilen ictihâd ve hükmün karşısında ictihâda ehil kimselerce yapılan zıd içtihadlar yoksa, fâsıklık, sapıklık ve bid’atçılıkla ithâm edilebilir. Karşısında ehil kimselerce yapılan zıd ictihâdlar varsa, fâsıklık sapıklık ve bi'atçılıkla da ithâm edilemezler. Hâl böyleyken şu câhiller ve sapık Râbıta inkârcıları ağızlarına geleni söyleyebiliyorlar. Kendileri kültürlü(!) ama câhil, dünya haritasında Amerikanın nerede olduğunu bilen ama kendinin ve cennet ile cehennem’in nerelerde, hangi yolların ucunda olduğundan habersizdirler… Kıyâs bile kabûl etmeyecek ölçüde kendilerinden üstün ve ictihâda hakîkaten ehil olanlara salya sümük saldırıyorlar… Te’vîl kaldırmayan zırvalarına ters düşmesine rağmen doğru neticeleri veren ictihâdlar yapabilen muhâtâblarını şu ictihadlarında müşriklikle suçlayabiliyorlar…
 

arifan yolcusu

Profesör
Katılım
9 Ağu 2010
Mesajlar
1,303
Tepkime puanı
79
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Dergah-ı Mualla

Mes'elenin Usûl-i Fıkıh Cihetiyle Tahlîli

Ele alacağımız mes’elelerin sağlam bir zemîne oturtulabilmesi için onlara bir çeşit mukaddime/öncül olma mâhiyyetinde bazı usûlî[8] Noktalara ihtiyac vardır. Bu sebeble burada birkaç Nokta’ya açıklık getirmeyi münâsib görüyoruz. Zîra şu mes’elelerin anlaşılması sözünü ettiğimiz Noktaların kavranması zemînine oturacaktır. Ancak, ilim sâhibleri takdîr ve teslîm ederler ki, bu bahis mevzûu edeceğimiz Noktalar, aslında çok geniş mevzûlardır ki, böylesi bir makâle bunların her yanıyla ortaya konulmasına, tahlîline ve münâkaşasına elverişli değildir. Değilse, esas maksad boğulup anlaşılmaz hâl alır. O yüzden biz burada, şu husûslara sadece kısaca dikkat çekeceğiz:
 

arifan yolcusu

Profesör
Katılım
9 Ağu 2010
Mesajlar
1,303
Tepkime puanı
79
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Dergah-ı Mualla
Birinci Nokta

Şâri'in Terk'i Neyi İfâde Eder?

Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz veya Ashâb’ının yapmadığını yapmanın hükmü nedir? Terk, yani bir şeyin Efendimiz sallallâhu teâla aleyhi ve sellem ile Ashâb’ı tarafından yapılmamış olması onun harâm olduğuna veya câiz olmadığı’na delîl midir? İddia edildiği gibi, Râbıta, Onlar tarafından yapılmadıysa, ona ne hüküm verilecektir? Terk, yapmama işi demektir. Bu yüzden şu husûs, Usûl-ı Fıkh’ın Nebî sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiileri bahsıyla alâkalıdır.

Hâfız Muhaddis Allâme Abdullah Muhammed Sıddîk el-Ğumârî bu husûsla alâkalı olarak yazdığı Husnü’t-Tefehhüm ve’d-Derk li Mes’eleti’t-Terk isimli eserinde terk’in ne harâmlık ne de mekrûhluk delîli olmadığını etraflıca anlatmaktadır. Sözünü ettiğimiz risâleden bir kısmını aktarmayı kâfî görüyoruz:

Hâfız Ğumârî şöyle diyor: Yalnız başına terk, kendisiyle beraber, terk edilenin yasaklanan bir şey olduğuna dâir bir nass bulunmadıkça, onun (terkedilen şeyin) harâmlığına delâlet etmez. Aksine o işin en fazla, meşrû’ olduğunu gösterir. O terk edilen (yapılmayan) işin mahzûrlu oluşu ise tek başına terkden anlaşılmaz.

İmâm Ebû Saîd İbn-i Lübb (701-782), namazdan sonraki düâyı -bunun bu şekilde yapılmasının Selef’in yaptığı bir iş olmadığı gerekçesiyle mekrûh gören(ler)e cevâben şöyle dedi: Bu (Selef’in şu düâyı bilinen şekliyle yapmadığına dâir olan) nakil doğruysa,[9] şu terk, ancak o terk edilende terkin câiz olduğu ve onda zorluk ve darlığın bulunmadığı hükmünü gerektirir. Bilhassa düâ gibi Şerîat’ta yerleşmiş umûmî bir temel esâsa dayanan husûsta terk edilenin harâm veya mekrûh oluşunu ise hiç gerektirmez.

Ebû Dâvud ve Nesâî, Câbir İbnü Abdillah’dan rivâyet ettiler: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in iki işinden ikincisi, ateşin (pişirerek) değiştirdiği şey(-i, yemeği yemek)den dolayı abdest almayı terk etmektir…[10] Bunu mes’elemizle alâkalı olarak delîl getirmek açık bır husûstur. Zîrâ ateşle pişen yemekten dolayı abdest almak vâcib olsaydı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem abdest almayı terketmezdi. Mâdem ki, terk etti, bu, onun (câiz olmadığını değil) vâcib olmadığını gösterir.

İmâm Ebû Abdillâh et-Tilimsânî (Ö:771) şöyle dedi: Bir hüküm bildirmekte fiil’e/yapmaya, katılan şeylerden biri de terk/yapmamakdır. Zîrâ Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiili/bir şeyi yapması ile harâm olmamaya delîl getirilirse, terki/yapmaması ile de vâcib olmamaya delîl getirilir. Bu, ashâbımız(Mâlikî İmâmların)ın ateş dokunan (ateşte pişen) şeyler(i yemek)ten dolayı abdestin (vâcib) olmadığına delîl getirmeleri gibidir…[11]

Çünki, belki o anda onu yapmalarına bir mâni’ vardı. Veya ondan daha fazîletli bir şeyden ötürü, yahud onun bilgisi hepsine ulaşmadığından, onu terk ettiler, yapmadılar.

İmâm Buhârî, Sahîh’inde, Nebî sallalahu aleyhi ve sellem’e yaptıkları işlerde uymak bâbında İbn-i Ömer radıyallahu anhüma’dan şöyle dediğini rivâyet etti: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir altın yüzük edindi. İnsanlar da derhâl altun yüzükler edindiler. Ben bir altun yüzük edindim dedi, hemen ardından onu attı ve ben onu ebediyen giymeyeceğim buyurdu ve insanlar yüzüklerini derhâl attılar.[12]

İbn- i Hacer, (İmâm Buhârî, Sahîh’inde) bu misâlle iktifâ etti. Çünki o (misâl), yapmak ve terk etmek’te/yapmamakta O’na (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e) uymayı ihtivâ etmektedir, dedi.

Ben (Ğumârî) Derim ki, İbn-i Hacer’in terk etmek ta’birinde mecâz kullanılması vardır.[13] Çünki, atmak fiildir. Onlar O’na (şu) fiil’de uydular. Terk ed(ip bir daha yüzük takma)mak şu fiilin netîcesidir…[14] Yine biz Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e, O’ndan sâdır olan her bir şeyde uymayı inkâr etmeyiz. Aksine onda (şu uymakta) fevz ve seâdet görürüz. Lâkin Mevlid- i Nebevî ve Mi’râc gecesinde olduğu gibi, yapmadığının da harâm (veya mekrûh) olduğunu söylemeyiz. Çünki bu (harâmlık iddiâsı) Allah celle celâlühû’ya yapılan bir iftirâdır. Kezâ, Selef'ın bir şeyi terk etmesi, yani yapmaması da o işin mahzurlu (yasaklanmış) olduğunu göstermez.

İmâm Şâfiî Şöyle dedi: Şerîat’tan dayanağı olan hiç bir şey, Selef onu yapmasa bile bid’at değildir. (Ğumârî’den nakiller bitti.)[15]

Şu husûsta, mezheblerde değişik görüşler olduğu farz ve isbât edilse bile, böyle bir icdihâdî genişliğe rağmen, kimse Râbıta’ya küfürdür diyemez. Derse, en hafîfinden yobazlık etmiş olur.
 

arifan yolcusu

Profesör
Katılım
9 Ağu 2010
Mesajlar
1,303
Tepkime puanı
79
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Dergah-ı Mualla
İkinci Nokta:

Eşyâda asıl olan nedir?

İbn-i Nüceym şöyle diyor: Eşyada asl olan -delîl mübâh olmadığını göstermedikçe- mübâh olmak mıdır? Bu, Şâfiî’nin mezhebidir. Veya, delîl mübâhlığı göstermedikçe, harâm olmak mıdır? Şâfiîler, bu görüşü Ebû Hanîfe rahmetüllâhi aleyh’e dayandırmışlardır. El-Bedîu’l-Muhtâr’da şöyle denilmiştir: Seçilen görüş, Şerîat’tan önce amellerin hükümlerinin bulunmamasıdır….

El-Menâr’a, musannifi (İmâm Nesefî) tarafından yazılan şerhde şöyle denilmiştir: Eşya (varlıklar ve işler) bazı Hanefî âlimlere göre aslında mübâhlık üzeredir. Kerhî onlardandır. Bazı hadîs âlimleri eşyada asl olanın yasaklık olduğunu söylemişlerdir. Ashâbımız (Hanefî âlimleri) onlarda (eşyada) asl olanın tevakkuf olduğunu söylemişlerdir. Bunun ma’nâsı şu demektir. Eşyanın mutlaka bir hükmü vardır. Ancak biz onu aklımızla bilemeyiz. (Nesefî’nin dediği bitti)

Hidâye’nin İhdâd faslında, Mübâhlığın asıl olduğu ifâdesi vardır. (Hidâyenin sözü bitti)

Bu anlaşmazlığın eseri, âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslarda ortaya çıkar. Hâli müşkil/problemli olan şeyler bu kaide üzerine oturur. Bu müşkil mes’elelerden biri de işi müşkil olan hayvandır. (İbn-i Nüceym’in sözü bitti.) [16]

Hamevî de, el-Eşbâh Hâşiyesi’nde kısaca şöyle dedi: Kasim İbn-i Kutlu Buğâ bazı ta’liklerinde,[17] şöyle söyledi: Seçilen görüş, Ashâbımızın cumhûru/çoğu katında asl olanın mübâhlık olduğudur. Fahru’l-İslâm bunu/mubâhlığı peyğamber bulun-madığı zamanla sınırlı tutmuştur…..[18]

Kişinin kendine veya başkalarına zararlı olduğu husûslar tartışma sahasının dışındadır.[19]

Taftâzânî de, et-Telvîh’de, eşyada asl olanın mübâhlık olacağını söylemiştir.[20]

Abdü’l-Hayy el-Leknevî, deryâlaşmış olmakla vasfettiği Es’ad[21] er-Rûmî’nin nefis bir eser diyerek övdüğü Mecâlisü’l-Ebrâr isimli kitâbından şu nakli yapıyor: Hakk olan, eşyâda, peyğamberlik gelmeden önce bir hükmün bulunmamasıdır. Peyğamberlikten sonra da, âlimler bu husûsta üç ayrı görüş üzre ihtilâf etmişlerdir: Birincisi, Şerîat delîli mübâhlığını göstermedikçe harâm olduğu, ikincisi, Şerîat delîli harâmlığını göstermedikçe mübâhlıkla sıfatlanacağı, üçüncüsü ve doğru olanı da bu husûsta, tafsîlin olduğudur/işin ayrılmasının lâzım geldiğidir: O da, zararlı şeylerin harâmlıkla, -ki, bunun ma’nâsı, asl olanın kendinde harâmlık olduğudur- faydalı (veya zararsız) olanların da mübâhlıkla sıfatlanacağıdır.[22]

Âlimlerin bu husûstaki ifâde tarzları bir çok farklı tercîhleri ihtivâ ediyorsa da nakilleri artırarak mes’eleyi uzatmak istemiyor, bir nakil ile sözü bitirmek istiyoruz;

İ’lâu’s-Sünen sâhibi Allâme Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî şöyle dedi: Âlimler bu husûsta üç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir. Birincisi, mübâhlık delîli gelmedikçe her şey yasaklık üzeredir. Bu, Şâfiîlerin çoğunun mezhebidir. İkincisi, yasaklık delîli gelmedilçe her şey mübâhlık üzeredir. Kerhî, Ebû Bekr er-Râzî, Hanefî ve Şâfiî fakîhlerinden bir tâifenin ve Mu’tezile’nin çoğunun mezhebidir. Et-Tefsîru’l-Ahmedî(isimli ahkâm tefsîrin)de ve Müsellemü’s-Sübût(isimli Usûl-i Fıkıh kitâbların)da böyle denmiştir. Üçüncüsü, kendisinde hangi hükmü gerektireceğine dâir delîl gelmedikçe eşyânın hiçbir hükmü yoktur. (Bu da, Eş’arî ve Ona tâbi olanların görüşüdür. Tânevî) İbnü’l-Arabî el-Mâlikî’nin Ahkâmu’l-Kur’ân’ında böyle yazılıdır.[23] Yani, bazı eşyâda asl olan harâm, kimisinde de mübâhlık… Âlimlerin anlaşmazlığı her husûsta değil bazı maddelerdedir… Bizce en isâbetli kanaat da -Allahu a’lem- budur.

İbn-i Nüceym’in âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslar sözünü iyi anlamak îcâb eder. Aksi hâlde mühim yanlış anlamalar olur, hatâlar yapılır ve hakîkatler tes yüz edilir.

Hâfız Muhaddis İbn-i Receb el-Hanbelî, şöyle diyor: Bilinmesi lâzım gelen husûslardan biri de şudur: Bir şeyin harâmlık ve helâllik ile zikredilmesi Kitâb ve Sünnet’in nasslarından anlaşılması bazen gizli kalabilir. Zîrâ, nassların ma’nâları göstermesi, kimi zaman nass ve tasrîh (açıkça ifâde etmek)yoluyla, kimi zaman, umûm ve şümûl yoluyla, bazen fehvâ ve tenbîh yoluyla olur. (Bu fehvâ yoluyla olması) O ikisine (anaya ve babaya) öf bile demeyin âyetinde olduğu gibidir. Zîrâ, öf demekten daha büyük olan incitme çeşitlerinin bu yasaklamaya girmesi evlâ yolla olur ve buna mefhûm-i muvâfakat denir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe) delâleti bazen mefhûm-i muhâlefet[24] yoluyla olur… Âlimlerin çoğu bunu (mefhûm-i muhâlefeti) almışlar ve hüccet olarak kabûl etmişlerdir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe delâleti) bazen da kıyâs bâbından olur. Şâri’ (Allah celle celâlühû veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem) ma’nâlardan bir ma’nâdan dolayı bir şeyde bir hükmü anlatır ve o ma’nâ bir başka şeyde de bulunur. O takdîrde şu hüküm âlimlerin çoğuna göre, o ma’nânın bulunduğu her şeye geçer. Bu, Allah celle celâlühû’nün indirdiği ve i’tibâr edilmesini emrettiği adâlet ve terâzî bâbından olur. Bütün bunlar, nassların kendisiyle harâmlık ve helâlliği göstermesi bilinecek şeylerdendir. Hakkında bunların hiç birisi bulunmayan husûslara gelince… Orada (şu husûslarda Kur’ân ve Sünnet’te) vâciblik ve harâmlık zikredilmemekle, onların afvedilmiş (serbet sâha) olduğuna delîl getirirlir.[25]

Şu hâlde delîllerin delîlliğini bilmek de, hidâyet ve istikâmetin yanısıra akıl ve ilim dahî ister. Bu sebeble çokça görülmektedir ki, çok açık delîl gösterilmesine rağmen, hidâyetsizlik yüzünden hani delîl? diye höykürenler vardır. Diğer tastamam olmayan delîl getirme yollarıyla ise, yanlarına hiç yanaşmayın. Öte yanda da, bir çok câhil bazen bir nice isyânı İslâmın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna uydurur, câiz veya vâcib, yâhud îmânın esasından görür ve gösterir. Kimi zaman da, bir çok câizi veya vâcibi, İslâm’ın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna ters görüp göstererek harâm veya küfür i’lân eder.

Râbıta’nın, şu eşyâda aslolan nedir? mes’elesiyle olan alâkasına gelince… Meşrûiyetine dâir hiçbir nass bulunmasa bile, yasaklığına dâir kâfî bir delîl bulunup getirilemediği müddetçe “eşyâda aslolan mübâhlıkdır” görüşüne Râbıta en azından mübâh olur. İyi maksadlarla yapılması ve iyi hedeflere götürmesiyle de müstehâb bir ibâdet hâlini alır.
 

arifan yolcusu

Profesör
Katılım
9 Ağu 2010
Mesajlar
1,303
Tepkime puanı
79
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Dergah-ı Mualla
Üçüncü Nokta

İhtiyâc Ânında Açıklama Terk Edilebilir mi?

Beyân, yani açıklama, ihtiyâc duyulan bir vakitte ve yerde, sonraya bırakılabilir veya terkedilebilir mi? Açıklamaya ihtiyâc duyulan bir zamanda açıklamayı geciktirmenin hiçbir şekilde câiz olmadığında usûlcülerin icmâı vardır. İhtiyâc vakti demek, o vakit demektir ki, açıklama o zamandan sonraya bırakılsa, mükellef olan kişi, mükellef kılındığı vazîfeyi, onu işlemekle mükellef kılındığı vakitte yerine getirmeye imkân bulamaz. Bu te’hîrin câiz olmadığının delîli şudur: Eğer şu geciktirme câiz olsaydı, bu, güç yetmeyecek bir şeyi kişiye yüklemek olurdu. Çünki mükellef bu hâldeyken kendisine yükleneni yerine getirmeye imkân bulamaz. Kullara güçlerinin yetmediği şeyleri yüklemek ise, onlardan düşmüştür.[26]

Açıklamayı geciktirmek câiz değilse, hiç açıklamamak haydi haydi câiz değildir. Câhil sapıklarca şirk ve küfür veya harâm olduğu iddiâ edilen Râbıta hakkında -şâyet iddiâ doğru olsaydı- Tevhîd dîni İslâm’ın söz söylememesi mümkin miydi? Söylediyse hangi âyet veye hadîste söyledi? Delîl getirilsin. Ancak âyetler ve hadîsler hasta beyin ve yüreklerce tahrîf edilmesin. Allah celle celâlühû’ya veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ edilmesin.
 

arifan yolcusu

Profesör
Katılım
9 Ağu 2010
Mesajlar
1,303
Tepkime puanı
79
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Dergah-ı Mualla
Dördüncü Nokta

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele Bir Delîl midir?

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele ne demektir, hüccet midir? Bu, Usûl-i Fıkh'ın mühim ve münâkaşalı mevzûlarındandır. Şu ağır münâkaşalarla zâten karışık ve bulanık olan kafaları daha da karıştırmak istemiyoruz.

Kâdî Mücâhidü’l-İslâm el-Kâsimî bu husûsu açık ve anlaşılır bir tazda Fıkhu’l-Müşkilât isimli eserinde uzunca ele aldı.[27] Mevzûu oradan hulasa ederek buraya almak istiyoruz: Maslahat kendinde kuvvetli salâh bulunan şey için kullanılır. Öyleyse lügatta maslahat, ister fayda ve lezzetleri kazanmak gibi celb etmekle olsun, isterse zararlı şeyleri ve elemleri savmak gibi def etmek ile olsun, kendinde menfaat bulunan her bir şey demektir. Istılâhta ise, sonsuz hikmet sâhibi olan Şâri’in, kulları için hedeflediği, dinleri, canları, akılları, nesilleri ve mallarını korumak ve bu muhafazayı yok edecek şeyleri defetmekle alâkalı menfaattir.

İmâm Ğezâlî rahimehullah şöyle diyor: Maslahat aslında fayda celbetmek ve zarar defetmek demektir. Biz (maslahat bir hüccettir derken) şu fayda te'mîni ile zararı savmayı kasdetmiyoruz. Zîrâ bu fayda te'mîni ile zararı savma kulların maksadlarıdır. Kulların salâhı ise maksadlarını elde etmektedir. Lâkin biz, maslahat ile Şerîat’in maksadını (hedefini) korumayı kasdediyoruz. Şeriat’in kullardan maksûdu, aradığı beş şeydir: O da onlara dinlerini, canlarını, akıllarını, nesillerini ve mallarını korumasıdır. Şu beş temel esâsı korumayı içinde bulunduran her şey maslahat, şu beş esâsı yok edecek her bir şey de mefsedet/zarar, bunların defedilmesi de maslahatdır.[28] İmâm Râzî de, benzer ifâdeleri kullanıyor.[29]

Acaba bu maslahat ve mefsedetleri bilebilmenin ölçüsü nedir, bunları akıllarımızla bilebilir ve ta’yîn edebilir miyiz? Yahud akıllarımızı Şerîat sâhibinin önüne geçireceğiz, sonra da maslahattır veya mefsedettir diye o hükmü vereceğiz, öyle mi? Birinci şekli seçecek olursak, Şerîatin ve dinin temeli yıkılır. Zîra kısa akıllarımız mefsedetleri maslahatların, maslahatları da mefsedetlerin yerine koyarak Şerîat heykelinin tamamını ve din sarayının bütününü yıkar. Bu kapıyı açmak Şerîatin hudûdunun ve nasslarının tamamını değiştirmeye götürür.[30]

Maslahatlar, üçe ayrılır: Bir: Mu’teber olduğu Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. İki: Mu’teber olmadığı/geçersizliği Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. Üç: Ne mu’teber olduğu ne de mu’teber olmadığı Şerîat’ta bulunmayan maslahatlar.

Bu üç maslahattân birinci kısım, mu’teber/geçerli maslahatlar, ikinci kısım, Mulğât/iptal edilen maslahatlar, üçüncü kısım da, Mürsel/salınan maslahatlardır. Şu hâlde Mesâlih-i Mürsele Şer'îat sâhibi tarafından ne mu’teber olduğuna, ne de mu’teber olmadığına, iptâl edildiğine dâir delîl bulunmayan maslahatlar demektir. Mürsele ve mutlaka diye isimlendirilmelerinin sebebi, onların ne mu’teberlik delîli ne de iptâl delîli ile bağlanmamış olmalarıdır.

Şâtıbî şöyle diyor: Istıslâh, hakkında, nass ve icmâ’ bulunmayan bir hâdisede Maslahat-ı Mürsele’yi gözeterek hüküm çıkarmaktır.[31] Bazıları, İmâm Mâlik’e, ‘hükümlerin teşrî’ine binâen Mesâlih-i Mürsele’ye mutlak olarak i’tibâr ettiğini, maslahatın hakîkî ve âmme, yani sadece ferdi değil de umûmu/geneli içine alacak şekilde olmasını şart koşmadığını nisbet etti. Lâkin Âmidî bu nisbeti inkâr etti.[32]

Ebû Bekr el-Bâkıllânî, Şâfiîlerin çoğu, Hanbelîlerden sonraki âlimler ve bir kısım Hanefîler,[33] Istıslâh’ın (Mesâlih-i Mürsele’nin) hüccet (kesin delîl) oluşunu inkâr etmektedirler.[34] (Kâsimî’den yapılan hülâsa nakil son buldu.)

Kâsimî bazı muhakkıkların Hanefîlere nisbet edilen inkârın doğru olmadığını bir takım misâller vererek söylüyorsa da bunların kimler olduğunu söylemiyor. Hâsılı, bu Mesâlih-i Mürsele’yi Şer’î bir hüküm çıkarmakta hüccet kabûl etmeyen fukahâ olduğu gibi, kabûl eden fukahâ da vardır. Öyleyse kabûl edenlerin usûlüne göre, lehinde veya aleyhinde naklî delîl bulunmadığı farzedilen Râbıta da, -Şerîat’in gözettiği maslahat ve faydası gösterilebiliyorsa,- şu örüş sâhiblerince asla redde-dilemez. Ancak, anzetün ve in târet/uçsa da keçidir şeklindeki Arab atasözünde de ifâde edildiği gibi, müşrik inâdına sâhib olanlar, inkârlarında yine de ısrâr edeceklerdir.
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Hüseyin Avni Hocanın ilminin, Cübbeliden aşağı değil, belki daha ilerde olduğu yazısından anlaşılıyor.Ama biri daha medyatik olduğundan daha meşhur.

Şu putlarda ne yaman puttur: Şöhret, şehvet, servet, riyaset!
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
RABITA'NIN DELİLLERİNDEN BİRİ DAHA

TİRMİZİ, BEŞİNCİ HADİS :

Hasan bin Ali hazretlerinden mervidir. Hz. Hasan Peygamber Efendimizin torunudur. Cennet ehlinin gençlerinin seyyididir. Künyesi Ebu Muhammed, Lakabı Nakiy’dir. Hicret-i Nebeviyye'nin 3. senesi Ramazan-ı Şerif'in ortasında dünyaya teşrif buyurdu. Hz. Ali'nin şehid olduğu saatte 40 bin kişi kendisine biat etti. Hicretten 41 sene geçtikten sonra Hilafet işlerini Hz. Muaviye'ye teslim edip, 45 tarihinde dar-ı bekaya irtihal ettiler. Mübarek nesilleri Hasan bin Hasan ve Zeyd bin Hasen’den devam etti.

İmam-ı Hasan hazretleri buyurdular ki;

"Validem Fatımatüz Zehra hazretlerinin validesi bir biraderi olan Hind bin Ebi Hale'den sordum. Bu Hind, Resuli Ekrem hazretlerinin iki oğlu olan Hind bin Ebi Haledir ki, validesi Haticetül Kübradır. Haticetül Kübra Resuli Ekrem hazretlerine herkesten evvel iman getirdiği ulema arasında müttefekun aleyhtir. Resuli Ekrem hazretleri 25 yaşında ve Haticenin 40 tama olmuştu ki aralarında izdivac akdi oldu. Ve Hind Resuli Ekrem hazretlerinin terbiyelerinde büyüdü. Ve Resuli Ekremin İbrahimden başka kız ve erkek evladının tümü Haticeden oldu. Nebiyyi muhterem Efendimizin nikahı altında 25 sene kalıp, yaşı 65’e ulaştığında Mekkede, Nübüvvetin 10. senesinde dar-ı bekaya irtihal buyurup Hücun dağında defnolundu."

Hz. Hasan buyurdular ki;

"Hind Resuli Ekrem hazretlerinin vasfını öğrendi. Hz. İmam Resuli Ekrem hazretlerinin evsafını Hindden sorduğunda, tümüyle beyan etti. Hind Resuli Ekremin şerefi hizmetleriyle müşerref olduğundan dolayı layıkıyla şemaili kerimelerine vakıf ve evsafı celilelerini hakikatıyla zabtetmekle Hz. Hasan ondan Resuli Ekremin Hey’et ve Şemailini sordu ve sordum" buyurdu.

Hz. İmam buyurur ki:

"Ebi Halenin Resuli Ekremin bazı evsafı cemilelerini vasfeylemesini isterdim. Hilye-i nebeviyyeyi beyan eylemesini ister idim ki, ta o vasfa teşebbüs edip, o vasfı hayalimde hıfz edeyim ve onunla ahlaklanayım."

İmamı Hasan (RA) hazretlerinin Resuli Ekrem efendimizin dar-ı bekaya teşrif buyurduklarında temyiz yaşına tamamen ulaşmadığı cihetle eşkalini hıfz ve suretini zabta kadir olmamakla, yukarıdaki sözü söylemiş oldu.

Velhasıl İmam-ı Hasan Resuli Ekrem hazretlerinin vasfını tamamen bilen Halam Hind bin Ebi Hale'den bazı güzel vasıflarını beyan eylemesini ister olduğum halde, Hz.Peygamberin Hilye ve Şekil ve Hey’etinden sordum ki vasfını kendi hayalimde hıfz eyleyeyim, buyurdu.

...

Hadisin Senedi: Hz. Tirmizi bu hadisi şerifi Süfyan bin Veki’den, o da Cemi’ bin Amir'den, o da Ebi Halenin çocuğundan ve Beni Temim kabilesinden Ebu Abdullah künyesiyle bilinen bir zattan, o da İbni Ebi Haleden, o da Hasan bin Ali (RA) dan rivayet buyurdu.
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Rabıtanın şeri şerifte delili olsun olmasın , farketmiyor, zira herkes ister menfi ,ister müsbet rabıta yapmıyormu?Tv lerde, nette vb. yerlerde görülen iyi kötü figürleri

beynimiz kaydetmiyormu? Bunlarda rabıta değilmi?
 
Üst