spesifik
آزادی قید و بند
Gündem nasıl okunur bilmiyorum. Bildiklerim sınırlı. Her zaafiyetin ardından tutarlı bir hikaye satmaya çalışanlardan nefret etmeye başladım. “Gerçek” yitik malımız. Vereceği acıyı umursamıyorum. Ben gerçeği istiyorum.Gündüz iki dakikalığına düştüğümüz bilgi havuzundan çıkar çıkmaz daha kurulanmadan yarışma programlarına dertlenmeyi, dizi karakterlerine ağlamayı anlamlandıramıyorum. Kimden ya da neden kaçtığımıza mantıklı cevaplar bulmaya çalışıyorum ama mümkün olmuyor. İradesi kiraya çıkarılmış kalabalıkların halinden memnun halini tiksinerek izliyorum. İnsana seçmesi için seçenek sunanlar gerçeği hiçbir zaman tercih bandına koymuyor çünkü. Gerçeğin bilinmesi ihtimali uykularını kaçırıyor olmalı! Ama “gerçek” bu. Er geç ortaya çıkma gibi bir alışkanlığı vardır.
Sınıflandırılmışız. Hangi yaş grubunun ne ile meşgul olacağını bile belirleyen bir sistem mevcut. İdealist olduğunu zannedenleri bile palyaçoya döndürmenin seksen tane yolu çizilmiş. Kendi fikri yok şimdiki neslin! Başkasının aklına ve cümlelerine mahkum. Üzerindeki kıyafet kendi tercihi değil. Kullandığı telefon, taktığı yüzük..aynada ki yüzüne yabancı hale geliyor bir süre sonra. En kolay becerebildiğimiz şey alışmak. Bizim yerimize başkalarının karar vermesine öyle aşina olmuşuz ki.. sosyal medyanın bizi yönlendirmesinden, televizyon programlarının bizi giydirmesinden, siyasetçilerin bizimle dalga geçmesinden, hayatın içinde figürasyon olarak kalmaktan, dilimizin ucuna gelse de çok zaman gerçeği söyleyememekten rahatsız olmaz olduk.
İnsani hassasiyet ve donanımımızı kaybetmeye başladık. Dertlenmek, bir başkası için üzülmek, akletmek, tenkit etmek, muhalefet etmek, sorgulamak, rahatsız olmak deyimlerini hikayelerin tasarrufuna bıraktık. Ağlamak bizi insanlaştıran en önemli eylemdi oysa. Evet eylemdi.
Allah için döktüğünde mağfiret bırakırdı avuçlarına…insanlık için döktüğünde merhametin genişlerdi. Kardeşin için döktüğünde yaratıcının hoşuna giderdi. Şimdi yeni bir başlık kazandı. Dizilerdeki hale ağlamak, bir anlığına gözümüze sokulur gibi prodüksiyonlu yapılmış haberlere ağlamak, bir kısa filmin acıklı hikayesine ağlamak…bizi insan yapan bunlar değil maalesef. Eğer eylemlerimizin mevzuatı değiştiyse başka bir ismi olmalı bunun.
Ağlamak ihtiyaç. Aksini söylemek anlamsız. Bu yüzden yapılmaz mı ağlamalı filmler. Filme giderken soğukta mendil satan, başını kaldırmadan elini uzatan çocuğa ağlamayanlar süslü elbiseleriyle büyük paralara çekilmiş filmler sayesinde ağlamaya çalışır. Tuhaf. Oysaki gerçek hikayeden uyarlama, hatta ne uyarlaması bire bir gerçek onca hadise ücretsiz olarak geliyor evimize hergün. Dünyanın dört bir yanından geliyor. Sakalı uzun diye hapse atıyorlar birini. “Büyüyünce bize eziyet olur” korkusundan, “yılanın başını küçükken ezeceksin” felsefesinden yola çıkarak öldürüyorlar çocukları. İnancından vazgeçer belki diye yakıyorlar kadınları. Kaynakları eksilecek kaygısından ölüme terkediyorlar binlerce bahtı kara teni karayı! Prodüksiyonu zayıf, oyuncu kadrosu amatör, çekim kalitesi kötü, müzikleri yetersiz diye mi dikkatimizi celbetmiyor dersiniz. Ağlamak insani eylemdir değil mi? Bu eylem salt ağlamak mıdır? Yoksa neye ağladığın da bir o kadar önemli midir?
Bazen de üzülmene izin vermezler. Sen de haklısın. Bir can yandı mı herkes kendine bir taraf seçip çığırtkanlık yapmaya başlıyor. “Gerçek” yine yitik hazine. Makul ve tutarlı hikayeler manzumesinin ortasına terkediliyoruz. Oysaki bir can yandı mı susmalı bir süre. Acı azalana, dişlerimizi sıkmaktan yaralar açtığımız damaklarımızdaki yaralar kuruyana, bir çocuk babasının yokluğuna anlam yükleyinceye, bir kadın kocasının hatırasını ezberleyene kadar hiç olmazsa. Bir can söz konusu olduğunda pazarlık konusu, seçim yatırımı, siyasi propaganda olmayıversin. Hepimiz suçlu oluverelim. Geçinemedik birbirimizle diye her birimize keselim cezayı.
Ağlamayı öğrenelim yeniden. Yeniden tanımlayalım, yeniden anlamlı hale gale getirelim insanlığımızı. Yoksa ortalıkta çipli, dışarıdan kontrol edilen et yığınları halinde dolaşmaya başlayacağız. Varlığımızdan fayda gelmeyeceği gibi, yokluğumuzu da kimse özlemeyecek o zaman!
Kıyamet gelmeden kendi kıyametimiz işte o zaman kopacak!
Kalbinizin sahibine emanet…Eyvallah!!!
HABEŞLİ Bilal / M.gazete
Sınıflandırılmışız. Hangi yaş grubunun ne ile meşgul olacağını bile belirleyen bir sistem mevcut. İdealist olduğunu zannedenleri bile palyaçoya döndürmenin seksen tane yolu çizilmiş. Kendi fikri yok şimdiki neslin! Başkasının aklına ve cümlelerine mahkum. Üzerindeki kıyafet kendi tercihi değil. Kullandığı telefon, taktığı yüzük..aynada ki yüzüne yabancı hale geliyor bir süre sonra. En kolay becerebildiğimiz şey alışmak. Bizim yerimize başkalarının karar vermesine öyle aşina olmuşuz ki.. sosyal medyanın bizi yönlendirmesinden, televizyon programlarının bizi giydirmesinden, siyasetçilerin bizimle dalga geçmesinden, hayatın içinde figürasyon olarak kalmaktan, dilimizin ucuna gelse de çok zaman gerçeği söyleyememekten rahatsız olmaz olduk.
İnsani hassasiyet ve donanımımızı kaybetmeye başladık. Dertlenmek, bir başkası için üzülmek, akletmek, tenkit etmek, muhalefet etmek, sorgulamak, rahatsız olmak deyimlerini hikayelerin tasarrufuna bıraktık. Ağlamak bizi insanlaştıran en önemli eylemdi oysa. Evet eylemdi.
Allah için döktüğünde mağfiret bırakırdı avuçlarına…insanlık için döktüğünde merhametin genişlerdi. Kardeşin için döktüğünde yaratıcının hoşuna giderdi. Şimdi yeni bir başlık kazandı. Dizilerdeki hale ağlamak, bir anlığına gözümüze sokulur gibi prodüksiyonlu yapılmış haberlere ağlamak, bir kısa filmin acıklı hikayesine ağlamak…bizi insan yapan bunlar değil maalesef. Eğer eylemlerimizin mevzuatı değiştiyse başka bir ismi olmalı bunun.
Ağlamak ihtiyaç. Aksini söylemek anlamsız. Bu yüzden yapılmaz mı ağlamalı filmler. Filme giderken soğukta mendil satan, başını kaldırmadan elini uzatan çocuğa ağlamayanlar süslü elbiseleriyle büyük paralara çekilmiş filmler sayesinde ağlamaya çalışır. Tuhaf. Oysaki gerçek hikayeden uyarlama, hatta ne uyarlaması bire bir gerçek onca hadise ücretsiz olarak geliyor evimize hergün. Dünyanın dört bir yanından geliyor. Sakalı uzun diye hapse atıyorlar birini. “Büyüyünce bize eziyet olur” korkusundan, “yılanın başını küçükken ezeceksin” felsefesinden yola çıkarak öldürüyorlar çocukları. İnancından vazgeçer belki diye yakıyorlar kadınları. Kaynakları eksilecek kaygısından ölüme terkediyorlar binlerce bahtı kara teni karayı! Prodüksiyonu zayıf, oyuncu kadrosu amatör, çekim kalitesi kötü, müzikleri yetersiz diye mi dikkatimizi celbetmiyor dersiniz. Ağlamak insani eylemdir değil mi? Bu eylem salt ağlamak mıdır? Yoksa neye ağladığın da bir o kadar önemli midir?
Bazen de üzülmene izin vermezler. Sen de haklısın. Bir can yandı mı herkes kendine bir taraf seçip çığırtkanlık yapmaya başlıyor. “Gerçek” yine yitik hazine. Makul ve tutarlı hikayeler manzumesinin ortasına terkediliyoruz. Oysaki bir can yandı mı susmalı bir süre. Acı azalana, dişlerimizi sıkmaktan yaralar açtığımız damaklarımızdaki yaralar kuruyana, bir çocuk babasının yokluğuna anlam yükleyinceye, bir kadın kocasının hatırasını ezberleyene kadar hiç olmazsa. Bir can söz konusu olduğunda pazarlık konusu, seçim yatırımı, siyasi propaganda olmayıversin. Hepimiz suçlu oluverelim. Geçinemedik birbirimizle diye her birimize keselim cezayı.
Ağlamayı öğrenelim yeniden. Yeniden tanımlayalım, yeniden anlamlı hale gale getirelim insanlığımızı. Yoksa ortalıkta çipli, dışarıdan kontrol edilen et yığınları halinde dolaşmaya başlayacağız. Varlığımızdan fayda gelmeyeceği gibi, yokluğumuzu da kimse özlemeyecek o zaman!
Kıyamet gelmeden kendi kıyametimiz işte o zaman kopacak!
Kalbinizin sahibine emanet…Eyvallah!!!
HABEŞLİ Bilal / M.gazete