Peygamberİmİzİn Tevazuu

hattap

Paylaşımcı
Katılım
12 Haz 2006
Mesajlar
208
Tepkime puanı
0
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN TEVAZUU

Engin gönüllü olmak, hakka boyun eğip kabul etmek gibi manalara gelen tevazuun en makbul olanı, yaltaklanmadan ve zillete düşmeden, ölçülü ve itidalli bir şekilde bulunmaktır.

Kibir ve gururun zıddı olan tevazu ancak bu iki kötü huyun yenilmesi sayesinde kazanılır. Herkesi kendi nefsinden üstün görmek, dış görünüşüne bakarak kimseyi küçümsememek, fazla lükse ve gösterişe varmadan kolay ve basit bir yaşayış benimseyip devam ettirmek, yaptığı çalışmadan, gördüğü hizmetten dolayı insanların iltifatını beklememek, tevazuun belli başlı kaidelerinden birkaçıdır.

Sevgili Peygamberimiz (a.s.m) tevazuun her çeşidini ve en idealini hayâtında göstermiştir. Kimsenin yapamadığı ve istese de ulaşamayacağı bir şekilde, tevazu ve alçakgönüllülüğün en makbulünü yaşamıştır. Yaratılmışların en üstünü, makam ve mertebece en yücesi olduğu, Kur'ân-ı Kerimde Rabbi tarafından çeşitli defalar övüldüğü halde, hiçbir şekilde insanlar arasında Peygamberlik imtiyazını kullanmamış ve kendisini onlardan üstün göstermeye çalışmamıştır.

Bu üstün ahlâkî vasfını kendi aile fertleri arasında gösterdiği gibi, Sahabîleri içinde ve henüz İslâmiyeti kabul etmemiş kimselere karşı da belli etmekten asla çekinmemiştir. Böylece pekçok insanın hidayetine vesile olmuştur.

Cenab-ı Hak kendisini kral bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak arasında serbest bıraktığında o, "kul bir peygamber" olmayı tercih edip kabul etmiştir.

Bunun üzerine İsrafil Aleyhisselâm Peygamberimize, "Şüphesiz, Allah, tevazu gösterdiğin için o hasleti de sana vermiştir. Kıyamet gününde insanların efendisisin. Yeryüzü yarılıp kabrinden çıkacak ve ilk şefaat edecek olan da sensin" demiştir.

Bundan sonra Peygamberimiz uzanarak yemek yemedi. Ve "Bir köle nasıl yemek yerse ben de öyle yemek yerim. Köle nasıl oturuyorsa ben de o biçimde otururum" diyordu.

Bir defasında asasına dayanarak Sahabîlerin yanına geldi. Resulullahın geldiğini gören Sahabîler hemen ayağa kalktılar. Bu hareketlerini tasvip etmeyen Peygamber Efendimiz onları ikaz etti:

"Acemlerin (diğer milletlerin) birbirlerini ta'zim ederek ayağa kalktıkları gibi, siz de benim için ayağa kalkmayın. Çünkü ben kulun yediği gibi yiyen, kulun oturduğu gibi oturan bir kulum."

Peygamberimiz çok defa elini öpmek isteyenleri ve kendisine aşırı derecede hürmette bulunanları da hoş karşılamazdı.

Bir alış verişi esnasında Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) de yanındaydı. Ebû Hüreyre'nin (r.a.) anlattığına göre, Peygamberimiz mal sahibine aldığı elbisenin değerinden fazla bir fiyat öder. Daha sonra satıcı hemen Peygamberimizin eline sarılarak öpmek ister. Peygamberimiz elini çekerek şu ihtarda bulunur:

"Bu senin yaptığını Acemler krallarına yaparlar. Ben kral değilim. Ben sadece içinizden biriyim,"

Ebû Hüreyre anlatmaya devam ediyor "Sonra elbiseleri aldı. Ben taşımak istedim. Fakat bana şöyle hitapta bulundu: 'Kişi, kendi eşyasını taşımaya daha lâyıktır. Ancak taşıyamazsa Müslüman kardeşi ona yardım eder."

Peygamberimiz kendi işini kendisi yapardı. İnsanların kendisine hizmet etmelerini istemezdi.

Âmir bin Rebia anlatıyor:

"Peygamber Efendimiz ile birlikte camiye gidiyordum. Yolda Peygamberimizin ayakkabısının bağı çözüldü. Ben hemen eğilip bağlamak istedim. Fakat Peygamberimiz ayağını önümden çekti ve şöyle buyurdu:

"Bu hareketin, başkasına hizmet gördürmek demektir. Ben başkasına hizmet gördürmeyi sevmem."

Peygamberimizin bu konudaki bir başka örnek davranışını Abdullah bin Abbas anlatıyor:

"Peygamber Efendimiz, ne suyunun hazırlanmasını, ne de herhangi bir fakire sadaka vermeyi başkasına bırakmazdı. Abdest suyunu kendisi bizzat hazırlar ve bir fakire sadaka vermek istediği zaman bizzat kendi elleriyle verirlerdi."

Abdullah bin Cübeyr'in anlattığına göre, bir gün Peygamberimiz Ashabıyla birlikte yürüyerek bir yere gidiyorlardı. Hava çok sıcak olduğundan, Ashabdan birisi, elbisesini Peygamberimizin başının üzerine kaldırarak gölgelemek istedi. Bunu gören Peygamberimiz, "Bundan vazgeç. Ben ancak bir insanım" buyurdu ve elbiseyi alıp indirdi.

Peygamberimiz kendisini görenlerin bir kral zannıyla çekinip titremelerini uygun bulmaz, onları teskin ederek rahatlatırdı.

Bir gün bir zat Peygamberimizin huzuruna gelince, peygamberlik heybetinden titremeye başladı. Bu Sahabîsinin halini gören Peygamberimiz, "Kendine gel, ben bir hükümdar değilim. Ben ancak Kureyş kabilesinden kurumuş tuzlu ekmek yiyen bir kadının oğluyum" buyurdu.

Gerçekten de Peygamberimizi ilk defa gören, heyecanlanırdı. Fakat daha sonra ondaki şefkati, yüzündeki tebessümü görünce rahatlar, görüşüp konuşunca içindeki korku sevgiye dönüşürdü.

Sosyal durumu ne olursa olsun; ister zengin ister fakir, ister dul bir kadın veya bir hizmetçi olsun, hangi halde bulunursa bulunsun, Peygamberimiz herkese eşit davranır, basit yaşayışından, fakir ve hizmetçi oluşundan dolayı kimseyi aşağı görmezdi. Onların da diğerleri gibi ihtiyaçlarını görür, hiç gurura kapılmazdı.

Peygamberimizdeki üstün tevazuu gördükten sonra Müslüman olan Adiy bin Hatim, Peygamberimizle olan ilk anlarını şöyle anlatmaktadır:

"Peygamber Aleyhisselâmın yanında akraba, kadın ve çocuklarının bulunduğunu gördüğüm zaman, anladım ki, onda ne Kisra'nın (İran hükümdarı), ne de Kayser'in (Bizans kralı) saltanatı var.

"Resulullah benimle birlikte evine giderken yolda zayıf ve yaşlı bir kadına rastladı. Kadının yanında da küçük bir çocuk bulunuyordu. Kadın onu karşıladı ve durdurdu. O da durup bekledi.

"Bizim senden bir isteğimiz var' dediler. Resulullah onların ihtiyaçlarını uzun uzun konuştu. Kendileriyle birlikte gidip, işlerini gördükten sonra geldi.

"İçimden kendi kendime, 'Vallahi, bu zat hükümdar değildir' dedim. Sonra beni evine götürdü. İçi hurma lifi dolu derinden bir minder alarak bana uzattı ve:

"Buyur, buna otur' dedi.

"Ben, 'Hayır, siz oturun' dedim.

"O, 'Hayır, siz' diye tekrar ettiler. Oturdum. Kendisi de kuru yere oturdu."

Peygamber Efendimiz herkesle ilgilenirdi. Hiç kimseye üstten bakmazdı. Öyle ki çoğu insanların dönüp bakmadığı, yüz vermediği kişilerin dahi isteklerini yerine getirirdi. Çünkü Peygamberimizin gayesi insanlara faydalı yolları göstermekti.

Medine'de ağzı bozuk, şuna buna çatarak sövüp sayan, ağır ve kaba lâflar söyleyen bir kadın vardı. Bu kadın bir gün Peygamber Efendimizin yanından geçerken Resulullah bir seki üzerinde oturmuş haşlanmış et yiyordu.

Kadın: "Şu adama bakın. Bir köle gibi yere oturmuş ve kölelerin yemek yiyişi gibi yemek yiyor" dedi.

Peygamber Efendimiz:

"Benden daha köle olan bir köle var mı?" dedi. Kadın: "Kendisi yiyor da bana vermiyor" dedi. Peygamber Efendimiz: "Gel, sen de ye" buyurdu. Kadın: "Kendi elinle bana vermezsen yemem" dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kendi eliyle kadına verdiyse de kadın bu sefer:

"Ağzındaki lokmayı çıkarıp bana vermezsen yemem" diyerek diretti.

Peygamber Efendimiz de'ağzındaki lokmayı çıkarıp kadına uzattı. Kadın da hemen alıp ağzına attı. Kadın bu lokmayı yedikten sonra çok hayâlı ve utangaç oldu. Hiç kimseye kötü söz söylemedi. Medine'nin en namuslu ve iyi kadınlarından birisi oldu.

Adiy bin Hatim, cömertlikle meşhur Hatim-i Tai'nin oğludur. Yakınlarının bir kısmı İslâm ordusu tarafından esir edilmiş, kendisi de mağlup bir şekilde Peygamberimizin huzuruna gelmişti. Peygamberimiz onu mindere oturtuyor, kendisi de yere oturuyordu. Ayrıca mağlup da olsa bir düşman kumandanıyla bulunduğu bir zamanda zavallı bir kadının isteğini ihmal etmiyor, onun ihtiyacını gideriyordu.

Hak namına, seviyece en basit insanlarla görüştüğü gibi, dostlarıyla, düşmanlarıyla ve herkesle, gösteriş ve merasime ihtiyaç duymadan görüşüyor, konuşuyordu. Böylece insanların ileriden beri görüp alışageldikleri âdet ve görenekleri fiilen değiştiriyor, yerlerine doğrusunu ve uygun olanını koyuyordu.

Arapların, insandan saymayıp hor gördükleri bir grup da kölelerdi. Onlarla oturmaz, birlikte yürümez, beraber yemek yemezlerdi. Bu kötü alışkanlığı da Peygamberimiz bizzat yıktı.

Sahabîlerin anlattığına göre, köleler arpa ekmeğine bile davet etseler, Peygamberimiz davetlerine icabet eder, yemeklerini yerdi. Çünkü onların köle olmaları basit görülmelerini, horlanmalarını gerektiren bir durum değildi.

Peygamberimiz, Sahabîleriyle birlikte bulunduğu zamanlarda kendisini onlardan ayırt etmez, farklı görmezdi. Onlarla beraber hareket eder, kendisi için ayrı yer seçmez, aralarına oturur, yapacakları işe iştirak eder, onlara yardımcı olur, katkıda bulunurdu.

Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, Sahabîleri arasında sıkışık bir vaziyette bulunduğunu, oturduğu zamanlar gelip geçenlerin kendisini rahatsız ettiğini söyleyip, ayrı bir yerde oturmasını teklif ederek şöyle demişti:

"Ya Resulallah, sizin için gölgesinde oturacağınız bir çardak yapalım."

Böyle bir imtiyazı asla uygun bulmayan Peygamberimiz, "Allah'ın ruhumu teslim alacağı vakte kadar ben Sahabîlerimin ökçeme basmalarına da, hırkamı çekiştirmelerine de katlanacağım" buyurarak reddetti.

Bir sefer sırasında Peygamberimiz Sahabîlerinden bir koyun kesip pişirmelerini istedi. Ashabdan birisi öne çıktı:

"Ya Resulallah, onu kesmek benim üzerime olsun" dedi.

Bir başkası ileri atıldı:

"Ya Resulallah, pişirmesi de benim üzerime olsun"

Başka bir sahabî hizmete talip oldu:

"Onu yüzmesi de benim üzerime olsun" diyerek kendi aralarında vazife taksimi yaptılar.

Peygamberimiz de, "Odun toplamak da benim üzerime olsun" diyerek katılmak istedi.

Sahabîler buna razı olmak istemediler:

"Ya Resulallah, biz sizin yapacağınız işi de görmeye yeteriz. Sizin çalışmanıza ihtiyaç yoktur" dediler.

Bunun üzerine Peygamberimiz eşsiz tevazuunu göstererek şöyle buyurdu:

"Sizin benim işimi de göreceğinizi ve kâfi geleceğinizi biliyorum, fakat ben size karşı imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah, kulunu Sahabîleri arasında imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz."

Hendek savaşından önce Medine'nin etrafına hendek kazılırken bütün Sahabîler çalışıyor, bir an önce bitirmeye gayret ediyorlardı. Yiyecek bir şey bulamadıklarından, açlıklarını bastırmak için karınlarına taş bağlıyor, o şekilde kazma sallıyorlardı.

En büyük örnek olan Peygamberimiz de kendisini onlardan farklı görmeden eline kazmayı alıyor, çalışıyor, o da açlığından karnına taş bağlıyordu.

Kuba Mescidinin ve Medine'deki Mescid-i Nebevinin inşaatında da Peygamberimiz bir işçi gibi çalışmış, Sahabîlerle birlikte sırtında kerpiç taşımıştı.

Peygamberimiz İslâmın bütün dünyaya duyurulmasına çalışırken, fetih ve zafer gibi pekçok nimete de mazhar olmuştu. Fakat bu fetihlerden sonra fethedilen şehre ve topraklara girerken asla gurura kapılmıyor, büyük bir tevazu içinde yol alıyordu. Hiçbir merasime ihtiyaç duymadan sade bir şekilde şehre giriyordu.

Yahudilerin en büyük kalesi ve yerleşim bölgesi olan Hayber'i fethettiğinde Peygamberimiz, yuları ipten olan bir merkebin üzerinde olduğu halde şehre girmişti.

Halbuki o anda Arabistan'ın en verimli toprakları eline geçmiş, hazineleri dolduran ganimete sahip olmuştu.

Yine Peygamberimiz Mekke'nin fethi üzerine şehre girerken, muzaffer bir komutan olduğu halde, yine hiçbir şekilde gurura kapılmamıştı.

Devesinin üzerinde Yüce Allah'a karşı başını önüne o kadar eğmişti ki, tevazuundan sakalının uçları neredeyse devesinin semerine değmekte idi. Bu halde iken söyle dua ediyordu:

"Allah'ım, hayât ancak âhiret hayâtıdır."

Veda Haccına giderken, sırtında sadece dört dirhem değerinde bir kadife parçası, devesinin üzerinde ise semer yerine yırtık bir şilte bulunuyordu. Bu durumda bile riyaya kaçar endişesiyle şöyle dua ediyordu:

"Allah'ım, bu halimi riya ve gösterişten uzak kıl."

Halbuki o fakir de değildi. Koskoca orduları yenmiş, birçok yerler fethetmiş, çok miktarda ganimetler elde etmişti. Hatta bu haccında yüz deve kurban etmişti.


Peygamberimiz kendi ailesi arasında ve evi içinde de son derece mütevazı idi. Zaten çok sade bir hayât yaşardı. Zaman zaman ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu. Elbisesini yamar, ayakkabıları yırtıldığı zaman söküklerini diker, kendi hizmetini kendisi görürdü. Ev süpürür; deveyi bağlar, yemler, koyunları sağar; alış verişi kendisi yapar ve aldıklarını kendisi taşırdı. Hizmetçisiyle birlikte oturup yemek yer ve onunla beraber hamur yoğururdu.

Hz. Âişe validemiz, Hz. Hasan ve Ebû Said el-Hudri, Peygamberimizin aile hayâtını böyle anlatıyorlardı.

"Peygamberimiz ne kilitli kapılar arkasına çekilir, ne perdeler arkasına dikilir, ne de önüne tabaklarla yemek taşınırdı. Toprak üzerine oturur, yemeğini de yerde yerdi." O tevazu gösterdikçe yükseliyordu, yüceliyordu.

"Allah için tevazu gösteren kimseyi Allah yüceltir" buyuruyor, hem de bizzat en mükemmel şekilde yaşıyordu.

Hazret-i Hüseyin, babası Hazret-i Ali'den dedesi Resulullahın dışarıda nasıl davrandığını öğrenmek ister. Hazret-i Ali de Efendimizi şöyle anlatır:

"Peygamber Efendimiz önemli bir iş olmadıkça konuşmazdı. Çevresiyle hep güzel ilişkiler kurar, onları ürkütücü bir davranışı olmazdı.

"Her toplumun ileri gelenine özel ilgi gösterir ve onları başkan olarak göreve getirirdi. İnsanları gözü gibi sakınır, hiçbirinden güleryüzünü ve tatlı dilini esirgemez, onların üstüne titrerdi.

"Sahabîlerini, yokluklarında arayıp sorar, durumlarını takip ederdi. Karşılaştığı insanlara 'Ne var, ne yok?' diye çevrede olup bitenleri sorardı. Güzel olan herşeyi beğendiğini ifade eder, onu desteklerdi. Kötü olan şeye de tepkisini gösterir ve onu çürütücü bir tavır takınırdı.

"Peygamberimizin bütün hareketleri uyumlu idi. Tutarsız hiçbir davranışı yoktu. Sahabîlerin kendi özel işlerini ihmal etmeleri veya bıkkınlık duymaları endişesiyle onlar adına kendisi hep tetikte dururdu.

"O her durum karşısında tedarikli idi. Her problemin çaresini bulurdu. Onun yanında insanların en faziletlisi, başkalarına iyiliği en yaygın olanlardı; mertebesi en yüksek olanlar da, halkın dertlerine en iyi şekilde ortak olan ve onlara yardım elini uzatan kimselerdi."

Hazret-i Hüseyin babasına Peygamber Efendimizin toplantılardaki halini, sohbet şeklini sorar, Hazret-i Ali onu da şöyle anlatır:

"Peygamberimizin kalkması da, oturması da zikir üzere idi. Allah'ın adını dilinden düşürmezdi. Toplantı halinde olan bir topluluğa varsa, baş köşeye geçmez, meclisin hemen bir kıyısına oturuverirdi, çevresinin de böyle yapmasını isterdi.

"Peygamberimizin bu husustaki tavsiyesi şöyleydi: 'Herhangi biriniz bir toplantı yerine vardığında bir baksın, şayet oturacak yer gösterirlerse oraya otursun, değilse gördüğü en uygun yere ilişiversin.'

"Peygamberimiz birlikte oturduğu kimselerin seviyelerine göre herbirinin halini hatırını sorar, onlara iltifat ederdi. Çevresindekilere öylesine candan davranırdı ki, orada hazır olanların hepsi de Resulullahın yanında en değerli kimsenin kendisi olduğu kanaatine varırdı.

"Bir kimse Peygamberimizin huzurunda gereğinden fazla oturursa veya bir ihtiyacını iletmek düşüncesiyle huzura gelse, o kişi kendiliğinden kalkıp gidinceye kadar sabrederdi. Kendisinden bir istekte bulunan kimseyi, ya istediğini yerine getirir veya tatlı bir dille gönderir, fakat hiç boş çevirmezdi.

"Onun cömertliliği, tatlı dili, güzel ahlâkı insanlar arasında öyle yayılmıştı ki, âdeta halkın babası gibi olmuştu.

"Onun yanında bütün insanlar da, hiçbiri arasında hak ayırımı yapılmayan aynı düzeydeki evlatlar gibiydi.

"Peygamber Efendimizin toplantıları hep ilim, haya, emanet ve sabır gibi ahlâkî değerlerin öğretildiği bir meclisti. Huzurunda kimse sesini yükseltmez, hiç kimsenin gizli ve özel halleri konuşulmaz, orada meydana gelen noksan taraflar ve hatalar dışarı sızdırılmazdı.

"Onun meclisinde herkes eşit durumdaydı. Ancak bir diğerine karşı takva ile üstünlük kazanabilirdi. Herkes tevazu üzereydi. Orada yaşça büyük olanlara saygı gösterirler, küçüklere de sevgiyle davranırlardı.

"Toplantıda ihtiyaç sahiplerine öncelik tanırlar, özellikle garip olanlara ayrı bir ilgi gösterirlerdi."

Peygamberimizin tevazu öğütleri:

Peygambembirimizin mütevazı olmamız konusunda birçok öğütleri vardır. Bunlardan bazıları şöyle:

Ebû Said el-Hudri rivayet ediyor. Peygamberimiz şöyle buyurdu:

"Allah için bir derece mütevazı olan kimseyi Allah bir derece yüseltir. Sonunda onu Firdevs Cennetinin en yüksek yerine çıkarır. Allah'a karşı bir derece kibir gösteren kimseyi Allah alçaltır. Sonunda onu Cehennemin en alçak tabakasına indirir."

• • •

Hz. Ömer minberde şöyle hitap ediyordu: "Ey insanlar! Mütevazı olunuz. Çünkü ben Peygamberimizin şöyle buyurduğunu işittim: "Allah için mütevazı olanı Allah yükseltir."

• • •

Ebû Hüreyre'nin rivayetine göre Peygamberimiz şöyle buyurdu:

"Müslüman kardeşine karşı mütevazı olan kimseyi Allah yüceltir. Müslüman kardeşine karşı üstünlük taslayan kimseyi de Allah alçaltır."

 

kardem

Asistan
Katılım
22 Ağu 2007
Mesajlar
490
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Efendimiz'in Tevazuu

dogumevigh5vo1.jpg


Allah Resûlü, fevkalâde bir tevazu insanıydı. Zaten büyüklerde, büyüklüğün alâmeti tevazu; küçüklerde küçüklüğün alâmeti ise, gurur ve tekebbürdür.[1] O, tevazuu nispetinde büyüyordu. Evet O büyüktü, onun için de mütevazi idi. مَنْ تَوَاضَعَ لِلّٰهِ رَفَعَهُ اللّٰهُ، وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللّٰهُ "Kim tevazu ederse, Allah (celle celâluhu), onu yüceltir; kim de büyüklenirse, Allah (celle celâluhu) onu zelil eder, alçaltır."[2] diyor ve bunu hayatında da gösteriyordu. Herkes O'ndaki engin tevazua bakıyor ve büyüklüğün ne demek olduğunu anlıyordu.
Kibirlenenleri, çalım satanları Allah (celle celâluhu) hep yerin dibine batırmıştır. İşte Karun, işte Sa'lebe, işte Firavun, işte Nemrut ve işte bütün şeddatlar!.
Tevazu edeni, yüzünü yere koyanı da O yüceltmiştir. İşte Musa (aleyhisselâm), işte İsa (aleyhisselâm), işte İbrahim (aleyhisselâm) ve işte Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem)...
O'nda mahviyet, bir baş döndürücü derinlikteydi. O, Allah'ın kulu ve resûlüydü. Gece, gündüz Rabbine kullukta bulunur, kullukta bulunurken de itidali korur ve şöyle buyururdu: سَدِّدُوا وَقَارِبُوا "İstikametten ayrılmayın, itidali koruyun ve devamlı istikamete yaklaşmaya çalışın."[3] İbadet de olsa, ifrat ve tefrit, Allah Resûlü'nün yolu değildi. O, tam bir itidal ve istikamet insanıydı. Zaten, istikamet, mü'minin beş vakit namazında, Cenâb-ı Hak'tan talep ettiği yol değil mi? O yol ki, nebilerin sıddıkların ve şehitlerin yoludur. Ahirette onlarla beraber olmak isteyenler, dünyada onların gittiği yoldan gitmelidirler.
Dinin ruhu, kolaylıktır. Onu ağırlaştıran, neticede kendisi mağlup olur ve dini yaşanmaz bir mükellefiyetler yığını hâline getirir. Hâlbuki, istikamet dairesinde yaşanan din, kolaylığın ta kendisidir. Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ، وَلَنْ يُشَادَّ الدِّينَ أَحَدٌ إِلاَّ غَلَبَهُ "Şüphesiz ki bu din kolaylıktır. Kim bu dini zorlaştırırsa din ona galip gelir."[4]
Allah Resûlü, dini nasıl yaşadı ve nasıl yaşanmasını istedi ise, insanın güç yetirebileceği dinî hayat, işte odur!
وَاعْلَمُوا أَنَّهُ لَنْ يَنْجُوَ أَحَدٌ مِنْكُمْ بِعَمَلِهِ "Bilin ki, sizden hiçbiriniz ameliyle kurtulamaz."
Bir insan, gece gündüz ibadet etse, Esved b. Yezid en-Nehaî, Mesruk veya Tavus gibi kullukta bulunsa, bu ameller, onun kurtuluşu için yetmeyebilir.
Sahabe, Allah Resûlü'nden, yukarıdaki hadisi duyunca, hemen akıllarına Efendimiz gelir. Çünkü onlar için, Allah Resûlü'nün durumu hem bir kıstas hem de emniyet ağırlıklıdır. Bu itibarla da, hemen O'nun akıbetini sorarlar: وَلاَ أَنْتَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ "Sen de mi (amelinle kurtulamazsın) yâ Resûlallah?"
İşte mahviyet, işte Allah (celle celâluhu) karşısında kulun takınması gereken tavır ve kendi büyüklüğü ölçüsünde müthiş bir cevap: وَلاَ أَنَا إِلاَّ أَنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللّٰهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍ "Evet, ben de. Eğer Rabbim beni katından bir rahmet ve lütufla kucaklamazsa..."[5]
Mahviyet, demiştik; işte O'nda mahviyet, bu kadar derin ve bu kadar köklüydü.
O'nun bir mahviyet örneği olduğunu bir kere daha hatırlatıp, ibadetteki derinliğine intikal etmek istiyorum:
O, bir hadislerinde: شَفَاعَتيِ ِلأَهْلِ الْكَبَائِرِ مِنْ أُمَّتِي "Benim şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir."[6] buyururlar.
Allah (celle celâluhu), O'nun şefaat hakkını ötelerde böyle değerlendirecektir. Zaten bizim bütün ümidimiz de bu değil mi? Sonsuz günah işledik, ama, yine de boyunlarımızda tasma, O'nun, azat kabul etmez köleleri olduğumuzu itiraf ediyor, bizi de şefaati içine almasını istiyoruz.
Günahkârız, ancak başka kimseye kulluk yapmadık. Ol­duksa O'nun kapı kulları olduk ve bu hissimizi Mevlâna'nın sözleriyle dile getiriyoruz:
من بنده شدم بنده شدم بنده شدم من بنده بخدمت سرافكنده شدم
هر بندكه آزاد شود شاد شود من شـاد ازآنم كه تـرابنده شدم
" Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum.
Kullar azat olunca şâd olur; Ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum."
Ve inanıyoruz ki, bizim bu yalvarış ve yakarışlarımız, Cenâb-ı Hak tarafından duyulup is'af buyrulduğu gibi şefaat arzumuz da mevsimi gelince, Allah Resûlü tarafından lütfedilecektir. Bu mülâhaza ile kapısının tokmağına bir kere daha dokunuyor ve "Şefaat yâ Resûlallah!" diyoruz.
Allah Resûlü, büyük günah işleyenlere şefaat edecektir. Biz de, daha buradayken O'na adres bırakıyor, bize de şefaat etmesini istiyoruz. İçinizde, böyle bir talebi olmayacak birinin varlığını düşünemiyorum. Öyleyse herkes, O'na şimdiden dehalet edip, adres bırakmalıdır. Bu müracaatı O'nun duyacağından da kimsenin zerre kadar şüphesi olmasın. Görmüyor musunuz ki, namazda "Tahiyyat" okurken, اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَِّبيُّ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ diyor ve doğrudan O'na hitap ediyoruz. O duymasa, O'na hitap edilir mi? Demek ki, duyuyor ve Cenâb-ı Hak da bizim, namazda O'na doğrudan selâm vermemizi istiyor!
İşte, şefaat dairesini bu kadar geniş tutan Allah Resûlü, bakın başka bir hadisinde –ki zaten bizim üzerinde durmak istediğimiz hadis de budur– önce en uzak daireden başlayıp, en yakın daireye kadar, kavim ve kabilesine seslenerek şöyle buyuruyor: [7]
"Ey Kâ'b b. Mürreoğulları! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!
Ey Abdimenafoğulları! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!
Ey Abdülmuttalipoğulları! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!"
O gün, değişik kabile ve kavimler, içlerinden çıkan şair ve muhariplerle övündüğü ve bunları birer gurur vesilesi yaptıkları bir dönemde, Allah Resûlü'nün bu sözleri, mahviyet ve tevazu adına çok mühimdir. O ki, bir şair, bir muharip değildir. O, Kâinatın Efendisi ve son peygamberdir. Buna rağmen, kavim ve kabilesine, Allah (celle celâluhu) huzurunda bir şey yapamayacağını söyleyerek, onların, "Nebi bizden çıktı." deyip kendilerini başkalarından üstün görme ihtimalini, daha işin başında söküp atıyor ve onlara sorumluluklarını hatırlatıyordu.
Kendisine en uzak kabile ve oymaktan başlayıp tedelli yoluyla en yakınlarına geldi ve: ياَ صَفِيَّةُ عَمَّةُ رَسُولِ اللّٰهِ! لاَ أُغْنِي عَنْكِ مِنَ اللّٰهِ شَيْأًً "Ey Allah Resûlü'nün halası Safiyye! (Sen de nefsini Allah'tan (celle celâluhu) satın almaya bak, zira ahirette senin adına da bir şey yapamam!" buyurdu.
O Safiyye (radıyallâhu anhâ) ki, Hz. Hamza'nın (radıyallâhu anh) kız kardeşiydi. Uhud'da Hamza (radıyallâhu anh) şehit olunca, kardeşini görmek istemiş, Allah Resûlü de, dayanamaz diye mâni olmaya çalışmış; fakat bu yiğit kadın, Allah'a ulaşmış bir ruhu görmek için mi, hınçla bilenmek için mi.. gitmiş o paramparça olmuş cesedi doya doya seyretmişti.. evet güçlü ve iradeli bir kadındı. Ancak bir erkek O'nun kadar metin olabilirdi. Safiyye (radıyallâhu anhâ) ki, Allah Resûlü'nün "Havarim" dediği Zübeyr'in (radıyallâhu anh) de anasıydı. Safiyye (radıyallâhu anhâ) ki, zalim Haccac'a karşı Kâbe'yi müdafaa ederken, asılmak suretiyle şehit olan Abdullah b. Zübeyr'in babaannesiydi. Ve bütün bunlardan öte, o Safiyye (radıyallâhu anhâ) ki, Allah (celle celâluhu) Resûlü'nün öz halasıydı. Buna rağmen İki Cihan Serveri, ona da böyle diyordu...
Evet, Allah Resûlü bir temkin, tedbir ve denge insanıydı; bazı kendini bilmezlerin yaptığı gibi, ahirette herkese el uzatabileceğini söylemiyordu. Hatta el uzatacağını söyleyemedikleri arasında, kendi kızı, ciğerpâresi, peygamberlik günlerinin tek gönül meyvesi, Hz. Fatıma (radıyallâhu anhâ) da vardı ve işte şimdi ona da aynı şeyleri söylüyordu: يَا فَاطِمَةُ بِنْتُ رَسُولِ اللّٰهِ! لاَ أُغْنِي عَنْكِ مِنَ اللّٰهِ شَيْئاً "Ey Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kızı Fatıma! (Sen de nefsini Allah'tan (celle celâluhu) satın al; zira ahirette senin adına da bir şey yapamam."
O Fatıma (radıyallâhu anhâ) ki, gözüne ve hayaline hiçbir günah girmeden, Hz. Ali (radıyallâhu anh) ile evlenmişti. Zaten yaşı 25 olmadan da vefat edip gitmişti. Arkadan gelen bütün evliyâ, asfiyâ onun nurlu neslinin semeresiydi... O ki, sağanak sağanak vahiy yağan Nebi evinde yetişmişti. O ki, Allah Resûlü, onun hakkında "Fatıma benden bir parçadır."[8] buyurmuştu... Ve yine o ki, Cennet kadınlarının efendisi olduğu bildiriliyordu.[9] Ama ona da Allah Resûlü, evet bu Fatıma'ya (radıyallâhu anhâ) da "Kendini Allah'tan satın almaya bak! Nefsinin ipoteğini çözdürmeye çalış!" diyordu.
Hayatını bu ölçüler içinde geçiren, Allah'a (celle celâluhu) karşı edep ve saygıda zerre kadar kusur etmeyen ve kendisini, büyüklüğünün alâmeti olarak, bir "hiç" gören ve amellerine bel bağlamayan bu Zahidler Zahidi, bu insanların Allah'tan en çok korkanı ve bu, ahiretin ne demek olduğunu herkesten iyi bilen zat, hiç imkân ve ihtimal var mı ki, günah işlesin, inhiraf etsin, çizgisini kaybetsin! Sonsuz defa hâşâ
 
Üst