Osmanlıyı kimler arkadan vurdu?

GENCAKINCI

Profesör
Katılım
21 Ağu 2009
Mesajlar
1,666
Tepkime puanı
26
Puanları
0
















Es-Seyhu'n-Necdî lakabiyla bilinen Muhammed bin Abdülvehhab'in (d. 1703 Uyeyne - ö.1787 Deriye, Riyad) düsünceleri çevresinde olusan dinî, siyasî hareket. Hareket içinde yer alanlar, kendilerine Muvahhidun (tevhidciler) derler ve Hanbelî mezhebini Ibn Teymiye yorumuna uygun biçimde sürdürdüklerini söylerler. Vehhabilik bir inanç hareketi olarak baslamakla birlikte, kisa zamanda siyasî bir nitelik kazandi. Arap yarimadasinda etkinlik kurarak devlet durumuna geldi. Günümüzde, Suudi Arabistan'in resmî mezhebi durumundadir.




Muhammed Ibn Abdülvehhab'in düsünceleri, Deriye Emiri olan Muhammed bin Suud ile tanismasiyla (1744) siyasi bir hareket niteligi kazandi. Ibn Abdülvehhab, Deriye'de düsüncelerini Emir Muhammed'in gücü ile yayarken, Emir Muhammed bu düsüncelerle Arabistan'a hakim olma imkânini kazaniyordu. Çünkü Ibn Abdülvehhab, insanlarin sirk içinde bulundugunu, bunlarin mal ve canlarinin kendisine inanan kisilere helal oldugunu söylüyor, Emir Muhammed bu fetvanin getirdigi ganimet olgusuyla yandaslarini çogaltiyor, gücünü artiriyordu. Ibn Abdülvehhab'in ölümünden sonra hareketin siyasî niteligi daha da agirlik kazandi. Muhammed bin Suud döneminde baslayan toprak kazanma faaliyetleri, ölümünden (1766) sonra oglu Abdülaziz zamaninda da sürdürüldû.19. yüzyilin baslarina gelindiginde (1811) Vehhabilik adina hareket eden Suud Emirligi Haleb'ten Hind Okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sinirindan Kizil Deniz'e kadar yayilmis bulunuyordu.




Vehhabilik hareketinin Osmanlilar için önemli bir sorun durumuna gelmesi üzerine II. Mahmud, Misir Valisi Kavalali Mehmed Ali Pasa'yi sorunu çözmekle görevlendirdi. Mehmet Ali Pasa, oglu Tosun komutasindaki orduyla Mekke, Medine ve Taif'i Vehhabilerin elinden kurtardi (181213). Daha sonra bizzat Emir Abdûlaziz'in üzerine yürüdü. Emir Abdulaziz'in ölümü (1814) üzerine Vehhabiler agir bir yenilgiye ugradi. Nihayet Mehmet Afi Pasa'nin kumandani ibrahim pasa, Abdulaziz'in yerine geçen oglu Abdullah ve çocuklarini esir ederek Istanbul'a gönderdi. Bunlarin Istanbul'da asilarak öldürülmeleri (17.12.1819) ile Vehhabilik hareketinin ilk dönemi kapandi.




Savas sirasinda kaçarak kurtulmayi basaran Suud hanedanindan Türki bin Abdullah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete giriserek 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhabi devletini kurmayi basardi. Daha sonralari bir takim çekismeler olmussa da Suud hanedanindan Abdülaziz bin Suud, Vehhabi devletini yeniden kurdu (1901). Hindistan Ingiliz yönetiminin de destegini saglayan Abdülaziz bin Suud 26 Aralik 1916 tarihli anlasma ile Ingilizlerce Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bagli diger bölgelerin hükümdar olarak tanindi. Bu anlasmaya göre Abdülaziz, bu yerleri kendisinden sonra miras yoluyla çocuklarina birakacak ve kendisinin seçtigi veliaht da Ingilizlere bagli kalacakti.




Osmanlilarin yenik düsmesiyle sonuçlanan.1. Dünya Savasi'nin arkasindan Vehhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde'yi de ele geçirdiler (1921-1926). Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Krali olarak kabul edildi (1926). 20 Mayis 1927 tarihinde Ingiltere ile yapilan Cidde anlasmasinin arkasindan da tam bagimsizligini ilan etti. Böylece Abdulaziz bin Suud, suudi Arabistan Krali olarak tüm Hicaz'i egemenligi altina alti. Bu devlet, Suudi Arabistan Kralligi adiyla varligini sürdürmektedir.




Vehhabiligin din anlayisi, Muhammed bin Abdülvehhab'in üzerinde önemle durdugu tevhid (Allah'in birlenmesi) konusundaki yorumu çevresinde toplanir. Ibn Abdülvehhab'a göre tevhid, kullukta Allah'i bir tanimaktir. Tevhid kelimesini (lâ ilâhe ilallâh) söylemek Allah'tan baska tapinilan seyleri tanimadikça bir anlam tasimaz. Allah kalble, dille ve davranislarla birlenmelidir. Bunlardan birisinin eksik olmasi durumunda kisi Müslüman olamaz. Tevhid üçe ayrilir. Ilki, Allah'i isim ve sifatlarinda birlemek (tevhid-i esma ve sifat), ikincisi Allah'i rablikta birlemek (tevhid-i rububiyet), üçüncüsü de Allah'i ilahliginda birlemektir (tevhid-i uluhiya). Allah'i bu üç biçimde birleme, ancak amellerle mümkündür. Buna göre Kur'an ve Sünnet'in disinda emir ve yasak tanimamak, Hz. Muhammed'in döneminde bulunmayan seyleri ve tevessülü terkederek Allah'i birlemek gerekir. Bu tevhide ameli tevhid denir. Herhangi bir hüküm koyucu tanimak, Allah'tan baskasindan yardim dilemek, Peygamber için bile olsa, Allah disindaki bir varlik için kurban kesmek, adakta bulunmak kisiyi küfre düsürür, can ve mal dokunulmazligini ortadan kaldirir.




Bu tevhid anlayisinin getirdigi önemli sonuçlar vardir. Bunlardan birisi, Hz. Muhammet'ten sefaat talebinde bulunulamayacagidir. Sefaat, Allah'a özel bir haktir. Bu nedenle Hz. Muhammet'ten dogrudan sefaat talep etmek, onu Allah'a ortak tutmaktir. Nitekim müsrikler de Allah'i kabul ettikleri halde, melekleri, putlari sefaatçi kabul ettikleri için müsrik olmuslardir. Sefaat inanci gibi yaygin olan tevessül inanci da sirktir. Tevessül inanci, daha çok mutasavviflar arasinda yaygindir. Bir takim seyhlerin, velilerin hem hayatlarinda, hem de öldükten sonra tasarruf sahibi olduklarina inanilmakta, onlarin himmetleri dilenmekte ve araci kilinmaktadirlar. Bu da açik bir sirktir. Çünkü günah'in yaratmada, yönetmede, tasarruf etmede, isleri düzenleme ve belirlemede ortagi yoktur.




Vehhabiligi en önemli özelliklerinden birisi de bid'adlar karsisindaki tutumudur. Ibn Abdülvehhab'a göre Kur'an ve Sünnet'te olmayan her sey bid'attir. Bir bid'at çikaran mel'undur ve çikardigi sey reddedilmelidir. Bid'adlarin çogu insanlari sirke düsürmektedir. Bunlarin basinda mezarlar, türbeler ve bunlarin ziyaretleri gelir. Mezarlarda yapilan ibadetler sirktir. Sevap umarak Hz. Muhammed'in kabrini ziyaret bile sirke neden olabilir. Sirke neden olmamalari için, mezar ziyaretleri, türbe yapimi kesin olarak yasaklanmalidir. Ölülere niyaz, tevessül, falcilara, müneacimlere inanmak, Hz. Peygamber'in anisini yüceltmek, hirka-i serif, sakal-i serif ziyaretleri yapmak, Allah'tan baskasina ibadet etmek, sirk kosmatir. Mevfit toplantilari düzenlemek, bu toplantilarda mevlid okumak, sünnet ya da nafile namazlar kilmak yasaklanmalidir. Göz degmemesi için nazar boncugu takmak, muska takinmak, agaç, tas vb. seyleri kutsal saymak, bir hastalik ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb. için boncuk, ip, hamayi gibi seyler takinmak, sihir, büyü, yildiz fali gibi seylere inanmaz, iyi kisilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardim dilemek gibi seyler de tamamiyle sirke neden olan bid'adlardandir. Riya için namaz kilmak, sofuluk etmek, iyi insan gibi görünerek çikar saglamak da sirktir. Cami ve mescidlerin süslenmesi, minare yapilmasi da terkedilmesi gereken bid'adlardir.




Vehhabiligi olusturan düsünceler, birçok çagdas Müslüman düsünürü etkilemis, onlara esin kaynagi olmustur. Günümüzde ise, önemli ölçüde degisime ugramis biçimde, Suud Kralliginin resmî görüsü olmaktan öte bir anlam tasimamaktadir.




Ahmet ÖZALP
 

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
osmanlıyı arkadan vuranlar vehhabilerdir.

gencakıncı, bu konuyu çok kişi yanlış biliyor. Konuya güncellik getirdiğin için teşekkür ederim... ve diyolarki osmanlıyı arkadan arablar vurdu, bu söz doğru değildir. Osmanlıyı arkadan vuranlar ibn teymiyenin yolunda olan muhammed bin abdulvahab ve onun yolunda olan vehhabi akımıdır.

Her kim Allah subhanehu ve Teala'nın, cisim olduğuna, hacmi ve keyfiyeti, kemmiyeti, mekanı, olduğunu söyler ve bu şekilde inanırsa o kişiler Müslüman değildir. Bu gurup(VEHHABİLER), teşbih(1) ve tescim (Allah Teala'yı, cisim sıfatları ile vasıflamak ) inancında'dır.

1-Teşbih:

Teşbih, mana olarak benzetme anlamına gelir.

Küfür konusunda teşbih ise Allah-u Teâla’nın varlığını ve sıfatlarını, mahlûkata, yaratılmışlara, cisme, renge ve bir şekle benzetmek gibi durumlara denir.

Allah’ı herhangi bir şeyle eşleştirme manasına da gelir.Teşbih konusunda, İslâm Âleminde aşırı derece de büyük hatalar yapılmaktadır.

Meselâ daha önceki derslerde üzerinde durduğumuz küfür içeren bir Âyet meâli vardı.”Allah arş’a oturdu” deniyordu. İşte bu küfür teşbih’e bir örnektir. Bu şekilde bir benzetme insanı küfre sokar.

Yahudi ve hristiyanlar bu teşbih yoluyla, yani Allah-u Teâla’yı benzetme yoluyla, İsa ve Musa aleyhisselamın inancını tahrif ettiler.Onlarında hataları teşbih yoluyla oldu.

Mesela yahudilerin “Allah yeryüzünü altı günde yarattı, yedinci gün Arş’ın üzerinde dinlendi. Cumartesi’yi tatil ettik” demeleriyle yorulma sıfatını Allah’a isnat etmiş oluyorlar. Bu da yine teşbih’in bir örneğidir.

Oysa yorulmak kimin sıfatıdır? Yaratılmışların sıfatıdır. Burada mahlûk ile alâkalı bir sıfatı (yorulmayı) Allah-u Teâla’ya benzettiklerinden, O’na isnat ettiklerinden dolayı küfre düştüler. Bu inanca sahip olanlara yahudi denir. Musa aleyhisselâmın böyle bir inanca sahip olduğu düşünülemez. Bütün Peygamberler Allah’ı tenzih etmişlerdir, hiç bir şeye benzetmemişlerdir.

Teşbih’ten, yani bu yanlış fikirlerden korunabilmek, uzak durmak için Alimler şu kaideyi bizlere öğrettiler:

Aklına ne gelirse gelsin, Allah-u Teâla ona benzemez.

Alimler bizlere bu kaideyi, Allah’ı hiçbir şeye benzetmememiz ve her şeyden tenzih etmemiz için öğrettiler.

Bir Müslüman’da bu kaideyi asla unutmayacak. Burada ki mutlak manada açık olan ifade nedir? Yani aklına, fikrine gerek vesvese yoluyla, gerekse vesveseye düşmüş insanların sözlerinden veya kitaplarından etkilenerek, ne gelirse gelsin, Allah-u Teâla kesinlikle ona benzemez. Allah-u Teâla o şeye benzemez. O akla gelen şey asla Allah-u Teâla değildir.

Allah-u Teâla yaratıklarla alâkalı sıfatlara ve fiillere benzemez. Bu kaideyi Allah bizlere Kur’an-ı Kerimde de bildiriyor.
Eş Şura Suresinin 11.Ayetinde Allah buyurdu:


لَيْسَ كَمِثْلِه شَىْءٌ

Meâli: Allah hiçbir şeye benzemez.

Bu Ayetin meâli açık; Allah hiçbir şeye benzemez.

Peki Alimlerin söylediği neydi? Aklına, fikrine ne gelirse gelsin, o Allah değildir. Çünkü akıl yaratıktır. Öyleyse aklın düşünüp de ortaya koyduğu her şey de yaratıktır.Önce kaideyi öğrendik; ikinci olarak da aklın hükmünü ortaya koymakla, aklı tarif ettik.Akıl da bir yaratıktır. Yaratık olmayan, yalnızca Allah-u Teâla’dır. Allah aklı yarattı, kullarına bunu nasip etti.

Ancak akıl, Allah’ın bildirdiği şeyleri idrak edebilecek kapasitede yaratılmıştır. Akıl yaratık olduğuna göre, aklın Allah-u Teâla hakkında ortaya koyduğu her şey de yaratıktır.

Ve yine tekrarlıyoruz: Allah hiçbir şeye benzemez. Bu kaideyi unutmayalım.
Peygamberimizin en yakın arkadaşı Ebu Bekir radiyallahu anh da bu vesveselere düşülmemesi için buyuruyor ki:”Allah’ı idrakten aciz göstermekte, bir idraktir, bir anlayıştır.”Yani Allah aklı yarattı, aklın da idrak edemeyeceği şeyler vardır. Aklın kabul etmeyeceği şeyleri kabul etmesi de bir idraktir, bir anlayıştır.

Çünkü akıl onu akıl edemeyeceğine, ona yorum getiremeyeceğine, onu şekle benzetemeyeceğini, idrak ediyor. Şöyle açıklayalım Ebu Bekir radiyallahu anh’ın ifadelerini: Allah’ı idrakten aciz göstermek, yani aklımızın, aciz olduğunu kabul etmesi, bir idraktir, doğru bir anlayıştır.

Allah-u Teâla hakkında öyle veya böyle fikir yürütmek; akla gelen şeyleri, Allah şöyledir, Allah böyledir diye tarif ederek yorumlamak ve fikirler ortaya koymak küfür ve şirktir.

Yani insanı Dinden çıkarır. Çünkü Allah-u Teâla’yı gerçek manada, kendisinden başka kimse bilemez. Kendisinin nasıl olduğunu Allah bizlere bildirmemiştir. Bu nedenle Allah hakkında, nasıl bir varlıktır sorusu sorulmaz. Çünkü akıl, Allah-u Teâla’nın nasıllığını idrak etmekten acizdir.

Ancak böyle bir akla sahip olup da, bu inancı kalbinde taşıyan gerçek Müslümandır. O insan Allah-u Teâla’ya hakkıyla iman etmiş demektir. Allah-u Teâla’yı hakkıyla ancak o insan tanımış demektir.

Teşbih yani Allah-u Teâla’yı bir şeye benzetmek, bir şeylere muhtaç etmek, Müslümanın yapacağı bir şey değildir. Yaparsa Allah’ı tanımamış demektir. Birkaç örnek verelim:
-“Allah Arş’ta oturuyor” ifadesi teşbihe bir örnektir. Oturmak, kalkmak mahlûk sıfatıdır. Mahlûk sıfatını Allah’a yakıştırmak ve Allah’ı mahlukata benzetmek ise küfürdür.
-Cahil Müslümanların çoğu kendi ağızlarından çıkan sözü açıklamaktan aciz oldukları halde, Allah hakkında “Allah yukarıda“ diyorlar. Bu teşbihtir, küfürdür.
-”Allah her yerde” diyorlar. Bunların hepsi benzetmedir, teşbihtir.
-Hristiyanlar “Allah göksel babamızdır” diyorlar. Allah’a babalık sıfatını yakıştırıyor, eşleştiriyorlar. Onun göklerde yaşadığını söylüyorlar. Gökleri yaratan Allah’ı, göklere muhtaç ediyorlar. Oysa Allah gökleri yarattı, Meleklere mekân olsun diye. Gökler Meleklerin mekânıdır. Çok insanlar Allah-u Teâla’yı sanki Meleklerin arasında yaşıyormuş gibi tasavvur ediyor. Ve böylelikle teşbih hatasına düşüyorlar.

Bu küfürden korunabilmemiz için bilmeliyiz ki; Aklımıza ne gelirse gelsin,o asla Allah değildir. Bu kaideleri bilelim. Bir insanın, aklının Allah’ı idrakten aciz olduğunu bilmesi, Allah’ı hakkıyla bildiğine işarettir. Çünkü Allah kendi varlığının hakikatını bizlere bildirmemiştir. Bunu sadece kendisi bilir. Bu konu, gayba imanın en birincisidir. Çünkü biz ,Allah-u Teâla’yı görmedik, ama iman ediyoruz. Hem de öyle iman ediyoruz ki, nefes almaktan daha kuvvetli, yemek içmekten daha kuvvetli, canlı görüp şahit olduğumuz şeylerden daha kuvvetli iman ediyoruz. Müslüman böyle iman eder. Müslümanın Allah’a
hakkıyla iman etmesi, beş duyu organıyla şahit olmuş olduğu şeylere iman etmesinden daha emindir,kuvvetlidir.

Çünkü akıl bunu doğruluyor.
Göz yanılabilir. Görüyor zannederiz ama görmez.Arabanın geldiğini gördüğü halde, gider arabaya çarpar. Oysa gözümüzün gördüğünü zannederiz. Baktığı halde görmeyebilir. Demek ki göz yanılabilir.Kulak yanılabilir. Duyuyordur ama duymaz. Bu gözün, bu kulağın, bu duyu organlarının hataları olabilir.
Ama bir Müslüman, Allah-u Teâla’nın zatının ve sıfatlarının varlığında, asla yanılmaz. Zaten yanıldığı anda iman etmemiş olur.
Şek ve şüpheye düştüğü anda iman etmemiş demektir. Bir Müslümanın Allah’a imanı böyle olmalı. Allah-u Teâla’yı hiçbir şeye benzetmemeli; Ona ne bir şekil, ne bir mekân, ne de mahlûklara ait muhtaciyetle alâkalı bir fiili yakıştırmamalı.


Allah-u Teâla’ya mahlûkla alâkalı bir benzerlik isnat etmek küfürdür. Bunları bir Müslüman bilmeli ki, bu hatalara düşmesin. Hristiyan ve yahudiler bu hatalara düşmüş olduklarından dolayı kâfirdirler.

Müslümanlar bu hatalara düştüklerinden dolayı mürtet olmuşturlar. Sadece isimleri Müslüman kalmıştır. Bunlardan bir tanesi de Yaşar Nuri Öztürk. Allah’ın bir merkez, kulların ise Onun birer yansıması olduğunu iddia ediyor. İnsanların, onun bu küfür düşüncelerini kabul etmelerini sağlamaya çalışıyor. Haşa…Bunlar teşbihtir, benzetmedir.

Oysa Allah El İhlas Suresinin 4.Ayet’inde şöyle buyuruyor:



وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ

Meâli:Allah’ın dengi (benzeri) yoktur.

Allah’a hiçbir şeyi denk tutmamamızı, Allah bizlere bildiriyor.

Buna rağmen nasıl oluyor da insanlar Allah hakkında böyle benzetmeler yapıyorlar? Nasıl oluyor da bazı sözde Müslümanlar kitaplarında ve tarikatçıların çoğu da sözlerinde Allah için “Allah kendi Nurundan bir parça aldı da ona Muhammed ol” dedi diyorlar? Bu sözler küfürdür. Bu insanlar Allah’ı tanımamıştır. Bu yaptıkları tariftir, bir benzetmedir, yani teşbihtir.
Ve ”Muhammed’in nurundan da bütün âlemler yaratıldı” diyorlar. Çok çirkin birer küfürdür bunlar. Demek ki bir Allah’ın kulu, bu sözlerin ne kadar yanlış olduğunu, bu insanlara bildirmemiş. Bu sözlerin sakıncalı olduğunu bile söyleyen yok.

Oysa ne kadar çirkin küfürdür bunlar. Bu sözleri söyleyenlere derviş denmez. Dense, dense onlara ‘devrilmiş’ denir.

Sakın ola bu sözlerimizden tarikata, Allah’ın dostlarına düşmanlık beslediğimiz akla gelmesin. Allah’ı hakkıyla tanıyan, ihlaslı, Âlim ve Veli kulları Müslümanların dostudur.

Tarikatın önde gelenlerinden İmam Rifai diyor ki:”Allah-u Teâla hakkında bilgimizin varabileceği en son nokta,Onun hakkında keyfiyetsiz (şöyle, böyle demeden),niceliksiz ve mekânsız olarak var olduğuna, kesin bir iman besleyerek varılan noktadır. Kişi ancak o zaman Allah’a iman etmiştir. Ondan sonra Onu zikredecek.”

Yani diyor ki İmam Rifai: Bir Müslüman önce Allah-u Teâla’yı hakkıyla tenzih edecek. Bu ne demek?
Allah’a keyfiyetsiz, niceliksiz iman edecek. Onun mekânsız olarak var olduğuna iman edecek, demektir. Ondan sonra Onu zikredecek. Ve söylediği “Sûbhanallah, Elhamdulillah, Allahu Ekber ” veya sadece “Allah” zikirlerinin karşılığında, ihlası derecesince, Allah’ın dilemiş olduğu kadar sevap alacaktır. Gerçek mutasavvıf odur. Gerçek mürit odur. Gerçek veli insan odur. Çünkü Allah’ı tenzih etmiştir ve ondan sonra da Onu zikretmeye başlamıştır. Ondan sonra tuttuğu oruç, kıldığı namaz ve yapmış olduğu bütün hayır ve hasenat makbûldür, kabûldür, yerindedir.

Ama Allah tanınmamış, bilinmemiş ise tam aksidir. Hiç bilinmeyen şeye yapılan zikir makbûl olur mu? Hiç tanınmayan bir şeye yapılan ibadet kabûl olur mu? Allah bize akıl vermiş.

Ve aklımızın alabileceği kadar ilim de vermiş. Yani Allah-u Teâla sıfatlarının manalarını kavrayabilecek kadar ilim vermiş. Ama vermediği şey nedir? Allah-u Teâla’nın varlığının hakikatının hakkında ilim nasip etmemiştir. Akıl bundan acizdir. Ve Âlimler söz birliği ile kaide olarak da bildirmişlerdir: Aklına, fikrine ne gelirse gelsin, O Allah değildir. Peki nedir o aklına gelen? Şeytandır. Çünkü şeytan vermiş olduğu bu vesveseyle kendisini tarif etmiştir.

İmam Gazali de teşbih konusunda hataya düşmememiz için şöyle buyurmuştur: Allah ezelidir.Yani varlığının ne evveli vardır, ne sonu.O, ne bir yere, ne bir mekâna yerleşen bir cevher(en küçük yaratık) de değildir . Onun sonradan yaratılan mahlûkatla da bir münasebeti, bir benzerliği yoktur .Bunların hepsinden Allah münezzehtir. O, cevherlerden meydana gelmiş bir cisimde değildir. Şayet böyle düşünülürse,hem güneş hakkında, hem ay hakkında ve diğer cisimler hakkında uluhuyetlik de doğru olurdu. Şu halde; O, herhangi bir şeye benzemediği gibi, herhangi bir şey de Ona benzemez. Aksine O, Hay ve Gayyum’dur.

Onun benzeri hiçbir şey yoktur. Bir şeyin Yaratıcısının kendi yarattığına, takdir edenin takdir edilene, şekil verenin şekillendirilene, benzemesi mümkünmüdür? Asla!

İmam Gazali’nin de o zamanlar bildirdiklerini açıklayalım: Allah zaman kavramı içinde değildir. Buna ihtiyacı yoktur. O bir yere, bir mekâna yerleşen bir molekül dahi değildir. Onun sonradan yaratılan mahlûklarla hiçbir münasebeti ve benzerliği yoktur. İnsanlar DNA’lardan meydana gelmiştir. Allah böyle bir varlık da değildir.

Âlemin yaratıcısının böyle olmadığına inanılır, yani Allah-u Teâla’nın bir mahlûkata benzetilmesi doğru olsaydı, güneşe ve aya da ilah olarak tapmak doğru olurdu. Yani Allah cisim olsaydı; Ay ve güneşte büyük cisimler; o zaman onlara, hatta puta vs. ibadet etmekte doğru olurdu. Ama Müslümanın ilk kelimesi nedir?”Lâilâhe illallah”, yani ibadet edilmeye lâyık sadece, Allah-u Teâla’dır. Allah’tan başka ibadete lâyık ilah düşünülemez. Allah cisim olmadığına göre; bir Müslüman ne Allah-u Teâla’ya ait bir sıfatı insanlara benzetebilir, ne de yaratıkların sıfatları ile Allah-u Teâla’yı sıfatlandırabilir. Örneğin cep telefonunu icat eden kişi, cep telefonuna mı benziyor? Demek ki bir şeyi icat eden, icat ettiği şeye benzemiyor.Hâl böyle iken, Allah-u Teâla nasıl oluyor da yarattıklarına benzetiliyor? Nasıl yarattıkları gibi hayal ediliyor? Nasıl muhtaç ediliyor Allah-u Teâla mekânlara, yerlere? İsterse o yer kalp olsun.
Allah kalbimdedir sözleri çok söyleniyor ya.

Burada bir girmek fiili de var. Girmek, çıkmak mahlûk fiilidir. Allah bu kalpleri yaratmadan önce de vardı. Yani Allah başka bir şekle mi girdi demek istiyor bunu söyleyenler? Haşa. Allah nasıl yarattığına muhtaç edilir? Muhtaç eden kişi İslâm dairesinden çıkmış demektir.

Yaratmak, Allah-u Teâla’ya ait bir fiildir. Bu insanlara mâl edilemez. Ama maalesef insanlarımız bunu sıkça yapıyorlar. Yaratmak kelimesi bugün siyasilerin ağzında adeta sakız olmuş durumda. Yazarlar da aynen öyle. Oysa bu, Allah’a ait bir sıfattır. Ama Âlimler Dini o kadar güzel öğrenmiş ve öğretmişler ki, insanları bu gibi sözleri kullandıktan sonra, onları kurtaracak şeyleri (tevilleri) bile açıklamışlar. ”Allah her yerdedir” diyene hemen kâfir dememeyi bildirdiler bizlere.Onu önce tanıyıp, onu kurtarabilecek bir niyetinin olup olmadığını öğrenmemizi, öğütlediler.

İnsanlar Allah’ın sıfatlarından olan,yaratmak kelimesini yaratılmışlar için kullanıyorlar.’İcat ediyor,üretiyor’ demek sanki zulüm geliyor bu insanlara. Oysa bu kelimeleri kullanılması onları kurtarır. Doğrusu da budur zaten. Hiç gerek yok imanını tehlikeye atmaya. Allah’a ait olan bir sıfatı insanlar için kullanmaya niye ihtiyaç hissediyor insanlar? Demek ki bilmiyorlar. Demek ki öğrenmemişler.

Demek ki Allah’a olan muhabbetleri, sevgileri ve korkuları zayıf. İnanmadıklarını da söylemiyorlar. Hristiyanlara bile sorsan, Allah’a iman ettiklerini söylerler. Fakat kafalarına göre iman ederler. Demek ki bir şeye inandığını bildirmek yetmiyor. Doğru inanmak gerekiyor.
Yani insanın inandığı şeyin Hak (doğru) olduğunu bilmesi gerekiyor.
Eğer Müslümanlar bu farz-ı ayn ilmi öğrenmezse (ki bilmemek mazeret değildir) aynı hataya onlarda düşerler. Düştüklerini de görüyoruz maalesef.


Not: Bu hatalara düşen kişi, hatasınından dönme niyeti ile tekrar İslam a girmesi için: “Eşhedûen lâilâhe illallâh ve eşhedu enne Muhammeder resulullah” diyerek şehadeti söylemesi gerekir.

 
Üst