'Osmancık' Romanında 'Horasan Erenleri' Motifi

mvardar968

Paylaşımcı
Katılım
5 Eyl 2006
Mesajlar
302
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
izmir
Web sitesi
ismarsiv.sitemynet.com
13. yy sonu ile 14. yy başlarında Söğüt, Domaniç çevresinde küçük bir beylikken, uygulanan politikalar ve Yaratıcı’nın bahşettiği özel bazı imkânlar sayesinde tarihin en büyük imparatorluklarından biri hâline gelen Osmanlı’nın kuruluş ve gelişmesinde, birçok faktör rol almıştır. Bu devletin kuruluş ve gelişmesine tesir eden unsurlar, ortaöğretimde daha çok, bey ve padişahların şahsında kuru hâdiseler yığını olarak ele alınır. Oysa Osmanlı’nın kuruluş ve gelişmesinde birçok hâdise ve kişiyle birlikte o zamana kadar fazla görülmemiş ‘bir insan modeli’ de rol almıştır. Tarık Buğra, ‘Osmancık’ romanında, klâsik bilgilerin ötesine geçerek, Osmanlı’nın kuruluşunu çeşitli yönleriyle roman gerçekleri çerçevesinde tahlil eder. Buğra, ‘Osmancık’ yazılmadan önce kendisiyle yapılan bir mülâkatta; “Dünyanın en medenî imparatorluğunu kurmanın şifresini çözdürtebilecek tiplerle”1 bir roman yazmayı düşündüğünden bahseder. Nitekim 1950’lerden beri yazmayı düşündüğü bu romanı, 1983 yılında ‘Osmancık’ adıyla yayımlar.

Tarık Buğra ‘Osmancık’ romanında, dünyanın en medenî imparatorluğunun kuruluş ve gelişmesinde önemli bir şifre olan, bir gâye, hedef ve misyon için yurtlarını, vatanlarını terk eden insanların hâlet-i rûhiyelerini anlamaya ve anlatmaya çalışırken, Batılı bazı tarihçilerin, ‘Osmanlı’yı Türkler tek başlarına kurmamışlardır.’ tezine destek olarak ileri sürdükleri, ‘Osmanlı’nın kurulması döneminde Asya insan kaynakları ile Osmanlı’nın arası çeşitli beylikler vs. ile kesildiğinden Osmanlı’nın kurulması için gerekli unsurlar, yerli Rumlar arasından tedarik edilmiştir.’ tarzındaki bazı iddiaların da aslında ne kadar temelsiz olduğunu göstermektedir. ‘Osmancık’ romanının alt başlığını ‘Cihan devletini kuran irade, şuur ve karakter’ olarak atan Buğra, özelde Osman Gazi’nin, genelde ise bütün bir milletin hangi şekil ve şartlarda bu oluşumda rol aldığını anlatır. ‘Osmancık’ romanının vak’a örgüsü, Ö. L. Barkan’ın: “Osmanlı tarihi, bütün diğer tarihler gibi, bir hanedanın destanını yapmak isteyen tarihçilerin kaydettikleri şekilde münferit ve müstakil bir seri vekayiden ibaret değildir. Her hâdise kendisini hazırlayan bir sürü sosyal, ekonomik ve dinî şartlarla işlenmiş ve haricî tesirlerle dünya yüzünün değişmesi nev’inden bir oluşla yavaş yavaş tabiî olarak hazırlanmıştır. Bu bakımdan siyasî şahsiyetler ve vekayi arkasında onları hazırlayan içtimaî sebepleri aramak lâzımdır.” 2 şeklindeki tespitine uygundur. ‘Osmancık’ romanı dikkatli bir tetkike tâbi tutulduğunda şu görülür: Osmanlı; devlet teşkilâtının kurulması ve gelişmesinde gerekli olan insan gücünü, büyük nispette yine bizzat kendi değerlerinden ortaya çıkarmıştır. ‘Osmancık’ romanındaki bu tezin tutarlığını anlamak için, bazı tarihî gerçeklerin bilinmesi gerekir:

13. yüzyılda Anadolu, bir taraftan Moğol baskınından kaçan insanların; bir taraftan, göç dolayısıyla bu topraklara uzanan göçerlerin; bir taraftan da kendini bir gâyeye adamış alperenlerin buluşma noktası gibidir. Ö. L. Barkan’ın ‘Kolonizatör Türk Dervişleri’* isimli makalesinde belirttiği gibi, Osmanlı’nın kuruluş aşamasında Anadolu’nun çeşitli bölgeleri, Türk ve İslâm dünyasının farklı yerlerinden gelmiş, belirli bir eğitim ve terbiyeden geçmiş sınıf ve meslekten insanlarla doludur. Bunlar arasında İslâm coğrafyasının çeşitli yerlerindeki medreselerden çıkan hocalar, Selçuklu ve diğer devletlerin yönetim kademelerinde bulunmuş şahsiyetler olduğu gibi, çeşitli tarikatlara mensup şeyhler ve ‘Gâziyân-ı Rûm, Alp-Erenler, Ahîyân-ı Rûm, Horasan Erenleri’ gibi isimlerle anılan derviş grupları da vardır. İşte “Osmanlı İmparatorluğu teessüs etmeğe başladığı zaman, bu kadar geniş hudutlar içinde kaynaşmakta olan bir âlemin dört bucağında tekevvün eden dinî ve sosyal cereyanları, bilgi ve tecrübeye sahip insanları ve mânevî kuvvetleri arkasında bulmuştur.” 3 Bu grupların yekpareleşip bir enerji hâline geçebilmelerine ve birlikte hareket etmelerine vesile olan kaynaştırıcı unsur ise Sâmiha Ayverdi’nin belirttiği gibi, ‘İ’lâ-yı Kelimetullâh aşkıdır.’4 Ayverdi, bu kütleyi tek cevher hâline getiren iman ruhunun başlıca kaynağının Anadolu’nun içtimaî yapısına hâkim olan ulema ve dervişler olduğunu söyler; bu iman adamlarının Osmanlı’nın kuruluşuna katılmalarını devletin büyük ve eşsiz talihi olarak görür.5

Tarık Buğra, ‘Osmancık’ romanında 13–14. asırlarda, Anadolu’nun Müslümanlaşmasında, imarında ve çeşitli sosyal müesseselerin kurulmasında önemli roller üslenen gruplardan ‘Horasan Erenleri’ni inceden inceye işler. Bu çok önemlidir; çünkü bu dervişler o zamana kadar Anadolunun yerli halkının alışık olmadığı bir misyonun temsilcileridirler. Osmanlı’nın kuruluş ve gelişme yıllarında meydana gelen bazı siyasî ve sosyal hâdiseleri açıklayabilmek, ancak bu dönemde rol oynayan dervişlerin varlığını bilmekle mümkündür.

Burada bir hususu belirtmek faydalı olacaktır: Romanda Osmanlı’nın mânevî mimarlarından biri olan Ede Balı bir şeyhtir ve etrafında dervişler vardır. Ancak bu yazıda mevzubahis edilecek dervişler, romanda Harlak civarına yerleşen ve aynen Ede Balı gibi iç ve dış muvâzenesini sağlamış ‘bilinmeyen, tanınmayan Ede Balılar’dır. ‘Horasan Erenleri’ olarak isimlendirilen bu insanların, ‘Osmancık’ romanında Harlak civarına yerleşmiş oldukları görülür. Tarık Buğra’nın ‘Osmancık’ romanını yazarken çeşitli tarihî belgelerden yararlandığı bir hakikattir. Yazar, Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinde tarihî gerçekliği sâbit bazı şahıs ve hâdiseleri, bazı değişikliklerle, Ertuğrul Gazi ve Osman Bey dönemine taşır. Nitekim romanda Uruz Derviş ile Ertuğrul Gazi arasında Harlak’ın yurt edinme hâdisesi esnasında yaşananlar ile, tarihî belgelerde Bursa’nın fethinden sonra Orhan Gazi ile Geyikli Baba arasında geçen diyaloglar birbirine paralellik arz eder. Bursa’nın fethinden sonra değerli hediyelerle kendini ziyaret eden Orhan Gazi’nin hediyelerini kabul etmeyen Geyikli Baba’nın, dervişlerin yerleşmesi için Bey’den kıraç bir araziyi istemesi gibi, ‘Osmancık’ romanda da Uruz Derviş, ekip dikmeye müsait birçok yer varken Ertuğrul Gazi’den kıraç bir arazi ister ve buranın da çok azını sahiplenir.

‘Horasan Erenleri’, ‘Osmancık’ romanının vak’a örgüsünde Osman Bey’in dikkatini, ilk olarak kendi misyonunu anlamaya başladığı dönemlerde çeker. Romanın ilk bölümlerinde Osman Bey, henüz bilmediği, tanımadığı ve misyonlarından habersiz olduğu bu insanlarla, kendi vazifesi arasında bazı bağlantılar kurmaya ve onların vazifelerini anlamaya çalışır. Onlardan bazılarının, babası Ertuğrul Gazi’yi ziyaret etmesi, babasının bu insanlara büyük saygı göstermesi, dervişlerin birbirleriyle olan münasebetleri ve niçin buralarda bulundukları üzerinde düşünür. Bu, romanda şöyle anlatılır: “Ya babasının (Ertuğrul Gazi’nin) büyük saygı gösterdiği, kâh görünüp kâh çekilip giden birtakım adamlar? Ki, Osman bunların bu yöreye ve daha batıya veya daha kuzeye, kendilerinden önce geldiklerini, babasının anlattıklarından biliyordu. Kimdi bunlar, niçin gelmişlerdi tâ Türkistanlardan? Ve onları birbirine yaklaştıran.. yakınlaşma ne kelime? Birbirine sürekli bağlı tutan (neydi?)” 6 Babasının kılıcına farklı bir mânâ verdiklerini düşündüğü dervişlerle Osman Gazi ilk olarak Harlak’ta karşılaşır. Dervişin taştan örme iki gözlü bir kulübesi vardır ve kulübe düzlüğün bitimine bir kartal yuvası gibi kondurulmuştur. Geniş düzlüğün üç beş dönümlük yeri sürülüp ekilmiştir, fidanlanmıştır, yarı tarla yarı bahçe yapılmıştır. Bu karşılaşma esnasında Osman Gazi, yerleştiği yeri görünce dervişe kanaatkâr olduğunu söyler. Çünkü ırmağın öte yakasında ekim ve dikime daha uygun düzlükler varken, dervişin bu kıraç yeri seçmesi Osman Bey’e enteresan gelmiştir. Bunu dervişe söylediğinde, dervişin cevabı daha da enteresandır: “Ben burayı kendim bulmadım ve sahiplenmedim ve mallanmadım. Git dediler, geldim. Burayı münasip gördüler aldım. Hemi baban (Ertuğrul Gazi) verdi de aldım.” 7 Sözü edilen dervişler, herhangi bir yeri yurt edinirken oranın bazı özelliklerini göz önünde bulundurmaktalar; yahut Bey veya temsilcileri tarafından bazı önemli özelliklere sahip yerlere özellikle yerleştirilmektedirler. Bu özelliklerden biri, yerleşim yerinin stratejik önemidir. ‘Önceden belirlenen bir gâyeye ulaşmak için tutulan yol’ mânâsına gelen strateji; semantiğinde güvenlik, haberleşme, dışarı açılma gibi çeşitli mânâları da barındırır. Harlak da böyle önemli stratejik bir konuma sahiptir. Romanda bu durum şöyle ifade edilir: (Harlak’ta) “Kuzeye yol veren geçit, aşağıdaki uçurumun karşısında, ayaklarının altında idi; tavşan geçse görünürdü.” 8 “Harlak, Domaniç’i kuzeye bağlayan tek geçitten kuş uçurtmayacak bir yerdedir. Ve karşı sırtlarda, kuzeye doğru çaprazlama, Harlak’takine benzer şeyler olmaktadır.” 9 Orduların önünden giden, genelde derbent olarak isimlendirilen ve stratejik bakımdan öneme sahip sarp mekânlara yerleşip oraları imar ve iskân eden, oraların şenlenmesine vesile olan bu dervişler, bir nevi istihbarat teşkilâtı vazifesi de görmektedirler. Yerleştikleri yerler stratejik öneme sahip olduğundan bu insanlar gerek gözetleyerek, gerekse bulundukları yerden geçen insanlarla konuşarak her türlü bilgiyi alabilmektedirler. Bunlardan alınan haberler bir şekilde beye ulaştırılmaktadır. Romanda bu dervişlerin istihbaratla ilgili vazifeleri şöyle anlatılır:
“- Beğ, seni Derviş Uruz görmek diler.
- Beğ seni bir garib abdal arar.
- Gelenlerin çoğu dervişlerdir; ama aralarında Rumlar, Tatarlar, Germiyanlılar az değildir. Ve hepsi de haber yüklüdür ve haberlerin çoğu da önemlidir.”10

Dağ başlarına, geçitlere ve yörelere hâkim yamaçlara, kıraç ve stratejik bakımdan önemli ıssız yerlere yerleşme oraların güvenliği açısından da önemlidir. Bu tür yerleşimler dağ başlarında bir tür karakol vazifesi görür. Osmanlı’nın daha sonraki yıllarda Balkanlara doğru açılmasını da düşünürsek bu tarz yerleşimler, gerek haber alma bakımından, gerek fethedilen yerlerin iskân ve imarı bakımından ve gerekse yerli halkla kurulacak müspet diyalogların devlete sağlayacağı avantajlar bakımından orduların önünde bir öncü kuvvet özelliği arz eder.

Bey olduktan sonraki gelişlerinde Osman Gazi, Harlak’ın her seferinde daha da şenlendiğini, yeni gelenler ve doğanlarla nüfusunun sürekli arttığını görür. Zamanla burası değirmeni ve mescidi olan güzel bir köye dönüşür. Harlak, Osman Bey’in idealindeki yerleşim tarzının; burada yaşayanlar da idealindeki insanların bir ifadesidir. Harlak ‘Osmancık’ romanında yeni yeni filizlenen devletin bir prototipi gibidir. Roman boyunca Osmanlı’nın gelişmesi, Harlak misâlinde müşahhaslaştırılır. Osman Gazi’nin Harlak’a sık sık gitmesi burada ortaya çıkan ‘yeni insan’ modelini izlemek istemesi mânâsına geleceği gibi, burayı teftiş etme özelliği de arz eder.

Anadolu’da çok ö-nemli işlere imza atan bu dervişler, geldikleri yerlerden işlerine yarayacak çeşitli donanımlarla Anadolu’ya gönderilmişlerdir. Ziraatten, el sanatlarına kadar çağın ve şartların gerektirdiği çeşitli donanımları, onları yerli halkın gözünde farklı bir konuma taşır. Bu donanımları onların yerli halkla daha iyi diyalog kurmalarına vesile olur. Tarık Buğra, romanda bunu Osman Gazi’yle, Harlak’ı yurt edinen Uruz Derviş’in ilk karşılaşmalarında şöyle anlatır: “Bir köşede kalaycı ocağı vardı. Uruz Derviş: ‘elimden gelir.’ dedi, ‘aşağı Rum köylerinden kap kacak toplar kalaylarım. (Osman Gazi) içerde ot ve çiçek kuruları, kökler gördü. Adam (Uruz) bunu da açıkladı: ‘Horasan’da öğrettiler: kimi dertleri ve illetleri tedavi ederim. Rumlar arar oldu beni.” 11 Özellikleri ve yaptığı işler ayrıntılı olarak anlatılan Uruz Derviş, romanda ‘Horasan Erenleri’nin temsilcisidir. Ondaki vasıflar binlerce dervişten toplanmış ve idealize edilmiştir; Uruz, romanda özel bir isim değil, âdeta bir tür ismidir. Uruz, bu şekildeki binlerce insanı temsil etmektedir. Böyle elinden çeşitli işler gelen, dönemin ihtiyaçlarına göre bilgi ve beceriyle donatılmış, ‘Hak ve doğru bildikleri yolda fisebilillah çalışan, soylarına yararlı olmayı dileyen’, bir davaya gönül vermiş binlerce insan Anadolu’ya yerleşmiş veya yerleşmek üzeredir. Romanda birbirleriyle sıkı münasebet hâlinde oldukları belirtilen bu dervişlerin vasıflarını, fonksiyonlarını ve gâyelerini Aykut Alp anlatır: “Gönül, kafa ve bilek erleri idi onlar. Hem savaşçı hem bilgili idiler. Kimi demir dövmesini, çeliğe su vermesini, kap kacak kalaylamasını; kimi dikip dokumasını; kimi saraçlığı bilirdi. Kimi hayvanların, insanların hastalığından anlar, onları tedavi ederdi. Hepsi de çok, çok uzaklarda bırakılmış bir ocaktan, aynı törelerden, bir tek gâye için yetişmiş; o tek gâye için çok, çok uzaklardan gelmişlerdir.. gönderilmişlerdir… Kayı boyunun geldiği yerlerden, Kayı boyunun güttüğü gâye için. Bu gâyenin gözcüsü, gözeticisi, habercisidir onlar. Onlar bu gâyenin yayıcısı, birleştiricisidir. Ve onlar yoktur, bu gâye vardır. Ve onlar bu gâyeyi gerçekleşme yoluna koyacak bileği, kafayı, gönlü aramaktadırlar, o kafaya, o gönle sahip boyu aramaktadırlar.” 12 ‘Horasan’dan Diyâr-ı Rûm’a öğüt taşıyan bu insanlar’ın bey seçimine de tesirleri vardır. Bu durum romanda şöyle ifade edilir: “Osman, beğliğinin Harlak’ta Gökçe Bacı tarafından ilân edildiğine, kendisinin bile yadırgadığı bir güvenle inanmaktadır.” 13 Çeşitli kaynaklarda ‘Bacıyân-ı Rûm’ olarak isimlendirilen Müslüman Anadolu kadınlarını romanda Gökçe Bacı temsil etmektedir. Gökçe Bacı, Harlak’a ilk yerleşen kişi olan Uruz Derviş’in annesidir. Gökçe Bacı, açık sözlülüğü, yaptığı işler ve saygınlığı ile Osman Gazi’nin devamlı diyalog hâlinde olduğu bir kadındır.

Her türlü faaliyetlerini beyin bilgisi dâhilinde yapan bu dervişler, savaş zamanlarında orduya katılmaktadır. Savaşlarda faydalı olanlara ise, bazı yerlerin idaresi bağışlanmaktadır. Nitekim Kulacahisarın yönetimi Uruz’a verilmiştir. Bu durum bu dervişlerin ziraatte, askerlikte başarılı olduğu kadar, idarecilikte de başarılı olduğunu ortaya koyar. Nitekim Kulacahisar halkı Uruz’un idaresinden memnundur. Uruz daha sonraları buradaki askerleriyle savaşlara iştirak eder; Yeğli Pazarı baskınında, ordunun sağ kanadının başında Osman Bey, sol kanadının başında da Uruz vardır.

Romanda Harlak’a benzer yeni yerleşim yerlerinin kurulduğu da belirtilmektedir. Stratejik bakımdan Harlak’a benzeyen İkizce’ye, Konya yöresinden gelen yeni gruplar yerleştirilmiştir.

Zaman içinde yerleştikleri yerlere tekke ve zaviyelerini de kuran bu derviş grupları,
Osmanlı’nın maddî ve mânevî gelişmesinde önemli roller oynamışlardır. Birçok açıdan yozlaşan Anadolu’nun yerli Rum halkının arasına yepyeni bir misyon ve düşünce ışığıyla giren bu insanlar, faaliyetleri ve yaşayışlarıyla İslâm dininin en güzel temsilcisi olmuşlardır. Bu temsil bir yandan Osmanlı’nın çeşitli açılardan gelişmesine zemin hazırlarken, diğer yandan da yerli halkın İslam’a girmesine vesile olmuştur. Osmanlı belki de asıl fethi bu dervişlerin, dini, sosyal hayatta temsil etmekte gösterdikleri başarıyla sağlamıştır. Bu insanlar diyaloğa geçtiği insanlar üzerinde meydana getirdikleri tesirlerle orduların yapamayacağı asıl fethi, gönül fethini, gerçekleştirmişlerdir. Böylelikle imar, iskân, nakil ve emniyetle birlikte yeni bir devletin ikbalinin sağlam olmasında ve sosyal hayatta kaynaşma için önemli olan inanç birliğine büyük katkılar sağlamışlardır. Peygamberimiz (sas) döneminde Bizans Kralı Herakliyus’a gönderilen mektupla başlatılan Anadoluya İslâm’ı taşıma faaliyeti, bu dervişler vesilesiyle, yavaş yavaş hedefe ulaşmıştır. Bu dervişlerin Türk-İslâm tarihinde üslendikleri önemli rolü Barkan şöyle özetler: “Dağ başlarını, hâlî ve çorak toprakları işlemek için yerleşen, evlâtları çoğalınca köyler tesis eden ve yerleştikleri toprakları yavaş yavaş bir kültür ve iktisat merkezi bir ma’mure hâline sokan (bu insanlar), bu memlekete yalnız bir fetih ve işgal ordusu olarak gelmeyen Türklerin memleket ve toprak açıcılarıdırlar. Yeni fethedilen bir Hristiyan memleketinde, bu şekilde gelip dağ başlarında yerleşecek, oraların imar ve emniyeti ile meşgul olacak ve tesis ettikleri merkezlerle İslâm’ı ve Türk dilini yaymaya başlayacak misyonerlere ve gönüllü muhacirlere mâlik olmak ise; yeni kurulmakta alan Türk devletinin en büyük kuvvetini temsil etmekte olduğu meydandadır, imparatorluğu kuran kuvvet işte kendisinden bu kadar emin”dir. 14 Ayverdi, Batı feodalizminin bilek gücünü temsil eden şövalyeleriyle, Osmanlı’nın kurulmasında ve gelişmesinde büyük katkıları olan iç-dış muvazenesini sağlamış bu dervişleri mukayese eder ve şu neticeye varır: “Garb şövalyeliği târihî kaderini tüketip tasfiye olmakla dünya zarara girmemiş, hattâ geniş bir nefes almıştır. Fakat kılıç ve bâzû kuvveti, şecâat ve kahramanlık kadar, ruh terbiye ve disiplininin müşterek faâliyetinden doğan bu örnek şövalye rûhu kaybolmakla, dünyanın ziyanı çok büyük olmuştur.” 15 Ecdadımız birçok şeyiyle bizler için bir örnek, bir model konumundadır. Çağın gerektirdiği donanımlarla dünyanın çeşitli yerlerine giderek oralarda insanlığın huzuru için ‘diyalog ve hoşgörü köprüleri’ kurmaya çalışan Anadolu insanının faaliyetlerine, bir de ecdadın bir zamanlar üstlendiği bu misyonun penceresinden bakmakta büyük faydalar vardır.

*) Ömer Lütfi Barkan, Anadolu topraklarındaki faaliyetlerini, misyonlarını ve tarihimizdeki yerlerini anlattığı uzun makalesinde bu derviş grupları için ‘Kolonizatör Türk Dervişleri’ ifadesini kullanır. Biz ise yazımızda, kendimize ait bir değeri, Batı menşeli bir kavram olan ‘Kolonizatör’ ile anlatmamak için aslına sâdık kalarak ‘Horasan Erenleri’ ifadesini tercih ettik.
 
M

Murat Sâki

Guest
İçinizde bu romanı okumayanlar varsa tavsiye edebilirim okumanız son derece yararınıza olacaktır eminim.İslamiyetin ve tarih-in harmanlaştığı bir eser.
 
Üst