Peygamberlerin(AS)ortak özellikleri

gumus_Tesbih

Paylaşımcı
Katılım
8 Eki 2006
Mesajlar
382
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
45
Konum
van
PEYGAMBER VE PEYGAMBERLİK
Haber getiren kişi. Allahu Teâlâ'nın kullarına emir ve yasaklarını bildirmek ve onlara hakkı, doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere seçip görevlendirdiği ilahî elçi. Kur'an-ı Kerim' de; "nebi" veya "enbiya", bazan da "resul" veya "rusul" diye geçer.
"Nebi", arapça bir kelime olup, "nebe' " kökünden türetilmiştir. Muhbir, yani "haber verici" anlamına gelir. Ancak nebe', herhangi bir haber değil; bize bildirilen fevkâlade değerde, çok önemli bir haber, bir tebliğ demektir. Nebe', yalnız, doğruluğunda hiç şüphe olmayan bir haber için kullanılabilir (Rağıb el-Isfahanî el-Müfredât, Nebi maddesi). Nebi'nin manası, Allah'ın, seçtiği kullarına ilâhî haberinin, vahiy yoluyla ulaşması ve vahyine muhatab olmasıdır. Kelime, Allah ile peygamberi arasındaki alâkayı, yani vahyi ve haber vermeyi açıklıyor (1)
Bazı dilciler, "nebi" kelimesinin "yükseltilmiş" manasında olan "nübüvvet" kelimesinden geldiğini ileri sürerler.
Diğer bir kısım dilciler ise, "nebi" kelimesine, Allah (c.c) ile akıl sahibi kulları arasında bir elçi veya, "Biz insanlara, Allah Teâlâ'nın vahy-i ilâhisini bildiren kimse" manası verirler. Nebi'nin çoğulu "enbiya"dır. Peygamberlere, ilâhî emir ve yasakları, hüküm ve haberleri insanlara bildirdikleri için "enbiya" denmiştir (2).
Kur'an-ı Kerim'de "nebi" yerine "resul" de geçmektedir. Arapçada "irsal" kelimesinden alınan "rasul", gönderilen kimse, haberci, elçi anlamına gelmektedir. Allah (c.c) tarafından, insanları irşad edip onları doğru yola yöneltmek için gönderilmiş olduklarından, peygamberlere, "rüsûl-i kirâm, mürselîn" denmiştir (el-Müfredat, Resul mad., Lisanul-Arap, Resul maddesi).
Bu esasa göre; nebi ve resul kelimeleri, aynı manaya gelen, arapçada iki (müterâdif) eş anlamlı isimdir. Peygamberlere, Allah'dan önemli haber (vahy) aldıkları için "nebi"; aldıkları haberleri gönderildikleri insanlara bildirdikleri için de "resul" denir. Onların en önemli görevi, kendilerine indirilen ilâhî vahyi tebliğ etmektir. O halde risaletin manası Allah Teâlâ'nın, seçtiği kullarından birini ilâhî hüküm veya şerîatini başkalarına tebliğ etmekle mükellef tutmasıdır. Bu kelime, peygamber ile diğer insanlar arasındaki alâkayı açıklamaktadır. O da, irsal (gönderilme) ve elçilik kavramıdır.
Bu esasa göre, peygamberlerin iki görevi vardır. Bunlardan Allah (c.c) ile özel ilişkisine "nübüvvet"; insanlarla olan "ilâhî görev" ilişkisine de "risâlet" denmektedir. Nebî ve resul kelimeleri bu iki ilişkiyi ifade etmektedir (1)
Çoğunluk Kelam âlimlerine göre ise "resul" kelimesi, lugat manası bakımından "nebi" kelimesinden daha geniş ve şümullüdür. Çünkü melekler de, ilâhi haberler taşıdıklarından, onlara da "İlâhi haberciler" anlamında "resul" denmektedir. Bu görüşte olanlara göre, kendisine ilâhî kitab ve müstakil şerîat verilen peygamberler "resul" diye anılırlar. Bu bakımdan, her resul aynı zamanda bir nebidir. Fakat her nebî, resul değildir. Bunlara göre; ikisi arasında, -mantık diliyle"umum-husus-mutlak" ilişkisi vardır. Çünkü nebî; tebliğle mükellef olsun olmasın, Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla her hangi bir emir alan kimsedir. Eğer o, belli bir şeriatı (hukuk sistemini) veya bir Kitabı tebliğ etmekle mükellef tutulursa, o peygambere aynı zamanda "resul" denir. Her iki grubun da Kitab ve Sünnet'ten delilleri vardır. Sonuç olarak, nebî ve resul şöyle tarif edilebilir: "Allah Teâlâ'nın seçtiği ve onu Cibril (a.s.) vasıtasıyla (uyanık iken) vahyettiği şeyleri insanların hepsine veya belli bir topluluğa Allah'ın emriyle tebliğ eden bir insandır (Nebî ve resul kelimelerinin terim anlamı, aralarındaki fark ve deliller için (3)
Peygamberlerin Adedi ve İsimleri Kur'an-ı Kerim'de her millete mutlaka kendi içinden seçilen bir peygamber gönderildiği açıkça beyan edilmiş ise de, (el-Fâtır, 35/24; Yunus,10/47; el-İsrâ, 17/15) peygamberlerin adedi ve her birinin ismi bildirilmemiştir. Nitekim en-Nisa süresinde (4/ 164)
"Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik" buyurulmuştur. Gerçi peygamberimizin bir sahih hadisinde yüz yirmi dört bin gibi bir sayıdan bahsedilmiş ise de; bu adet kesin değildir. Kur'an'da yalnız 25 peygamberin isimleri zikredilmiştir. Bunlar, Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, ishak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yünus, İlyas, İlyesa, Zekeriyya, Yahya, İsâ ve Muhammed (s.a.s) hazretleridir.
Ehl-i Sünnete göre; peygamberlerin sayılarını tahdid etmemek daha doğrudur. Çünkü sayının tespit edilmesi halinde, eğer rakam büyük olursa, gerçekte enbiyadan olmayanların peygamber sayılanlar içine katılması; eğer küçük olursa, enbiyadan olanların peygamberlerden sayılmaması gibi bir durumla karşı karşıya kahnabilir (4).
Peygamberlerin Sıfatları
Bütün peygamberler Allah Teâlâ tarafından seçilip ilâhî elçiler olarak insanlara gönderildiklerine göre, hepsi birbiriyle kardeş gibidirler. Onlar bir âiledendir ve bir tek cemaattır: Bütün peygamberler doğru sözlü, sâdık, emîn, akıllı, sağlam karakterli, uyanık kalpli, yüksek ahlaklı, dünyada ve âhirette itibarlı ve Allah'a en yakın olan sevgili kullar, ilahi elçilerdir.
Onların diğer insanlardan ayn, kendilerine ait ortak bazı sıfât ve özellikleri vardır. Bu sıfatlar sayesinde yüce yaratıcı ile kulları arasında elçilik yapma liyakatını kazanmış olurlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Allah, peygamberliğini kime ve nereye vereceğini daha iyi bilir" (5). Bütün peygamberlerde ortak olan sıfatları şu beş maddede toplamak mümkündür: Emânet, sadakat fetânet, ismet, tebliğ.
1. Emânet: Sözlükte, güvenmek, emin olmak, korkmamak ve güvenilir olmak anlamında bir mastardır.
Emânet, peygamberlerin kudsî görevlerini yerine getirmek hususunda ve her konuda emin ve güvenilir olmalarıdır. Bütün peygamberler son derece emin, güvenilen dürüst ve seçkin şahsiyetlerdir. Onlardan asla her hangi bir hiyânet meydana gelmez. Çünkü, Allah Teâlâ, ilâhî vahyini, peygamberlik şeref ve vazifesini hainlere değil, ancak her bakımdan emin olan sâdık kullarına verir. Peygamberlerini bu gibi emin, sâdık ve dürüst kulları arasından seçer. Şüphe yok ki Allah (c.c) peygamberlik derecesine kirnin daha lâyık olduğunu en iyi bilendir.
Kur'an-ı Kerim'de, geçmiş peygamberlerin emânet sıfatlarından söz eden ayetler vardır: Hûd peygamber, kavmine şöyle demişti: "Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçıyım" (el-A'raf, 7/68). eş-Şuarâ Suresi'nde Nuh, Hûd. Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerin kavimlerine, "Şüphesiz ben, size gönderilen emîn bir peygamberim" dedikleri zikredilir (bkz. 26/108, 125, 143, 162, 178).
Peygamber olmadan önce Hz. Musa için Şuayb aleyhisselâmın iki kızından biri şöyle demiştir: "Babacığım, onu ücretle çalıştır. Çünkü o, ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır" (el-Kasas, 28/26). Hz. Musa, Medyen'den Mısır'a peygamber olarak dönünce Firavun'un kavmine şöyle demişti: "Allah'ın kullarını bana bırakın. Çünkü ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim" (6).
Hz. Muhammed de gerek peygamberlikten önce ve gerekse peygamberliği sırasında toplum içinde en güvenilir bir üstün kişiliğe sahipti. Bu yüzden Mekke'de Kureyş toplumu ona "el-Emîn" lakabını takmışlardı. Nitekim peygamber olmadan beş yıl önce yapılan Kâbe tamiri sırasında Hacerul-esved'in yerine konulması şerefini paylaşamayan, Kureyşliler arasında, çatışmaya varabilecek bir anlaşmazlık çıkmıştı. Bu arada Ebû Ümeyye Velid b. Muğîre'nin, "Şu kapıdan ilk mescide girecek olanı hakem yapınız" teklifi kabul edildi. Biraz sonra, belirtilen Benü Şeybe kapısından 35 yaşlarındaki Hz. Muhammed'in girdiği görüldü. Kureyşliler topluca "İşte el-Emîn, güvenilir kimse, onun hakemliğine razıyız" dediler (7).
2- Sıdk Sıfatı: Sıdk, peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara tebliğde ve verdikleri her türlü haberde doğru sözlü, sadık olmalarıdır. Peygamberlerin yalan söylemeleri (kizb) asla caiz değildir. Aksi halde, insanları kendilerine inandırmaları ve onları irşad ederek doğru yola sevketmeleri mümkün olmaz. Çünkü yalan söylemek, büyük bir günah olduğundan, pey'gamberlerin "ismet" ve "emanet" sıfatlarıyla bağdaşmaz. Oysa Allah Teâlâ onların peygamberlik iddialarını tasdik etmek için her birine "Mucizeler" veriyor ve onunla adeta, "Kulum, peygamberlik iddiasında ve bendendir diye bildirdiklerinde sadıktır" diyor. Hak Teâlâ'nın yalancıları tasdik etmesi aklen mümkün olmadığına göre, peygamberlerin sıdk (doğruluk) sıfatı ile vasıflanmaları vâcib; yalan söylemeleri ise imkânsızdır.
Kur'an-ı Kerim'de Allah, peygamberlerini doğruluk vasıflarıyla methetmiştir: "Ey Muhammed! İnsanlara Kur'an'daki İbrahim kıssasını anlat. Şüphesiz ki o, özü sözü doğru, sıddîk bir peygamberdi" (Meryem, 19/41);
"Kitapta İdris'i de zikret. Çünkü o, çok doğru bir rıebî idi" (Meryem, 19/55); Hiç bir peygambere kavmi; "biz seni daha önce yalancı tanıyorduk" diyememiştir.
Peygamberlerin emânet sıfatı, onların diğer insanlarla münasebetlerinde güvenilir olmaları yanında; asıl vahiy üzerinde emîn olmayı, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara değiştirmeden, arttırıp-eksiltmeden tebliğ etmesidir. Kur'an'da, "O Peygamberler Allah'ın gönderdiklerini tebliğ ederler, O'ndan korkarlar ve O'ndan başka hiç bir kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter" (el-Ahzâb, 33/39) buyurulur. Bir peygamberin emânete hıyânet etmesi, O'nun kutsal görevi ile bağdaşmaz. "Bir peygamber için emânete hıyânet etmek olur şey değildir” (Âl-i İmrân, 3/161)
3- Fetânet Sıfatı
Fetânet, peygamberlerin üstün bir akıl ve zekâya, kuvvetli bir hâfıza ve yüksek bir ikna gücüne sahip olmalarıdır. Her peygamberin, şerefli ve yüce olduğu kadar da ağır ve çok mesuliyetli olan peygamberlik görevini eksiksiz ve mükemmel bir şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya ve yüksek vasıf ve yeteneklere sahip olması gerekir. Aksi halde, gönderildikleri milletlere karşı kuvvetli hüccet (kesin delil) ikame edemez, onları ikna veya ilzam işin gerekli güzel mücadeleyi yapamazlar; kendilerine inananları irşad ederek onları hak ve hidayete sevkedemezler.
O halde peygamberler, en akıllı, en zeki ve en kaabiliyetli mümtaz şahsiyetlerdir. Haklarında zayıf akıl ve zayıf hâfıza, delilik ve gaflet gibi noksan sıfatlar asla caiz değildir.
Kur'an'da peygamberlerin üstün zekâ ve kabiliyetlerine işaret eden ayetler vardır:
"Kur'an vahyedilirken, henüz bitmeden okumaya kalkma. Rabbim ilmimi artır, de" (Tâhâ, 20/114); "Ey Muhammed, Cebrâil sana Kur'an'ı okurken, acele ederek onunla birlikte dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir" (9). Vahyin gelişi sırasında ezberlemek işin dilini Kur'an'la hareket ettirmesi onun fetânet ve zekâsındandır. Yine vahiy tamamlanmadan önce, ayetleri yeniden okumak için acele etmesi, peygamberin zekâ olgunluğunu gösterir. Çünkü O, böylece, zaten Cenab-ı Hakkın yardımı sayesinde hâfızasına yerleşecek olan vahyi, kendi zekâ gücü ile ezberinde tutmaya çalışmaktadır.
4- İsmet Sıfatı
İsmet, peygamberlerin gizli ve aşikâr her türlü masiyetten, günahtan ve peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak hareketlerden uzak bulunmalarıdır. İsmet'in, yani nezâhet ve mâsumiyetin zıddı olan, her türlü günah ve âdi davranışlar, peygamberler hakkında muhaldir. Çünkü, eğer peygamberlerin günâh ve suç işlemeleri veya ismet ve nezahete yaraşmayan uygunsuz hareketler yapmâları onlar hakkında caiz olsaydı, biz insanların da onlara uyarak çirkin şeyler yapmamız normal karşılanır ve günah sayılmazdı. Zira peygamberler bizim uymamız gereken güzel örneklerimizdir. Bu bakımdan, peygamberlere uymak ve onlara itaatla emredildik. Halbuki Allah Teâlâ, kullarına günah işlemeyi ve günahkârlara itaatı emretmez ve bu gibileri peygamber olarak seçip göndermez. Bu sebeble, Ehl-i sünnete göre; peygamberler asla büyük günah işlemezler. Sehven (yanılarak) "zelle" cinsinden küçük günah işlemeleri caizdir. Ancak, bunda ısrar etmezler, derhal ikaz edilirler ve bir daha aynı hataya düşmezler.
İsmet'in peygamberlerde bulunması gereken bir sıfat olduğunda, tüm İslâm bilginleri görüş birliği işindedir. Ancak niteliği ve kapsamı üzerinde han görüş ayrılıkları mevcuttur.
Maturidilere göre, peygamberin günahtan korunmuş olması, onu tâate zorlamadığı gibi; günah işlemekten de aciz bırakmaz. Ancak ismet, Allah'ın bir lütfu olup, peygamberi hayır yapmaya sevkeder, kötülükten de alıkor. Fakat ilâhi imtihanın gerçekleşmesi için onda yine de irâde mevcuttur (10). İsmet, peygamberler iğin gerekli bir sıfattır. Çünkü peygamberlerin günah işlemeleri, yalan söylemeleri caiz olsaydı; verdikleri haberlerin doğruluğuna güvenilmezdi. Bu durum, onların Allâh'ın hucceti olma özelliklerine gölge düşürürdü.
Peygamberlerden günah (fısk) sâdır olsaydı, bu onların şâhitlik ehliyetini ortadan kaldırırdı. Kur'an'da: "Ey iman edenler! Size bir fâsık haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın" (Hucurat, 49/6) buyurulur. Yüce Allah fâsığın şehâdetini kabulde tedbirli olmayı ve duraksamaya emrediyor. Peygamberden fıskın sudûru halinde dünyadaki şahitliği düşünce; ahiretteki ümmetine olan şahitliği de düşer. Halbuki Kur'an'da, "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şâhit olasınız. Peygamber de size şâhit olsun " (el-Bakara, 2/ 143). Kıyamette şâhitliği bildirilen kimsenin, dünya şâhitiği de teyid edilmiş olmaktadır (11)).
Peygamberler iyiliği emir ve kötülükten sakındırmaya çalışırlar. Kendileri tâatı terkedip, masıyeti işleselerdi, şu ayetlerin muhatabı olurlardı:
"İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" (el-Bakara, 2/44); "Ey insanlar, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz! Yapamayacağınız şeyi söylemek Allah nezdinde en sevilmeyen bir şeydir" (es-Sâf, 61/2-3). Diğer yandan, uyanlarının onları kötülükten menetmeleri gerekirdi ki bu, peygambere karşı bir zorlama ve eziyet olurdu. Kur'an'da bu yasaklanmıştır. "Allâh ve Resulüne eziyet edenleri, o, dünya ve ahirette lanetledi" (12).
Ehl-i sünnete göre, peygamberlerin masum oluşu vahiyden sonra sabittir. Kur'an-ı Kerim'de bazı peygamber kıssaları anlatılırken, onların günah işlediklerini düşündüren örneklere rastlanır. Hz. Adem'in cennette yasak meyveyi yemesi (el-Bakara, 2/35-37; el-A 'râf. 7/20, 21, 23); Nuh aleyhiselâmın iman etmeyen oğlunu gemiye almak iğin duâ etmesi (Hud, 11/45-47); Hz. İbrahim'in putları kendi kırdığı halde, kavmine kimin kırdığını büyük puttan sormalarını istemesi (el-Enbiyâ, 21/57, 62, 63); Hz. Lût'un eş cinsel erkeklere kendi toplumunun kızlarını teklif etmesi (Hud, 11/77-79); Hz. Musa'nın bir şahsın ölümüne sebep olması (Kasas, 28/15); Hz. Yunus'un kavmini izinsiz terketmesi (el-Enbiyâ, 21 /87-88); Hz. Davud'un davacıyı dinleyip davalıyı dinlemeden davacı lehine hüküm vermesi (Sâd, 38/21-25); Hz. Muhammed'in kâfirlerin reislerini İslâm'a davet ettiği sırada gelip, soru soran ve bir ama olan Abdullah b. Ümmü Mektûm'a yüzünü buruşturması ve sırtını dönmesi (Abese, 80/1-12) örnek verilebilir. Ancak bu ve benzeri peygamber kıssalarında görülen hallerin bazıları ya peygamberlikten önceye aittir veya bunlarla ilgili nakiller muteber değildir. Bazıları da peygamberlerin şanına yakışacak biçimde açıklanmıştır. Çünkü eğer peygamberlerin günah işlemesi mümkün olsaydı, onların sözüne güvenilmez ve böylece ilâhî huccet gerçekleşmiş olmazdı.
Maddi Terakkide Önder Olmaları
İnsanlar ihtiyaçlarını gidermek için birbirleri ile yardımlaşırken, bunları en kısa zamanda ve en güzel şekilde yapmanın da yollarını aramışlardır. Bunun için gittikçe ilerlemiş ve terakki etmişlerdir. Ancak insanlığın bu terakkisi de yalnızca insan aklının ürünü olarak telakki edilemez. Çünkü insanlığın maddeten terakki etmesi için, cari olan kanunlara uyması ve Allah’ın tabiatta yarattığı örnekleri taklit etmesi gerekmektedir. Ama bunu yapma hususunda insanın ilim ve sanat yeteneği yetersiz kalmaktadır. İnsanlığın böyle bir yöne yöneltilmesinde de bir “kifayetsizlik” görülmektedir. Bu yüzden bir “mürşid-i Nebi”ye ihtiyaç duyulmaktadır.13
Örneğin kuşlar, sinekler uçmaktadır. Balıklar yüzmektedir. Ama insan havada kuş gibi uçma ve denizde balık gibi yüzme yeteneğine sahip değildir. Fakat onlar gibi olsa işleri daha kolay olacak, insanlığa daha çok hizmet etme imkanı bulacaktır. Bunun için onları taklit etmesi gerekmektedir. Akıl bu konuda ne yapacağı hususunda yetersiz kalmaktadır. Ona bir yol gösterici gerekmektedir. İşte peygamberler uğraştıkları sanatlarla ve gösterdikleri mucizelerle insan aklının yapabileceği şeylerin son sınırlarını çizmiş ve insanlığı terakkiye sevketmiştir. Bu yüzden her bir peygamberin bu noktalardan birer “ustabaşı ve üstad” olduğunu söylememiz de mümkündür. Bunun için Said Nursi bu konuda şu ifadeleri kullanıyor:
“İşte enbiyaların manevì kemalatını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mucizelerinden bahsetmekle de onların benzerlerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya teşvik ediyor. Hatta denilebilir ki, manevì kemalat gibi maddi kemalatı ve harikaları dahi en evvel mucize ile nevi beşere hediye etmiştir. İşte Hz. Nuh’un bir mucizesi olan gemi, Hz. Yusuf’un bir mucizesi olan saati, en evvel insanlığa hediye eden mucize elidir. Bu hakikate latif bir işarettir ki, sanatkarların çoğu, herbir sanatta birer peygamberi pir kabul ediyor. Gemiciler Hz. Nuh’u, saatçiler Hz. Yusuf’u, terziler Hz. İdris’i.
“Evet madem Kur’an’ın herbir ayeti, çok vücuh-u irşadi ve müteaddit cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belağat ittifak etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın en parlak ayetleri olan Mu’cizat-ı Enbiya ayetleri; birer hikaye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok irşadi manaları ihtiva ediyorlar. Evet, peygamberlerin mucizelerini zikretmesiyle fen ve sanat-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayelerine parmak basıyor. En son hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına teşvik elini vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının ayinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin ayinesidir.”14
Kur’an-ı Kerim Hz. Süleyman’ın rüzgara binip uzun mesafeleri kısa sürede katettiğini onun bir mucizesi olarak anlatırken, insanlara da havada böyle bir mesafeyi katetme yolunun açık olduğunu gösteriyor. Said Nursi, Cenab-ı Hakk’ın ayetin lisaniyle manen şöyle dediğini belirtiyor:
“Ey insan! Bir abdim, hevay-ı nefsini terkettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i adetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”15
Hz. Musa’nın asa ile taşa vurup su çıkarma mucizesi, insanları asaya benzer aletlerle yerden su çıkarma tekniğini bulup geliştirmeye teşvik etmektedir.16 Hz. İsa’nın ölüleri diriltme ve müzminleşmiş hastalıkları iyileştirme mucizeleri, müzminleşmiş dertlere derman bulmaya ve ölüme geçici bir hayat rengi vermeye teşvik etmektedir.17 Sesten hızlı uçakların yapıldığı, teknoloji harikası makinalarla her türlü sert zeminden suların çıkarılabildiği, müzmin hastalıklara çareler bulunmak suretiyle ölüme geçici bir hayat renginin verildiği günümüzde, peygamberlerin insanlığın terakkisi önünde nasıl bir kapı açtığını göstermektedir. Hz. Davud’un demiri eliyle yumuşatıp ona şekil vermesinin, çeşitli aletler yapmasının, medeniyetin bel kemiği olan demirin nasıl kullanılacağı hususunda insanlığa ışık tuttuğunu söylemek mümkündür. Diğer taraftan yine Hazret-i Süleyman için bakırı kaynağından sel gibi erimiş bir şekilde akıttığını söyleyen Yüce Allah, peygamberler eliyle insanlığa bakır gibi büyük bir nimetin ve benzerlerinin nasıl kullanılması gerektiğini adeta ders vermektedir.
Sözün burasında bazı tefsir bilimi çevrelerinin Kur’an’ın bilimsel açıdan tefsirine karşı çıkmasının haklı bir tarafı olmadığını ifade etmek istiyorum. Kur’an elbette bir pozitif bilim kitabı değildir. Ama ilahi hitabın, yani ilmi geçmiş ve geleceği kuşatmış olan Allah’ın mukaddes kitabının bazı bilimlerin ulaşabilecekleri son noktalara mucizane bir şekilde işaret etmiş olması, her halde Kur’an’a bir nakise getirecek bir durum değildir. Burada önemli olan Kur’an’ın insanlara öncelikle “dünyada” mutluluk sağlama amacında olduğunun bilinmesidir. Kur’an’daki iman, ahlak ibadet ve muamelat öğretilerinin birinci hedefinin insanın dünyadaki mutluluğu olduğu gerçeği hiçbir zaman gözden ırak tutulmamalıdır. Burada Kur’an’ın acil olarak insana bir dünya cenneti kurmak istediğini söylememiz de mübalağa olarak telakki edilmemelidir. Çünkü bize “Rabbimiz bize dünyada ve ahirette iyilik ver”18 şeklinde dua etmemizi tavsiye eden Yüce Allah’ın dünyada iyilik talep etmemizi birinci sırada zikretmiş olması bizim en büyük delilimizi teşkil etmektedir. Çünkü insan bu dünyada yaşamaktadır. Ahiret de bu dünyada kazanılacaktır. Ancak insanın ahirette mutlu olacağını bildiren bir Kutsal Kitabın, o mutlululuğun nümunelerini bu dünyada yaşatması gerekmektedir. İşte Kur’an’daki iman, ibadet, ahlak ve muamelat gibi öğretilerin birinci hedefi de insanın dünyadaki mutluluğunu sağlamaktır. Bu yüzden Peygamberlerin yolu olan iman ve iman yolunun manevi bir Cenneti içinde barındırdığını, dünyada bile insanı gerçek bir insan yapıp mesut ve bahtiyar ettiğini söylememiz mümkündür. İşte konuya bu açıdan yaklaşıldığında Kur’an’ın insanın bu dünyada mutlu olmasını artıracak olan teknolojik ve bilimsel gelişmelerin bir kısmına işaretlerde bulunması hiç de akla ve Kur’an’ın genel öğretilerine aykırı bir durum değildir.
Burada önemli olan, Allah’ın peygamber mucizeleri yoluyla kapısını açtığı bazı teknolojik ve bilimsel gelişmelerin, yalnızca insan aklına havale edilmemesi, onların Allah’ın bir “ihsanı ve hediyesi” olduğu realitesinin unutulmamasıdır. Bugün insanlık teknolojik ve bilimsel gelişmeleri kendi aklına malettiği, Allah’ı ve O’nun ahlakını unuttuğu için hepimizin müşahede ettiği gibi büyük bir bunalımın sancısıyla kıvranmaktadır.
Yirmi Üçüncü Söz’de, beşerin maddi terakkisinde unutulan ve bizi felakete sürükleyen ince noktalar nazarlara sunuluyor:
“İşte insan dahi Halıkının Rahmetini inkar ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ı nimet suretinde Karun gibi, “İnnemâ utituhu alâ ilm”, yani, “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımda kazandım” dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder. Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriyye ve kemâlât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belli ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. O saltanatın sebebi, kuvvet ve ikidar-ı ilmi değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir.
“Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlup olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbâni ve ikram-ı Rahmânìdir.
“Ey insan! Madem hakikat böyledir; gurur ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergahında acz ve zaafını, istimdat lisanıyla; fakr ve hacatını; tazarru ve duâ lisanıyla ilan et ve abd olduğunu göster.”19
İşte Peygamberlerin mucizeleri vasıtasıyla Allah’ın insanlara, acz, fakr, zaaf ve ihtiyaçlarına binaen ilham ile ihsan ettiği medeniyetin harikalarının, yalnızca akıl kuvvetine maletmeleri, “gurur ve enaniyet” vermektedir. İnsanlar bu yanlış düşünceden aldıkları güçle, adeta Allah’a meydan okurcasına bir tavır içerisine girebilmektedir. Bilimi ve kendisini “ilah” mertebesine çıkarabilmektedir. Böyle bir tavır, peygamberlerin insanlığa hediye ettiği yolda yoktur.
Bu yüzden de peygamberler, insanların “ene”lerine güvenerek, gururlanmalarını önlemek istemiştir. İnsanların yapamadığı mucizeleri göstererek, bunları Allah’tan bilen peygamberler, insanlığa, ikram edilen nimetleri kendi enelerine maletmeme, gururlanmama dersi verdiği görülmektedir.
Peygamberlerin mucizelerine yetişmeye çalışan insanlık da, elde ettikleri başarıları, Allah’ın “ihsanı, ikramı, hediyesi” olduğu inancına sahip olmalı, şirke değil, şükre yönelmelidir. İnsanlığın böyle bir yolla şükre yönelmesi, insan enaniyetine kuvvet veren Hıristiyanlık vasıtasıyla değil, tevazuyu esas olan İslam vasıtasıyla mümkün olabilir.
Bugün yapılan buluşların akla ve insanın kendi gücüne maledilmesi, enesini şişirmesine sebep olmaktadır. Bu da insanın Allah’tan ve Onun ahlakından uzaklaşmasına sebep olmaktadır.
Bu sebeble “eneyi”, dinsiz felsefenin değil, nübüvvetin, yani peygamberliğin tuttuğu yöne çekmek gerekiyor.20
Hz. Muhammed’in Diğer Peygamberlerden Farklılığı
Hüseyn-i Cisri’nin ifadeleriyle Allah, peygamberleri doğruluk, emniyet, iyilik, yardım, adaleti tutma ve bütün insanlara bol bol nasihat etme gibi üstün sıfatlarla yaratmış, onları kötü ve yasak olan şeyleri yapmaktan uzak tutmuş, insanlığa yakışmayan çirkin hal ve halkın uzaklaşmasına sebep olacak iğrenç şeyler gibi peygamberlik makamına yaraşmayan durumlardan tamamen münezzeh ve mukaddes olarak yaşatmıştır. Gerçi onların görünüşte günah sayılacak bazı fiilleri göze çarpmış ve derecelerinin yüksekliğine ve şanlarının büyüklüğüne nisbetle Allah kelamında günah deyimi kullanılmıştır. Fakat bu husus, mutlak mükemmellikte Allah’ın tek ve eşsiz olduğunu açıklamak gibi bazı büyük hizmetlere dayanmaktadır.26
Zaten Allah’ın insanlık âlemini nefsin arzularına kul olmaktan kurtarmak ve kölükleri işlemekten uzaklaştırmak için gönderdiği peygamberlerin yüksek ve güzel ahlaklı olmaları gerekir. Eğer onlar kavimlerinin yaptıkları kötülüklere dalsalardı, kötü örnek olurlardı. Bu takdirde Allah’ın emir ve yasakları abes ve mânâsız olurdu. Bundan dolayı, Kur’ân, peygamberlerin iyi ve faziletli kimseler olduğuna bilhassa dikkati çeker.27 El-Enbiya Suresinde Allah, peygamberleri saydıktan sonra: “Biz onları emrimizle hidayete ulaştıran önderler kıldık. Onlara hayırları işlemeyi, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar bize ibadet edenlerdi.”28 buyurmaktadır.
Bir başka yerde Allah onları şöyle tavsif eder: “İşte onlar kitap, hüküm, peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Bunlar ona inanmayacak olurlarsa, yerlerine onu tanımazlık etmeyecek biri cemaati getiririz. Bunlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların hidayetine uy.”29
Kur’an peygamberlerin asla hainlik etmeyeceğini de ortaya koyar. “Hiçbir peygamber emanete hıyanet etmez.”30 ayeti bu konuya açıklık getirmektedir. Bütün peygamberlerin en büyük ortak özellikleri ise, “tebliğ” ile mükellef olmalarıdır. Bu aynı zamanda onların sorumlu tutulup hesaba çekilecekleri tek husustur.31 Bu yüzden peygamberler kavimleri kendilerinden yüz çevirseler bile tebliğ görevine devam etmelidirler.32 Çünkü peygamberler başkalarını inandırmakla görevli değillerdir. Başkalarının imana gelmesi, kendi cüzi iradelerini sarfettikten sonra Allah’ın hidayetiyle mümkün olacak bir iştir.
Bu ve benzeri ortak özelliklerin dışında Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerden en büyük farklılığı, ahirzamanda gelmesi ve en son peygamber olmasıyla yakından alakalıdır. Diğer taraftan bütün peygamberler belirli kavimlere gönderilmişken Peygamberimiz (s.a.v.) bütün insanlığa gönderilmiştir. En büyük mucizesi olan Kur’an da, diğer peygamberlerin kutsal kitap ve suhuflarının ortak inanç ve ahlak esaslarını aynen muhafaza etmiş, tahrif edilmiş kısımlarını tashih etmiş, bir de hiçbir kutsal kitap veya suhufta bulunmayan yeni hükümler de getirmiştir. Bu açıdan Hz. Muhammed’in mesajları, diğer peygamberlerin mesajlarından farklı unsurları içermektedir. Said Nursi’nin bildirdiği şu farklılık da önem arzetmektedir:
“Enbiya-i salifede (geçmiş peygamberlerde) nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleri ile olan muameleleri hakkında -yalnız zaman ve mekanın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla- yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde Hz. Muhammed (s.a.v.)’de daha ekmel ve daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder.”33
Burada Hz. Muhammed (s.a.v)’in diğer peygamberlerden en önemli farklılığının, “ümmeti ile muamelesinde” olduğunu görmekteyiz. Hazret-i Peygamberin ümmeti tabirinden birinci derecede kendisiyle çağdaş olan ve ilahi hitaba muhatap kılınan kimseleri anladığımızda karşımıza çok dikkat çekici bir davranış modeli çıktığını görürüz. Buna göre peygamberimizin kendisine inanan veya inanmayan herkes ile muamelesinin diğer peygamberlerin aynı gruptan insanlarla muameleleri arasında bazı önemli farklılıkların olması zaruri görünmektedir.
Bütün peygamberlerin gönderildikleri kavimlerine karşı sevgi dolu olduğu bir vakıadır. Bütün peygamberler re’fet ve şefkat sahibidir. Özellikle tebliğ görevini yaparken muhatabın kim olduğuna bakmadan bu görevi aynı duyarlılıkla yapmışlardır. Bu konuda “zelle” tabir edeceğimiz bazı durumları olan peygamberler de Allah tarafından ikaz edilmişlerdir. İşte Yunus Peygamber bunlardan birisidir. Yunus peygamber, peygamber olarak gönderildiği nüfusu yüz binden fazla olan Ninova halkına tebliğde bulunmuş, artık onların hak yoluna girecekleri ihtimalinin kalmadığını görünce, onların başına Allah’ın emriyle, belli bir müddet sonra büyük bir azab geleceğini haber vermiş, kendisi de tenha bir yere çekilmişti. Bu ayrılışta Cenab-ı Hakk’ın izni yoktu.34 Bunun üzerine Yunus Peygamber bir gemiye binerek oradan uzaklaşmak istedi. Ancak rivayetlere göre gemi hareket etmeyince, içlerinde efendisinden kaçan bir köle olabileceğini düşünerek kur’a çekmişler, Hz. Yunus çıkmıştı. Bunun üzerine Yunus Peygamber’i denize attılar. Yunus Peygamberi denizde bir balık yuttu. Balığın karnında, kavmini izinsiz terketmenin bir “zelle” olduğunu fark eden Yunus Peygamber, Allah’a, “Senden başka hiçbir İlah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben nefsine zulmedenlerden oldum.” diye dua etti.35
Hz. Peygamberin (s.a.v.)’de, kavmin ileri gelenlerini İslam’a davet ederken, kendisine gelip İslam’ı anlatmasını isteyen âmâ bir zâta yönelmeyip yüzünü ekşitmesi, bu “zelle”nin bir “abese” suresi ile düzeltilmesine sebep olmuştu.
Bu ayrıntılar, peygamberlerin kavimlerine ve ümmetlerine karşı “sevgi ve şefkat” dolu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Ancak ümmetine karşı sevgi ve şefkatte Peygamberimizin farklılığı, “muamelelerinde” çok açık ve bariz bir şekilde görülmektedir.
İşte Hazret-i Aişe’ye iftira hadisesi, bunun en büyük örneğini teşkil eder. O zaman münafıklar Hz. Aişe’nin iffetini lekelemek istiyorlardı. Peygamberimiz, Hz. Aişe ile ilgili iftirayı, Abdullah b. Übey’in çıkardığını biliyordu. Sonuçta Hz. Aişe’nin masumiyeti Kur’an ile teyid edildi. İftira edenler ilahi hükümler dairesinde cezaya uğramışlardı. Fakat buna rağmen hakkında yeterli delil toplanamadığı için Abdullah.b Übey’e bir şey yapılmadı. Cezaya uğrayanlardan birisi de Mistah b. Üsase idi. Bu adam Hz. Ebu Bekir’in yardımıyla geçiniyordu. Ebu Bekir, bu hadiseye katıldığından dolayı ona yardımı kestiğinde, Allah bu yardımın devam etmesini ve onun bağışlanmasını isteyen bir ayet inzal buyurmuştu.36
Bu ayetin nazil olması üzerine Hz. Ebu Bekir, Mistah’a yardıma devam etti.37
Medine’nin münafık Yahudilerinden birisi de Lebid b. A’sam idi. Sihirbaz olan bu adam Hz. Peygambere karşı sihirbazlık ettiğini söylerdi. Fakat Resulullah onu cezalandırmazdı. Hz. Aişe, Peygamberimize bu adamın halini tektik ve tahkik etmesini söyleyince ona şöyle demişti: “Hayır. Lüzumu yok. Cemaat içinde ihtilaf çıkmasını istemem.”38
Resul-u Ekrem, Taif eşrafının kendisine reva gördükleri muamelelerden son derece müteessir olmuştu. Buna rağmen onlara beddua etmemişti. On sene sonra Taif muhasarası esnasında Taifliler Müslümanlarla dövüşüyorken Resul-ü Ekrem şöyle dua etmişti: “Allah’ım, Taifi irşad, Müslümanlığa ilhak et” Neticede Resul-ü Ekrem’in arzuladığı şekilde olmuştu. Taifin ileri gelenleri Müslümanlığı kabul etmişler ve Allah’ın dinine boyun eğmişlerdi.39
Görüldüğü gibi Hz. Muhammed (s.a.v), tebliğ görevi esnasında kendisine eziyet eden kimselere karşı hiddetlenip onlara beddua etmek yerine, ıslah ve hidayetleri için dua ediyor ve sabır gösteriyordu. İşte bu engin müsamaha ve sabır, Allah’ın bir hikmetine binaen en fazla da Hz. Muhammed (s.a.v.)’de görülmekteydi.
Kur’an-ı Kerim’de anlatılan bazı peygamber kıssalarında dikkat çeken en önemli husus, peygamberlerin üzerlerine düşen tebliğ görevlerini yaptıktan sonra, Allah’ın inanmamakta direnenleri cezalandırmalarını istemeleridir. Bu cezalandırılma isteği önce müşriklerden geliyordu. Bunlar yaptıkları ile peygamberin tebliğine engel olunca da, Allah’ın yardımını istiyorlardı. Nuh (a.s.) bunlardan birisidir. Hz. Nuh kavminin ıslahı için elinden geleni yapmış, onlar kendisini zorla tebliğden menedince40 ve onlar ilahi azabın hemen gelmesini istemeye başlayınca, ardın ıslahlarından tamamen ümidini kesmiş ve putlara tapan bu müşriklerin şaşkınlıklarını arttırmasını, yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakmamasını istedi.41 Ve bedduasına şöyle devam etti: “Şayet onları bırakırsan, o zalimler sana ihlasla ibadet eden kullarını da yoldan çıkarırlar, insanlar arasında fesat çıkarmak ve kötü nesil yetiştirmekten başka hiçbir şey yapmazlar.”42
Hz. Nuh kavmi hakkında böyle demek mecburiyetinde kalırken, diğer taraftan da kendi oğlunun kurtulması için dua ediyordu. Cenab-ı Allah, onun kötü amel sahibi bir kafir olduğunu ve kendisinin oğlu olmadığını bildirmiş ve “hikmetini bilmediğin şeyi benden isteme” demiştir.43
Hud (a.s.)’da inatçı kavminin inanmaması ve azabın gelmesini istemesi üzerine, “İsteyip durduğunuz azabın gelmesini bekleyin. Muhakkak ben de sizinle bekleyeceğim.” demişti.44
Bu örnekleri çoğaltmak niyetinde değiliz. Bu zikrettiğimiz örnek bile, son Peygamber olan Hazret-i Muhammed’in ilahi tebliğine muhatap olduğu kişilerle muamelesinin, diğer peygamberlerin muamelelerinden daha mükemmel ve yüksek olduğunu göstermektedir. Diğer bazı peygamberler, tebliğleri engellenip de azabın gelmesi istendiğinde, Allah’ın bu konudaki yardımını kabul edip etmeme noktasında bir tercih ile karşı karşıya kaldıklarında bu tercihi kabul etme yönünde kullanmışlardır. Bunun sonucunda müşriklerin bekledikleri azabın başlarına gelmesi, elbette ki yaptıklarının bir kısım cezasını dünyada görmeleri açısından o peygamberlerin bir mucizesi olarak değerlendirilebilir. Peygamberimiz böyle bir mucizeyi göstermemiş, kendisinden sonra gelecek bütün insanlığa düşmanını bile bağışlama, onların hidayetlerine dileme örneğini vermiştir. Peygamberimizin şahsında bu örneğin, insanlığa barış ve huzur getirecek büyüklükte olduğunu söylememiz mümkündür.
Peygamberimizin, sert değil, yumuşak davranışları, müsamahakar tutumları, aftan yana tavırları, toplumsal uzlaşmanın nübüvvet yolundan geçtiğini göstermektedir.
Bugün dünya teknolojik gelişmeler sayesinde küçük bir mahalle, hatta bir ev haline gelmiştir. Ancak bu mahallede maddi ilerlemenin yanında, manevi bakımdan, ahlaki bakımdan bir taharri görülmediğinden sorunlar baş göstermekte, insanlığın başı dertten kurtulmamaktadır. Bu dünya mahallesinin huzuru, barışı ve esenliği Peygamberimizin şahsında örnek olarak göstermiş olduğu Kur’an ahlakıyla sağlanabilir. Hz. Peygamber bu noktada, bütün peygamberlerde bulunan güzel ahlakların en mükemmel şeklini insanlığa sunmaktadır. Teknolojik gelişmelerde insanlığa rehber olan peygamberlerin ahlaki öğretilerine ittiba etmedikçe, insanlığın kurtuluşa ermesi mümkün değildir. Hz. Muhammed’in, “Bir kimse kendisini için istediğini başkası için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” sözü, bütün insanlığa insanlığını yaşatacak, bütün peygamberlerin ittifak ettiği temel ahlaki bir niteliktir. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadis-i şerifi de, bu anlamı tamamlamaktadır.
Dipnotlar

1. Saît Ramazan el-Butî, Kübrâ el- Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 172).
2. İbn Manzur, Lisanul-Arab, Nebi mad.; et-Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, II, 128
3. Taflâzânî, Şerhul-Makâsıd, II/128, el-Cürcanî, Şerhul-Mavâkıf, III, 173-174; İbnul-Hümam, Şerhul-Müsâyere, 198; Kadı İyâd, eş-Şifâ, I/210; ed-Devvânî, Celâl-Şerhul-Akâidi'l-Adudiyye, 3; Mustafa Sabri, Mevkiful-Akli vel-İlmi vel Âlem, Kahire 1950, IV/40; el-Bûtî, a.g.e., 173).

4. bkz. et-Taftazânî, Şerhul-Akâidi'n-Nesefıyye ve Havaşîhi, s. 460-465; Aliyyul-Korî, Şerhul-Fıkhıl-Ekber, s. 102-104: Abdurrahman el-Cezirî Tavdihu'l-Akaid Fi İlmi't-Tevhid s. 136-138
5. el-En'âm, 6/l24
6. ed-Duhân, 44/18
7. İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, Beyrut 1391, I, 209; İbn Sa'd, Tabakât, I, 146; Abdurrazzâk, el-Musannef, V, 319; İbnül-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 45; Taberî, Tarih, Mısır 1.326, II, 201
8. Meryem, 19/55
9. el-Ahzâb, 33/23; er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, III, 8; İsmetü'l E'nbiyâ, s. 42, 43
10. er-Râzî, İsmetü'l-Enbiyâ, Kahire 1986, s. 41-42; Mefatih'ul Gayb, III, 8
11. Sabunî, el-Bidâye, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 121-122
12. Kıyâme, 75/16-17
13. Said Nursi, Muhakemat, s. 123.
14. Said Nursi, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1980, s. 236-237.
15. Said Nursi, age, s. 237.
16. Said Nursi, age, s. 237.
17. Said Nursi, age, s. 238.
18. Bakara, 2/201.
19. Said Nursi, Sözler, s. 304-305.
20. Said Nursi, age, s. 306.
21. Said Nursi, age, s. 506.
22. Said Nursi, age, s. 506-507.
23. Ehl-i kitap olarak adlandırılan Yahudi ve Hıristiyanlar peygamberleri sıradan insanlarmış gibi kabul etmişlerdir. Onlara her türlü çirkin hareketi ve günahı layık görmüşlerdir. Bu konuda tafsilata girip safi zihinlerinizi bozmak istemiyorum. Tafsilat için Bkz: Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 19/29-38, 38/1/30; II. Samuel, 11/2-27, 12/1-16. Ayrıca bkz: Kemal Işık, Maturidi’nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara 1980; Muhittin Bahçeci, Peygamberlik ve Peygamberler, İstanbul 1977.
24. Enbiya, 21/90.
25. Sa’d, 38/47/48.
26. Hüseyin Cisrì Efendi, Risale-i Hamidiyye, çev: Manastırlı İsmail Hakkı, Bahar Yayınları, İstanbul 1980, s. 98.
27. Afif A. Tabbara, İlmin Işığında İslamiyet, s. 166.
28. Enbiya, 21/73.
29. En’am, 6/89-90.
30. Al-i İmran, 3/161.
31. Maide, 5/99.; Nahl, 16/38.; Ankebut, 39/18.
32. Al-i İmran, 3/27.; Maide, 5/92.
33. Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, s. 119.
34. Enbiya, 21/87.
35. Enbiya, 21/87.
36. Nur, 24/22.
37. Mevlana Şiblì, Asr-ı Saadet, Çev. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1974, II, s. 108.
38. Mevlana Şiblì, age, II, 109.
39. Mevlana Şiblì, age, II, 107.
40. Kamer, 54/9. Bu ayet olayı şöyle ifade ediyor: “Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanladı, hem de kulumuzun yalancı olduğunda ısrar ederek, ‘O, delirdi’ dediler. Ve Nuh davetten vazgeçilmeye zorlandı.”
41. Nuh, 71/23, 24, 26.
42. Nuh, 71/27.
43. Hud, 11/45-46.
44. A’raf, 7/71.
 

KÖRDÜĞÜM

Profesör
Katılım
20 Kas 2006
Mesajlar
1,772
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
36
Konum
CEPHEDEN(İNŞ)
Allah razı olsun.

Çok güzel noktalara değinilmiş, dikkat etmediğim bir çok konunun farkına vardım.
 

zaman

Asistan
Katılım
3 Eyl 2006
Mesajlar
520
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Genelde Hepsİ Çobanlik YapmiŞ, NİÇİn Acaba?
 
Üst