dedekorkut1
Doçent
POPULASYON GENETİĞİ VE EVRİM
SELİM GÜRBÜZER
Aynı türe ait farklı kalıtsal yapılarda olan bireylerin oluşturduğu topluluklar popülasyon diye tanımlanır. Tabii bu arada popülasyon kavramını sadece tarif etmek yetmez bu arada kendi içerisinde birçok bölümlere ayrılması hasebiyle daha geniş pencereden bakmak gerekir. Nitekim popülasyona çevre açısından baktığımızda belirli bir bölgeye yayılmış aynı türe ait bireylerin oluşturduğu topluluklar “ekolojik popülasyon” başlığı altında tanımlandığını görürüz. Örnek mi? İşte hepimizin bildiği bahçe kertenkele dört ayaklı olup, bu özelliği sayesinde bulunduğu çevrede mükemmel bir şekilde hızla koşabiliyor. Malum ayakları kısacık kertenkelelerde aynı türe ait bireylerin oluştuğu topluluk türüdür. Keza kör yılan aynı vücut yapısına sahip, ancak ayakları hiç yoktur, fakat o da sürüngenler grubuna ait bir üye olarak bulunduğu çevrede hayat yolculuğunu sürdürebiliyor. İşte sürüngenler çatısı altında yaşayan canlıların bir kısmı uzun veya kısa ayaklı, bir kısmı ise hiç ayak olmamasına rağmen temel ortak özellikleri bakımdan hep aynı gıdayı paylaştıkları gibi, aynı çevre şartlarında hayat mücadelesinin sürdürme kabiliyetine de haizdirler. Anlaşılan Darwin’in; “Güçlülerin çevreye uyum sağlayıp ayakta kaldıklarını, zayıfların ise uyum sağlamayıp yok olduklarını” tezini destekleyecek en küçük bir emare gözükmemektedir. Mesela yine bilindiği üzere dağ farelerinin ön ayaklar kısa, arka ayaklar ise uzun yapılıdır. İşte bu ayak yapıları sayesinde sıçramalı bir hamle ile hareket manevrası sergileyebiliyorlar. Yani, evrimcilerin iddia ettikleri şekliyle bu hayvan ön ayakları kısacık kaldığından arka ayakların güç kazanaraktan uzayıp sıçrama kabiliyeti kazanmış değildir. Kaldı ki evrim yoluyla sıçrama kabiliyeti kazanabilmek için üzerinden milyonlarca yılın geçmesi gerekiyor. Kaldı ki bu hayvancağızın çevre şartlarından etkilenmesi kendi tercihi üzerine tayin edilmiş bir seçim de değildir. Belli ki arka ayakları üzerinde sıçrayacak bir programla yaratıldıkları için diğer birçok canlıda olduğu gibi yürüyememekteler. Mesela yine aynı kemirici grubuna dâhil ev fareleri de kör oldukları halde hızla koşar adımlarla kaçabilen özellik sergileyebiliyorlar. Derken bu örnekler bize dağ faresinin dağ faresi olarak, ev faresinin de ev faresi kaldığını göstermektedir. Keza yine bir kısım kurbağalar derileriyle solumaktalarken bir kısım kurbağalarda ciğerleri ile solunum yapmakta, buna rağmen her iki türde aynı grup içerisinde kategorize edilirler.
Malum, bir başka popülasyon tanımında kendi aralarında üreyebilen canlı topluluklar “Mendel popülâsyonu” başlığı altında başlığı altında tanımlanmakta. Malum rastgele çiftleşen popülasyonlar ‘panmictic popülasyon’ olarak adından söz ettirir. Şayet popülasyonun bireyleri diploid davranış sergiliyorsa bu durumda Mendel çaprazlama oranlarının açılımı kategorisinde değerlendirilebilir pekâlâ. Aksi takdirde mesela eşeysiz üreme ile çoğalan canlı gruplar bu popülasyonun tanımının dışında kalıp bir başka gen havuzu içerisinde kategorize edilir. Madem hazır gen havuzundan söz etmişken bu kavramın tanımına baktığımızda bir popülâsyona ait bütün bireylerin taşıdığı genlerin toplamına o popülasyonun gen havuzu olarak tanımlandığını görürüz. Bu arada bir popülâsyona ait bütün bireyler kendi aralarında eşit birleşme ve döllenme şansına sahipseler bilhassa büyük popülasyonlarda bu eşitliğin büyük ölçüde sağlandığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
Gen Havuzu Frekansı
Elbette ki gerek insan olsun, gerek hayvan ve gerekse bitki topluluklarının her bir ferdi kendi içinde ortak bir gen havuzunun tabii üyeleridir. Buna itirazımız olamaz zaten. Bizim itirazımız bu üçünün de aynı gen havuzdan türedikleri varsayımınadır. Oysa insanlar ortak tek bir temel gen havuzu denilen homosapiens (çeşitli ırklardan müteşekkil insan türü) kategorisine girmekteler. Mesela genus (cins) seviyesinde tüm çakal türleri aynı gen havuzunun üyesidirler. Keza aynı gen havuzuna dâhil olan canlılar aynı zamanda birbirleriyle çiftleşip çoğalabilen üyeler olarak bilinmektedir. Bu yüzden bir bireyin organizmasının kalıtsal yapısına ‘genotip’ denirken, bir populasyonun kalıtsal yapısına ise ‘gen havuzu’ denmektedir. Nitekim insan genomuna ait gen havuzunda kan grupları yönünden baktığımızda A, B, AB, 0 ve alt grubu kan grubu faktörlerin varlığını görürüz. Dolayısıyla her bir gen havuzundaki gen frekansı o gen havuzuna geçmişte etki eden bir takım seçicilik (seleksiyon) veya baskın özelliklerine göre değişiklikler gösterebiliyor. Örneğin; Gana’da doğan bir çocuk bulunduğu ortama ait gen havuzunun özelliklerinden etkilenerek belli bir miktarını alabildiği gibi İsveç’teki de bir bakıyorsun bulunduğu ortamın gen havuzundan bir kısım özelikleri kendi bünyesine kattığını görebiliyoruz. Demek oluyor ki, köken olarak her bir fert mensup olduğu soy ağacının karakterlerini kendi genomunda taşısa da farklı gen havuzlarının bulunduğu ortamların etkisi altında (doğal seleksiyon) farklı gen frekanslarını da bünyesine katabiliyor. Ancak bu durum yeni türlerin türemesini beraberinde getirecek anlamında bir farklılık oluşturmayacaktır, bilakis türün kendi içerisinde çeşitlenmeyi beraberinde getiren varyeteler olarak farkını ortaya koyacaktır. Örnek mi? Mesela tatlı mısır, cin mısırı, nişastalık mısır, kuş mısır çeşitleri tek bir mısır gen havuzundan köken almalarına rağmen kendi içinde bir takım varyete (çeşit) zenginliği oluşturması bunun bariz örneklerini teşkil eder. Mesela omurgasızlardan grubundan protozoalar, süngerler, trilobitler, ıstakozlar ve arılar kendi üyesi olduğu gen havuzunun elamanları olarak biyolojik hayatta yerini alırken, omurgalılardan balıklar, kurbağalar, sürüngenler, memeliler ve kuşlarda aynen kendi üyesi oldukları gen havuzundan köken alarak biyolojik hayatta konumlanmış olurlar. Dolayısıyla birileri ortaya çıkıp da farklı birbirinden köken olarak farklı olan türleri aynı ortak gen havuzuna dâhil ederek bunlar birbirlerinden türemiştir şeklinde ilan etmeye kalkıştığında bu akla ziyan bir tutum olacaktır. Tabii böylelerinin dertleri davaları başka, asıl dertleri insanla maymunu nasıl bir punduna getirip de tek ortak bir gen havuzu kalıbına koyarız hayaliyle yatıp kalkmaktalar. Dahası bundan da öte tüm canlıların aynı ortak atadan türediğini algı operasyonlarıyla bir punduna getirip insanlara kabul ettirmenin davasını gütmekteler. Onlar sırça köşklerinde sabah akşam bunun hayaliyle davalarını güde dursunlar, oysaki her canlı türü kendi üyesi olduğu gen havuzunun elemanı olarak biyolojik hayatın içerisinde konumlandığı gerçeğini değiştiremeyeceklerdir. İşte bu gerçekler ışığında bizim doğal seleksiyona bakışımız canlı türlerin kendi kökeninden koparmaksızın seçicilik üstlenmiş bir yapı olduğu yönünde gözüyle bir bakış açısı olup, asla doğal seleksiyonu canlıları evrimleştirip kökeninden farklı yapılara dönüştüren bir yapı olarak görmüyoruz. Zaten ortada böyle ince eleyip sık dokuyan bir seçme ve seçilmeye yönelik bir delil olmadığı gibi, hiç kimse böylesi abluka altına alıcı kuşatıcı bir doğal seleksiyon yöntemiyle yeni bir canlı üretemez de. Her ne kadar her türden canlıların gen havuzundaki frekanslarında inişli çıkışlı sapmalar görülse de nihayetinde belirli noktadan sonra bir adam öteye geçemeyecek şekilde kendi içinde sınırlı inişli çıkışlı eğriler olarak kala kalmakta. Böylece bir şekilde her tür kendi popülasyonu yönünde kararlılık sergilemiş olur. Nitekim:
-Bir popülâsyona dışardan göç akımı yoksa,
-Mutasyonla kök genomunda yüzde yüz değişikliğe uğramıyorsa,
- Ortada üreme yönünden kısırlık bir durum yoksa,
- Herhangi bir canlının genomunun bütününde zararına bir seçme ve seçilme yoksa,
-Popülâsyon yoğunluğu düşük değilse, bu tür popülâsyonlar ‘kararlı popülasyon’ olarak nitelenirler. Anlaşılan, doğal seleksiyon bir noktaya kadar seçicilik etkisini göstermekte, bir noktadan sonra herhangi bir popülâsyon içerisinde maksimum değişme (varyasyon) belirli bir sınırın ötesine geçmeyip kararlı bir şekilde sabit kalmaktadır.
Melezleştirme yoluyla dünyaya gelen canlılar sanki yeni bir tür gibiymiş algılanmaktalar. Oysa bu tür canlılar kendi hallerine bırakılmış olsalar yine kendi asliyetine döneceklerdir. Bu bakımdan tazı, pekin köpeği, kısa burunlu fino köpeği (pug) görünüşte farklı gibi görünseler de her biri melez yaratıklar olup, sonuçta her biri köpek türünün üyeleridirler. Asla evrimleşmeyle meydana gelmiş başka türden canlılar değillerdir.
Evrimciler mutasyonla genetik yapıda meydana gelen değişikliklerin güya doğal seleksiyon süzgecinden geçtikten sonra evrimleşmenin gerçekleştiği iddiasını gütmektedirler. Varsayalım ki her türlü değişiklik doğal seçme süzgecinden süzülüp fayda sağlayacağı umut edilen genlerin gen frekans değerlerinin artıracağını düşünsek bile, frekans değeri belli bir noktaya geldiğinde stabil kalacağı muhakkak. Nitekim bir araştırmacı meyve sineklerinin göğüs kıllarının sayısını azaltmak için birtakım çalışmalara koyuldu koyulmasına ama çalışmalar sonucunda ancak yirminci nesle kadar devam ettirebildi. Yani 20. nesilden sonra azalma trendi bir noktada çakılı kalınca ister istemez ortalama kıl sayısı sabit kalıverdi. Zira sirke sineği (Drosophila melanogaster) laboratuar şartlarında senelerce radyasyona tabii tutulmuş, göz ve vücut rengi değişmiş, hatta cılız ve kesik kanatlı sirke sinekler manzarasıyla karşı karşıya kalınmış kalınmasına ama bu çalışmayla da ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkmamıştır. Demek oluyor ki belirli noktadan sonra seleksiyon süzgeci de bir işe yaramıyor. Hakeza bu ve buna benzer çalışmalarla daha verimli yumurta elde etmek için tavuklar üzerinde çalışılmış, daha verimli süt elde etmek için inekler üzerinde denemeler yapılmış, yetmedi kaliteli protein elde etmek için tahıllar üzerinde denemeler yapılmış yapılmasına ama tüm bu denemeler neticesinde tıpkı yukarda ki örnekte olduğu gibi belirli noktaya geldiğinde verim grafiğinin sabit kaldığı gözlenmiştir. Böylece belirli noktadan sonra seleksiyonun etkisinin olmadığı bir kez daha teyit edilmiş oldu. Kelimenin tam anlamıyla istediğiniz kadar şeker pancarı muhtevasını artırmak için her türlü çabayı gösterin, bu artış en fazla % 17 ila 18 civarında verimlilik sağlanıp belli bir noktadan öteye geçemeyecektir.
SELİM GÜRBÜZER
Aynı türe ait farklı kalıtsal yapılarda olan bireylerin oluşturduğu topluluklar popülasyon diye tanımlanır. Tabii bu arada popülasyon kavramını sadece tarif etmek yetmez bu arada kendi içerisinde birçok bölümlere ayrılması hasebiyle daha geniş pencereden bakmak gerekir. Nitekim popülasyona çevre açısından baktığımızda belirli bir bölgeye yayılmış aynı türe ait bireylerin oluşturduğu topluluklar “ekolojik popülasyon” başlığı altında tanımlandığını görürüz. Örnek mi? İşte hepimizin bildiği bahçe kertenkele dört ayaklı olup, bu özelliği sayesinde bulunduğu çevrede mükemmel bir şekilde hızla koşabiliyor. Malum ayakları kısacık kertenkelelerde aynı türe ait bireylerin oluştuğu topluluk türüdür. Keza kör yılan aynı vücut yapısına sahip, ancak ayakları hiç yoktur, fakat o da sürüngenler grubuna ait bir üye olarak bulunduğu çevrede hayat yolculuğunu sürdürebiliyor. İşte sürüngenler çatısı altında yaşayan canlıların bir kısmı uzun veya kısa ayaklı, bir kısmı ise hiç ayak olmamasına rağmen temel ortak özellikleri bakımdan hep aynı gıdayı paylaştıkları gibi, aynı çevre şartlarında hayat mücadelesinin sürdürme kabiliyetine de haizdirler. Anlaşılan Darwin’in; “Güçlülerin çevreye uyum sağlayıp ayakta kaldıklarını, zayıfların ise uyum sağlamayıp yok olduklarını” tezini destekleyecek en küçük bir emare gözükmemektedir. Mesela yine bilindiği üzere dağ farelerinin ön ayaklar kısa, arka ayaklar ise uzun yapılıdır. İşte bu ayak yapıları sayesinde sıçramalı bir hamle ile hareket manevrası sergileyebiliyorlar. Yani, evrimcilerin iddia ettikleri şekliyle bu hayvan ön ayakları kısacık kaldığından arka ayakların güç kazanaraktan uzayıp sıçrama kabiliyeti kazanmış değildir. Kaldı ki evrim yoluyla sıçrama kabiliyeti kazanabilmek için üzerinden milyonlarca yılın geçmesi gerekiyor. Kaldı ki bu hayvancağızın çevre şartlarından etkilenmesi kendi tercihi üzerine tayin edilmiş bir seçim de değildir. Belli ki arka ayakları üzerinde sıçrayacak bir programla yaratıldıkları için diğer birçok canlıda olduğu gibi yürüyememekteler. Mesela yine aynı kemirici grubuna dâhil ev fareleri de kör oldukları halde hızla koşar adımlarla kaçabilen özellik sergileyebiliyorlar. Derken bu örnekler bize dağ faresinin dağ faresi olarak, ev faresinin de ev faresi kaldığını göstermektedir. Keza yine bir kısım kurbağalar derileriyle solumaktalarken bir kısım kurbağalarda ciğerleri ile solunum yapmakta, buna rağmen her iki türde aynı grup içerisinde kategorize edilirler.
Malum, bir başka popülasyon tanımında kendi aralarında üreyebilen canlı topluluklar “Mendel popülâsyonu” başlığı altında başlığı altında tanımlanmakta. Malum rastgele çiftleşen popülasyonlar ‘panmictic popülasyon’ olarak adından söz ettirir. Şayet popülasyonun bireyleri diploid davranış sergiliyorsa bu durumda Mendel çaprazlama oranlarının açılımı kategorisinde değerlendirilebilir pekâlâ. Aksi takdirde mesela eşeysiz üreme ile çoğalan canlı gruplar bu popülasyonun tanımının dışında kalıp bir başka gen havuzu içerisinde kategorize edilir. Madem hazır gen havuzundan söz etmişken bu kavramın tanımına baktığımızda bir popülâsyona ait bütün bireylerin taşıdığı genlerin toplamına o popülasyonun gen havuzu olarak tanımlandığını görürüz. Bu arada bir popülâsyona ait bütün bireyler kendi aralarında eşit birleşme ve döllenme şansına sahipseler bilhassa büyük popülasyonlarda bu eşitliğin büyük ölçüde sağlandığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
Gen Havuzu Frekansı
Elbette ki gerek insan olsun, gerek hayvan ve gerekse bitki topluluklarının her bir ferdi kendi içinde ortak bir gen havuzunun tabii üyeleridir. Buna itirazımız olamaz zaten. Bizim itirazımız bu üçünün de aynı gen havuzdan türedikleri varsayımınadır. Oysa insanlar ortak tek bir temel gen havuzu denilen homosapiens (çeşitli ırklardan müteşekkil insan türü) kategorisine girmekteler. Mesela genus (cins) seviyesinde tüm çakal türleri aynı gen havuzunun üyesidirler. Keza aynı gen havuzuna dâhil olan canlılar aynı zamanda birbirleriyle çiftleşip çoğalabilen üyeler olarak bilinmektedir. Bu yüzden bir bireyin organizmasının kalıtsal yapısına ‘genotip’ denirken, bir populasyonun kalıtsal yapısına ise ‘gen havuzu’ denmektedir. Nitekim insan genomuna ait gen havuzunda kan grupları yönünden baktığımızda A, B, AB, 0 ve alt grubu kan grubu faktörlerin varlığını görürüz. Dolayısıyla her bir gen havuzundaki gen frekansı o gen havuzuna geçmişte etki eden bir takım seçicilik (seleksiyon) veya baskın özelliklerine göre değişiklikler gösterebiliyor. Örneğin; Gana’da doğan bir çocuk bulunduğu ortama ait gen havuzunun özelliklerinden etkilenerek belli bir miktarını alabildiği gibi İsveç’teki de bir bakıyorsun bulunduğu ortamın gen havuzundan bir kısım özelikleri kendi bünyesine kattığını görebiliyoruz. Demek oluyor ki, köken olarak her bir fert mensup olduğu soy ağacının karakterlerini kendi genomunda taşısa da farklı gen havuzlarının bulunduğu ortamların etkisi altında (doğal seleksiyon) farklı gen frekanslarını da bünyesine katabiliyor. Ancak bu durum yeni türlerin türemesini beraberinde getirecek anlamında bir farklılık oluşturmayacaktır, bilakis türün kendi içerisinde çeşitlenmeyi beraberinde getiren varyeteler olarak farkını ortaya koyacaktır. Örnek mi? Mesela tatlı mısır, cin mısırı, nişastalık mısır, kuş mısır çeşitleri tek bir mısır gen havuzundan köken almalarına rağmen kendi içinde bir takım varyete (çeşit) zenginliği oluşturması bunun bariz örneklerini teşkil eder. Mesela omurgasızlardan grubundan protozoalar, süngerler, trilobitler, ıstakozlar ve arılar kendi üyesi olduğu gen havuzunun elamanları olarak biyolojik hayatta yerini alırken, omurgalılardan balıklar, kurbağalar, sürüngenler, memeliler ve kuşlarda aynen kendi üyesi oldukları gen havuzundan köken alarak biyolojik hayatta konumlanmış olurlar. Dolayısıyla birileri ortaya çıkıp da farklı birbirinden köken olarak farklı olan türleri aynı ortak gen havuzuna dâhil ederek bunlar birbirlerinden türemiştir şeklinde ilan etmeye kalkıştığında bu akla ziyan bir tutum olacaktır. Tabii böylelerinin dertleri davaları başka, asıl dertleri insanla maymunu nasıl bir punduna getirip de tek ortak bir gen havuzu kalıbına koyarız hayaliyle yatıp kalkmaktalar. Dahası bundan da öte tüm canlıların aynı ortak atadan türediğini algı operasyonlarıyla bir punduna getirip insanlara kabul ettirmenin davasını gütmekteler. Onlar sırça köşklerinde sabah akşam bunun hayaliyle davalarını güde dursunlar, oysaki her canlı türü kendi üyesi olduğu gen havuzunun elemanı olarak biyolojik hayatın içerisinde konumlandığı gerçeğini değiştiremeyeceklerdir. İşte bu gerçekler ışığında bizim doğal seleksiyona bakışımız canlı türlerin kendi kökeninden koparmaksızın seçicilik üstlenmiş bir yapı olduğu yönünde gözüyle bir bakış açısı olup, asla doğal seleksiyonu canlıları evrimleştirip kökeninden farklı yapılara dönüştüren bir yapı olarak görmüyoruz. Zaten ortada böyle ince eleyip sık dokuyan bir seçme ve seçilmeye yönelik bir delil olmadığı gibi, hiç kimse böylesi abluka altına alıcı kuşatıcı bir doğal seleksiyon yöntemiyle yeni bir canlı üretemez de. Her ne kadar her türden canlıların gen havuzundaki frekanslarında inişli çıkışlı sapmalar görülse de nihayetinde belirli noktadan sonra bir adam öteye geçemeyecek şekilde kendi içinde sınırlı inişli çıkışlı eğriler olarak kala kalmakta. Böylece bir şekilde her tür kendi popülasyonu yönünde kararlılık sergilemiş olur. Nitekim:
-Bir popülâsyona dışardan göç akımı yoksa,
-Mutasyonla kök genomunda yüzde yüz değişikliğe uğramıyorsa,
- Ortada üreme yönünden kısırlık bir durum yoksa,
- Herhangi bir canlının genomunun bütününde zararına bir seçme ve seçilme yoksa,
-Popülâsyon yoğunluğu düşük değilse, bu tür popülâsyonlar ‘kararlı popülasyon’ olarak nitelenirler. Anlaşılan, doğal seleksiyon bir noktaya kadar seçicilik etkisini göstermekte, bir noktadan sonra herhangi bir popülâsyon içerisinde maksimum değişme (varyasyon) belirli bir sınırın ötesine geçmeyip kararlı bir şekilde sabit kalmaktadır.
Melezleştirme yoluyla dünyaya gelen canlılar sanki yeni bir tür gibiymiş algılanmaktalar. Oysa bu tür canlılar kendi hallerine bırakılmış olsalar yine kendi asliyetine döneceklerdir. Bu bakımdan tazı, pekin köpeği, kısa burunlu fino köpeği (pug) görünüşte farklı gibi görünseler de her biri melez yaratıklar olup, sonuçta her biri köpek türünün üyeleridirler. Asla evrimleşmeyle meydana gelmiş başka türden canlılar değillerdir.
Evrimciler mutasyonla genetik yapıda meydana gelen değişikliklerin güya doğal seleksiyon süzgecinden geçtikten sonra evrimleşmenin gerçekleştiği iddiasını gütmektedirler. Varsayalım ki her türlü değişiklik doğal seçme süzgecinden süzülüp fayda sağlayacağı umut edilen genlerin gen frekans değerlerinin artıracağını düşünsek bile, frekans değeri belli bir noktaya geldiğinde stabil kalacağı muhakkak. Nitekim bir araştırmacı meyve sineklerinin göğüs kıllarının sayısını azaltmak için birtakım çalışmalara koyuldu koyulmasına ama çalışmalar sonucunda ancak yirminci nesle kadar devam ettirebildi. Yani 20. nesilden sonra azalma trendi bir noktada çakılı kalınca ister istemez ortalama kıl sayısı sabit kalıverdi. Zira sirke sineği (Drosophila melanogaster) laboratuar şartlarında senelerce radyasyona tabii tutulmuş, göz ve vücut rengi değişmiş, hatta cılız ve kesik kanatlı sirke sinekler manzarasıyla karşı karşıya kalınmış kalınmasına ama bu çalışmayla da ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkmamıştır. Demek oluyor ki belirli noktadan sonra seleksiyon süzgeci de bir işe yaramıyor. Hakeza bu ve buna benzer çalışmalarla daha verimli yumurta elde etmek için tavuklar üzerinde çalışılmış, daha verimli süt elde etmek için inekler üzerinde denemeler yapılmış, yetmedi kaliteli protein elde etmek için tahıllar üzerinde denemeler yapılmış yapılmasına ama tüm bu denemeler neticesinde tıpkı yukarda ki örnekte olduğu gibi belirli noktaya geldiğinde verim grafiğinin sabit kaldığı gözlenmiştir. Böylece belirli noktadan sonra seleksiyonun etkisinin olmadığı bir kez daha teyit edilmiş oldu. Kelimenin tam anlamıyla istediğiniz kadar şeker pancarı muhtevasını artırmak için her türlü çabayı gösterin, bu artış en fazla % 17 ila 18 civarında verimlilik sağlanıp belli bir noktadan öteye geçemeyecektir.